23. Bölüm

❄️Vuslat

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Keyifli okumalar. Oy vermeyi, yorum yapmayı ve beni takip etmeyi unutmayın.

Bilgilendirme1: Arayış bölümünde Zahel Silva'ya Kar Tanesi diyordu. Bazı sebeplerden dolayı onu değiştirme kararı aldım. Yani şaşırmayın😉

Bilgilendirme2: 30 Kasım ve 7 Aralık tarihlerinde Ankara 21. Kitap Fuarında olacağım. (İnşallah bir gün imza almaya gittiğim gibi imza vermeye de giderim.) Sizlerden de fuara katılacak varsa belki görüşebiliriz. 😘🥰

Silva

Bir bakış mutlu eder miydi insanı, iyileştirir miydi tüm yaraları, aydınlatır mıydı üzerimize çöken karanlığı? Bir bakış mutlu da ediyormuş, tüm yaraları da iyileştiriyormuş, aydınlatıyormuş da karanlığı. Eskiden olsa asla inanmazdım tüm bunlara, bir çift gözün kalbimin ritmini bozacağına. Ama yanılmıştım işte ve yanılgımın en büyük ispatı şu an tam karşımda duruyor koyulaşan irislerini üzerimde gezindiriyordu. Tüm ihtimallere, tüm tehlikelere rağmen çıkıp gelmişti bana. Son sözlerime rağmen gelmişti, sırtımı dönüp gitmeme rağmen gelmişti. Öyle bir gelmişti ki yüreğim tepetaklak oluvermişti bir anda. İnandığım her şeyi yıkmıştı gelişi, şartlandığım her şeyi ezip geçmişti.

Sevilmeyeceğime dair sarsılmaz inancımı sarmıştı ölümün tanrısı, kimseyi sevmeyeceğime dair inancımsa daha onu ilk gördüğüm anda sarsılmıştı. Şimdi ise tam karşımda dururken geçmişimin karanlığına rağmen umutla dolup taşıyordum. Lanetler yağdırdığım kaderime artık minnet duyuyordum.

Etrafta tüyler ürperten bir hissiyat vardı. Sanki ölümün soğukluğu sıcak bedenlerimize sinsice sızıyor ruhumuzu emiyordu. Karşı taraftan yayılan tehdit havası herkesin yutkunmasına neden oluyor. Lakin kimse istifini bozmuyor ya da bozmaya cesaret edemiyordu. Hepsinin gözleri Ölüm Tanrısına sabitlenmişti ve hepsi korkuyordu. Bu hapishaneden çıkmak için giriştikleri beyhude çaba dakikalar içinde hayatlarını kaybetmeleriyle sonuçlanabilirdi. Hepsi bunun farkındaydı. Lakin ya çok aptallardı ya da buradan çıkmak uğruna canlarını vermeye hazır olacak kadar cesurlardı. Ben tercihimi ilk seçenekten yana kullanıyordum.

Nowa karşısındakileri korkutmaktan keyif alıyor olacak ki tuttuğu kılıcını avucunun içinde ustalıkla döndürürken bana bakıp göz kırptı. Onu ve şaklabanlıklarını ne kadar özlediğimi bir kez daha fark ederken şimdiye kadar ruhumu çevreleyen tüm karanlıktan kurtuldum. Bir süre için gerçekten bir daha geri dönmeyeceğimi düşünmüştüm. Şimdi ise mühürlüsü olduğum adam tüm tehlikeleri göze alarak beni almak için buraya gelmişti. Kalbim sayısız hisle dolup taşarken bu lanet iplerden kurtulup kollarımı boynuna dolamak istedim. Kokusunu içime çekmek, her bir ayrıntısını tek tek hafızama kazımak istiyordum. Mührüm de aynı şeyi istiyor olacak ki omzumda müthiş bir acı baş gösterdi. Bacaklarımın acısına bir de mührün işkencesi eklendiğinde yumruklarımı biraz daha sıktım.

Zahel’in yarım adım gerisinde duran Hava Tanrısı ve Toprak Tanrısı burada olmaktan pek hoşnut olmayacak ki yüzleri memnuniyetsiz bir ifade barındırıyordu. Gözleri olası tehditler için dört bir yanı kolaçan ederken özellikle dik duruşlarını korumaya çabalıyorlardı. Burada olmaktan geriliyor ancak bu durumu gizlemeye çalışıyor olmalılardı. Söz konusu tanrılar olduğundan onlardan korku ve gerginlik görmek itibarlarını zedeleyebilirdi ve bu ikisi itibarlarına epeyce önem veriyor gibi görünüyordu. Su Tanrısı onların aksine gayet sakin görünüyordu. Yine de kaşlarını çatmış karşısında duran haydutları pür dikkat inceliyor, bütün olasılıkları kafasında hesaplıyor gibi duruyordu.

“Bir anlaşma yapacağız Ölüm Tanrısı.” Narisa ne denli tehdit içerdiğini kanıtlamak istiyor olacak ki sesini her zamankinden daha yüksek çıkarmıştı. Konuştuğu kişi Zahel’di. Lakin hiçbir koşul altında asabi tavrından ödün vermeyecekmiş gibi duran Hava Tanrısı cevap vermişti. “Anlaşma falan yok.” diye çıkıştı Aeros kaşlarını çatmış halde. Zahel’in suratında her zamanki donuk ifadesi olmasına karşın kıstığı gözleri her zamanki kadar sakin olmadığını gösteriyordu. Her zamankinden daha koyu olan gözleri tehlike çanları çalıyordu ve etrafımı çevreleyen haydutlara kilitlenmişti. Yaydığı uğursuz aurası nerdeyse elle tutulur cinstendi. Patlamaya hazır bir yanardağ olduğuna lakin kendini tuttuğuna kalıbımı basabilirdim. “Seninle konuşmuyorum!!” diyen Narisa’nın sesi memnuniyetsizlik ve tiksinti doluydu. “Bizim buradan çıkmamızı sağlıyorsunuz ben de mühürlünü öldürmüyorum.”

“Buradan çıkacak kadar uzun yaşayacağına emin misin?” Zahel Narisa gibi sesini yükseltmemişti, aksine sesi normalden daha alçaktı. Lakin sözleri kulağımın dibinde bir yutkunma sesi duymama yetmişti. Bakışları, ses tonu, sözleri zararsız göründüğü kadar tehlikeliydi de. Belki de Ölüm Tanrısı hiç bu kadar tehlikeli olmamıştı. Göz ucuyla diğerlerine baktığımda her birinin gözündeki korkuyu açıkça gördüm. Silah tutuyorlardı. Lakin daha şimdiden elleri titremeye başlamıştı. Nowa her birine küçümseyici ve korkutucu bir ifadeyle bakarken korkularının daha da artığına kalıbımı basardım. Umduğu cevabı almayan Narisa’nın ise göremesem de suratının yamulup kaldığına emindim. Zira boynumdaki bıçağın baskısı da artmıştı.

“Eğer ölürsem güzel mühürlünü de kendimle götürürüm.” Sözleri tehdit içerse de ses tonu buram buram tedirginlik kokuyordu. “Kimse kadınımı benden alamaz!!” dedi her kelimenin üzerine basa basa. Bense ne boğazıma dayanan bıçağı ne de içine düştüğüm hapishaneyi düşündüm. Kadınım demişti, beni sahiplenmişti, eşi olarak kabul etmişti. Belli belirsiz bir gülümsemenin çehreme yayılmasına mâni olamazken gözlerim gözlerinde takılı kaldı.

Zahel suratındaki donuk ifadesini koruyordu. Ancak bakışlarının ardında kıyametin koptuğunu bilecek kadar iyi tanıyordum onu. Hiçbir koşul altında hiçbir duygusunu belli etmiyor taktığı kayıtsızlık maskesinden bir an bile ödün vermiyordu. Göğsünün altında taşıdığı kalbinin bir yangın yerine döndüğünü biliyor o yangın yerine girmeyi arzuluyordum, o ise beni içeri almaktan geri duruyordu. Birbirimiz için yaratılmış olmamıza rağmen Zahel özenle kendini benden saklıyor aramıza duvarlar örüyordu.

Mühürlüsü olduğumu bilmeden bile daha ilk görüşte onun kalbime girmesine izin vermiştim. İstediği takdirde karanlığıma gömdüğüm her şeyi önüne sermeye hazırdım. Ama o mühürlüsü olduğumu bilmesine rağmen kendini benden sakınmış ruhunu açmak şöyle dursun aramıza mesafeler koymuştu. Anlamıyordum, anlamak da istemiyordum. Wienor halkının bahsettiği eşini sadakatle bekleyen Ölüm Tanrısı neden eşini istemiyordu? Acaba onun için bir hayal kırıklığı mıydım? Onca zaman beklediği ve hayalini kurduğu eşe benzemiyor muydum?

“Seni öldürmeliydim!!” diye çıkıştı Hava Tanrısı. Suratında küçümseyici ve öfkeli bir ifade vardı, gözleri ise Narisa’ya sabitlenmişti. Belki de ilk kez ona katılıyordum. Bu katili sürgün etmek yerine öldürseydi belki de işler şu an daha kolay olabilirdi. Kulağımın dibinde alaycı bir kıkırtı duydum. “Sen git de önce babanı öldüren Suikastçıyı bul tanrı bozuntusu.” Narisa tüm bunları Aeros’u aşağılamak ve öfkesini arttırmak için söylemişti. Lakin ben kışkırtma lafları yerine yeterince yaşadım beni öldürün gitsin dediğine emindim. Bu kadın tam anlamıyla canına susamıştı, neyine güvendiğini anlamıyordum. Boğazıma dayadığı aptal hançerle dört tanrıya kafa tutabileceğini mi zannediyordu gerçekten? Ah Narisa daha akıllı biri olduğunu sanmıştım oysa.

İyice öfkelenen Hava Tanrısı gücünü kullanmak için yeltendiğinde Zahel kolunu önüne uzatıp onu durdurdu. “Eeee…” diye mırıldandı Narisa. Suratını göremesem de takındığı şeytani ifadeyle Zahel’e baktığından ve tepkilerini izlediğinden emindim. “Ne diyorsun Ölüm Tanrısı?” Tüm suçlular karşımızda duran grubu pür dikkat izliyor olası tehlikeleri hesaplıyor ve çıkmaz sokağı andıran bu durumdan nasıl paçayı sıyıracaklarını düşünüyorlardı. Bunu titreyen ellerinden ve gerilen yüz hatlarından anlayabiliyordum. Elinizde tuttuğunuz bir silah sizi güçlü hissettirebilirdi ancak asıl güç silahta değil silahı kullanabilecek kadar cesur olmakta yatıyordu. Bu insanlar ise içinde bulundukları durumda cesaretten tamamen yoksun kalmışlardı. Çığlıklar eşliğinde koşarak buradan uzaklaşmadıklarına şaşıyordum.

Theo gerginlikten elinde tuttuğu okun ucunu Kale’in boynuna biraz daha bastırdığında küçük kırmızı bir damla okun ucunu boyadı. Ardından o damla büyüdü ve sızan kan Kale’ın boynundan aşağı doğru ağır ağır süzüldü. Herkes bir tanrılara bir de ne yapacaklarını söylemesi için Narisa’ya bakıp duruyordu. Lakin Narisa’nın onlardan yana baktığından şüpheliydim. Tek derdi umduğu pazarlığı yapmak ve buradan çıkabilmekti, hatta gerekirse buradan çıkmak uğruna diğerlerini ardında bırakacağına emindim.

Gözlerim Zahel’i bulduğunda gülümsemeden edemedim. Bana bakıyordu, tamamen bana odaklanmıştı. Gözleri gözlerimi talan ederken özlemle baktım sevdiğim adama. Onu bir daha göremeyeceğim ihtimali yüreğimi cayır cayır yakmışken şimdi karşımda görmek bulutların üzerinde olmak gibi hissettiriyordu. Bedenimi saran iplere lanet ettim, Narisa’ya ve ekibine lanet ettim, beni tam şu an Zahel’in kollarına atlamaktan alıkoyan her şeyden nefret ettim. Kavuşmanın mutluğuyla gözlerim buğulanırken “sakın ağlma!” dedi yumuşacık bir sesle. “Ağlama ki tüm diyarı ateşe vermek zorunda kalmayayım.” Öylesine söylemiyordu bunu. Ses tonu bile yaparım diye haykırıyordu. Yapabilirdi ve yapardı da üstelik en ufak bir çekincesi bile olmazdı.

Başkalarının gözüne bir tehdit gibi gelen bu sözler benim kalbimde çiçekler açtırıyordu. Kalbimin ritmi çocuksu bir sevinçle şaşarken geri kalan her şeyi unuttum, içine düştüğüm hapishaneyi unuttum, boynuma dayanan bıçağın ölümcüllüğünü dahi unuttum. Geriye bir tek Zahel kaldı, bir tek sevdiğim adam kaldı. Benim için gelmişti, tüm diyarı tehlikeye atmayı göze almış ve gelmişti. Birkaç dakika öncesine kadar özgürlüğümü elimden alan bu yerde artık özgürdüm. Zahel’in gözlerini gördüğüm ilk anda sona ermişti mahkumiyetim.

“Ovvvv sevgi gösterin çok hoş Ölüm Tanrısı.” dedi Narisa yapmacık bir ses tonuyla. Sesi kulaklarımı tırmalarken dişlerimi sıkıca birbirine bastırdım. “Acaba…” bir saniye duraksarken başını çevirdiğini göz ucuyla fark etsem de nereye baktığını göremedim. “Sen yokken kıymetli mühürlünün burada büyücümüzle romantik anlar yaşadığını bilsen yine bunları söyler miydin?” İşittiklerim kanımın çekilmesine neden olurken öfkeyle yumruklarımı sıktım. Şayet imkânım olsa Narisa’nın o iğrenç dilini hiç düşünmeden koparıp atmak istiyordum. Gülümsemem ışık hızında solarken bakışlarım hala Zahel’deydi.

Bu sözlerin doğru olduğuna ihtimal verebileceği düşüncesi tahta kurusu misali içimi kemirirken umut dolu gözlerle suratına bakıyor başımı usulca iki yana sallıyordum. Bu iğrenç sözlere inanmasını geçtim aklından en ufak şüphe geçmesini dahi düşünemiyordum. Gözleri hala gözlerimdeydi ve ifadesi değişmiyordu. Tepkisiz oluşu korkumu kuvvetlendirirken aklımı kaybetmek üzereydim. “İnanmıyor musun?” Narisa gerilim yüklü sessizliği kalın ve alaycı sesiyle bozarken boynumdaki bıçağı usulca aşağı kaydırdı. “Bak bu kolyeyi ona o verdi.” derken başını oynatmış ve muhtemelen Keal’ı işaret etmişti.

Zahel gözlerini benden ayırdığı anda gümbürdeyen kalbimin sesi kulaklarıma doldu. Bakışları önce boynumdan aşağı doğru sarkan kolyeyi buldu. Ardından Theo tarafından boynuna ok dayanmış halde duran Kael’a kaydığında ifadesi gerildi. Gerilen yüz hatları dişlerini sıktığını ele verirken bakışları tekrar beni buldu. Korku ve endişeyle ona bakarken en ufak bir tepki vermesini istiyordum, tüm bu saçmalıklara inanmadığına dair ufacık bir işaret vermesini istiyordum. Yapmıyordu, ne düşündüğüne dair en ufak bir tepki vermiyordu. Sol gözümden firar eden bir damla yanağımdan aşağı doğru süzülürken göğsüme bir ağırlık çöktü ve aynı anda boğazıma dayanan bıçağın baskısı yok oldu.

Bıçak bir saniye içinde ayaklarımın dibine düştüğünde şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırırken başımı geriye doğru çevirdim. Narisa kanlar içinde yerde yatıyor tam tepesinde de bir şeytan dikiliyordu. Boynu boylu boyunca kesilmişti, oluk oluk akan kan hızla zeminde bir göl oluştururken yarılan boğazından dışarı sarkan parçalar midemin çalkalanmasına neden olurken bakışlarımı şeytana çevirdim. Genel hatlarıyla bir insan vücudunu andıran şeytanın üzerinde bedeninin nerdeyse tamamını örten siyah bir pelerin vardı, gözleri ise benim üzerimdeydi. Başını hafifçe eğdiğinde istemsizce yutkundum. “Semûm Ateşinin Hanımefendisi ’ne selam olsun.” Ses tonu anlam veremediğim kadar tuhaftı hem çok uzaktan hem de her yerden geliyor gibiydi. Hatta sanki kafamın içinde konuşuyordu. Bu Zahel’in şeytanlarından biriydi. Buraya gelebildiğine göre Kael’ın koruma büyüsünü kırmış olmalıydılar.

Ben şeytanın sözleri karşısında bir kez daha yutkunurken Narisa’ya yaklaştı. Elini hiç zorlanmadan ölmek üzere olan kadının karnına sapladı ve geri çektiğinde karşılaştığım manzara karşısında midemin ağzıma geldiğini hissettiğim. Bağırsaklar ve ne olduğunu tam anlayamadığım bazı vücut parçaları şeytanın avucundan aşağı doğru sarkıyordu. Görüntü tüylerimi diken diken ederken başımı çevirdim. “Bacaklarını koparmamı ister misiniz?” soru kafamın içinde onlarca kez yankılanırken kaskatı kesildim. Bir şeytanın bu denli yakınımda olması tüylerimi diken diken etmeye yetiyorken üstüne bir de sorduğu soru resmen kanımın çekilmesine neden olmuştu.

Arkamdaki manzarayı göz ardı ederek tekrar önüme döndüğümde Zahel’in ağır ama güçlü adımlarla bana doğru geldiğini gördüm. Tam karşımda durdu, gözlerimin içine derinlerde bir şeyler arıyormuşçasına uzun uzun baktı ve çıkardığını dahi fark etmediğim bir hançerle bir çırpıda bedenimin etrafını saran ipleri kesip attı. Ayaklarımın dibine düşen her bir iple daha rahat nefes alırken ne yapacağımı bilemeyerek Zahel’e bakmaya devam ettim. Kollarımı boynuna dolamayı, kokusunu içime çekmeyi öyle çok istiyordum ki… Ama yapamıyordum işte. Ne düşündüğünü bilmiyorken hareket etmeye dahi çekiniyordum.

Suratında tekinsiz bir ifade belirirken bakışlarını bir kez daha Kael’a kaydırdı. Olanlardan sonra herkes ışık hızında ortadan kaybolmuştu. Lakin Kael olduğu yerde bir heykel misali duruyor kanayan boynunu umursamadan ve gözlerini dahi kırpmadan bizi seyrediyordu. Bir türlü dinmek bilmeyen gerilim yeniden alevlenirken neler olacağını kestiremiyordum artık. Zahel Narisa’ya inanmış mıydı? Böylesine tekinsiz bir ifadeyle Kael’e bakarken ne yapmayı düşünüyordu?

Bakışları yeniden beni bulduğunda hiç beklemediğim bir şey yaptı. Bir anda elini belime yerleştirip beni sertçe kendini bastırdığı anda ne olduğunu anlamama dahi fırsat vermeden dudaklarıma yapıştı. Anın şokuyla kalbim atmayı bırakırken neye uğradığımı şaşırdım. Zahel boştaki elini de boynuma yerleştirip beni daha kendini bastırırken nazik olmaktan oldukça uzak bir şekilde dudaklarımı öpüyordu. Dudaklarımın üzerinde arsızca gezinen dudakları tüm vücudumu ateşe verirken geri kalan her şeyi bırakıp öpüşüne karşılık verdim. Ellerimi omzuna yerleştirirken dudaklarının tadına bakıyor olmanın verdiği hazzı iliklerime kadar hissettim. Doyması mümkün değilmiş gibi öpüyordu dudaklarımı, son kez öpüyormuş gibi.

Nazik değildi, sert ve talepkârdı. Belimdeki elinin baskısını arttırıyor sertçe sırtımda gezdiriyordu. Yanıyordum, tüm bedenim ateşe verilmiş gibiydi ve bu yangından en büyük payı alan dudaklarımdı. Öptüğü anla aynı hızda geri çekildiğinde kızarmış dudaklarını görmek kalp atışlarımın deliye dönmesine neden oldu. Delici bakışları suratımın her bir noktasında gezinirken eli hala belimdeydi. Zahel yüzündeki tekinsiz ifadeyi korurken bakışlarını bir kez daha Kael’a kaydırdı. Neler olduğunu anladığımda vücudumdaki tüm kan yanaklarıma hücum etti. “İyi misin Ay Işığı?” Yeniden gözlerime bakıyordu ve nihayet ifadesi yumuşamıştı. Gözlerindeki endişe kırıntılarını görmek yüreğimi sızlatırken onayla başımı salladım ve daha fazla dayanamayarak kollarımı boynuna doladım.

Kollarımı boynuna dolarken kollarını sırtıma öyle sıkı sardı ki ellerinin arasından kayıp gideceğimden korkuyor gibiydi. Boğazım düğüm düğüm olurken göz yaşlarımı bir türlü durduramıyordum. “Senden nefret etmiyorum.” dedim titreyen sesimle ona söylediğim son sözleri hatırlarken. Ondan nefret etmiyordum, hiç etmemiştim, edemezdim.

“Biliyorum.” diye fısıldadığında başımı göğsüne gömdüm. Kokusunu derince içime çekerken daha sıkı sarıyordum onu zira artık yüreğime korkunun en karanlık vaziyeti gelip yerleşmiş köklerini usul usul salmaya başlamıştı. Şimdiye dek kimseyi kaybetmekten korkmamıştım, korkularımın kaynağı daima farklı şeyler olmuştu. Şimdi ise sevdiğim adamı kaybetmekten ölesiye korkuyordum. Şurada geçirdiğim ve onu göremeyeceğimi sandığım kısacık zamanda aklımı kaybetmeme çeyrek kalmıştı. Artık geri durmayacaktım. Ölüm Tanrısının aramıza ördüğü duvarları bir bir yıkacak onu kaybetmemek ve sakladığı yaraları iyileştirmek için her şeyi yapacaktım.

Çenesini başımın üzerine yerleştirmiş vaziyette saçlarımı okşarken içim eriyor kollarımı daha sıkı sarıyordum. “Seni kaybettiğimi sandım.” Sesi titriyordu. O da benim kadar korkmuş olabilir miydi? Belki benden bile çok korkmuştu. Kalbim hızla çarparken bu an hiç bitmesin istedim, benden hiç uzaklaşmasın istedim. “Çifte kumrular kusura bakmayın bölüyorum ama artık gitsek mi?” işittiğim alaycı ses tabi ki Nowa’dan başkasına ait değildi. İstemeye istemeye geri çekildiğimde Zahel yüzümü ellerinin arasına alıp baş parmaklarıyla yanaklarımdaki yaşları sildi. “Geçti.” dediğinde başımı onayla sallayarak uzun bir soluk aldım. Gözyaşlarım kesilmişti. Lakin boğazıma oturan yumru geçmemişti, geçecek gibi de durmuyordu.

“Gitmeden halledilmesi gereken bir şey var.” Derken Zahel’in yüzünde yine tekinsiz bir ifade belirdi. Bir adım geri çekilirken yönünü biraz ötemizde duran kulübeye çevirdi. Sağ elini avuç içi kulübeye bakacak şekilde ağır ağır kaldırırken parmaklarının arasından sıyrılan siyah bir ışık dalgası bir anda kulübeyi vurdu. Büyük bir çatırdama sesi kulaklarımı doldururken sadece birkaç saniye içinde kulübe alevlere teslim oldu. Ateş yoktu. Lakin simsiyah dumanlar göğe doğru yükseliyor kulübeyi oluşturan tahtalar hızla küle dönüşüyordu. Çatırdama ve kırılma sesleri sessizliğin içinde yankılanırken derinlere gömüldüğünü sandığım anılarım teker teker gün yüzüne çıkmaya başladı.

Kalbim şiddetle göğüs kafesimi dövüyor aldığım soluklar giderek sıklaşıyordu. Geçmişin ağırlığı usul usul üzerime çökerken titreyen ellerimi Zahel’in koluna sardım. Anında bana döndü. İşaret parmağını çenemim altına yerleştirip ona bakmamı sağlarken gözlerimi harabeye dönüşen kulübeden alamıyordum. Çatırdama seslerine gümbürdeyen kalbimin sesi karışırken Zahel’in “Korkma Ay Işığı ben yanındayım.” dediğini duydum.

Ben de istemiyordum korkmayı, sessizliği yaran çatırtı seslerinin en kötü kabuslarımı gün yüzüne çıkarmasını. Lakin olmuyordu, yapamıyordum. Kapkara dumanlar göğe doğru yükselirken beraberinde ışığa çıkan anılarımın yüreğimi sıkıştırmasına mâni olamıyordum. Parmaklarımı Zahel’in koluna daha sıkı sararken sertçe yutkundum. Gözlerimin önünde yanan ufacık bir kibrit belirirken boğulduğumu hissettim. Sonra o kibrit ağır ağır yere düştü ve bu, koca bir yangının ilk kıvılcımı oldu.

“Ay Işığı!” dediğinde boşluğa diktiğim bakışlarımı usulca ona doğru çevirdim. Koyulaşan irisleri telaşla dolmuş, suratımın her bir ayrıntısını ne olduğunu çözebilmek için özenle inceliyordu. Elleri iki omzumu sıkı sıkıya sararken başını kara dumanların yükseldiği kulübeye çevirdi ve bu tek bakışı her şeyi durdurmaya yetti. Kulübeden artık çatırtı sesleri gelmiyor, kara dumanlar çıkmıyordu. Yine de harabeye dönen kulübe artık yanmış odunlardan oluşan bir yığından başka bir şey değildi. Kesilen sesler ve artık burnuma dolmayan yanık kokusu biraz da olsa kendime gelmemi sağlamıştı. “Korkma.” diye fısıldadı bir kez daha yumuşacık bir sesle. İçine düştüğüm buhran kuyusundan çıkarken ona tutundum; sesine, bakışlarına, varlığına. “Nefes alığım müddetçe hiçbir şeyin sana zarar vermesine müsaade etmem.”

Başımı onayla sallarken gözlerimin dolmaması için özel bir çaba sarf etmem gerekti. Zira dudaklarında dökülen sözcükler ruhumun derinliklerine işlemişti. “Yahu anladık birbirinizi çok özlediniz de gitmemiz lazım.” Alaycı sözler her şeye rağmen gülümsememi sağlarken Zahel’in gözlerinde memnuniyetsiz bir ifade belirdi. İkimizin de gözleri üç adım ötemizde duran kollarını göğsünün altında kavuşturmuş, muzip bir ifadeyle bize bakan Nowa’yı buldu. “Sizi bilmem ama benim buradaki yaratıkların akşam yemeği olmak gibi bir niyetim yok.” Gülümsemem biraz daha genişlerken usulca geri çekildim

Zahel’in eli elimi kavradığında şaşkınlıkla tutuşan ellerimize bakarken kalbim tekledi. Tenini tenimde hissetmek öyle huzur vericiydi ki. Teni tenimde olduğu sürece yanımda olduğunu, gitmediğini hissederdim. Göz ucuyla baktığımda hala olduğu yerde duran Kael dışında herkesin kaçıp gittiğine emin oldum. Boynundan akan kan ince bir çizgi halinde göğsüne doğru süzülüp kıyafetlerine bulaşırken gözleri Zahel’e sabitlenmişti. Ona öyle dikkatli bakıyordu ki bu bakışına birçok anlam yüklenebilirdi. Tüm bu anların ötesinde duran tanrılar ise oldukları yerden olanları seyretmekle yetiniyorlardır.

“Kaçanların peşinden gideyim mi?” diyen Nowa başıyla sağ tarafını işaret etti. “Onlarla uğraşacak vaktimiz yok” “Peki şu beyaz kafayı ne yapalım?” Başıyla olduğu yerde öylece duran ve olanları izleyen Kael’ı işaret ettiğinde hepimiz ona doğru döndük. Nowa’nın beyaz kafa sözü bir an kaşlarımın havalanmasına neden olsa da üzerinde durmamaya karar verdim. Zahel’in suratında kaskatı bir ifade belirirken endişeyle ona baktım. Gerilim yüklü uzun saniyeler boyunca ikisi de birbirine bakmayı sürdürürken gözlerini dahi kırpmıyorlardı. Bir şey söyleyip söylememek arasında kararsız kalırken Zahel ona doğru keskin adımlarla yürümeye başladığında telaşla önüne geçtim. Buz gibi ifadesine şaşkınlık eklenmiş ne yaptığımı çözmeye çalışırcasına suratıma bakıyordu.

“Onun olanlarla bir ilgisi yok.” Buram buram tehdit kokan ifadesini arkamda duran Kael’dan ayırmıyor dediklerimi çok da umursamıyor gibi görünüyordu. Yeniden hareketlendiğinde ona doğru yaklaştım. “Bana inanmıyor musun?” dediğimde nihayet gözleri gözlerimi buldu. Öfkesi hala dinmemişti. Ancak artık ona bir şey yapacak gibi durmuyordu, en azından öyle olmasını umuyordum. “O masum.” dedim sakin çıkarmaya çalıştığım sesimle. “Değil.” diye bir ses yükseldiğinde ikimizde başımızı yana doğru çevirdik. Bir adım öne çıkan ve nefret ve iğrenme karışımı bir ifadeyle Kael’a bakan Hava Tanrısı “seni hatırlıyorum.” dedi. Bundan sonra ne söyleyeceğini merak ederken bir yandan ortamdaki tansiyonu yükseltmemesini temenni ediyordum.

“Danışmanlarımdan birinin kızını taciz etmiştin.” Sözleri kafama çakılan bir çivi etkisi yaratırken bakışlarımı arkamda duran Kael’a kaydırdım. Böyle bir şey yapmış olamazdı, değil mi? Kayıtsız tavrını hiç bozmayan Kael gözlerini hava tanrısına dikmişti. Tavrında tam olarak çözemediğim bir şeyler vardı. Sanki… sanki Aeros’u küçümsüyor gibi görünüyordu. “Kimseye... bir şey… yapmadım.” dedi her kelimeyi tek tek ve üstüne basa basa söylemişti. “Aksini söylemeni beklemiyordum.” diyerek karşılık verdi Hava Tanrısı, ona inanmadığı açıkça belli ederken.

İçimden bir ses Hava Tanrısının bahsettiği şeyi yapmasaydı burada olmayacağını söylüyordu. Lakin ben derinlerde bir yerde Kael’ın sözlerine inanıyordum. Nedenini bilmiyordum ama hislerim ona güvenebileceğimi söylüyordu. En basit haliyle taciz ve Kael’ı yan yana dahi düşünemiyordum. Yine de yapabileceğim bir şey yoktu. “Aeros sen…” dedi Kael ve yönünü Hava Tanrısına doğru çevirdi. Çenesini kaldırırken suratına kendinden emin bir ifade yerleştirmiş kıstığı gözlerini karşısında duran tanrıya dikmişti. “Öfkesini dahi kontrol edemiyorken hava halkına layık bir tanrı olduğunu sanan bir adamsın. Yargısız infaz yapıyor aceleci kararlar veriyorsun. Üstüne üstlük haddinden fazlaca kibirlisin.”

En ufak korku belirtisini geçtim tereddüt dahi etmeden tek tek sarf ettiği sözler şaşkına dönmeme neden olurken Hava Tanrısı resmen mosmor olmuştu. Dişlerini sıkmaktan yüz hatları gerilmiş, sıktığı yumrukları parmak boğumlarının beyazlamasına neden olmuştu. Bir şeyler söylemek istiyor gibiydi. Zira dudakları kıpırdanıyor ancak tek kelime edemiyordu. “Eğer..” dedi Hava Tanrısı sıktığı dişlerinin arasında ve devam etti. “Aceleci kararlar veriyor olsaydım şu an nefes alıyor olmazdın. Yaptıklarına karşılık en uygun ceza Kurak Topraklarda son nefesini verene dek kalmak olur.!!” “Bir gün…” Bakışlarım yeniden Kael’ı buldu. Duyduklarından hiç de etkilemiş gibi görünmüyordu. “Muhakkak buradan çıkacağım.”

Ne ara yanıma geldiğini bilmediğim Nowa fark ettirmeden kulağıma doğru eğildiğinde “ben bu beyaz kafayı sevdim.” diye fısıldadı. Kael’ın gözleri yeniden Zahel’i bulduğunda Zahel’in bakışları boynuma kaydı. Başımı usulca eğip baktığımda boynumda sallanan kolyeye baktığını fark ettim, Kael’ın verdiği kolyeye. Ellerimle hızlıca kolyenin zinciri kavradım. Çıkarmamaya yönelik garip bir hissiyat içimi doldurup taşırsa da bunu yapamazdım. Boynumdan çıkarmaya yeltendiğim esnada Zahel’in parmakları bileğime dolandı. Gözlerimi kırpıştırarak ona bakarken “kalmasını istiyor musun?” dedi. Bir ona bir de çıkarmak üzere olduğum kolyeye baktım. Kalmasını istiyordum. Lakin kaldığı takdirde Zahel’in ne düşüneceğini kestiremiyordum. Özellikle de Narisa’nın söyledikleri kafamın içinde dönüp dururken.

Başımı olumsuz anlamda sallayıp bir kez daha kolyeyi çıkarmak üzere yeltendim. Ama bileğimi saran parmaklarının baskısını arttırıp çıkarmama engel oldu. “Kalıyor.” dedi itiraz kabul etmeyeceğini belli eden ses tonuyla. “Ama Zahel…” “Aması yok Ay Işığı. Sana güveniyorum ve kalbinden geçenleri biliyorum.” Ne diyeceğimi bilemeyerek ellerimi zincirden çektim. Bana güvendiğini onun ağzından duymak içimi huzurla doldurmuştu. Yeniden elimi tutup yanına çektiğinde tam karşımızda duran Kael’la göz göze geldim. Zahel bir adım öne attığında gerginlikle yumruklarımı sıktım. “Zahel Sideras.” dedi Kael doğrudan Zahel’e bakarken. Dingin ses tonunda anlam veremediğim bir tını vardı. Lakin ne olduğunu çözmek pek de önceliğim değildi.

Hava Tanrısına adıyla hitap etmesi ya da söylediği sözler zerre umurumda değildi. Zira Hava Tanrısı bunları duymayı hak ettiği gibi Kael doğruları söylemişti. Lakin Zahel’e adıyla hitap etmesi hiç hoşuma gitmemiş içimde bir şeyleri ateşe vermişti. Bir adım atıp Zahel’le aynı hizaya gelirken çeneme kaldırıp duruşumu dikleştirdim ve kıstığım gözlerimi Kael’a diktim. “Ölüm Tanrısı Zahel Sideras. Saygısızlığı kim olursa olsun asla hoş görmem!” Ses tonum umduğumdan da kendinden emin çıkarken Kael’ın dudakları belli belirsiz bir tebessümle kıvrıldı. Zahel’in delici bakışları ise üzerimde geziniyordu. Göz ucuyla baktığımda gözlerinin gurur dolu bir ifadeyle ışıldadığını gördüm. “Kim olduğunu tam olarak bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Ama şunu aklına kazı benim kadınımın adı kafanın içinde dahi yankılanırsa bu yerde olmaktan çok daha beterini yaşatırım sana!”

Gözlerimiz inanmaz halde büyürken hızlanan kalbime mâni olamadım. Sözleri karşısında gerilsem mi yoksa beni kıskandığı için sevinsem mi bilemesem de gülümsememi bastıramadım. Tuhaf olan Kael’ın da benim gibi gülümsüyor olmasıydı. Gözleri işittiklerinden zerre etkilenmemiş gibi hala Zahel’in üzerinde geziniyordu, dudakları ise memnuniyetle kıvrılmıştı. “Ne vaat ettin?” Bu soru Zahel’in kaşlarını çatmasına neden olurken herkes pür dikkat karşı karşıya duran ikiliyi seyrediyordu. Tanrılar bizden uzakta duruyor olmalarına rağmen konuşulanları duyduklarını değişen yüz ifadelerinden anlayabiliyordum. Bir adım ötemde duran Nowa ilk kez gördüğü bir şeyi inceliyormuş gibi Kael’ı süzüyordu.

“Üzerinde bir anlaşmanın bağlılığını taşıyorsun Ölüm Tanrısı.” Kael’in Zahel’in şeytanlarla yaptığı anlaşmayı biliyor olmasının şaşkınlığını yaşadığım esnada Zahel sıkıca elimi tuttu. “Gidelim” dediğinde gözlerimi tutuşan ellerimizden alamıyordum. Vücudumdaki tüm kan yanaklarıma hücum ederken karnımda kelebekler uçuşuyordu. Zahel tutuşan ellerimize baktığımı fark etti ve usulca kulağıma doğru eğildi. “Haklısın, herkese benim kadınım olduğunu ve kimsenin sana dokunmaya cüret etmemesi gerektiğini göstermek için elini tutmam yetmez.” Zahel duyduklarımı idrak etmeme fırsat dahi vermeden elimi bıraktığında kendimi onun kollarında buldum. Kollarımı refleksle boynuna dolarken cayır cayır yanan yanaklarımın kıpkırmızı kesildiğine emindim.

Zahel kollarında benimle birlikte yürümeye başladığında geri kalan herkes de hareketlendi. Birkaç metre ilerlediğimiz esnada Kael’ın sesi bir kez daha kulaklarımızı doldurdu. “Minnettarım Ölüm Tanrısı onu koruduğun ve korumaya devam edeceğin için.” Bir saniyeliğine duraksayan Zahel yeniden yürümeye başladığında yüzünde yine buz gibi bir ifade belirmişti. İçimdeki anlamsız dürtüye engel olamayarak başımı çevirdiğimde Kael’ın mor irisleriyle karşılaştım. İçimden bir ses onu burada bırakmamamı haykırsa da bunca belirsizliğin arasında yapabileceğim bir şey yoktu. Bakışlarımı kaçırdım ve sevdiğim adamın beni bu hapishaneden çıkarmasına müsaade ettim.

❄️❄️❄️

Yaklaşık bir saattir karanlık ormanda tanrıların enerjilerinden yarattığı ışık topları eşliğinde yürüyorduk. Artık Zahel’in kollarında değildim. Güvenliğimiz için Su Tanrısı ile birlikte önden yürüyordu, Toprak Tanrısı ise arkamızdan geliyordu. Tanrılara kıyasla güçsüz olan Nowa ve bense onların ortasındaydık. Tabi bir de Hava Tanrısı vardı. Nedendir bilinmez ne önden gidiyor ne arakadan geliyordu. Varlığı başlı başlına rahatsızlık vermiyormuş gibi bir de üstüne iki de bir küçümseyici bir ifadeyle beni süzüyordu. İçten içe sabır dilenip yumruklarımı sıkarken bakışlarını görmezden gelmeye çabalıyordum.

Gözlerimi bacaklarıma kaydırdığımda yürümeme müsaade ettikleri için şükrettim. Narisa’nın tekmelerinden sonra yaralarım yeniden kanamıştı. Ama yürüdüğümüz bir saat boyunca en ufak bir acı dahi hissetmemiştim. Bunun insan olmayan yanımla alakalı olup olmadığını merak etsem de şimdilik cevabı alamayacağımı biliyordum. Zahel’e yaralarımdan bahsetmemiştim. Pantolonumda kan lekeleri olmasına rağmen koyu renk olmasından dolayı fark edilmiyordu. Zahel de fark etmemişti, fark etmesini de istememiştim. Şayet yaralandığımı bilirse beni iyileştirmek için gücünü kullanacağını biliyordum ve bunu yapmasını istemiyordum.

O benim yaramı fark etmemişti. Lakin ben onun elindeki yarayı görmüştüm. Hava Tanrısının üzerime indirmek için kaldırdığı kılıcı eliyle durduğu zaman aldığı yaranın izi hala avucunda duruyordu, o gün giydiği kıyafetler de hala üzerinde duruyordu. Kaybolduğumu fark ettiği anda hiçbir şeyi umursamadan beni aramaya koyulmuş olmalıydı. Avucundaki kızarık yara izini görmek kalbime binlerce hançer saplanıyormuş gibi hissetmeme neden olurken o gün yaptıklarımdan dolayı pişmanlık duydum. Belki de kaçıp gitmesem de tüm bunlar olmayacaktı. Yine de o an bunu kendime yedirememiştim. Zahel’in bir şeylerin farkında olmasına rağmen böylesine mühim bir meseleyi benden saklaması öfkelenmeme neden olmuştu.

“Bizi nasıl şaşırttın bilemezsin tanrıçam.” dedi Nowa dirseğiyle kolumu dürterken. Onun takılmak için olsa da bana tanrıça demesine hala alışamamıştım ve o da bir saat boyunca durmadan tanrıçam deyip durmuştu “Ne yaptım ki?” dedim neyden bahsettiğini anlamadığım için. “Kafamı yarmasına rağmen saraya getirdiğim kızın Ölüm Tanrıçası olacağını hiç tahmin etmemiştim.” dedi sırıtarak. Diyecek bir şey bulamadığımdan ikimiz de elimizle ağzımızı kapatarak kıkırdamaya başladık. “Gerçi o gün köprüden geçen ruhları gördüğünü söylediğinde anlamalıydım ama işte kafa kalın olunca böyle oluyor.”

“Tanrıçaymış.” İşittiğim küçümseyici ses ikimizin de suratının asılmasına neden olurken tüm ciddiyetimle Hava Tanrısına döndüm. “Bir sorun mu vardı?” derken sesimin iğneleyici çıkmasına özen göstermiştim. “Var ve sorun sensin.” derken göz ucuyla önümüzde yürümeye devam eden Zahel’e bakmıştı. Anlaşılan o ki söylediklerini onun duymasını istemiyordu. Suratıma alaycı bir gülümseme yerleştirirken kollarımı göğsümün altında kavuşturup “aslına bakarsanız neden böyle düşündüğünüzü hiç merak etmiyorum.” dedim. Küçümseyici gözlerle beni baştan aşağı süzerken bir süre sessiz kalmak zorunda kaldı. “Senin gibi birinin tanrıça olduğuna inanamıyorum.”

Uzun bir soluk alırken başımı hafifçe yana doğru eğdim. “Aynı şeyi ben de sizin için düşünüyordum.” dedim ve alaycı ifademi silip duruşumu düzeltirken tüm ciddiyetimle devam ettim. “Ancak ben bunu dillendirmeyecek kadar terbiyeliyim.” Alenen terbiyesiz olduğunu ifade ettiğim Hava Tanrısı öfkeden kızarıp bozarırken halini keyifle izledim. Rahatsız edici konuşmamızın bittiğini düşünerek kıkırdamamak için kendini zor tutan Nowa’ya döndüğümde sesini yeniden duydum. “Sen zayıfsın, beceriksizsin. Tanrıça olmayı hak etmiyor olmana rağmen Wienor tarihinin en zavallı tanrıçası olacaksın.” İyiden iyiye sabrımı zorlayan Hava Tanrısına dişlerimi sıkarak döndüm. Derdi neydi anlamıyordum. Lakin beni aşağılamasına müsaade etmeyecektim.

“Pek siz ne oluyorsunuz?” dedim tavrına aynı şekilde karşılık vermeye karar verirken. Neyden bahsettiğimi anlamadığını yüz ifadesiyle de açıkça belli ederken “öfke sorununuza yenik düşüp haksız yere bir tanrıçayı sarayınızda esir tuttunuz. Yetmezmiş gibi bir şiddet uyguladınız.” “Ne?!” Kızgın ses tonu Nowa’ya aitti ve şaşkınlıkla öfke karışımı bir ifadeyle bir bana bir Aeros’a bakıyordu. Engel olmasam kılıcını çekip üzerine atlayacağına emindim. “Sorun yok Nowa, sakin ol.” Tabi ki sakinleşmedi. Lakin tansiyonu yükseltecek bir şey de yapmadı. Alaycı bir gülümsemeyle yeniden Hava Tanrısına döndüğümde “sizce bunu Zahel’e anlatsam ne olur?” dedim ve bakışlarımı Zahel’e kaydırdım. Yumruklarını ve dişlerini sıkmaktan bir hal olan Aeros göz ucuyla Zahel’e baktığında gülümsemem daha keyifli bir hal aldı. Aptal korkak.

“Tabi bir de zayıf ve beceriksiz olduğunu iddia ettiğiniz tanrıçayı elinizden kaçırmanız var. Hatırlatsanıza sarayınızdan çıkmam ne kadar sürmüştü?” Sözlerim karşında sarf edecek tek kelime bulamayan ve şekilden şekle giren Aeros’un hali keyfimi iyice arttırıyordu. Dudakları öfkeyle büzüşürken ateş püsküren gözlerini üzerime dikti. Öfkeden kuduruyordu, hızla aldığı soluklar burun deliklerinin genişleyip küçülmesine neden oluyordu. Lakin tek kelime dahi edemiyordu. Zaten söyleyebileceği bir şeyi olduğunu da sanmıyordum ama benim vardı. Clara’dan öğrendiğim ve zevkle söyleyeceğim birkaç sözüm daha vardı. Hava Sarayından çıkmamı sağlayan suç ortağım gerilim yüklü dakikalarımıza rağmen bana birkaç dedikodu vermeyi ihmal etmemişti. “Ayrıca benimle ilgileneceğinize kendi eşinizle ilgilenin. Duyduğuma göre Hava Tanrıçası başka erkelerin yatağına girmesiyle ünlüymüş.”

Sözlerim öldürücü darbe etkisi yaratırken gözü dönen Hava Tanrısı üzerime gelmeye yeltendi. Lakin Nowa’nın tehditkâr bakışlarıyla karşılaştığında olduğu yere çakılıp kaldı. Beni parçalamak istiyor ama hiçbir şey yapamıyordu. Atamadığı öfkesi içinde kaynamaya devam ederken adımlarını hızlandırıp aramızdaki mesafeyi açtı. Şimdi Zahel’in biraz gerisinde yumruklarını sıka sıka yürüyordu. “Sen Wienor tarihini kasıp kavuracak bir tanrıça olacaksın.” diyen Nowa’ya gülerek karşılık verdim. Sözlerinin haklılık payı olup olmadığını ise bize zaman gösterecekti. Şimdi ise Aeros’dan kurtulduğumuza göre Nowa’yla rahat rahat konuşabilirdim.

“Şimdi dökül bakalım buraya nasıl geldiniz?” Gözlerini kısan Nowa’nın dudakları şeytani bir gülümsemeyle kıvırılırken “atlarla.” dediğinde gözlerimi devirdim. Belki de Nowa’nın alaycı hallerini o kadar da özlememiştim. “Ne kastettiğimi iyi biliyorsun.” dedim kıstığım gözlerini üzerine sabitlerken. “Off tamam tamam. Aeros manyağının seni götürdüğünden şüphelenip Hava Krallığına gittik ve şüphelerimiz doğrulanmış oldu.” Evet bu kısımlardan haberdardım ancak sessiz kalıp beklentiyle dinlemeye devam ettim. Nowa tane tane her şeyi anlatırken arada sırada küçümseyici bir tavırla Aeros’u süzmeyi de ihmal etmiyordu. Ondan pek de haz etmediği aşikardı.

“Sonra Aeros maskeli şerefsizin ortaya çıkıp seni buraya gönderdiğini anlattı.” Benim maskeli adam diye andığım kişinin Nowa için maskeli şerefsiz olması içimde kıkırdama isteği uyandırırken dudaklarımı birbirine bastırdım. “Tabi bunu öğrenince direkt buranın yolunu tuttuk. Zahel birkaç muhafızı da diğer tanrılara haber vermesi için gönderdi. Ve sonuç olarak işte buradayız ve sevgili tanrıçamızı bulduk.” Anlatmayı bitirdiğinde keyifle gülümseyen Nowa gözleriyle sağı solu kolaçan edip kulağıma doğru eğildi. “Yalnız maskeli şerefsizin seni buraya gönderdiğini öğrenmeseydik sağlam bir tanrı kavgası seyredebilirdik.” Sırıtan Nowa bana göz kırptığında bakışlarımı Zahel’e kaydırdım. Gerçekten benim için Aeros’la kavga eder miydi?

Aklımın asıl konudan başka yerlere sapmaya başladığını fark ettiğimde başımı sallayıp tekrar Nowa’ya döndüm. Merak ettiklerimi anlattığını sanıyor olacak ki önüne dönmüş sakin sakin yürümeye devam ediyordu. Ancak ben merak ettiğim esas şeyleri öğrenememiştim. “Ben daha çok diğer tanrıları buraya gelmeye nasıl ikna ettiğinizi merak ediyorum.” Bastırmaya çalıştığı bir kıkırtıyla bana dönen Nowa “ikna etmek mi?” dedi sanki komik bir şey söylemişim gibi. Tavrından bir şey anlamadığım için kaşlarımı çatmış merakla konuşmasını bekliyordum. Sesini iyice alçaltıp “tehdit demek daha doğru olur.” dedi ve devam etti. “Zahel diğerlerini haber gönderdi derken gelmelerini aksi halde olacaklara katlanmaları gerektiğine dair bir mesaj gönderdi demek istedim.” Göz ucuyla etrafımdaki tanrılara kısa bir bakış attım. Hepsi birbirinden güçlü ve kutsal görünürken tehdit etmek şöyle dursun yüzlerine bakıp konuşmak dahi epey cesaret isteyen bir iş gibi duruyordu.

Hal böyle iken bir tanrıdan gelmiş olsa bile bir tehdide boyun eğmeleri kulağa imkânsız gibi geliyordu. Gözlerim şüpheyle kısılırken sormama gerek kalmadan Nowa cevap verdi. “Ve evet diyarın tamamının tanrılar da dahil Zahel Sideras’dan çekindiği doğru.” “Neden?” dediğimde ciddi misin der gibi bir ifadeyle suratıma baktı. “Zahel’in oldukça güçlü olmasının yanı sıra şeytanlara da hükmetmesi herkesin ondan çekinmesi için yeterli ancak...” duraksadı. Uzun ve sıkıntılı bir soluk alırken cümlesinin devamını getirmek istemiyor gibi bir hali vardı. Devam etmeyeceğini düşünmeye başlayacak kadar uzun bir süre geçtikten sonra bana doğru yaklaşıp sesini biraz daha alçalttı. “Asıl sebep bunlar değil.” Göz ucuyla Zahel’e baktı.

“İşaret yüzünden onun Şeytan Krala dönüşeceğinden korkuyorlar. Bu birçok kişinin ondan korkmasına ve nefret etmesine neden oluyor. Tarihin tekerrür edeceğinden endişe edenlerin sayısı azımsanacak gibi değil.” Ses tonu öfke ve kin doluydu. Sanki tüm bunlardan ölesiye nefret ediyordu, tıpkı benim gibi. Sırf saçma bir işaretle doğdu diye insanların bu şekilde davranması canımı sıkıyordu. “Yine de bazen bu korku işimize yaramıyor değil.” dedi yeniden alaycı tavrına bürünüp önüne dönerken. Söylediklerini ise daha çok kendini avutmak için söylediği barizdi. Tüm bunlar onun da canını sıkıyordu. “Eeee.” dediğimde yeniden bana döndü. “Sonra ne oldu? Tanrılar hemen gelmeyi kabul mu etti?” “Tabi ki, başka şansları mı var? Gerçi gördüğün üzere Roan şerefsizi gelmedi.” dediğinde memnuniyetsizlikle yüzünü buruşturdu.

“Aeros manyağının da gelmeye pek niyeti yoktu ama korkudan geldi işte. Aksi halde Zahel tüm Hava Krallığını ateşe verirdi.” derken keyifli bir hale bürünmüştü. “Su Tanrısı istekli olarak geldi. Fark etmişsindir ikisinin araları iyi.” Gerçekten de öyleydi. Zahel diğerlerine kıyasla Su Tanrısı ile daha iyi anlaşıyor gibi görünüyordu. Nowa’nın ise diğerlerinden isimleriyle bahsederken Nolan’dan Su Tanrısı diye bahsetmesi gözümden kaçmamıştı. “Silas da çok istekli gibi değil. Yine de diğer iki manyağa kıyasla daha dost canlısı.” Anladığımı belli etmek istercesine başımı salladığım esnada Zahel’in sesi kulaklarımı doldurdu. “Durun!”

Başımı kaldırıp etrafı şöyle bir süzdüğümde tek bir otun dahi yetişmediği devasa bir açıklığa geldiğimizi fark ettim. Tüm yeşillik ve canlılık ardımızda kalırken boğucu, ölü bir yere gelmiştik. İşte Kurak Topraklar dendiğinde aklımda canlanan şey tam olarak buydu. Rüzgârın etkisiyle zeminden savrulan toz parçacıkları havada uçuşurken Nowa’yla birbirimize baktık, ardından hepimiz Zahel’e yaklaştık. Başımı eğip baktığımda karşılaştığım manzara karşısında istemsizce yutkundum. Gecenin karanlığında ölü toprağın üzerine dizilmiş yüzlerce karaltı vardı. “Şeytanlar.” diye fısıldadığımda Nowa’yla birbirimize baktık.

Boşluk yüzüğümden hançerimi çıkardığımda Nowa’nın da çoktan kılıcını eline aldığını fark ettim. Şu anda gerçekleşecek olası bir çatışmada neler olabileceğini kestiremiyordum. Yanımızda dört tanrı vardı. Lakin karşımızda da yüzlerce şeytan duruyordu. Onlar hakkında çok az şey biliyordum, elimde tuttuğum hançerin onlara zarar verip veremeyeceğine dair zerre fikrim yoktu. Bir adım daha atıp Zahel’in yanında durmak istedim ama kolunu geriye doğru uzatıp arkasında kalmamı sağladı. Şimdi benim dışımda herkes önde duruyor tetikte bir halde karşılarındaki şeytanlara bakıyordu. Siyah pelerinlerinin altından üzerimize dikelen yüzlerce göz tüylerimi diken diken ederken kapana kısıldığımızı hissettim.

Göğsüm koca bir balyoz darbesi etkisi altında sızlarken dişlerimi sıktım. Damarlarımda dolanan kan fokurdarken sıktığım hançerin kabzasının avucumu acıttığını fark ettim. Ne olduğunu çözemesem de garip bir şeyler olduğunu hissedebiliyordum. “Şeytan Krala selam olsun!” aynıda anda yükselen yüzlerce ses ve bir anda tek dizlerinin üzerine çöken şeytanlar tüm gözlerin Zahel’e dönmesine neden olduğunda Kurak Topraklara ölüm sessizliği çöküverdi. Rüzgâr bile az önce işittikleri karşısında esmeyi bırakırken zehirli bir yılan zihinlerimize sızmaya başladı. Ölümün soğukluğu tüylerimizi diken diken ederken karanlık hepimizi usul usul sarmaldı.

Zahel’in kadim bir kötülüğün adıyla anılıp selamlanması hepimizin kaskatı kesilmesine neden olmuştu.

Eveettt bir bölümün daha sonuna geldikk.

Kael hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce onu bir daha görür müyüz?

Bahsi geçen suikastçı hakkında tahminleriniz neler?

Zahel'imizin kadim bir kötülüğün adıyla anılmasına ilişkin fikirleriniz neler?

Henüz Kurak Topraklardan da çıkamadık. Sizce çıkabilecekler mi?

Bir sonraki bölümde görüşmek dileğiyle. Hepinizi çok seviyorum. 😘😘

Bölüm : 27.12.2024 01:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...