Yeni Üyelik
12.
Bölüm

❄️Zehir

@anksiyeteliyazar

Keyifli okumalar arkadaşlar. Oy vermeyi unutmayın :)

Silva

Bazen, bazı insanlar sandığımızdan farklı çıkarak bizi şaşırtabilirdi. Duygusuz sandığımız biri göğsünde dünyanın en hassas kalbini taşıyabilir, neşe saçan biri göz yaşı dökmeden uykuya dalamayabilirdi. İmkânı yoktu bir insanın içini bilmenin, görmenin. Gözler kalbin aynası derler, öyle değil. Gülen gözler ardında göz yaşları saklayabilirdi. Tüm evrenin en eşsiz varlığı olarak insan tam bir gizemdi. Nefret ettiğiniz birini gün gelir sevebilir, sevdiğiniz birinden gün gelir nefret edebilirdiniz. İşte ben tam şu anda bunu yaşıyor gibiydim.

Bıraktığı kolumu usulca geri çekerken hayal görüp görmediğimi anlamaya çalışıyordum. Az önce Ragaz beni düşmekten mi kurtarmıştı? "Bu saatte burada ne işin var?" şaşkınlıktan bir süre sorusuna cevap veremedim. Bir süre önce boğazıma kılıç dayayan adamla şu an karşımda duran adam aynı kişi mi emin olamıyordum. Gerçi kılıç meselesinde onu anlayabiliyordum ama yine de şaşırmıştım işte. "Valeria'yla çalışıyordum." "Ne üzerinde çalışıyordun?" benimle konuşuyor olmasına şaşırmadım desem yalan söylemiş olurdum. "Ruhların enerjisi." dedim daha fazla ayrıntı vermeyerek. Zaten onun da detayları öğrenmek istediğini pek sanmıyordum.

"Geç saatlerde ortalıkta dolaşmasan iyi olur." dediğinde dün gece olanlara dem vurup vurmadığını anlayamadım. Bir kış ayazını andıran soğuk ve ruhsuz bakışları suratımda gezinirken zihnimde canlanan hatırlar ona teşekkür etsem mi diye düşünmeme neden oldu. Maskeli adam kaçırdığında beni bulan bizzat Ragaz olmasa da saatlerce uğraşıp beni bulmaya çalıştığını biliyordum. "Teşekkür ederim." Ne tepki vereceğini kestiremediğimden sessim fısıltı gibi çıksa da etraf sessiz olduğundan beni duymaması imkansızdı. "Ne için?" dedi kayıtsız ses tonuyla. "Dün gece için." dedim kısaca. Neyi kastettiğimi anlayacağını düşündüğümden daha fazla açıklama yapma gereği duymamıştım.

"Teşekkür gerektiren bir durum yok. Baş muhafızı olarak Zahel'in emrini yerine getirdim." dedi aynı kayıtsızlıkla. Tabi Ragaz'dan başka ne duymayı bekliyordum ki? "Yine de..." deyip duraksadığında içimdeki merak birden uyanıverdi. "Zahel'in emri olmasa da seni aramaya çıkardım." dedi bu kez. Bunu söylerken de kayıtsız tavrını korumuş ve ufak çaplı bir şok yaşamama nede olmuştu. Bunlar kesinlikle Ragaz'dan duymayı beklemediğim sözlerdi. "Benden hoşlanmadığını sanıyordum." dedim boş bulunduğum bir anda. Her an beni tersleyebilir diye tedirginlikle dilimi ısırırken bakışlarımı kaçırdım.

"Zahel'in değer verdiği herkes benim için önemlidir." dedi hiçbir duygu emaresi seçilmeyen ifadesiyle. Kesinlikle hislerini ifade etme konusunda başarısızdı. "Ayrıca Zahel'in odasında olanlar bir hataydı." Bu bir özür müydü? "Zahel seni kurtarmayı kendi seçmişti. Aynı hatayı tekrarlamayacağım." Sessiz sessiz dediklerini dinlerken söyleyecek söz bulamıyordum. "Ama şunu da unutma kim olursa olsun Zahel'e zarar veren kimseye acımam." Yutkunmadan edemedim. Gerçekten göz korkutucu biri olsa da dostuna bağlılığı bir yandan da içimi ısıtmıştı. "Anlıyorum." diyebildim sadece. "Şimdi odana git."

"Silva!" Gitmek için döndüğümde adımı seslenmesi durmama neden oldu. "Roan'dan uzak dursan iyi olur." Ne diyeceğimi bilmediğimden başımı onayla sallayıp tekrar önüme döndüm. Ağır adımlarla odama doğru ilerlerken bir yandan da az önce olanları düşünüp duruyordum. Anlaşılan Ragaz düşündüğüm gibi biri değildi, yani tam olarak değildi. Yanılmıştım, duygusuz olduğuna kanât getirdiğim baş muhafızı kalbinde korumacı bir sevgi vardı. Bundandı beni bir tehdit olarak algılaması. Zahel'e zarar verebileceğim düşüncesi kim bilir ne uyandırmıştı içinde.

***

Ölüm sessizliğinde geçen kahvaltıdan sonra şimdi de Valeria'nın odanın içinde deli gibi volta atmasını izliyordum. Dün gördüğüm şeyi anlattığımdan beri ağzını bıçak açmamış bazı kitapları deli gibi kurcaladıktan sonra da düşünceli düşünceli volta atmaya başlamıştı. "Bir şey söyleyecek misin artık?" dedim sıkıldığımı ve sabrımın tükendiğini açıkça belli ederek. "Düşünüyorum." dedi nihayet durup suratıma bakarak. "Neyi düşünüyorsun?" Gördüğün şeyi." "Düşünülecek nesi var ki?"

Sorum havada asılı kalırken Valeria yeniden düşüncelere dalmıştı. Bense sessiz sessiz merakla açıklama yapmasını bekliyordum. "Anlattığın şey daha önce hiç karşılaşmadığım bir şey. Bir insanın enerjisi değil." Kaşlarım çatıldı. "Neyin enerjisi o halde?" "Sorun da bu. Bildiğim hiçbir varlığın enerjisi değil." Tedirgin ses tonuyla söyledikleri şaşkınlığımı arttırırken kafam daha da karışmıştı. "Bu ne anlama geliyor?" dedim titreyen sesimle. "İnsan değilsin Silva."

O halde neyim? Şok dalgası kaskatı kesilmeme neden olurken öylece boşluğa bakıyordum. Valeria elini omzuma yerleştirip kapüşonun çıkardığında gri renkteki anlayış dolu gözlerine baktım. "Sakin olmalısın. Hiçbir şeyden tam olarak emin değiliz. Hem insan olmasan bile bu bir sorun değil." Derin bir soluk aldım ama şaşkınlığımı hala atabilmiş değildim. "Şey ben... Yani sadece şaşırdım." "Umarım kötü şeyler düşünmüyorsundur." dedi şüpheyle beni süzerken.

"Hayır, buraya geldiğimden beri inanmamın güç olduğu çok fazla şey gördüm ve şimdi bir insan olmadığımı öğrendim. Bu beni şaşırttı ama kesinlikle kötü düşünmüyorum." Valeria'nın yüzünde bir tebessüm belirdiğinde ne kadar güzel göründüğünü fark ettim. Şarap kızılı saçları, açık renkteki teni ve gülüşüyle gerçekten çok hoş görünüyordu. "Bunu duymak güzel. O halde ne olduğunu araştırmaya başlayabiliriz." Yerimde başkası olsa muhakkak duyduklarına karşı çıkar normal bir insan olduğu konusunda ısrarcı olur her şeyi reddederdi. Ben etmiyordum, kaçtığım şeyler öyle bir yük bindirmişti ki üzerime önüme ne sunulursa sunulsun fazla sorgulamadan kabul etmeye meyilli hale gelmiştim.

İnsan olmadığım mı söyleniyordu o halde insan değildim. Yine de merak ediyor ve sorgulamadan duramıyordum. Durumu kolay kabul etmiş olsam da düşünmeyecek kadar da aklımı yitirmemiştim henüz. İçimde farkında vardığım gerçeğin doğurduğu tedirginlik büyürken ne olduğumu sorgulamaya devam ediyordum. Yirmi iki yılımı insan olduğumu düşünerek geçirdikten sonra insan olmadığımı öğreniyordum. İnsan değilsem neydim? Hem nasıl bir insan değildim ki? Ailemin gayette insan olduklarına emindim. Genetik değil miydi benim durumum? Şayet değilse nasıl böyle olmuştum?

Valeria az ilerideki ahşap masaya geçip oturduğunda ben de tam karşısına oturdum. "Bunu okumaya başla, dikkatini çeken bir şey olursa söyle." Önüme koyduğu deri kapaklı kitabı açtığımda o da kendi önündeki kitabın sayfalarında gezinmeye başladı. Dirseğimi masaya dayayıp elimi çenemin altına yerleştirdiğimde epeyce eski görünen kitabın sayfalarını okumaya başladım.

"Bir şey var mı?" olumsuzca başımı salladığımda eline aldığı onunca kitabın kapağını açtı. Saatlerdir burada oturmuş sayısız kitabı incelemeye devam ediyorduk. Valeria kadar hızlı değildim ama şimdiden gözlerim ağrımaya başlamıştı. Yine de henüz hiçbir şey bulamamıştık. Şu ana kadar okuduğum kitaplarda sayısız canlının enerjisinden, doğasından ve daha birçok şeyden bahsediyordu ama beni ilgilendiren tek bir şey bile yoktu. Oflayarak kitap yığınını yana doğru itip başımı masaya koydum. Her an ne olduğumu öğrenmekten vazgeçebilirdim.

"Bir dakika!" heyecanla doğrulduğumda Valeria beklentiyle suratıma baktı. "Kütüphaneye gidebiliriz?" dediğimde yüzündeki ifadesi soldu. "Oradaki her kitabı biliyorum Silva. İşe yarar bir şey çıkmaz." "Ya şu gizli odadaki." Gözleri fal taşına dönerken odadan haberi olmadığını anladım. "Ne odası?" Kaşları çatılmış cevap vermemi beklerken acaba yanlış bir şey mi yaptım diye düşünüyordum. Oda gizliyse ve kimsenin haberi yoksa Valeria'ya anlatmam ne kadar doğru olurdu.

"Söylesene Silva!" dedi sabırsız bir tavırla. "Dün kütüphanede gizli bir oda keşfettim. Orda bir platformun üzerinde duran tuhaf bir kitap vardı." dediğimde sandalyesini geriye iten Valeria hızlıca ayağa kalkıp kapüşonunu başına geçirdi. "Beni oraya götürmelisin." Tereddütle yerimde kaldım. "Hadi Silva. Merak etme sorun olmaz." Pek emin olamasam da onayla başımı sallayıp yerimden kalktığımda kütüphaneni yolunu tuttuk.

Dünkü rafın tam önünde durduğumuzda ikimiz de başımızı çevirip birbirimize baktık. "Burası mı?" "Evet." Valeria öne doğru ilerleyip elini rafın üzerine koyduğunda gözlerini kapattı ama beklediğim gibi bir şey olmadı. Yaklaşık bir dakika boyunca öyle bekledikten sonra geri çekildi. "Hiçbir şey hissetmedim." "Buraydı." Rafa doğru yaklaşıp dün yaptığım gibi parmaklarımı üzerinde gezdirdim ama hiçbir şey olmadı. "Nasıl olur? Dün dokunduğumda açılmıştı, içeride bir kitap vardı." dedim şu anki durumu inkâr edercesine.

"Sana inanıyorum Silva ama anlaşılan burası Tanrı Zahel'e özel. Muhtemelen bahsettiğin kitap bizim işimize yaramaz. Hadi gidelim." Çıkışa doğru yürümeye başladığımızda dönüp dönüp arkama bakmaktan kendimi alamıyordum. Daha dün açılan kapı bugün neden açılmıyordu ki? "Belki enerjini görürsem ne olduğunu anlayabilirim." dediğinde zihnimdeki düşünceleri bir kenara kaldırıp ona döndüm. "Nasıl?" "Ben büyücüyüm unuttun mu?" yüzüme zoraki bir gülümseme yerleştirdim ama aklım hala o odadaydı.

"Silva!" merdivenleri indiğimizde bir anda Roan karşımızda belirdi. Valeria başını eğip selam verdiğinde ben de aynısını yaptım. "Vaktin varsa seninle biraz konuşmak istiyorum." "Tabi." dedim ne kadar istemesem de. Dün onunla ilgili kötü bir izlenime kapılmamıştım ama bugün sabah kahvaltı esnasında hizmetçilere nasıl iğrenç şekilde baktığını gördüğümde resmen midem kalkmıştı. "Mümkünse yalnız." dediğinde midemin yine kasıldığını hissettim. "Daha sonra yaparız Silva." diyen Valeria yanımızdan ayrıldığında her yerime iğneler batırılıyormuş gibi hissetmeye başladım. Kesinlikle epey rahatsız edici bir konuşma olacaktı.

"Benim odama geçelim mi?" sırf bir misafir olduğu için ona verilen odadan kendi malıymış gibi bahsetmesi gözlerimi devirme isteği uyandırmasına rağmen kendimi tuttum. Ölmeyi tercih ederim demek yerine "Bahçeye çıksak daha iyi olur." demekle yetindim. Cevabımdan pek memnun olmuş gibi görünmüyordu ama umurumda da değildi. Onunla yalnız kalmak başlı başına rahatsız edici bir durumken dört duvarın arasında olmak resmen dehşet vericiydi. Kapıya doğru yürümeye başladığımızda bir anda elini omuzumda hissettim. Şaşkın ve rahatsız olmuş halde başımı çevirdiğimde yüzündeki gülümsemeyi görmek midemi bulandırdı.

İzin alma gereği bile duymadan kolunu omzuma atmıştı. Yana doğru bir adım atıp rahatsız edici dokunuşundan kurtulduğumda kapı eşiğinde durmuş bizi izleyen Zahel'le karşılaştım. Kaşları çatılmış, gözleri kısılmıştı. Buram buram tehlike kokuyordu. Hızlı ve sert adımlarla bize doğru gelirken zemin sallanıyor gibi hissetsem de bunun gerçek olmadığını ancak istese Zahel'in bunu yapabileceğini biliyordum. Tehdit dolu ifadesiyle yanımıza geldiğinde Roan'ın karşısına dikildi. Roan nerdeyse alaycı denecek bir ifadeyle ona bakarken Zahel onu öldürmek istiyor gibi bakıyordu. "Bir sorun mu vardı Zahel?" Bunu nerdeyse alaya alarak sormuştu.

Zahel cevap vermedi. Bir anda parmaklarını bileğime dolayıp beni kendine doğru çektiğinde kendimi tam yanında buldum. Şimdi Roan'ın karşısında Zahel'in yanında yer alıyordum. Kolunu omzuma dolayıp beni biraz daha kendine çektiğinde fal taşına dönmüş gözlerimle ona baktım. "Sakın ona yaklaşma!!" ses tonu bir kılıç kadar keskin, yırtıcı bir hayvan kadar güçlüydü, resmen tüylerim ürpermişti. Roan'sa tek kaşını kaldırmış hiç etkilenmemiş gibi duruyordu. "Neden? Zaten beklediğin bir mühürlün varken kız senin için ne ifade ediyor ki?" soru karşısında dişlerini sıkan Zahel'in gerilen çenesini fark etmemek mümkün değildi. Cevap vermedi.

"Herkes biliyor ki Ölüm Tanrısı mühürlüsünü eşi görülmemiş bir sadakatle bekliyor. Yoksa sadakatin buraya kadar mıydı?" "Haddini aşma Roan!! Aksi halde olacaklardan sorumlu olmam!" Konuşma Zahel'in beni nerdeyse sürükleyerek uzaklaştırmasıyla son bulurken resmen nutkum tutulmuştu. İki tanrının tartışmasına şahit olmak hiç de iyi bir şey değildi. "Odana çık Silva!!" dişlerinin arasından öfkeyle söyledikleri yutkunmama neden oldu. "Neden öyle yaptın?" sorduğum anda karşılaştığım buz gibi bakışlar anında pişman olmama neden olsa da merakımı gidermek istiyordum.

Bir yanım bunu kıskandığı için yapmış olmasını umsa da bunun imkânsız olduğunu gayet iyi biliyordum. İmkansızlıklar. Bizim için her zaman her şey imkânsız olacaktı. "Neden sana dokunmasına izin verdin?!" dedi hala yatışmamış olan siniri sesine yansırken. Göz ucuyla Roan'ın az önce durduğu yere baktım. Neyse ki gitmişti. "İzin vermedim." dedim net bir ifadeyle. Gözlerimin içine bakıyordu ve lanet olsun ki bu gözlerinde kaybolmayı istememe neden oluyordu.

Unutmak istemiyorcasına yüzünü incelerken bakışlarım dudaklarına kaydı. Garip bir sıcaklık tüm vücudumu sararken nefes alışlarım sıklaşmaya başladı. İçimdeki onu öpme dürtüsüyle zorlu bir savaş verirken dudağımın kenarını ısırıyordum. Şiddetle çarpan kalbim garip bir heyecanla dolup taşarken yumruklarımı sıktım. Siyah saçları, öfke dolu gözleri, dokunmak için can attığım teni beni resmen delirtiyordu. Odana çık Silva, evet kendimi hala tutabiliyorken ondan uzaklaşsam iyi olurdu.

Bir saniye ve...kendimi onun kucağında buldum. Kocaman olmuş gözlerimle ona bakarken kalbim resmen aklını kaçırmış gibi çarpıyordu. Tek kelime etmeden merdivenleri çıkmaya başladığında ellerimi boynuna dolamamak için kendimi zor tutuyordum. Bana dokunarak günaha giren o olmuşken neden günahına ortak olmayayım ki? Ellerimi boynuna doladım. Deli gibi arzuladığım sıcak tenini hissetmek resmen aklımı başımdan alıyordu.

Odama girip kapı arkamızdan kapandığında kalbim göğsümü öyle şiddetle dövüyordu ki nerdeyse sesi kulaklarıma doluyordu. Olduğumuz yerde öylece durduk. Aklımdan milyonlarca farklı senaryo geçerken gözlerimi gözlerinden alamıyordum. Bana bakıyor her bir noktamı özenle inceliyordu. Utancın kolları yavaş yavaş bedenimi sararken sessizce olacakları bekliyordum. Beni dikkatlice yere indirdiğinde aramızda olması gerekenden daha küçük bir mesafe bırakmıştı. Kalbim boğazımda atarken resmen kendi kontrolümü kaybettiğimi hissediyordum. Sarhoş değildim ancak bir sarhoş kadar kendimden geçmiş vaziyetteydim.

Zahel'in giderek koyulaşan gözleri ve öpmek için can attığım dolgun dudakları aklımı başımdan alırken kuruyan dudaklarımı yalayıp yutkundum. Bedenim alev alev yanarken nabzımın atışını vücudumun her noktasında hissediyordum. Gözlerim Zahel'in sıktığı yumruklarına kaydı bir saniyeliğine ve sonra âdem elmasının hareketini yakaladım. Oda sanki ansızın ısınmaya başlamış gibi hissederken Zahel'in de alnında ter damlacıkları oluştuğunu fark ettim. Aklım başımdan uçup gittiğinden bir türlü doğru dürüst düşünemiyordum ve kalbim bu fırsatı değerlendirip tüm ipleri eline almıştı.

Göğsümde ve sol kürek kemiğimde ansızın bir ağrı peyda olurken arzudan resmen başım dönüyordu. Zahel'e dokunma arzum beni cayır cayır yakıyor kontrolümü kaybetmeme neden oluyordu. Ona yaklaşmak kollarımı boynuna dolamak isteyen bedenimle müthiş bir savaş verirken kaybetmek üzere olduğumu bilmeme rağmen inatla direnmeye devam ediyordum. Bu da neydi böyle? Şayet içmeden sarhoş olmak mümkünse ben şu an kesinlikle sarhoş olmuştum.

Göğsüm şiddetle inip kalkarken Zahel'in de nefeslerinin sıklaştığını fark ettim. Gözlerini kapattı, kaşları çatıldı, yumruklarını daha da kuvvetle sıkarken yüz hatları gerildi. Kendime ne olduğunu anlayamadığım gibi o ne olduğunu da anlayamıyordum. Sanki kendini tutuyormuş gibi bir hali vardı ve dizginler her alan elinden kayacak gibi görünüyordu ya da ben öyle olmasını arzuluyordum.

"Siktir!!" gözlerini bir anda açıp kolunu belime doladı ve beni kendine yapıştırdı. Aniden gerçekleşen yakınlık nefesimi keserken kontrolümü tamamen kaybettim. Hızla alıp verdiği sıcak nefesleri yüzümü yalarken dudaklarıma kayan bakışları kalbimi tekletti. Daha fazla dayanamayarak ellerimi boynuna yerleştirdiğimde keskin bir hamleyle sıcak dudaklarını dudaklarıma bastırdı.


Vücuduma daha önce hiç hissetmediğim hoş bir sıcaklık yayılırken hunharca dudaklarımı talan eden dudaklarına karşılık verdim. Ellerim saçlarının arasında gezinirken elleri sırtımda geziniyordu. Dokunduğu her noktam kavurucu bir ateşle yanarken öpüşmemiz daha tutkulu bir hal aldı. Sanki bu ilk ve son öpüşmemiz gibi büyük bir arzuyla dudaklarımızı birbirimizin dudaklarında gezdiriyorduk. Belimdeki elleri hızla kayarak kalçama doğru ilerlediğinde bacaklarımın arasında garip bir sızı hissettim. Tüm bedenim beklentiyle kasılırken dudaklarımdan kaçan inlemeye engel olamadım.

Her şey gerçekleştiği kadar hızlı yok olduğunda koca bir boşluğa yuvarlandım. Zahel bir anda beni kendinden uzaklaştırıp arkasını dönmüştü. Bulanık zihnim yavaş yavaş kendine gelemeye başladığında bir anda üzerime binen duygular göğsümü ağrıttı. Arzularıma yenik düşüp kendimden geçmiştim. Oysa bunu yapmamam gerektiğini çok biliyordum. Her zaman sağlam tuttuğum irademin bir anda nasıl yok olduğuna anlam veremezken utanç ve pişmanlık duyuyordum.

"Kendimi tutamadım." dediğinde bakışlarımı sırtına diktim. Tam olarak ne demek istediğini anlamadım. Beni öpmek istemiş ve bu isteğine yenik mi düşmüştü? Mühürlüsünü sadakatle bekleyen Ölüm Tanrısı neden beni öpmek istemişti ki? Sorularımın cevabını merak ettiğim kadar duymayı da istemiyordum. "Bir dahaki sefer sana engel olurum." dedim. Bir dahaki seferin olup olmayacağını bile bilmiyordum ve en önemlisi daha kendime bile engel olamazken ona nasıl engel olacaktım? Çıkıp gideceğini sandım ama bana doğru döndü. Kulaklarıma kadar kızardığımı biliyordum ve onun beni böyle görmesini istemiyordum ama yapabileceğim bir şey de yoktu.

"Ya engel olmanı istemiyorsam?" bu bir soru muydu yoksa istek miydi çözemezken biraz olsun sakinleşen kalbim yeniden göğüs kafesimi yumruklamaya başladı. Ben ondan uzak kalmaya çabaladıkça o benim aklımı bulandırıyordu ve bunu bazen tek bir bakışıyla bazen de söylediği birkaç sözle yapıyordu. "Mühürlüne olan sadakatini bozacak mısın?" dedim ürkek çıkan sesimle. "Asla." dediğinde bunu duyacağımı önceden biliyor olsam da bir kez daha sarsıldım.

Gitti... Tek kelime etmeden sessizce çıkıp gitti. Boğazıma koca bir yumru otururken kendime kızdım. Aptal ne olacağını sanıyordun ki. Yine de boğazıma oturan yumru bir türlü gitmek bilmedi. Yüzümü ellerimin arasına alırken boğulacak gibi hissediyordum. Anlam veremediğim bir acı tüm bedenimi sararken çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Sanki biri parmaklarını boğazıma dolamış olağanca gücüyle sıkıyor gibiydi.

Kendimi hızla dışarı atıp koşarak merdivenlerden indim. Hava...hava almam gerekiyordu. Mavi gökyüzüyle buluştuğumda derin bir soluk aldım. Biraz daha iyi hissetsem de şimdilik içeri girmek istemiyordum. Bahçede yürümeye başladığımda dün Roan'la geldiğimiz yere geldiğimde duraksadım. Bana dalından kırılmış bir gülü verdiği yerdeki diğer güller yoktu. İyice yaklaştım. Toprak bomboştu ve güller sökülmüştü.

"Bakar mısın?!" Bahçeyle uğraşan ortaya yaşlı adam elindeki sulama kabını bırakıp yanıma doğru yaklaştı. "Buyurun hanımefendi." "Buradaki güller nereye gitti?" dediğimde bir saniye eskiden üzerinde güller olan ama şimdi bomboş duran toprağa baktı. "Efendi Zahel hepsinin sökülmesini emretti." Aldığım cevap karşısında kaşlarım çatıldı. "Neden?" "Bilmiyorum hanımefendi." Durduk yere neden gülleri söktürdüğüne bir türlü anlam veremiyordum. "Peki güllere ne oldu?" "Efendi Zahel saraydan uzak bir yere götürüp dikmemizi emretti." "Anladım, teşekkür ederim." Adam yanımdan ayrıldığında bir süre boyunca boş toprağa baktım. Bu yaptığına anlam veremesem de şimdilik üzerinde duracak havada değildim.

Valeria'nın yanına gitmem gerektiğini hatırladığımda önce kütüphaneye gitmeye karar verdim. Nerdeyse koşarak kütüphaneye girdiğimde Valeria'yla önünde durduğumuz rafın önüne geçtim. Parmaklarımı üzerinde gezdirmeye başladığımda dünden aşina olduğum bir gürültü kulaklarımı doldurdu. Gizli odanın kapısı yavaş yavaş açılırken bunun sadece ben yalnızken olduğunu anladım. Sanırım Valeria yanımda olduğu için kapı açılmamıştı. İçeri girdiğim anda yanan meşaleler odayı aydınlatırken taş platforma baktım. Kitap hala ordaydı. Eğer Valeria'yı kitaba getiremiyorsam kitabı ona götürürdüm.

Parmaklarımı uzatıp dikkatlice kitaba dokundum ama dün olanlar olmadı. Almak için kitabı yanlarından tutup çektim ama sanki platforma yapışmış gibi hareket etmedi. Tekrar denedim, tekrar, tekrar ve tekrar ama olmuyordu. İnatçı kitap dün havalarda uçarken bugün resmen yerinden oynamamaya yemin etmişti. Sayfalarını açmayı denedim ama o da olmadı. "Madem açılmayacaksın ne diye varsın ki?" diye kendi kendime söylenirken kapağını incelemeye başladım. "Madem açılmayacaksın ne diye varsın ki?" diye kendi kendime söylenirken kapağını incelemeye başladım.

Garip bir şekilde üzerindeki mor renkli kristal çok ilgimi çekiyordu. Parmaklarımı üzerinde gezdirirken sanki dilimin ucunda bir şey var ama bir türlü ortaya çıkmıyor gibi hissediyordum. Ürpermeme neden olan bir his elimi geri çekmeme neden olurken son bir kez odaya göz atıp dışarı çıktım. Anlaşılan Valeria'ya kitabı ya da odayı göstermemin bir yolu yoktu. Hayal kırıklığıyla kütüphaneden ayrılırken yüzüm epey düşmüştü.

"Şimdi çemberin içine otur." Valeria yere iç içe geçmiş iki çember, çemberlerin arasına da anlamını bilmediğim semboller çizmişti. Bir an tereddüt etsem de dediğini yapıp çemberin içine bağdaş kurarak oturdum. O da tam karşıma oturduğunda uzanıp ellerimi tuttu. "Şimdi gözlerini kapat ve ben ellerini bırakana kadar sakın açma." dediğini yapıp gözlerimi sıkıca kapattım. İlk birkaç dakika hiçbir şey hissetmedim ama sonra içime sıcak bir şeyler yayılmaya başladı.

Sanki damarlarımda kan yerine lav akıyor ve bedenimi parçalamak istiyor gibiydi. Acıyla iki büklüm olurken Valeria'nın ellerini daha sıkı tuttum. Acı dolu iniltilerim oda yankılanırken Valeria da ellerimi sıkmaya başladı ama ondan ses çıkmıyordu. Her yerim cayır cayır yanarken ter içine kalmıştım. Soluduğum hava giderek yoğunlaşırken nefes almak da güçleşiyordu. Kalp atışlarımın yavaşlamaya başladığını hissettiğimde bayılmak üzereydim.

"Daha fazla dayanamam!" dedim acı dolu bir fısıltıyla ama Valeria'dan ses çıkmadı. Ellerimi daha da kuvvetle sıkarken dişlerimi birbirine bastırıyordum. Birden Valeria ellerini çektiğinde boşluğa düştüğümü hissettim. Bedenim yana doğru düşerken nihayet acı geri çekilmeye başlamıştı. "Silva iyi misin?" Valeria telaşla yanıma gelip kalkmama yardım ettiğinde kendimi daha iyi hissediyordum. "İyiyim merak etme. Ne gördün?" dedim merakla. Çektiğim o acıdan sonra en azından bir şeyler öğrenmeyi hak ediyordum.

"Hiçbir şey." dedi hayal kırıklığı ve mahcubiyetle, bense inanmaz gözlerle ona bakıyordum. "Nasıl olur?" dedim inanamayarak. "Bilmiyorum, çok uğraştım ama bir şey göremedim." Sıkıntılı bir nefes verirken gözlerim zemindeki çizime kaydı. Valeria'nın çizdiği çemberin ortası boştu ama şu an içinde kar tanesi şeklinde bir kristal duruyordu. Kaşlarım şaşkınlıkla çatılırken Valeria da baktığım yere baktı. "Bu...bu nasıl oldu?" nasıl olduğunu o da bilmiyordu ama benim aklımda beliren bir şeyler vardı. Az önce yanından geldiğim kitabın üzerinde de tıpa tıp aynı sembol vardı. Şimdilik bunu ona söylemeye karar verdim. Zaten kitabı görmediği için bir şey anlayabileceğini sanmıyordum. Bunu Zahel'le konuşmam gerekiyordu, her ne kadar olanlardan sonra yanına gitmek istemesem de.

"Sanırım Zahel'le konuşsam iyi olur." "Bugün olmaz." dediğinde duraksadım. "Bugün toplantı var Silva. Diğer tanrılar gelmek üzeredir. Yarını beklesen daha iyi olur." Yarını bekleme fikri hiç hoşuma gitmezken toplantı meselesini tam anlamamıştım. "Ne toplantısı bu?" "Şöyle söyleyeyim tanrılar bazı meselleri konuşmak için zaman zaman bir araya geliyorlar. Bu seferki toplantının ev sahipliğini de biz yapıyoruz." Demek Roan'ın geliş sebebi buydu. Gerçi diğerlerinden erken gelmesi pek hoş karşılanmamıştı.

"Ne gibi meseller?" "Wienor'un genel durumu ve yaşanan olaylarla ilgi ama..." duraksadı ve sesini biraz alçaltıp anlatmaya devam etti. "Daha çok suikastçıyı yakalamakla ilgileniyorlar." "Suikastçı mı?" "Evet, şu anki dört tanrının babaları biri tarafından öldürüldü. En son yaklaşık beş yıl önce Ateş Tanrı'sı Roan'ın babası öldürüldü." Valeria'nın anlattıkları resmen tüylerimi diken diken etmişti. Bir tanrıyı öldürme düşüncesi bile başlı başına korkunçken birinin böyle bir şeyi yaptığına inanmıyordum.

"Hepsini aynı kişinin öldürdüğünden eminler mi?" onayla başını salladı. "Yapan kişi ölmüş olamaz mı?" "Sence tanrıları öldürmüş biri kolay kolay ölen biri olabilir mi?" "Haklısın." dedim ama sonra fark ettiğim şey kafamda soru işaretlerinin belirmesine neden oldu. Şu anki dört tanrının "Şu anki dört tanrı dedin, kimin babası yaşıyor?" "Kimsenin." dediğinde kaşlarım daha da çatıldı. "Bildiğim kadarıyla Tanrı Zahel'in ailesi o daha küçükken ölmüş."

Birden kafamda şimşekler çaktı. Şu ana kadar Zahel'in ailesini neredeyse hiç merak etmemiştim. Babasının bıraktığı izleri gördüğüm günden bu yana onlarla ilgi hiçbir şeyi sormak aklıma gelmemişti. Sadece şehre gittiğimiz gün kızlara üstün körü sormuştum. "Nasıl öldüler?" dedim tereddütle. "Bilmiyorum, ben buraya geldiğimde ailesi öleli çok uzun zaman olmuştu." Merak kafamda sayısız soru işareti oluştururken düşüncelere daldım. Ailesiyle ilgili hiçbir şey bilmiyordum, tek bildiğim babasının korkunç biri olduğuydu.

"İyi de birinin tanrılarla ne gibi bir derdi olabilir ki?" Valeria bilmiyorum dercesine omuzlarını silkti. "Ayrıca birinden değil birden fazla kişiden bahsediyoruz." "Nasıl yani?" "Bir tanrıyı öldürmek bile oldukça zorken dört tanrıyı öldürenin tek bir kişi olmasının pek mümkün olmadığını düşünüyorlar. Yapandan suikastçı olarak bahsedilse de suikastçının bir kişi değil bir grup olduğu düşünülüyor." Bir süre sessiz kalıp duyduklarımı sindirmeye çalışırken bir yandan da birinin ya da birilerinin tanrılarla ne gibi bir derdi olabileceğini düşünüyordum.

"Bu suikastçı ne zaman ortaya çıktı?" dedim merakla. Hatırlamaya çalışıyor gibi bir hala bürünen Valeria birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra cevap verdi. "Cevabıma inanamayacaksın." dediğinde hiçbir şey anlamadığımdan şüpheyle ona bakmaya devam ettim. "Neredeyse dört yüz yıl oldu." dediğinde ufak çaplı bir şok yaşadım. "Ne?" "Suikastçının ilk ortaya çıktığı zamanlar ben yoktum. Sadece anlatılanlardan biliyorum." diyerek açıkladı. "Dört yüz yıl neyi beklemiş?" diye sordum hala üzerimden atamadığım şaşkınlıkla.

"Muhtemelen yakalanmamak için bir tanrıyı öldürdükten sonra diğerine geçmeden beklemeyi seçti. Ayrıca sadece tanrıları da değil beş krallıktan önemli insanları da öldürmüş." "Ölüm Krallığı'ndan da mı?" onayla başını salladı. "Zaten ilk öldürdüğü kişi eski ölüm tanrısının baş danışmanıymış." dediğinde kafa karışıklığım giderek büyümeye başladı. "Dört yüz yıl boyunca suikastçıyı nasıl yakalayamamışlar?" "Bilmiyorum. Kendini ya da kendilerini saklamayı çok iyi beceriyorlar. Kimsenin suikastçıya dair en ufak bir bilgisi bile yok. Bu durum tanrıları ve Işık Konseyini epey tedirgin ediyor."

Kaşlarım merakla havalanırken Valeria ne soracağımı anlamış gibi sormama fırsat vermeden anlatmaya başladı. "Işık Konseyi ölümsüzlerden oluşan bir topluluk. Asıl görevleri denge ve düzenin sağlanmasında Koruyuculara rehberlik etmekti ancak onların soyu tükendiğinden bu görevi onlar üstlendiler. Konsey Koruyucular kadar güçlü değil ancak bir araya geldiklerinde tanrılara karşı koyabilecek kadar güçlüler." Edindiğim bilgiler kafamın içinde patlama etkisi yaratırken düşüncelere dalmıştım.

"Ben artık gideyim." Valeria başıyla onayladığında hızlıca odadan çıktım. Kafamın içinde milyon tane soru dönüp duruyordu. Suikastçı kimdi? Amacı neydi? Konseyin varlığına rağmen nasıl hala yakalanmamıştı? Zahel'in annesi ve babası nasıl ölmüşlerdi? Babasını değil ama annesini merak ediyordum. Acaba o da babası gibi Zahel'e kötü mü davranmıştı yoksa anne sevgisini tatmasına izin mi vermişti? İç sesim ikinci seçeneğin olmuş olmasını umut ediyordu. Zaten baba sevgisini tatmadan büyümüştü bir de anne sevgisini tatmadığını öğrenmeyi yüreğim kaldırmazdı.

Telaşlı adımlarla sağa sola koşuşturan hizmetçileri gördüğümde diğer tanrıların da gelmek üzere olduğunu anladım. Mutfağa doğru ilerlerken zihnimdeki acı verici düşünceleri birer birer kutuya doldurup rafa kaldırdım. Şimdi değil ama bir gün mutlaka Zahel'in geçmişini öğrenecektim. "Jieli!" hizmetçi kızlardan biriyle hararetli hararetli bir şeyler konuşan Jieli konuşmasını sonlandırıp hızlı adımlarla yanıma geldi. "Burada ne yapıyorsunuz hanımım?" "Seni bir göreyim dedim bir de neler yapıldığına bakayım dedim." "Oturalım mı?"

Karşılıklı olarak masaya oturduğumuzda mutfağın içinde koşuşturan hizmetçilere şöyle bir göz gezdirdim. Dünden beri hepsinin üzerinde kapüşonlu pelerinler ve yüzlerinde de beyaz peçeler vardı. "Neden böyle giyiniyorlar?" dedim aynı şekilde giyinmiş olan Jieli'ye bakarken. "Efendi Zahel'in emri." dediğinde kaşlarımı çattım. "Hizmetçilerin kıyafetine ne diye karışıyor ki?" "Karışmaktan değil. Malum ateş tanrısı kadınlara bakışlarıyla bile rahatsızlık veriyor. O yüzden Efendi Zahel böyle giyinmemizi istedi. Tabi zorunlu da tutmadı." Sanırım bu iyi bir şeydi. Çalışanlarına önem veriyor olması takdire şayandı.

"Sarayda dilsiz çalışanlar var değil mi?" dedim geçmişin hatıraları zihnimi doldururken. "Olmaması gerektiğinden değil ama..." "Anladım hanımım." Diyerek nasıl tamamlayacağımı bilmediğim cümlemi yarıda kestiğinde rahatladım. İnsanlar Zahel'in hizmetçilerin dilini kestiğini söylüyordu, buna inanmıyordum ama bu dedikodunun nasıl ortaya çıktığını da merak etmiyor değildim. "Tahmin edersiniz ki onlar için hayat daha zor oluyor. İnsanlar tarafından dışlanıp kötü muameleye maruz kalabiliyorlar. Bu yüzden Efendi Zahel isteyenleri çalışmak üzere saraya alıyor." dediğinde yüzümde sıcak bir gülümseme belirdi.

"Ama insanlar olmayan şeyler uyduruyor değil mi?" "Maalesef." Sıkıntılı bir nefes verdim. Bu insanları bir türlü anlayamıyordum. Sırf kendi seçimi olmayan bir işaretle doğduğu için ona karşı bu kadar kindar olmaları sinirlerimi oynatıyordu. "Geldiler!" hizmetçiler arasında yükselen sesle birlikte Jieli yanımdan ayrıldı. Onlar telaşlı telaşlı salona bir şeyler taşırken ben de sessiz sedasız onları izliyordum.

Nihayet hareketlilik biraz olsun azaldığında Jieli'nin yanına yaklaştım. "Jieli tepsilerden birini ben götürsem olur mu?" diğer tanrıları çok merak ediyordum ama şu an onları görmemin bir yolu yoktu. Özellikle de Zahel'le olanlardan sonra öylece yanlarına gidemezdim. Zaten öylece gidip neler oluyor diye bakmam da epey saçma olurdu. Jieli şok olmuş bir ifadeyle suratıma bakarken ikna olsun diye en içten gülümsememi sunuyordum. "Böyle bir şeyi hiç sormadınız varsayıyorum." dedi itiraz kabul etmeyen ifadesiyle. "Jieli lütfen." "Boşuna ısrar etmeyin hanımım asla olmaz." deyip mutfaktan çıktığında dudağımı büzüp oturdum.

Muhtemelen yemekten hemen sonra toplantı odasına geçeceklerdi ve toplantının ne kadar süreceği de belli olmadığından onları görme şansım olmayacaktı. Mutfaktaki koşuşturma yavaş yavaş azalırken nerdeyse hiç hizmetçi kalmamıştı. Kızlardan birini içecek dolu tepsiyle gördüğümde koşar adımlarla yanına gittim. "Bunu ben götürebilirim." dedim elindeki tepsiyi alırken, bir yandan da Jieli'nin gelmemesini umut ederek kapıyı kolaçan ediyordum. "Buna gerek yok hanımefendi." dediğinde tepsiyi tezgâha bırakıp tekrar kıza döndüm.

"Ben götüreceğim. Sen de gidip dinlenebilirsin. Hadi şunları bana ver." dedim telaşla. Jieli gelmeden bu işi halletmem gerekiyordu. "Ama hanı..." "Aması yok hadi." Kız tereddüt içinde öylece beklerken giderek daralan zaman gerilmeme neden oluyordu. "Hadii ver şunları lütfen." Kız nihayet pelerini çıkarıp verdiğinde hızlıca üzerime geçirip kapüşonuyla saçlarımı gizledim. Zira beyaz saçlarım beni daha ilk saniyeden ele verebilirdi. Peçeyi de taktığımda tamamen hazırdım. "Bekleyin!" dedi tezgâhta duran tepsiye uzandığımda. "Şu bardak Efendi Zahel'in." İçerisinde mavi renkli içeceğin olduğu bardağı işaret ettiğinde anlamayarak ona baktım. "Neden?" "Efendi Zahel genelde bunu içmeyi tercih ediyor." dediğinde onayla başımı sallayıp mutfaktan çıktım.

Kalbim heyecan ve gerginlikten merakla çarparken karşıdan gelen Jieli'yi gördüğümde beni fark etmemesini umarak başımı eğebildiğim kadar eğdim. Yanımdan geçip giderken nerdeyse kalbim yerinden fırlayacaktı ama neyse ki beni fark etmemişti. Rahat bir nefes verirken tanrıların dizildiği masaya doğru yürümeye devam ettim. İsimlerini çok önceden Jieli'den öğrendiğim dört tanrı tam karşımda duruyordu. Su Tanrısı Nolan, Toprak Tanrısı Silas, Hava Tanrısı Aeros, Ateş Tanrısı Roan ve Ölüm Tanrısı Zahel aynı masada toplanmıştı.

İçecekleri tek tek tanrıların önüne bırakırken bir yandan da onları inceliyordum. Su Tanrısının kaşlarının ortasında tıpkı Zahel ve Roan'ın ki gibi tanrı işareti vardı, bir su dalgasına benziyordu ve epey sıcak kanlı görünüyordu. Toprak tanrısı da Su Tanrısı kadar olmasa da sıcak kanlı duruyordu ama hava tanrısı tam aksiydi. Ragaz'dan bile daha soğuk ve tüyler ürperten bir ifadesi ve kaşlarının ortasında hortumu andıran bir işaret vardı. Roan ise keyfi yerinde olacak ki sırıtıyordu. Hepsinden tanrı olduklarını belli eden bir hissiyat yayılıyordu ama hiçbiri beni Zahel'i gördüğüm andaki kadar etkilemiyordu.

Son olarak Zahel'in bardağını da bıraktığımda masaya son bir kez göz gezdirip arkamı döndüm. Daha birkaç adım atmış ki Zahel'in gür sesi olduğum yere çivilenmeme sebep oldu. "Bekle!!" sesi öylesine ürkütücü çıkmıştı ki arkamı dönmeye korkuyordum ama başka çarem de yoktu. Usul usul döndüğümde Zahel'in ürkütücü bakışlarıyla karşılaştım. "Bir sorun mu var Zahel?" soruyu Su Tanrısı sormuştu ama Zahel ona dönüp bakmadı. Gözleri benim üzerime sabitlenmişti. "Bardakta zehir var." dediğinde nerdeyse gözlerim yerinden çıkacaktı. Şok içinde ona bakarken Su Tanrısı hızlı bir hareketle Zahel'in önünde duran bardağı alıp kokladı. "Gerçekten de zehir var." dediğinde Zahel hariç hepsi bir anda ayağa kalktı. Bense şaşkın şaşkın olduğum yerde öylece duruyor neyden bahsettiklerini anlamaya çalışıyordum.

Nihayet Zahel de ayağa kalktığında kalbim duracak gibi hissettim. "Yakalayın!!" emriyle birlikte koşarak çıka gelen iki muhafız kollarıma girdiğinde içimi müthiş bir korku sardı. "Zindana götürün!" muhafızlar beni peşi sıra sürüklerken ağzımı açmaya fırsat dahi bulamamıştım.

 

Loading...
0%