Yeni Üyelik
26.
Bölüm

25. BÖLÜM

@aquilajk_1903

 

 

"Geceyi seyrede seyrede öğrendim ki ışık insanın içinde yanmıyorsa yüzüne vurmuyor."

 

Şükrü Erbaş

 

Gökyüzünü incelerken hissettiğim duygulardan dolayı aklıma Şükrü Erbaş'ın sözü gelmişti. Benim içimde hiçbir zaman ışık yanmamıştı. Gökyüzünü aydınlatan yıldızlar gibi içimde bir ışık besleyememiştim...

 

Nice anılar... Nice acılar... Nice sevdalar... Nice hayatlar gömüyorduk. Bir şehir, bir manzara, büyükçe birden fazla anlamlar... O kadar acı olaylar, kayıplar sindiremeyince bir tek manzaraya bakar oluyorduk. Herkes anlayamazdı...

 

Küçüklüğümden beri böyleydim. Gece oturur manzarayı, gökyüzünü izlerdim. Derin düşünceler içerisinde...

 

Kapının tıklama sesini duyunca düşüncelerimden sıyrıldım. Akşam akşam kim gelmişti? Fırat değildi, o öküz direkt girerdi. Kimseyi görmek, konuşmak istemediğim için umursamadım. Ben ses vermeyince kapı açıldı.

 

"Müsait misin, yenge?" Yenge kelimesini duyunca gelenin Dicle olduğunu anladım. Ben kızdıkça inatla bana yenge diyordu. Abisine yaptıklarımı da görmüştü. Korkmuyor muydu, sinirlenip ona da bir şey yapmamdan?

 

"Değilim" Dönüp bakmamıştım. Ayak seslerinden yanıma geldiğini anladım. Yanımdaki sehpaya bir tepsi bırakmıştı. Akşam yemeğini zaten konağın çalışanları getirmişti. Niye tekrar getiriyordu? Kafamı çevirip baktığımda tepsinin üstünde iki fincan kahve ve çikolatalar vardı. Anlamsızca Dicle'ye baktım.

 

"Şey, sıkıldım da belki sende sıkılıyorsundur diye kahve yaptım, sohbet ederiz diye"

 

"Sıkılmıyorum, ben" Tekrar izlediğim manzaraya odaklandım. Yanıma sandalye getirip oturdu. Yüzü de mi kızarmıyordu? Yanımda istemediğimi belli etmeme rağmen hâlâ gelip oturuyordu. Sehpada duran okuma kitabımı eline alıp incelemeye başladı. Sanki anlayacaktı...

 

"Kitap okumayı çok seviyorsun galiba" En iyisi cevap vermemekti. Sıkılır, giderdi.

 

"Abimde çok sever. Çalışma odasında büyük bir kitaplığı var" İhtiyacım olan en önemli şey sabırdı.

 

"Ne yapayım? Sordum mu?" Bozulduğunu belli etmeden konuşmasına devam etti.

 

"Konu açılınca söylemek istedim"

 

"Farkındaysan ben konuşmuyorum. Sen kendi kendine konuşuyorsun!"

 

"Amacım seni kızdırmak değil"

 

"Amacın her neyse beni kızdırıyorsun!"

 

"Özür dilerim"

 

Bir süre sessiz sessiz benimle birlikte dışarıyı izledi. Ara ara kahvesinden içiyordu.

 

"Soğumadan iç, istersen" Ne kadar içmemek için dirensem de canım çekmişti. İnadımı yenip fincanı elime alarak kahveden bir yudum aldım. Uzun zamandır kahve içmemiştim. Halbuki kitaplarımı kahvesiz okumazdım... Bu konakta kendilerine muhtaç olduğumu görmesinler diye inip mutfaklarından su bile almıyordum.

 

"Şey, kızmazsan. Bana da okumam için bir kitap verebilir misin?" Kaşlarımı çatarak baktım.

 

"Az önce abinin büyük bir kitaplığı olduğunu söyledin. Oradan oku!"

 

"Oradakilerin hepsini okudum"

 

"O zaman git yeni kitaplar al"

 

"Ben, alamıyorum"

 

"Ne demek alamıyorsun?"

 

"Bizimkiler okumama karşı da" Kafasını eğmiş, çekingen bir ses tonuyla konuşmuştu.

 

"Abin medeni insanmış gibi davranmayı biliyor da okumana mı karşı geliyor?" Derin nefes alarak konuşmaya başladı.

 

"Babam ortaokul biter bitmez eve kapattı beni. Liseyi bile okumama izin vermediler. Ablam da okumamıştı. Annem; ablan okumadıysa sende okuyamazsın, dedi. Babam da buralarda kız çocuğunun okuduğu nerede görülmüş, dedi. Abim karşı çıktı, okumam için direndi ama onu da dinlemediler"

 

"Geri kafalı oldukları her hallerinden belli zaten"

 

"Kitapları da geceleri gizlice okuyorum. Bir kere anneme yakalanmıştım. Kitabı yırttı, attı. Bunları okuya okuya kafa yapın değişiyor diye azarlamıştı" İçimde Dicle'ye karşı bir acıma duygusu oluşmuştu. Bu duygunun oluşmasını hiçbir şekilde istemiyordum ancak duygularım aklımdan bağımsız hareket ediyordu.

 

"Töre diyerek kurdukları dünyadan uzaklaşmandan korkmuşlar" Cümlemi alayla söylemiştim.

 

"Haklısın, yenge. Töre cehaletleri yüzünden onlarca insanın başını yakıyorlar" Dicle'nin böyle bilinçli konuşması beni şaşırtmıştı.

 

"En büyük örneği ben"

 

"Ve abim..." Verdiği cevaba karşılık sessiz kaldım. Kahvem bitmişti. Fincanı tepsiye koyarken 'eline sağlık' desem mi diye düşündüm. En sonunda vazgeçtim. Gerek yoktu. İyilik hak etmeyen bir ailenin kızıydı, sonuçta.

 

"Sen okudun mu?" Sorduğu soruya,

 

"Evet" cevabını verdim.

 

"Lise bitene kadar mı okudun?" Kız yüz bulmuş, soru sormaya başlamıştı.

 

"Üniversiteyi de okudum" Şaşkınlıkla bana baktı.

 

"Ciddi misin?"

 

"Evet. Benim ailem seninkiler kadar geri kafalı değil"

 

"Ne güzel bir şey bu. Peki hangi bölümü, hangi üniversitede okudun?"

 

"Türk Dili ve Edebiyatı, Dicle Üniversitesi"

 

"Demek o yüzden kitaplara bu kadar bağlısın"

 

"Edebiyat bölümü okumakla kitaplara bağlanmanın bir alakası yok" Aldığı cevapla bir süre sustu. Susması işime gelmişti. Başım ağrımaya başlamıştı. Sohbet çekecek değildim.

 

"Dicle Üniversitesi'ne ailenden dolayı mı gittin, yoksa puanından dolayı mı?"

 

"Türkiye genelinde derece yapmıştım. Ancak abilerim şehir dışına göndermek istemediği için Dicle Üniversitesi'ne gitmek zorunda kaldım"

 

"En azından okumuşsun. Buna da şükür"

 

Ailem geri kafalı olsa da okumama karşı çıkmamışlardı. Sadece abilerim şehir dışına göndermemiş, ne okuyacaksan Diyarbakır da oku demişlerdi. İlk başlarda Hacettepe'de okumayı çok istemiştim ancak başka çarem olmadığı için Dicle Üniversitesi'ne gitmiştim. Oradan da daha bu yaz mezun olmuştum.

 

Dicle'yle biraz daha muhabbet etmiştik. Sohbeti nedense iyi gelmişti. Kendi derdini anlatması içimde ona karşı acıma duygusu oluşturmuştu. Bu aileden birisine değil acımak, su dahi vermek istemiyordum ancak Dicle de farklı bir hal sezmiştim. Yanımdan giderken dayanamamış kahve için teşekkür etmiştim ve okuması için de çok sevdiğim bir kitabımı vermiştim. Yüzünde mutluluk ifadesi ile gitmişti.

 

Saatin geç olduğunu görünce yatağımı hazırladım. Uykum da gelmeye başlamıştı. Yatağın içine girdiğim sıra kapı açıldı. Fırat odaya öksürerek girdi. Boğazını yırtmak istercesine öksürüyordu. Ayrıca ağzını da kapatmadan öksürüyordu. Bu durum sinirimi bozmuştu.

 

"Ağzını kapatsana!" Baygın bakışlarıyla baktı. Yorgun ve halsiz görünüyordu.

 

"Çemkirmeden konuş" Yorgun olduğu sesinden belli oluyordu.

 

"İstediğim gibi konuşurum! Ağzını kapat, mikroplarını odaya saçma!"

 

"Senle uğraşacak halim yok" diyerek banyoya girdi. Aman, bende çok meraklıydım sanki. Defolsun, cehenneme kadar yolu var.

 

Arkamı döndüm, gözlerimi kapatıp kendimi uykunun kollarına bıraktım.

 

Sabaha kadar Fırat'ın öksürük seslerinden doğru düzgün uyuyamamıştım. Hasta mı olmuştu, yoksa zıkkımlanmış o yüzden mi öksürüp duruyordu anlamamıştım. Merak da etmiyordum, umrumda da değildi. Sadece beni rahatsız etmesine sinir olmuştum. Kafamı yastığın altına koyarak uyumaya çalışmıştım fakat öküzün böğürmesi resmen odada yankı yapıyordu.

 

Sabaha karşı sesi kesilince bir an öldü mü diye düşünüp ayağa kalktım. Sessizce yanına yaklaştım. Maalesef ki nefes alıyordu. Sessizliği fırsat bilip yatağıma geçtim, uyudum.

 

Gözlerimi kapının sesiyle açtım. Ben ayağa kalkamadan odanın içine birisi girdi ve sesin sahibi konuştu.

 

"Fırat, Kurê Min?" Fırat'ın annesi Kara Yılan gelmişti.

 

"Rojbaş, daye" Fırat cümlesi biter bitmez öksürmeye başladı. O sırada bende ayağa kalkmıştım. Kara Yılan önce bana sonra yerdeki yatağa baktı. Sonunda şaşkın bakışları yeniden beni buldu.

 

"Bu ne rezilliktir? Sen kocanın koynunda yatmıyor musun?" Fırat benim cevap vermeme fırsat vermeden yatakta doğrularak konuştu.

 

"Dayê, ben biraz hastayım. Ona da bulaşmasın diye yerde yattı" Beyefendi yalan makinesi olmuştu. Dakikada elli yalan sallıyordu. Annesi olacak kadın Fırat'ın cümlelerini duyar duymaz endişeyle oğlunun yanına koştu.

 

"Kurê Min! Kêşe çîyê?" Eliyle Fırat'ın alnına dokundu.

 

"Üşüttüm herhalde" Kara Yılan tekrar bana baktı. Gözlerinde öfke seziyordum.

 

"Kocan hastadır. Sen gelip haber vermiyorsun bize! Nasıl kadınsın, insan bir şeyler yapar iyi olsun diye!" Ya Sabır... Sabah sabah bela arıyordu.

 

"Doktora benzer bir halim mi var?"

 

"İnip süt kaynatmak da mı zordur!?"

 

"Evet, zor!"

 

"Karı olsan büyüğüne saygın olur!"

 

"Saygıyı hak eden son insanlar bile değilsiniz!" Üzerime doğru geleceği sırada Fırat kolundan tuttu.

 

"Dayê, dur hele. Arjin, sende terslik yapma"

 

"Hak edene hak ettiği gibi davranıyorum!"

 

"Tamam, Allah aşkına hasta hasta çekemeyeceğim!" Omuz silktim. Yerdeki yatağı toplamaya başladım.

 

"Dur, Kurê Min. Ben senin kahvaltını getireyim. Bir de kekik kaynatayım bir şeyciğin kalmaz"

 

"Tamam, dayê"

 

Annesi gitti. Bende yatağı topladıktan sonra banyoya üzerimi değiştirmeye girdim. Kazağımı giyerken Fırat İblis'inin sesini duydum.

 

"Telefonun çalıyor!" Kazağımı hızlıca giyip banyodan çıktım. Komodinin üzerindeki telefonumu alınca az önce arayanın Devran Abim olduğunu gördüm. Camın kenarına gittim, abimi aradım. İlk çalışta açtı.

 

"Rojbaş, Çavreşamın"

 

"Rojbaş, abi"

 

"Nasılsın, abisinin gülü?" Kara Yılan sinirlerimi bozmuş olsa da belli etmeyecektim. Yoksa abim gelir, konağı başına yıkardı. Abimin başı belaya girsin istemiyordum.

 

"Çok şükür, abi. Sen nasılsın?"

 

"Çok iyiyim, valla"

 

"Hayırdır inşallah?"

 

"Hayır tabi ya. Abin sözlendi. Bugün de nişanım var" Duyduğum kelimelerle Fırat'a baktım. O da bana bakıyordu. Hemen bakışlarımı dışarıya çevirdim. Fırat'ın da duyacağı şekilde konuştum.

 

"Çok sevindim senin adına, abicim. Bir ömür boyu mutluluklar diliyorum" Fırat'ın içten içe kudurduğunu tahmin ediyordum.

 

"Sağ ol, gülüm. Kahvaltı yaptın mı?"

 

"Yok, daha yapmadım"

 

"Tamam o zaman hazır ol gelip alıyorum seni. Yengeni de alacağız önce kahvaltı yaparız sonra da nişan alışverişi yapacağız"

 

"Ben gelmesem" Şehnaz'la vakit geçirmek istemiyordum.

 

"İtiraz yok. Hem yeni yengenle vakit geçirirsin" İtiraz etsem de dediğini yapacağını bildiğim için oflayarak kabul ettim. On dakikaya burada olacağını söyleyerek kapattı.

 

Telefonu koltuğa bırakarak dolaptan bir şal çıkardım. Aynanın karşısında şalımı takarken,

 

"Kimdi o?" diye sordu, Fırat.

 

"Sanane!"

 

"Düzgün cevap vermek doğana aykırı!" Şalımı taktıktan sonra ona döndüm.

 

"Şeytanlarla konuşmak doğama aykırı!" Bozulmuştu, bir şey diyemedi. Dolabı tekrar açarak içinden çantamı ve kabanımı aldım. Koltuğun üstündeki telefonumu çantamın içine koydum. Kabanımı giyerken İblis yine konuştu.

 

"Nereye gidiyorsun?" Sanane diyecektim ki vazgeçerek nereye gideceğimi söyledim.

 

"Abim ve küçük yengemle kahvaltı yapmaya gidiyorum"

 

"Azat Abinle mi?"

 

"Hayır, Devran Abim ve sözlüsüyle" Cevap vermek yerine yutkundu, bakışlarını kaçırdı. Onu acı çekerken görmek içime huzur veriyordu. Yüzümde gülümseme ile çantamı alarak kapıya doğru gittim. Kapıya birkaç adım kalmıştı ki kapı açıldı. Kara Yılan'la karşı karşıya geldik. Meraklı bakışlarıyla beni süzdü.

 

"Nereye?" Bu ailenin yapısında sorgulamak vardı. Zaten sinir oluyordum, sorgulayıcı yapıları ayrı delirtiyordu.

 

"Sanane!" Kelimemi heceleyerek söyledim.

 

"Vii, terbiyesiz! Sen utanmıyor musun kocan hastayken bir yerlere gitmeye?" Kocan diyordu, ya. Kocam falan değildi benim. Asla önemseyeceğim, düşüneceğim bir insan değildi.

 

"Oğlun değil mi? Bak kendin!" Karşılık vermesine fırsat vermeden hızlıca odadan çıktım.

 

Oğlu ayrı, anası ayrı, babası ayrı, kısacası tüm aile birbirinden beter, sinir bozucuydu. Söylene söylene aşağıya indim. Abim gelmiş, arabayla kapının önünde bekliyordu. Ön kapıyı açarak ön koltuğa oturdum. Abimle sarıldık.

 

"Özlemişim, be"

 

"Bende özlemişim" Arabayı çalıştırdı.

 

"Anlat bakalım, nasıl gidiyor?"

 

"Nasıl gitmesi gerekiyorsa" Bakışlarını yoldan çekti, bana baktı.

 

"Anlamadım? Sana bir şey mi yapıyorlar?"

 

"Yapamazlar, hiçbir şey. Sen anlat, senin nasıl gidiyor?" Yüzünde gülümseme belirdi.

 

"Valla ben hiç bu kadar mutlu olduğumu hissetmemiştim"

 

"Allah Allah?"

 

"He, ya. Kız çok güzel, beni kendisine çeken bir yapısı var"

 

"Sen yoksa aşık mı oldun?"

 

"Yok, be. Daha hemen ne aşkı ama yavaş yavaş aşık olacağımı biliyorum"

 

Yol boyunca abimin mutluluğunu dinledim. Onun mutlu olmasına sevinmiştim. Fakat içimde istemsizce üzüntü oluşmuştu. Sırf Fırat'tan intikam almak için arada Devran Abim'i yakmıştım. O Şehnaz'ı beğenmiş, aşık olmaya başlamıştı ama biliyordum Şehnaz hâlâ Fırat'ı seviyordu. Affet beni, abim... Seni istemeye istemeye intikam oyunuma alet etmiştim.

 

Şehnaz ve kardeşi Şilan'ı konaklarından alıp önce kahvaltı yapmak için bir restorana gitmiştik. Onların konağına gelince abim arka koltuğa oturmamı istemişti. Şehnaz'ın yanında oturmasını istiyordu. Bende kırmamış Şilan'la arka koltuğa oturmuştum. Kahvaltı boyunca fazla konuşmamıştım. Arada sorulara cevap vermiştim sadece. Şehnaz, gördüğüm kadarıyla abimle çok iyi anlaşıyordu. Sanki kırk yıllık aşıklar gibiydi. Abimde onun bu halleri karşısında etrafa mutluluk saçıyordu.

 

Benim anlamadığım Şehnaz, Fırat'a aşık değil miydi? Aşık olan insan sevdiğini hemen unutur muydu? Ya sırf ben varım diye mutlu olduğunu göstermeye çalışıyordu ya da gerçekten Fırat'ı unutmuştu.

 

Kahvaltıdan sonra annem ve Nursel Yengem'i de alarak nişan alışverişine gittik. Gitmek istemediğimi söylesem de abime dinletemedim. Elbise almak için bir mağazanın önünde durmuştuk. Mağazaya girerken annem,

 

"Fırat nasıl, berxamın?" diye sordu. Annemin sorusuyla Şehnaz'la göz göze geldik. Az önce abime aşık rolleri yapıyordu şimdi de Fırat'ı mı merak ediyordu? Kafamı eğdim, derin nefes aldıktan sonra anneme cevap verdim.

 

"İyi, anne" Hasta olduğunu söylemeye gerek duymadım. Önemsenecek bir insan değildi.

 

Saatlerce Şehnaz'ın nişan kıyafeti seçmesini bekledik. Alt tarafı bir abiye seçecekti. Bizi bu kadar bekletmesine ne gerek vardı? En sonunda koyu yeşil bir abiye de karar kılmış, bizde derin bir oh çekmiştik. Diğer gerekli eşyaları da aldıktan sonra beni Şeytanların Mabedi'ne bırakmışlardı. Ben arabadan inerken Şehnaz,

 

"Görüşürüz, Arjin" dedi. Gün boyu aramızda negatif enerji vardı. Mecbur kalmadıkça konuşmamıştık. Bende karşılık olarak,

 

"Görüşürüz" dedim.

 

İstemsiz adımlarımla odaya çıktım. İnsana istemediği şeylere mecbur bırakılmak nasıl da ağır geliyordu...

 

Odanın kapısını açıp içeriye girdim. Fırat yatakta yarı oturur haldeydi. Kafasını yatağın başlığına dayamış düşünceli halde duruyordu. Neyi düşündüğünü az çok tahmin edebiliyordum. Onu görmemiş gibi yaparak gardırobun yanına gittim.

 

"Neredeydin bu saate kadar?"

 

"Seni ilgilendirmez!" Çantamı ve kabanımı dolabın içine yerleştirdim.

 

"İlgilendirir!" Öksürerek konuşmuştu. Beter olsun. Kaşlarımı öfkeyle çatarak ona döndüm.

 

"Pardon? Ne hakla ilgilendiriyor?" Cevap vermeden önce komodinin üzerindeki sürahiden bardağa su doldurdu. Sudan birkaç yudum aldı, bardağı tekrar komodinin üzerine koydu.

 

"Kağıt üzerinde evli olsak da ne yaptığın beni ilgilendiriyor"

 

"İlgilendiremez!"

 

"Bana diyorsun ama senin anlaman kıt anlaşılan" Öksürdükten sonra konuşmasına devam etti ; "Her ne kadar istemesem de sorumluluğun bana ait"

 

Burnumdan soluyarak koltuğa oturdum. Daha fazla muhatap olmak istemiyordum. Her seferinde sinirlerimi bozmayı başarıyordu. Az kalmıştı, yakında kurtulacaktım. İçimdeki yangının bir kısmı sönmüş şekilde kurtulacaktım...

 

Fırat'tan ;

 

Kimseye zarar vermediği halde zalimce dövülen sokak köpeğinin çaresizliğinde hissediyordum kendimi. Ailesinin geçimi için kendini paralayan bir baba gibi sefil hissediyordum. Sefillik ve çaresizlik her yanımı kaplamış, vuslata hasret kalmıştım... Kavuşmalar nasipse mahşere kalmıştı...

 

Bugün yıllardır aşkından öldüğüm kızın nişanı vardı. Aşiretin Ağası ve Şehnaz'ın teyze oğlu olduğum için mecburen orada olmam gerekiyormuş. Eniştem aradığında hasta olduğumu söylesem de gelmen şart demişti. İçimdeki acıyla duşa girmiştim. Belki içimdeki acıyı rahatlatır sanmıştım. Yine yanılmıştım.

 

Duştan sonra takım elbisemi giydim. Aynadan kendimi inceledim. İnsanların koskoca Fırat Ağa dedikleri ben çökmüştüm. Deprem de yıkılmış bir binanın enkazı gibiydim. Kalbimin ağrısı ciğerlerime taşmış, ciğerlerimi ağrıtıyordu. Benimki üşütmek falan değildi, ben aşk hastalığına yakalanmıştım.

 

Banyodan çıktığımda odanın ortasında bekleyen Arjin'le karşılaştım. Hazırlanmış, bekliyordu. Kaşlarımı çattım.

 

"Hayırdır?" Aynı şekilde o da bana baktı.

 

"Anlamadım?"

 

"Niye hazırlandın?"

 

"Nişan için"

 

"Sen ne alaka?"

 

"Abimin nişanı olduğu için olabilir mi?" Ah, doğru ya... Akıl kalmamıştı. Sevdiğim kadın, evli olduğum kadının abisiyle nişanlanıyordu.

 

"İyi, gel hadi" Başka bir şey söylemeden odadan çıktım.

 

Annem ve Rojda Yengem önden babamla gitmişlerdi. Arjin ve Dicle de benle geliyorlardı. Dicle arka koltuğa oturmuş, Arjin'i de yanıma oturtmuştu. Sessiz geçen kısa yolculuk sonrası Şehnaz'ların konağına gelmiştik.

 

Konağa girip yukarı çıktık. Ben erkeklerin olduğu tarafa geçmiştim. Herkes gelmişti. Kapıdan girince tüm bakışları üzerimde hissettim. Eniştem oturduğu yerden kalkıp, yanıma geldi, tokalaştık.

 

"Bi xêr hatî, Fırat Ağa"

 

"Kêfa min jê hat, Zava" Eniştemden sonra diğerleriyle tokalaştım. Doğanlı Aşireti ve bizim aşiretin bir kısmı buradaydı. Doğanlı Aşireti'nin lideri Haşim Ağa yanına oturmamı istedi. İstemeye istemeye oturdum. Nefret ettiğim insanlardı. Arjin bizi babasının katili olarak görüyordu ancak onlarda benim abimin katilleriydi.

 

Yiyecek içecek eşliğinde sohbet edildi. Sohbetlere fazla dahil olmuyordum. Keyfim yoktu. Bundan sonra keyfim yerine gelir miydi, hiç bilmiyordum. Öksüreceğimi hissettiğimde cebimden mendil çıkarıp ağzıma tuttum.

 

"Geçmiş olsun, Fırat Ağa" Haşim Ağa'dan sonra herkes geçmiş olsun dedi.

 

"Sağ olun"

 

"Arjin iyi bakmadı mı sana?" Haşim Ağa gülerek sormuştu. Onun gülerek sorduğu soru sinirimi bozmuştu. En iyisi cevap vermemekti. Sessizliğimden utandığımı sandılar ama umursamadım.

 

Arjin'in bütün abileri buradaydı. Cüneyt denen it abisi tam karşımda oturmuş gülerek birileriyle sohbet ediyordu. Abimi gözünü bile kırpmadan öldüren it karşımda oturuyordu. Bir an şeytanı dinleyip boğazına yapışmak istedim.

 

"Geç olmadan yüzükleri takalım, hayde"

 

"Doğru dersin, Haşim Ağa" diyerek onayladı, Macit Ağa. Eniştem oğlu Serhat'a dönüp,

 

"Kurê Min, kadınlara haber et" dedi.

 

"Tamam, bavo"

 

Serhat yerinden kalkarak gitti. Birazdan Şehnaz'ı görecektim. Onu başka bir adamla hele ki düşmanım bildiğim bir adamla görmeye dayanabilecek miydim? Kalbim bunu kaldırabilecek miydi?

 

Birkaç dakika içinde kadınlar oturduğumuz büyük salona geldi. Şehnaz kapıdan girdiği an gözlerim onda tutuklu kalmıştı. Koyu yeşil bir abiye giymişti. Uğruna ölümü göze aldığım kahverengi gözlerini yaptığı makyaj ön plana çıkarmıştı. Benim bakmaya kıyamadığım o gözler şimdi başkasına bakıyordu. Söyle kalbim, nasıl dayanacaksın?

 

Erkekler de ayağa kalktı. Şehnaz ve Devran'ı yan yana salonun ortasına getirmişlerdi. İkisini yan yana görünce acıyla yutkundum. Haşim Ağa ve Macîd Ağa konuşma yaptılar. Haşim Ağa, Şilan'ın tuttuğu tepsiye elini yaklaştırmıştı ki aklına bir şey gelmiş gibi durdu. Sonra bana döndü.

 

"Yüzükleri sen tak, Fırat Ağa" Duyduğum şeyle neye uğradığıma şaşırmıştım. Ben bunu yapamazdım. Kalbim her şeye dayanırdı ama buna dayanamazdı.

 

"Estağfurullah, Ağam. Bana düşmez" Kafam eğik konuşmuştum. Onlara bakmaya dayanamıyordum. Her an kalbime yenik düşüp ortalığı birbirine katabilirdim.

 

"Düşer, düşer. Gel hele" Ettiğim itirazlar boşunaydı. Herkes Haşim Ağa'yı onaylamış, yüzükleri benim takmamı istiyorlardı. Bir kez daha boyun eğmiştim.

 

Şîlan'ın tuttuğu tepsiden kurdeleye bağlı yüzüklerden birini aldım. Ellerim titreye titreye Şehnaz'ın ince parmağına taktım. Kafasını eğmiş, yüzüme bakmıyordu. Diğer yüzüğü de Devran'ın parmağına taktım. Tepsiden kurdeleyi kesmek için makası aldım, kurdeleyi keseceğim sırada Şîlan kolumdan tuttu.

 

"Makas hemen kesmez, Ağam" dedi. Adetleri yerine getirmeye çalışırken beni de burada kanser edeceklerdi. Cebimden para destesi çıkardım. Yarısını çekip tepsiye bıraktım. Herkes şaşkınlıkla bakıyordu.

 

"Keser mi şimdi?" Şîlan şaşkınlığından kekeleyerek konuştu.

 

"Ke-keser, Ağam" Sert bir şekilde kurdeleyi kestim. Alkış sesleri yükseldi.

 

Kurdelenin kesilmesiyle kalbimde ortadan ikiye ayrılmıştı. Kalbim, 'Ben artık bütün değilim, beni bütün yapan iki yarımdan birisi gitmiş, tek yarımla kaldım' diyordu.

 

"Hayırlı olsun" Ağzımdan sadece bu sözcükler dökülmüştü. Daha fazlasını demeye, mutluluklar dilemeye dilim varmıyordu.

 

İkisine de nişan hediyesi olarak birer cumhuriyet altını taktıktan sonra yanlarından ayrıldım. Şehnaz'ın kokusunu almak bile ciğerlerimi yakmıştı. Daha acısı ne olabilir derken asıl en acısını şimdi yaşamıştım. Sevdiğim kıza başkasıyla nişanlanırken yüzüklerini ben takmıştım...

 

Yengelerinin yanında duran Arjin'le göz göze geldik. Gözlerinde zafer, mutluluk duyguları vardı. Acı dolu halime sevindiğine yemin edebilirdim. Keşke o gün tam kalbimin ortasından vursaydın, Arjin... Ölürdüm, bugün bu acıları yaşamazdım.

 

Ben denizdim o ise gökyüzüydü. Bakışmak mecburiyetimiz, kavuşmak imkansızımız olmuştu.

 

 

 

Loading...
0%