Yeni Üyelik
31.
Bölüm

30. BÖLÜM

@aquilajk_1903

 

 

Yoruluyordu insan, olduğu yere yığılıp ruhunu da bedenini de bırakıyordu. Derin düşüncelere daldıkça dalıyordu insan. Sonunda anlıyordu ki düşünmekten başka bir şey yapamıyordu. Ve anlıyordu ki, düşünmek her şeyden ağırdı. Ağırlığı altından kalkmak zordu...

 

Kafamın içinde bir işkence odası vardı. Beynimi içine hapsetmiş bir işkence odası... Ne sesi vardı, ne çığlığı. Ne de vücudumu yönetecek gücü kalmıştı.

 

Uçurumun dibindeydim. Kimseye elimi uzatamıyordum. Bu karanlıktan kurtulmak için çabalayacak son gücüm de tükenmişti. Düşmanlarımın, beni yangının içine atan insanların karşılarında duracak gücümü de çok görmüş elimden almışlardı. Solmuş bir çiçeği nasıl dalından koparıyorlarsa beni de öyle koparmış bir kenara atmışlardı.

 

Üniversiteye başladığım ilk seneydi, fakülteye girdiğimde tekerlekli sandalyede oturan bir genç görmüştüm. Bacaklarının üstünde birkaç kitap vardı, aceleyle sandalyesini sürmeye çalışıyordu. O an bu haliyle nasıl okula tek başına geliyor diye düşünmüştüm. Sonra aklımdan "engelini umursamadan bir şeyler için çabalıyor. Peki ben onun yerinde olsam ne yapardım?" diye düşündüm. Tabi ki de kendi soruma verdiğim cevap "Düşünmeye ne gerek var, Arjin. Sen tekerlekli sandalyeye mi muhtaçsın sanki" olmuştu. Şimdi anlamıştım ki; ne oldum dememeli insan, ne olacağım demeli...

 

Bana yıllarca mutluluk vermemek için direnen bu nankör şehirden de fazlasıyla bıkmıştım. Sadece bu şehirden mi? Ben her şeyden, herkesten bıkmıştım. Bana yaşamam gereken yılları zehir eden insanların hayatlarını zehir etmeye çalışmıştım, yine olan bana olmuştu.

 

Neden mutlu olduğum bir gün yoktu? Ruhumu öldürmüşken, bedenimi neden elimden almışlardı? Karşılarında güçlü durmamam için miydi? Söndürdükleri yaşam ateşinin külleri canlanıp onları yakmasın diye mi?

 

Çektiğim acıların en kötüsü neydi biliyor musunuz? Tecavüze uğramak... Hem de düşmanının planladığı intikam oyununun bir parçasıysa kötüden daha beterdi. Vursaydı, assaydı ama namusumu oyunlarına alet etmeseydi.

 

Herkese çok kızgındım. Aylar öncesinde beni düşmanlarımıza gelin verdiklerinde bile bu kadar öfkeli değildim. Yoğun bakımda gözlerimi açtığımda aklıma direkt bana yapılan bu kalleşlik gelmişti. Hesap sormanın zamanı değil diye susmuştum hastanede.

 

Uzandığım yataktan kalkmaya çalıştım ancak kollarım ve kafamdan başka hiçbir yerimi oynatamıyordum. Her zorluğun önünde diz çökmeyen bacaklarım... Şimdi kesilseniz hissedemeyecek hale getirdiler sizi. Bir ömür bu yatağa ve karşımda duran tekerlekli sandalyeye mahkum kalacaktım.

 

Ben kalkmak için çabalarken odamın kapısı açıldı. Cüneyt Abimdi gelen. Yüzündeki gülümseme ile yanıma yaklaştı.

 

"Nasılsın, Gulamın?"

 

"Kötüyüm" Az önce ki gülümseyen yüz ifadesinin yerini endişe aldı.

 

"Ne oldu? Ağrın mı var?" Sorduğu soruya istemsizce güldüm.

 

"Abi, ağrım olsa da hissedebilir miyim sence?" Söylediğim şeyle gözlerimin içine derin derin baktı.

 

"Şuan olmasa da hissedeceksin. Sadece ağrıyı değil, sıcağı-soğuğu her şeyi hissedeceksin" Kafamı yavaşça sağa sola salladım.

 

"Dediğin hiçbir zaman olma-" Cümlemi bitiremeden eliyle ağzımı kapattı.

 

"Şşş! Bir daha böyle şeyler dediğini duymayacağım, Arjin! Tedavi uzun da sürse, yorsa da sen ayağa kalkacaksın! Hatta eskisinden daha güçlü bir şekilde kalkacaksın!" Söylediklerini umut etmek o kadar zordu ki... Yavaşça elini ağzımdan çektim.

 

"Oturmak istiyorum, yardım eder misin?"

 

"Yemek yiyeceğiz, seni götürmeye geldim"

 

"Aç değilim" dememi umursamadan üzerimdeki battaniyeyi kaldırdı, kırılmaması gereken bir şeye özen gösterir gibi kollarının arasına alarak sandalyeye oturttu beni.

 

"İyileşmeye giden yol boğazdan gelir, Arjin"

 

"Kim diyormuş onu?"

 

"Ben diyorum" Gülerek arkama geçti ve sandalyeyi sürmeye başladı. İtiraz etmemiştim, çünkü aileme sorulacak bir hesabım vardı. Gidelim bakalım, sorduğum soruya nasıl cevaplar gelecek çok merak ediyordum.

 

Salona girdiğimizde herkesin köşedeki yemek masasında oturmuş bizi beklediklerini gördüm. Babaannem yine tüm heybetiyle baş köşeye oturmuştu. Diğer aile üyeleri de etrafına dizilmişti. Ben ve Cüneyt Abim eksiktik. Gerçi ben o masadan eksileli uzun zaman olmuştu.

 

"Benim kara gözlüm gelmiş" Devran Abim yerinden kalkarak yanıma geldi. Alnımdan öperek,

 

"Nasılsın, Çavreşamın?" dedi.

 

"İyiyim, abi" Cüneyt Abim babaannemin karşısına yerleştirdi beni. Ufak bir hal hatır sorma fasıllarından sonra salonda duyulan tek şey kaşık, çatal sesleri oldu. Önümdeki çorba bana, ben ona bakıyordum. Elimdeki kaşığı içine daldırarak düşünceler eşliğinde kaşığı çorbanın içinde oynatıyordum.

 

"Berxamin, yesene yemeğini" Annemin sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.

 

"Canım istemiyor"

 

"Olmaz öyle şey, yemen gerekir. Ye ki çabucak toparlan. Hem çorbanın içine hesti koydurdum, şifa olur sana" Söylediği şeyle yüzümü ekşittim, elimde tutmakta olduğum kaşığı bıraktım.

 

"Anne, benim sevmediğimi biliyorsun"

 

"Ama canım, kemik, et bunlar iyi gelirmiş sana" dedi, Nursel Yengem.

 

"Sevmiyorum" Çorbayı önümden ittirdim.

 

"Arjin, iyi olman için yemen lazım" Kafamı konuşan Azat Abim'e çevirdim.

 

"Ya iyi olmak istemiyorsam?" Ağzımdan çıkan kelimeler karşısında sanki herkes, her şey donmuştu. Ellerindeki kaşıklarla donmuş, yüzlerindeki şaşkın ifadeyle bana bakıyorlardı. Şaşkınlığını üzerinden ilk atan Devran Abim oldu.

 

"Anlamadım, ne dedin sen?"

 

"İyi olmak istemiyorsam ne olacak diyorum, abicim?"

 

"Kızım, o nasıl laf? Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?"

 

"İşitme duyumu kaybetmedim çok şükür"

 

"O zaman ağzından çıkana dikkat et bundan sonra" Devran Abim sinirlenmişti. Babaannem benim konuşmama fırsat vermeden araya girdi.

 

"Arjin'im, güzel torunum. Sen neden öyle dersin?"

 

"Yaşamak için umudu kalmayan her insan benim gibi konuşur"

 

"Arjin" Cüneyt Abim'in uyarıcı ses tonuna karşılık ne var der gibi baktım. Babaannem konuşmak için ağzını açmıştı ki, hemen konuyu değiştirdim.

 

"Neyse, konumuz bu değil. Size bir şey soracağım?"

 

"Sor, abicim" dedi, Cüneyt Abim. Diğerleri meraklı bakışlarını üzerime dikmişti. Konuşmadan önce gözlerimi yumarak derin bir nefes aldım. Gözlerimi açtığımda tek tek hepsine baktım. Bakışlarımı karşımdaki duvarda resmi asılı olan babama sabitleyince konuşmaya başladım.

 

"Yasir Kozan'ın bana tecavüz etmesi için adam tuttuğunu öğrendiğinizde bana neden söylemediniz!?" Kelimelerimi vurgulayarak ve tek tek söylemiştim. Bakışlarım tekrar sofradakileri bulduğunda az önce bana merakla bakan bakışlarını kaçırmışlar, yere bakıyorlardı. Sadece karşımda oturan babaannem kafasını eğmemiş hâlâ bana bakıyordu.

 

"Cevap verecek misiniz?"

 

"Kurban olduğum, yemin ederim ben bilmiyordum. Senin düştüğün gün öğrendim bende" İlk cevap veren annem olmuştu. Gözleri dolmuştu.

 

"Valla bende yalan olmaz biliyorsun. Bende o gün öğrendim" Rahşan Yengem'in ardından Nursel Yengem de,

 

"Bende bilmiyordum, canım benim" dedi. Üçüne de inanmıştım. Bilseler, hatalı olsalar, onlarda şuan susanlar gibi susardı. Sırayla babaannem ve abilerime baktım. Abilerimin kafası eğikti, babaannem de bana bakıyor ama konuşmuyordu.

 

"Devran Abi, sen cezaevine gelmiştin. Sana haber vermediğim için bana bağırıp çağırmıştın. Şimdi aynısını bende sana yapsam ne olur?" Kafasını kaldırıp bana çevirdi.

 

"O gün oruspu çocuğu Yasir Kozan'ın yaptırdığından haberim yoktu. Sonradan öğrendim"

 

"Öğrenince niye söylemedin?" Soruma cevap olarak sadece kafasını eğdi. Bende Azat Abim'e döndüm.

 

"Ya sen, senin haberin illa ki vardır. Sonuçta koskoca Doğanlı Aşireti'nin ağasısın. Her şeyi öğrenir, bilirsin. Sen niye söylemedin?"

 

"Aşiret büyükleri-" Söyleyeceği şeyi çok iyi bildiğim için susturdum.

 

"Aşiret büyükleri 'Arjin'in haberi olmasın, tatsızlık çıkmasın' dedi. Siz de yine karşı çıkmadınız" Şaşırmamıştım. "Yine şaşırtmadınız beni"

 

"Bir şeyi çok merak ediyorum" Kaşlarımı çatarak konuşmuştum. "Yasir Kozan'ın yaptırdığını öğrenince ne yaptınız? Yine sessiz mi kaldınız?" Son sorumu sorarken sesim tiremişti. Alacağım cevaptan çok korkuyordum. Lütfen, lütfen bu sefer yanıltın beni. Özellikle sen, Azat Abi. Sorduğum soruyla üç abimde aynı anda bana bakmış ve yine aynı anda cevap vermişlerdi.

 

"Ağzına sıçtık!" Onların tepkisine Rahşan Yengem kıkırdayınca annem öldürücü bakışlarını yengeme yolladı.

 

"Buna da sessiz kaldığımızı düşünmemişsindir inşallah" Azat Abim'in lafına alayla güldüm.

 

"En azından senin sessiz kaldığını sanmıştım" Azat Abim'in surat ifadesinden bozulduğunu anlamıştım.

 

"Yasir Kozan'ı abinlerin elinden zor aldılar. Bıraksalar Cüneyt öldürecekti" Babaannem sessizliğini bozmuştu.

 

"Gardiyan olacak puşta da gereken cezayı verdim zaten" Devran Abim kafası eğik halde konuşmuştu.

 

"Sağ ol abi, ya. Siz kendi ceza yöntemlerinizi uygulamışsınız da adalete niye teslim etmediniz? Adalet niye cezalarını vermedi?" Sorduğumda soru muydu? Kadınları diri diri yakan, boğazını kesen kalleşleri salıyorken, bu meseleyi umursar mıydı adalet? Gerçi ne hikmetse şansıma mesleğini layıkıyla yapan bir hakim denk gelmiş o kalleşi içeri tıkmıştı.

 

"Eğer, Yasir Kozan'ı hapse attırsaydık sen hâlâ hapiste olacaktın" Babaannemin dediklerini duyduğum an kan beynime sıçradı sanki.

 

"Bu ne demek ya? Babaanne sen ne diyorsun?" Babaannem yerine Cüneyt Abim cevapladı.

 

"Olanlar duyulunca iki aşiret Jiyan Ağa önderliğinde toplandı. Biz normalde ya öldürecektik ya da hapse tıktıracaktık. Jiyan Ağa da kendi usulüyle-"

 

"Sus, abi, sus! Yine töre dediler, benim başımı yaktılar. Beni o cehenneme tekrar götürdüklerinde vicdanınızda mı sızlamadı!?" Gözlerimden yaşlar dökülmeye başlamıştı.

 

"Arjin-" Devran Abim'in açıklamasını dinleyemeyecek kadar kırgındım. Üzerinde oturduğum tekerlekli sandalyeyi kendi çabalarımla çevirmeye çalışırken,

 

"Daha fazla dinlemek istemiyorum!" dedim, sesim titriyordu. Cüneyt Abim bana yardım etmek için ayağa kalkmıştı ki,

 

"Kendim hallederim!" diye bağırdım.

 

Zor da olsa odama kadar gelebilmiştim. Alışmam gerekiyordu artık. Mahkum olduğum sandalyeye alışmam gerekiyordu! Odama girince kapıyı elimle sertçe çarptım, sesi odamda bomba patlamışçasına gürültü çıkarmıştı. Gözyaşlarım sanki birinden kaçarcasına gözlerimden akıyordu. Ne olacağını umursamayarak sandalyenin yanlarından sıkıca tutundum, ani bir hareketle ayağa kalkmaya çalıştım. Kalkmamla kendimi yerde bulmam bir olmuştu. Lanet olsun, lanet olsun!

 

"YETER! BIKTIM ARTIK BU HAYATTAN!" Bir yandan bağırıyor bir yandan ağlıyordum. Düştüğüm yerden milim kımıldayamıyordum. "Yeter, yeter" Kollarımla yüzümü kapatmış, kriz geçirir gibi ağlıyordum. Odanın kapısı pat diye açıldı.

 

"Arjin" Korku ve hüzün dolu sesler...

 

Acı kendini ruhuma kodlamıştı. Ne yapsam değişmeyeceğini, ruhumdan koparamayacağımı biliyordum.

 

Bağırışlar, konuşmalar, ağlamalar... Hepsini kısık bir müzik fonu gibi duyuyordu kulaklarım. Gözlerimse direnmeye başlamış, yaşlarını akıtmamak için çabalıyordu. Omzumda birinin kolunu hissettim, düştüğüm yerden kaldırılıyordum. Bacaklarımdan da tutmuşlardır ama ben hissetmiyordum, hissedemiyordum... Yatağıma bırakıldığımda gözlerim yaş akıtmayı bırakmış, kendini uykuya teslim etmişti.

 

✬✬✬

 

Hayat böyleydi işte. Birine kötü anı yaşattıysa devamının gelmesini asla esirgemiyordu. Banada sadece beş yaşıma kadar güzel şeyler yaşamama müsaade etmiş, beş yaşındayken babamı elimden almış, sonrasında hiçbir derdi benden esirgememişti.

 

Yazar diyordu ki; "Hayatta öğrenilmesi en zor şey, geçilecek ve yakılacak köprüleri, birbirinden ayırt edebilmektir." Ben geçeceğim köprüleri bilsem acaba yine aynı durumda olur muydum? Sanmıyordum. Resmen gafil avlanmıştım. Yasir Kozan intikamıma karşılık kalleşçe bir intikam almaya çalışmıştı. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi beni sakat bırakmıştı. Kimsenin kullanmaya cesaret edemediği kelimeyi söylüyordum. Sakat kalmıştım...

 

Elimdeki kitabı başucumdaki sehpanın üzerine bıraktım. Dik duran kafamı yatağın başlığına yasladım, gözlerimi yumdum. Hayat benim için artık bundan ibaretti. Gerektiği zaman tekerlekli sandalyeye, gerekmediği zamansa yatağıma mahkumdum.

 

Kapı açılınca gözlerimi açma gereğinde bulunmadım. Kimin geldiğini merak da etmiyordum, umursamıyordum da... Geçen akşam olanlardan sonra odamdan çıkmamıştım. Konuşmak, insan yüzü görmek istemiyordum. Yanıma geldiklerinde konuşmam için direniyorlardı ama onlara kızacak gücüm bile kalmamıştı.

 

"Arjin, Keça min" Gelen babaannemmiş. Gözlerimi açtım. Kapının önünde kollarını arkasına atmış bekleyen babaanneme baktım.

 

"Buyur"

 

"Misafirin vardır, Keça min" Kaşlarım çatıldı, yüzümü meraklı ifadeler ele geçirdi.

 

"Kim?" Rukiye olamazdı. Daha dün İzmir'e gitmek zorunda kalmıştı. Merdivenlerden düştüğümü öğrenince İzmir'e gitmemiş, günlerce burada kalmıştı. Dünde zar zor gitmişti. Beni bırakmak istemiyordu, aslında varlığı bana iyi geliyordu. Ancak benim yüzümden düzeninin bozulmasını istememiştim.

 

"Müsade varsa buraya çağırıyorum" Kimseyi görmek istemiyordum. Omuz silktim. Babaannem olumsuz cevap vereceğimi bildiğinden konuşmamı beklemeden odadan çıktı. Çok geçmeden tekrar geldi. Arkasından Haşim Ağa girdi. Haşim Ağa'yı görünce bakışlarımı karşımdaki duvara çevirdim. Bir dakika... Haşim Ağa'nın arkasında birisi daha vardı. Tahmin ettiğim kişi değildir, umarım diyerek tekrar onlara baktım. Tahminim maalesef ki doğru çıkmıştı. Haşim Ağa'nın arkasından Fırat girmişti odama. Onun arkasından ise Dicle... Ne demeye geliyorlardı?

 

"Geçmiş olsun, Arjin Keça min" Haşim Ağa'ya sadece soğuk bir şekilde,

 

"Sağ ol" diye cevap verdim.

 

"İyisin inşallah?" Komik olmaya mı çalışıyorlardı?

 

"İyi gibi mi görünüyorum?" Haşim Ağa bozulduğunu belli etmeden,

 

"Hayırlısı ile iyi olacaksın inşallah" dedi.

 

"İnşallah" demişti, babaannemde.

 

"Biz salona geçelim, Şifa Hatun" Haşim Ağa ve babaannem odadan çıktılar. Dicle çekinerek yanıma yaklaştı, yatağımın kenarına oturdu.

 

"Geçmiş olsun, yenge" Yenge diyordu hâlâ... Sakin ol, Arjin. Sakin ol!

 

"Sağ ol" Sinirli bakışlarımı yüzüne dikmiştim.

 

"Nasılsın diye soracağım ama iyi olmadığını biliyorum"

 

"Nereden biliyorsun, Dicle? Sende mi felç kaldın? Sende benim gibi yatağa mahkum olduğun için mi biliyorsun?"

 

"Yok, ondan değil. İyi olmadığını hissedebiliyorum yani"

 

"Senin baban yüzünden iyi olmadığımı da biliyorsundur umarım" Dicle'nin yüzü kızarmış, kafasını eğmişti.

 

"Bi-biliyorum. Çok üzgünüm"

 

"Üzgün olman hiçbir şeyi değiştirmiyor" Dicle bir süre konuşamadı. Üzerine fazla mı gittim diye düşünmeye başladım. Elimde değildi, babası yüzünden felç kalmıştım. O da karşıma geçmiş beni anladığını söylüyor, içimdeki öfkenin kabarmasına sebep oluyordu.

 

"Şey, ben bir su içeyim" Dicle ayağa kalktı ve bir şey dememizi beklemeden gitti. Giderken kapıyı mı kapatmıştı o? Evet. Beni odamda İblis abisiyle yalnız bırakmıştı. Burnumdan solumaya başladım. Hayır yani madem o gitti sen niye burada yalı kazığı gibi dikiliyorsun?

 

Odada Fırat yokmuşçasına kafamı tekrar yatağımın başlığına yasladım, gözlerimi yumdum. Umursanmadığını anlar da gider inşallah. Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama ses, tıkırtı duymayınca gözlerimi açtım. Fırat duvara yaslanmış, kollarını birbirine bağlamış bana bakıyordu.

 

"Orada öyle dikilecek misin?"

 

"Bilmem"

 

"Sorunlu musun? Gitsene, ne bekliyorsun?" Kollarını birbirinden ayırdı. İki elini de ceplerine koydu. Bana bakmaya devam ediyordu.

 

"Bir insan hiç mi değişmez?" Ne saçmalıyordu yine?

 

"Pardon?"

 

"Diyorum ki, dobralık senin kanına işlemiş" Demek istediğini anlayamıyordum. Kaşlarımı çattım.

 

"Kelime oyunu yapma! Ne söyleyeceksen açık açık söyle!" Ellerini ceplerinden çıkardı, yatağıma doğru yaklaştı. Ben ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışırken ayak ucuma oturdu, bakışlarını yüzümde sabitledi ve konuşmaya başladı.

 

"Bir insan normalde ne kadar ters olursa hastayken bunun zıttı olur diye biliyordum. Maalesef bu sende geçerli değilmiş" Kaşlarım çatılmaktan saçıma yapışacaktı artık.

 

"Yani?"

 

"Zekisin sanıyordum, yanılmışım"

 

"Kes boş yapmayı!"

 

"Az önce Dicle seni anladığını ifade etmeye çalışıyordu. Kız sana iyi niyetle yaklaşıyor. Ama sen ne yapıyorsun? Yine terslemek. Cidden merak ediyorum bir saniye bile birisine ters davranmasan ne yaparsın?" Anlaşılan beni çıldırtmaya gelmişti.

 

"Seni boğabilirim mesela"

 

"Şaşırmayacağım bir cevap oldu" Omuz silktim. Bu sefer de ben kollarımı birbirine dolamıştım. Bakışlarımı da yatağımın solundaki pencereden dışarıya çevirdim. Tül perdeden net olmasa da gökyüzü görünüyordu. Gökyüzündeki ufak karartıdan bir kuşun uçtuğunu anladım. O kuşun yerinde olmak için nelerimi vermezdim... Tek derdim yiyecek ve barınacak yer bulmak olurdu. İnsani dertlerim olmazdı. Keşke kuş olsaydım, gökyüzünde özgürce, dertsiz tasasız uçabilseydim... Düşüncesi bile huzur vermişti.

 

"Özür dilerim" Duyduğum sesle daldığım düşüncelerden uzaklaştım. Halen ayak ucumda oturmakta olan Fırat'a baktım.

 

"Anlamadım?"

 

"Babamın yaptığı iğrenç şeyler için özür dilerim" Kulaklarım mı yanlış duyuyordu yoksa Fırat gerçekten özür mü diliyordu? Neyse, şaşkınlığımı belli etmemeliydim.

 

"Özür her şeyi hallediyor mu?"

 

"Bazı şeyleri halletse de birçok şeyi halledemiyor. Kendimi sorumlu hissettiğim ve içime dert olduğu için özür dilemek istedim" İblis kendini kötü hissedebiliyor muydu? Veyahut görgü kurallarını bilir miydi? Benim bildiğim İblis kötülüğün daniskasını yazmıştı.

 

"Merak etme, babam hapiste cezasını çekecek. Yaptığı kötülükler yanına kalmayacak" Alayla güldüm.

 

"Aşiretiniz ne yapar eder çıkarır"

 

"Öyle bir şey olmayacak. Ağa benim, ben ne dersem o olur. Ve babamın cezasını çekmesini istiyorum. Sözümün üstüne söz söyleyemezler" Şoktan şoka girmiştim. İblis, evrim mi geçirmişti ne olmuştu.

 

"Senin ateşin mi var?" Kaşları çatıldı, anlamadım dercesine baktı. "Senden bu lafları duymak tuhaf"

 

"Neyse, düşünme bunları. Fizik tedaviye ne zaman başlıyorsun?"

 

"Pazartesi"

 

"Düşünme hiçbir şey, sadece tedavine odaklan" Ayağa kalktı.

 

"İblis'ten tavsiyeler" Sabır dercesine kafasını sağa sola salladı.

 

"Geçmiş olsun. Bir şeye ihtiyacın olursa haber verirsin" Senden bir yudum su bile istemem diyecektim de vazgeçtim. Tartışma çekecek halim yoktu. En iyisi cevap vermemekti. Arkasını döndü, kapıyı açtığı sırada,

 

"Dicle'ye gitmeden yanıma uğramasını söyle" dedim. Bana döndü,

 

"Emredersin" dedi ve gitti. Kibarlık yapacağım son insandı kendisi.

 

Dicle hemen gelmişti, yanıma. Yanıma yine çekingen adımlarla yaklaştı. Oturmamış, ayakta bekliyordu.

 

"Yenge, beni çağırmışsın" Yenge dedikçe sinirlerim zıplıyordu. Şeytan odadan kov diyordu. Şeytanı dinlemeyecek, sakin kalacaktım.

 

"Kusura bakma" Kelimeler ağzımdan istemsizce çıkmıştı.

 

"Ne için?"

 

"Az önce biraz sert çıkıştım. İyi değilim, istemsizce ters davrandım sana da" Yüzünde tebessüm oluştu.

 

"Estağfurullah. Kusuruna bakmam senin. Sen iyi ol yeter benim için"

 

"Sağ ol"

 

"Bir isteğin yoksa biz gidiyoruz"

 

"Abini cehenneme bırakmayı unutma"

 

"Anlamadım, yenge?" İçimden söylediğim şeyi yanlışlıkla dışımdan söylemişim. Dengem tamamen şaşmıştı.

 

"Yok, bir şey istemiyorum"

 

"Dikkat et kendine. Ara ara geliriz ziyaretine"

 

Gelmeyin, istemiyorum. İnsan yüzü görmek, insan sesi duymak istemiyorum artık. İnzivaya çekilip ölümü beklemek istiyordum.

 

Dicle'ye ters davrandığımı Fırat söylemeden önce anlamıştım zaten. Hem yenge demesi canımı sıkmıştı hem de başkasının bana acımasından hele ki düşmanımın acıması, iyi niyetle yaklaşması delirtiyordu beni. Beynim kendi bildiğine göre hareket etmiş, Dicle'ye özür dilerim yerine kusura bakma demişti. Yok, zaten özür dileyerek kendimi güçsüz veya yumuşak gösteremezdim.

 

İnsanların gözünde güçlü ve dobra görünmekten başka çarem yoktu.

 

Fırat'tan ;

 

Arjin'i o halde görmek içimi sızlatmıştı. Sadece Arjin değil, kimi öyle görsem üzülüyordum. Özgürce yürümek, koşmak varken insan kımıldayamadan yatağa mahkum kalıyordu.

 

Hasta olan insan sakin ve uysal oluyordu benim bildiğim. Hastalık, Arjin'in huylarına gram etki etmemişti. Onların konağına giderken uysal bir Arjin'le karşılaşacağımı düşünmüştüm. Hanımefendi sağ olsun düşüncelerimin zıttını gerçekleştirmişti.

 

Arjin'in yanından çıktıktan sonra Dicle'yi konağa bıraktım. Şirkete doğru yol almışken telefonum çaldı. Sağ elimi direksiyondan çekerek cebimden telefonumu çıkardım. Arayan Şilan'dı. Birkaç saniye anlamsızca telefona bakakaldım. Karşıdan gelen arabanın korna sesiyle kendime gelerek aramayı meşgule aldım. Konuşacak hiçbir şeyim yoktu artık.

 

Meşgule almamı umursamayarak tekrar aradı. Konuşmamakta kararlıydım, o aradıkça meşgule aldım. En sonunda sinirlendim ve dayanamayarak açtım.

 

"Ne var, Şilan?" Ses tonum yüksek çıkmıştı.

 

"Fırat Abi, konuşmamız lazım"

 

"Benim konuşacak bir şeyim yok!"

 

"Önemli bir konu ve acil konuşmamız gerek" Pes ederek burnumdan nefes verdim.

 

"Söyle ne diyeceksen!"

 

"Telefonda olmaz. Yüz yüze konuşmamız lazım"

 

"Konu ne?"

 

"On dakikaya bizim evin aşağısındaki araziye gelebilir misin?"

 

"Gelirim" diyerek telefonu kapattım. Konunun ne olduğunu söylememişti ama salak olmadığım için anlamıştım. Şehnaz'la ilgili konuşacaktı kesin, başka ne konuşabilirdi zaten.

 

On dakika geçmeden dediği yere gelmiştim. Arabadan indim, Şilan'ın gelmesini bekledim. O da fazla bekletmeden gelmişti. Gelirken bir yandan arkasına bakıyordu. Kimse görsün istemiyordu galiba. Buralarda bir kadınla erkeği yalnız görmek hoş karşılanmıyordu. O da bundan dolayı çekiniyordu. Yanıma yaklaştığında,

 

"Ne söyleyeceksen çabuk söyle!" dedim. Sesim sert çıkmıştı. Hak ettiği gibi davranıyordum. Daha birkaç hafta önce köpek azarlar gibi beni azarlamış, ablasının duygularımla oynaması karşısında sesini çıkarmamıştı. Kendisinin de ablasının da gözümdeki değeri sokak köpeği kadar kıymetli değildi artık.

 

"Geçen gün ablamla konuşmuşsunuz" Karşımda dikilmiş, ciddi yüz ifadesiyle bana bakıyordu.

 

"Evet, ne oldu? Ablanı mı savunmaya geldin?"

 

"Doğru olanı söylemeye geldim"

 

"Yani, 'ablam senin duygularınla oynadı' demeye mi?"

 

"Öyle bir şey yok!" Sesi yüksek çıkmıştı, hemen kendini toparlayarak konuşmasına devam etti, "Tamam ilk başta sevmiyordu seni, yalan yok. Ama son zamanlarda sevmeye başlamıştı. Gerçekten aşk evliliği olacak bizimki diyip duruyordu. Ta ki sen Arjin DOĞANLI ile evlenene kadar... Sizin evlendiğinizi duyunca dünyası başına yıkıldı. İçinde sana karşı beslemeye başladığı sevgi de senin evlendiğin gün öldü"

 

"İlk başta duygularımla oynadığını değiştirmez bunlar"

 

"İnkar etmiyorum, en başında öyleydi. Ama gerçekten ablam seni sevmeye başlamıştı"

 

"Ağa olacağım içindir"

 

"Hayır, saf duygularıyla seviyordu"

 

"Şilan! Bunları söylemek için geç kalmadınız mı? Ne diye söylüyorsun artık?"

 

"Ablamı kötü bilme diye. Ona kızdığın günden beri iyi değil. O gün eve geldiğinde ağladı bile"

 

"Benim kanayan yüreğimin yanında onun döktüğü gözyaşları hiç kalır"

 

"Ablamın en başında hata yaptığını, kendi saçma hayalleri yüzünden senin duygularınla oynadığını düşünebilirsin. Hak veriyorum sana, ama lütfen ablamı kötü hatırlama. Geç de olsa o sevdi seni" Benim cevap vermediğimi görünce konuşmasına devam etti.

 

"Nefret mi ediyorsun ablamdan?"

 

"Nefret edecek kadar bile gözümde değeri kalmadı. Benim için Şehnaz defteri kapandı. Bir daha bu konu için rahatsız etme beni!"

 

Şilan'ın tek kelime etmesini daha dinlemeden arabaya bindim, gaza basarak oradan uzaklaştım. Hangi yüzle gelip 'ablam seni sevdi' diyebiliyordu? Sevmiş olsa bile ilk başta 'seni seviyorum' diyerek kandırmamış mıydı beni? Ben, bana bunu yapan kadını nasıl affedebilirdim? Affedemezdim... Benim saf, masum duygularımı saçma hayalleri uğruna kullanan kadını affedemezdim.

 

Affetmeyecektim ama beddua da etmeyecektim. Senin adına tek isteğim, mutlu ol. Hem de çok mutlu ol... Seni benim sevdiğim kadar kimse sevemez fakat yine de çok sevil, Şehnaz...

 

 

 

 

Loading...
0%