Yeni Üyelik
45.
Bölüm

44. BÖLÜM

@aquilajk_1903

Yüzüme değen dudaklar uyanmama neden olmuştu. Zoraki açtığım gözlerimin görüş alanına Fırat girdi.

 

"Ne yapıyorsun?" Bir yandan esniyordum.

 

"Hatunumu uyandırıyorum" Ve yanağıma bırakılan bir öpücük...

 

"Öperek mi uyandırıyorsun?" Muzipçe sırıttı.

 

"Bundan sonra böyle, Çavreşamın" Alnıma bahşettiği öpücüğün devamı gelmeden yataktan kalktım.

 

"Öpücüklerinin sonu iyi bitmiyor. En iyisi seslenerek uyandırman" Attığı kahkaha odada yankılandı.

 

"Oruç olmasaydık şuanda dediğin olacaktı. Neyse, akşam devam ederim"

 

"Aklın fikrin biraz işinde olsun. Saat kaç olmuş daha yatıyorsun" Konuyu değiştirmekte üstüme yoktu. Kalkıp yanıma yaklaştı.

 

"Geç uyanmamın sebebi sensin" Kısık sesle konuşurken yüzüme nefesini bırakıyordu. Bu durumda titrememe sebep oluyordu.

 

"Ben ne yaptım, sanki?" İçsel titreyişimi konuşarak bastırmaya çalışıyordum. Sağ kaşını havaya kaldırdı.

 

"Gece yarısına kadar yordun beni, sonra da sahur derken haliyle bu saate kadar uyudum" Başımı dikleştirip ellerimi belime koydum. Karşısında cüce kalsam da umursamamıştım.

 

"Kusura bakmayın ağam, madem sizi yoran benim bundan sonra tek başınıza başka odada uyursunuz!" Sesimi de duruşum gibi net çıkarmıştım. Maalesef ki ciddiyetimi burnumu sıkıp gülen Fırat bozdu.

 

"Küçük boyunla bana mı dikleniyorsun?" Gülüşü karşısında gülmemek için zor duruyordum.

 

"Önemli olan boy değil, canım. Misal, kavak ağacında da boy var ama akıl yok" Hayranı olduğum gözleri parıltısıyla beraber büyüdü.

 

"Canım? Canım mı dedin bana?" Söylediklerimden sadece öylesine kullandığım bir kelimeye takılmasıyla kendimi tutamamış gülmüştüm.

 

"Öylesine söyledim. Buna mı takıldın?" Suratını astı.

 

"Öylesine söyledin demek.. Bana ilk defa ismim dışında güzel bir hitapla seslenince sevinmiştim" Arkasını dönerek banyoya girdi. Olduğum yerde bakakalmıştım.

 

Yüzümdeki gülüşü silerek koltuğa oturdum. Halbuki kırılacağı bir şey söylememiştim. Gönlünü almak lazımdı. Ama nasıl?

 

Fırat dolaptan takım elbisesini alıp banyoya tekrar girerken ben sessiz sedasız koltukta oturuyordum. Çok geçmeden takım elbisesini giyip çıktı. Yüzüme bakmadan,

 

"Görüşürüz" diyip odadan çıktı. Ciddi ciddi kırılmıştı. Ayarsız dilim! Öylesine söyledim, demeyecektin. Adam her cümlesinde seni sevgi sözcüklerine boğarken sen canım kelimesini mi çok gördün, aptal dilim?

 

Hızla sabahlığımı üzerime geçirip dışarı çıktım. Şükür, Fırat henüz konaktan çıkmamıştı. Etrafa ve yukarı bakındım, görünürde kimsenin olmadığına emin olunca Fırat'la aramdaki mesafeleri kapatıp arkadan sarıldım. Kulağına kısık sesle,

 

"Hayırlı işler, behna dilemin" dedim. Birkaç saniye şaşkınlığın verdiği etkiyle dondu, kaldı. Sonra yavaşça bana döndü, ellerini belime doladı. Alnını alnıma yaslarken,

 

"Tekrar söyle" dedi. Belimi sardığı ellerinden kurtuldum.

 

"Benim ağzımdan laf bir kere çıkar" Çarpık gülüşünü görünce arkamı dönüp odaya doğru ilerledim.

 

"O lafını akşam söylettirmezsem bana da Fırat Ağa demesinler" Odaya girmeden Fırat'a meydan okurcasına baktım.

 

"Görüşürüz, Fırat Ağa"

 

Saat öğleni geçince odada sıkılmış kütüphaneye çıkmıştım. Görünürde Elif Abla ve Dicle yoktu. Ya uyuyorlardı ya da salondalardı. Salona bakmaya tenezzül etmedim. Fırat'ın annesi Ünzile Hanım'ın fesat bakışlarına ve laflarına maruz kalmak istemiyordum. Sırf Fırat'ın hatırı için karşısında sessiz kalıyordum. Kadına 'hanım' bile diyordum. Ne alıp veremediği varsa her seferinde sinirimi bozacak cümleler kuruyordu.

 

Yine okuduğum bir kitapla dış dünyadan soyutlanmıştım. Kitabın tanımı kesinlikle huzur olmalıydı. Okurken verdiği rahatlamayı hiçbir şey vermiyordu. Kitaplar ve Fırat'la yaşamak benim için yeterliydi, sanırım. Çünkü bana huzur veren; Fırat ve kitaplardı...

 

"Kuzum, müsait miydin?" Kitaba kendimi kaptırdığımdan açılan kapıyı duymamıştım. Elif Abla'nın sesiyle daldığım kitap aleminden uzaklaştım. Kapının önünde bekliyordu.

 

"Buyur, abla. Müsaitim tabi" Gülümseyerek kapıyı kapattı. Huzur veren bir diğer kişi de Elif Abla'mdı.

 

"Nasılsın, kuzum? Kaç gündür oturup konuşamadık"

 

"Mutluyum"

 

"Halinden belli oluyor" Samimi gülüşü içimi ısıtmıştı. "Anlat bakalım, geçen akşam ne oldu?"

 

"Hangi akşam?"

 

"Malabadi Köprüsü'ne gittiğiniz akşam?" Şaşkınlıkla baktım. Oraya gittiğimizi nereden biliyordu?

 

"Fırat mı anlattı?"

 

"Yok, canım. Batuhan Dicle'ye çıtlatmış bir şeyler"

 

"Yemin ederim, ikisi birbirini bulmuş. Tencere kapak misaliler" Kahkahaları arasında,

 

"Yakışıyorlar birbirine" dedi.

 

"Özellikle çeneleri konusunda" Bende gülüyordum. Elif Abla'mın gözleri sağ elime kayarken eliyle yavaşça parmağımdaki yüzüğe dokundu.

 

"Olması gerekeni yapmışsın, Arjin'im"

 

"Umarım doğru olanı yapmışımdır" Elini bacağıma koydu, gözlerimin içine baktı.

 

"Yaptın, kuzum. Kafanı karıştıracak düşünceleri yok et. Sana mutluluk yakışıyor. Mutluluğu da Fırat'ın yanında buluyorsun"

 

"Haklısın, abla. Bir kelimesi bile ayaklarımı yerden kesiyor. Resmen kuş olup uçacak gibi oluyorum" Başını hafifçe yana eğdi, gülüşü hâlâ yüzündeydi.

 

"Anlattığın sevginin tanımı, biliyorsun değil mi?" Bildiğim halde kendime itiraf edemiyordum.

 

"Evet" Kafamı eğerken sorusunu cevaplamıştım.

 

"Rabbim mutluluğunuzu daim etsin inşallah, güzel kızım"

 

"Amin, ablam" Sohbetimiz devam ederken telefonuma bildirim gelmişti. Telefonu sehpanın üzerinden aldığımda gelen bildirim Fırat'ın mesajıydı.

 

"Gerçekten nefesin miyim?" Sabah söylediğimi unutmamıştı. Artık günlerce dilinden düşmezdi.

 

"Şirket senin yüzünden iflas edecek. Biraz işine odaklan!" Cevabımı yollar yollamaz saniyeler içinde tekrar mesajının bildirimi geldi.

 

"Benim tek odağım sensin, Çavreşamın" Mesajını okuyunca gülümsememek için dudağımın kenarını ısırdım. Bu tür sözlere alışkın değildim. Nasıl karşılık vereceğimi ve ne hissedeceğimi bilemiyordum. Bildiğim tek şey; her sözünde yanaklarımın kızarmasıydı. Çavreşamın kelimesini söylediği zamanlar büyülenmiş gibi oluyordum, sanki. Devran Abim'in yıllardır hitap ettiği kelimeyi her gün en az on defa söylüyordu.

 

"En kısa zamanda odağını işine çevir. Yoksa senin yüzünden birçok kişi aç kalacak" Telefon başında benden yanıt gelmesini bekliyordu, anlaşılan. Saniyesinde mesajını yolluyordu.

 

"Odunsun!" Dayanamamış kahkahamı salmıştım. İltifatlarına karşılık vermemem sinirini bozuyordu. Sinirli haliyse hoşuma gidiyordu. Son mesajını cevapsız bırakarak, ismi düzenle kısmına girdim. Parmaklarım bağımsızca Fırat ismini silerek 'Behna Dilemin' yazdı.

 

"Fırat'a mı gülüyorsun?" Hemen telefonu sehpaya bıraktım.

 

"Ha, şey-" Ne söyleyeceğimi bilemez halde konuşmaya başlamışken kapının açılışı lafımı yarıda kesmişti. Dicle'nin gelişine konu kapandı diye sevinmiştim.

 

"Yenge bir şey diyeceğim" Kapıyı kapatıp yanımıza geldi.

 

"Dinliyorum"

 

"Batuhan az önce yazdı" Elif Abla'mla aramıza otururken telefonunu bana uzattı. Ekrana baktığımda Batuhan'ın mesajlarıyla karşılaştım.

 

Mesajdaki fotoğrafta Fırat elindeki telefona gülümseyerek bakıyordu. Fotoğrafın altında ise "Aşk böceğim, abin olacak aşık tüm işi üzerime yıktı, karısıyla mesajlaşıyor. Yengene söyle Fırado'yu engellesin. Adam işine dönsün" yazıyordu. Mesajı umursamayarak fotoğrafı inceledim. Gülüşü çok tatlıydı...

 

Gözlerimin hayranlıkla seyrettiği manzarayı yok eden Dicle oldu. Telefonu elimden çekerek,

 

"Yengecim, kocanı her gün görüyorsun zaten. Bırak işiyle ilgilensin" dedi.

 

"Benim yaptığım bir şey yok"

 

"Adamı aşkınla mest ettin. Sensiz bir dakika geçirmek istemiyor" Abisinin yokluğunu asla aratmıyordu. Kesin beni sürekli utandırmak için anlaşmışlardı. Utandığımı belli etmeyerek telefonuma uzandım.

 

"Arayayım o zaman. 'Batuhan rahatsız oluyormuş, bana yazma' diyeyim" Az önce benle uğraşmaktan aldığı neşenin yerini korku aldı.

 

"Sakın! Nereden biliyorsun diye sorar sonra" Omuz silktim.

 

"Sorsun" Aramaya tıklıyormuş gibi yapayım derken parmağım birden ara butonuna tıkladı. Dicle'nin gözleri korkuyla büyürken Elif Abla da dalaşmamıza gülüyordu.

 

"Yaa, yenge!" Fırat açmadan hemen aramayı sonlandırdım.

 

"Aramayacaktım, yanlışlıkla bastım"

 

"Aşk olsun, yenge. Ödümü kopardın" Dicle rahat bir nefes verdiği sıra telefonumun zil sesi duyuldu. Başını telefona uzattı.

 

"Behna Dilemin abim mi?" Sesinde biraz korku tınısı vardı. Telefonu görüş alanından çekerek ayağa kalktım.

 

"Yok, ya. Arkadaşım" diyerek odadan çıktım. Dicle'nin arkamdan,

 

"Selam söyle arkadaşına" demişti, imalı bir tonla. Maşallah, anlamadığı hiçbir şey yoktu. Terasın korkuluklarına yaslanarak telefonu açtım.

 

"Efendim?"

 

"Aramanı tam açıyordum, neden kapattın?"

 

"Yanlışlıkla aradım" Yalan sayılmazdı. Sonuçta Dicle'yle uğraşayım derken yanlışlıkla aramıştım.

 

"Özledim diyemiyorsun, yanlışlıkla aradım diyorsun"

 

"Özlesem özledim derim. Niye yalan söyleyeyim?"

 

"Odunlar duygularını doğrudan söylemez, odun hatunum" Gülmemek için yanağımı ısırıyordum.

 

"Sensin odun" Telefonun karşısında attığı kahkahası kulaklarıma doldu.

 

"Nerem odun ispatla bakayım"

 

"İspatlamakla uğraşamam. Hadi kolay gelsin" Ne diyeceğini beklemeden aramayı sonlandırdım. Adımlarım tekrar kütüphaneye ilerlerken beynimin komutuyla merdivenlere yöneldim. Eğer kütüphaneye girersem Dicle'nin çenesiyle uğraşacaktım.

 

Orucun verdiği halsizlikle yatağa uzandım. Açlık, susuzluk olmasa da halsizlik baş gösteriyordu. Uykuya dalarken Ravza'nın hayalini görmüştüm. Küçük melek aklımdan çıkmıyordu. Cennet kokusu burnumun içine kalıcı parfüm misali dolmuştu. Kısa zamanda gidip görmeliydim.

 

Uykunun en derinlerinde tanımadığım bir bebeği severken telefon sesi beni bebekten uzaklaştırıp gerçek dünyaya ulaştırdı. Oflayarak doğruldum, çalan telefonu elime aldığımda arayanın Rukiye olduğunu gördüm.

 

"Alo"

 

"Canım ne yapıyorsun?"

 

"Uyuyordum, sen ne yapıyorsun?"

 

"Ya, kusura bakma uyandırdım"

 

"Sorun değil, canım"

 

"Şey, benim sana bir sürprizim var"

 

"Ne sürprizi?"

 

"Diyarbakır'a geldim" Heyecanla,

 

"Gerçekten mi?" diye sordum.

 

"Evet, eğer müsaitsen üniversitedeyken hep gittiğimiz restoranda iftar yapalım mı?" Mutluluktan uçmak üzereydim.

 

"Olur tabi, şuan neredesin?"

 

"Havaalanındayım"

 

"Tamam canım, hemen geliyorum yanına"

 

"Bekliyorum, canım"

 

Telefonu kapatıp ayağa kalktım. Dolaptan çantamı alırken aklıma Fırat geldi. Habersiz gitmem hoş olmazdı. En iyisi arayıp haber vermekti. Telefonu ilk çalışında açtı.

 

"Dayanamadın, özlediğini itiraf etmek için aradın. Yanlış mıyım?" Açar açmaz konuşmaya başlamıştı.

 

"Yanlışsın. Başka bir şey söylemek için aradım"

 

"Hmm, söyle bakalım. Ne diyeceksin?" Hırkamı giyerken cevapladım.

 

"İzmir'den arkadaşım geldi. Akşam dışarıda iftar yapacağız. Eve geldiğinde beni göremezsen merak etme"

 

"Arkadaşın kız mı?"

 

"Yok, erkek" Öfkeyle soluduğunu duyabiliyordum.

 

"Erkek arkadaşınla yemek için izin mi istiyorsun bir de?!" Dişlerini sıkarak konuştuğu telefondan bile belli oluyordu.

 

"Birincisi arkadaşım erkek değil, kız! İkincisiyse izin istemiyorum. Kibarlık mahiyetinde haber veriyorum"

 

"Tamam da niye dışarıda buluşuyorsunuz? Arkadaşını evinde ağırlasana."

 

"Burası benim evim değil, Fırat. Na-" Sinirli sesi lafımı yarıda kesti.

 

"O nasıl laf öyle? Benim evim seninde evin! Ayrıca sen o konağın hanımağasısın! Misafirini ya da aileni kendi konağında ağırlamak en doğal hakkın!"

 

"Konağın hanımağası, annen. Bana sürekli laf atan kadının arkadaşımın yanında da aynı şekilde davranmasına katlanamam"

 

"Aşiretin ağası bensem konağında aşiretin de hanımağası sensin! Annemde hiçbir şey diyemez. Çağır arkadaşını konağa gelsin!"

 

"Tamam ama şimdiden söylüyorum, eğer annen yine çenesini tutmazsa senin hatırın falan dinlemem karşılık veririm"

 

"Kız sen benim hatırım için mi sessiz kalıyordun?" Az önce ki kızgın ses tonundan eser kalmamıştı.

 

"Görüşürüz" diyerek telefonu kapattım.

 

Fırat'la konuştuktan sonra Rukiye'yi havaalanına almaya gitmiştim. Candan öte dostumla kısa süreli hasret giderip konağa gelmiştik. Rukiye'yi zar zor ikna etmiştim, gelmesi için. Geldiğimizde herkes mutfağa doluşmuş iftar hazırlığı yapıyordu. Fırat, Dicle'ye hazırlık yapmaları için haber vermiş. Her seferinde kalbimi kendisine bağımlı edecek güzellikler yapıyordu. Bu adil değildi, kalbimin artık normal ritimde atmaya ihtiyacı vardı.

 

"Yardım edilecek bir şey var mı?" Rukiye'yle hasretimizi giderince mutfağa inmiştik.

 

"Hanımım her şeyi yaptık. Sadece tatlı kaldı"

 

"Esma abla, bana ismimle hitap et, lütfen" Esma Abla mahcup bir ifadeyle baktı.

 

"Ama olmaz öyle"

 

"Olur. Hoşlanmıyorum hanımım kelimesinden" Rukiye gülerek bana bakıyordu. 'Ne var?' bakışlarını yolladığımda omuz silkti.

 

"Peki"

 

"Yenge, tatlıyı sen yapsana"

 

"Tamam, yaparım. Hangi tatlı yapılacak?"

 

"Burma Kadayıf" Dicle'nin sırıtarak bakmasının altında yatan bir ima olduğuna adım gibi emindim. Sorar bakışlarımı görünce "Abim çok sever" dedi. Dicle'nin ciğerini biliyordum. Huy olarak Fırat'ın kadın versiyonuydu.

 

"Sizin yapacağınız iş kalmadıysa, çıkın isterseniz. Tatlıyı yapayım, ben"

 

Rukiye hariç hepsi çıkmıştı. Tatlının malzemelerini çıkarıp yapmaya başlamıştım. Rukiye yardım etmek istese de izin vermemiştim. Madem Fırat'ın en sevdiği tatlıydı, sadece benim ellerimin değmesi gerekirdi.

 

"Nereden nereye be Arjo" Sandalyede oturan Rukiye'ye döndüm.

 

"Anlamadım"

 

"Aylar önce öldürmeye çalıştığın adama sevdiği tatlıyı yapıyorsun. Hâlâ inanamıyorum" İstemsizce gülümseyerek önüme döndüm.

 

"İnsan 'ne oldum değil, ne olacağım' demeliymiş"

 

"Haklısınız, sayın aşık hanım" Yeniden Rukiye'ye döndüğümde tek kaşımı kaldırmıştım.

 

"Rukiye?"

 

"Ne? Yalan mı? Bal gibi de aşık olmuşsun. Kızım biz edebiyatçıyız hemen anlarız"

 

"Hıhı" Kadayıfların içine fıstıkları yerleştirirken dalgınlık çökmüştü. Sevdiğimi biliyordum. Ama sevgim aşk boyutuna ulaşmış mıydı, farkında değildim. Edebiyatçı olarak kendi duygularımın tanımını bilemememe sinir olmuştum.

 

Tatlıyı yaparken Rukiye'nin ısrarlarıyla yaşananları tek tek anlatmıştım. Beni çok iyi tanıyan arkadaşım anlattıklarımı şoka girmiş vaziyette dinlemişti.

 

"Eee Arjin Hanım, boşa dememişler 'büyük lokma ye, büyük konuşma' diye. Fırat seni seviyor olabilir dediğimde nasıl kızmıştın, hatırlıyor musun? Asla Fırat'ı sevmem diye yeminler ediyordun. Şimdiyse adamın müptelası olmuşsun" Ben cevap vermek için ağzımı açtığım sıra meftunu olduğum adamın sesi mutfağa hakim oldu.

 

"Büyük konuşup da müptela olan tek kişi Arjin değil" Mutfak kapısının girişindeki kolonlara yaslanmış bana bakıyordu. Çekinerek bakışlarımı kaçırdım.

 

"Birbirinize olan müptelalığınız sonsuza dek sürer inşallah" Rukiye'nin dileğine ben içimden amin derken Fırat sesli olarak,

 

"Amin" demişti.

 

İftara kadar terasta oturmuştuk. Fırat ve Rukiye talihsiz kazayı geçirdiğim zaman tanıştıkları için tanışma faslı yaşamadık. Sadece Rukiye ne iş yaptığından ve nerede yaşadığından bahsetmişti. Dönüp dolaşıp lafı bana getiriyordu, hain arkadaşım. Üniversite zamanlarımızdan, sevdiğim şeylerden bahsediyordu. Rukiye benden bahsedince Fırat pür dikkat dinliyordu. Benimle ilgili konuları merak etmesi hoşuma gitmişti. En kısa zamanda onun da sevip sevmediği şeyleri öğrenmek istiyordum.

 

Fırat annesini uyarmış olmalı ki yemekte sesi çıkmadı. Arada göz göze geldiğimizde ters bakışlarını yollamayı esirgememişti. Yemek sonrası salonda oturduğumuzda kalkıp gider sanmıştım ancak yanımızda oturmuş sohbetlerimize dahil olmuştu. Benle konuşmasa da Rukiye'yle konuşuyordu. Arkadaşıma saygısızlık yapmasın da benle konuşmasa da olurdu.

 

"Eline sağlık, dayê. Tatlı bu sefer daha güzel olmuş" Fırat elindeki tatlıyı yerken annesine bakarak konuşmuştu.

 

"Ben yapmadım, oğul. Karın yapmış" Kaşlarının altından ters ters bakarken sesi de bakışları gibi tersler tondaydı. Fırat annesinin cümlesiyle bana hayranlıkla baktı. Hemen bakışlarımı kaçırdım. Bakışlarının beni burada kavurmasına izin veremezdim.

 

"Orucun ilk günü nasıl geçti, abi? Acıktın mı susadın mı?" Dicle'nin sorusunun cevabını bende merak edip Fırat'a baktım. Fırat hâlâ aynı bakışlarla bana bakıyordu. Lokmasını yutup,

 

"Acıktım, hemde çok..." dedi. Acıktım derken göz kırpmıştı, bana. Şurada 'edepsiz' dememek için kendimi zor tutmuştum. Rukiye Fırat'ın imasını anlamış olmalı ki dirseğiyle koluma hafifçe vurdu. Fırat'a bu huyu yüzünden ayar vermenin zamanı gelmişti. Yalnızken utandırdığı yetmezmiş gibi yanımızda birileri varken de utandırıp yerin dibine sokuyordu.

 

İlerleyen saatlerde Rukiye'yle terasa çıkmıştık. Rukiye'nin diline de düşmüştüm. Fırat'ın salonda yaptığı imayı anlamış dalga geçiyordu.

 

"Arjin'cim, saat geç oldu. Kocanın yanına in istersen. Adam açlığını yatıştırsın" Cümlesi biter bitmez kahkaha patlattı.

 

"Rukiye! Sende delirtme beni!" Kahkahasını yatıştırmaya çalışarak,

 

"Tamam, tamam" dedi. Gülmesi hâlâ devam ederken serin hava eşliğinde Diyarbakır'ı izlemeye koyuldum.

 

"Kuzum, bir şey sorabilir miyim?"

 

"Sorun beni kızdıracaksa sorma, canım"

 

"Yok, yok. Ciddi bir soru"

 

"Sor bakalım"

 

"Evliliğiniz gerçek oldu. Bundan sonra Fırat'la kalacaksın ya, günlerini hep bu konakta mı geçireceksin?" Yanıtlamadan önce derin bir nefes aldım.

 

"Fırat'ın teklifini kabul ettiğimden beri aklımda. Ömrümü Fırat'la geçirmeyi istiyorum evet, ama günlerimi boş boş geçirmek istemiyorum"

 

"Peki, aklından ne geçiyor?"

 

"Üniversite diplomasını boşuna almadım. Çalışacağım, mesleğimi yapacağım"

 

"Fırat kararına ne diyor?"

 

"Henüz haberi yok. Ayrıca kararıma saygı duymak zorunda. Karşı gelemez"

 

"Çiçeğim, kızma da adam sonuçta ağa. Sen benden iyi bilirsin, burada pek hoş karşılamazlar"

 

"Umrumda değiller. Ben kimseye boyun eğerek yaşayamam"

 

"Haklısın, kararının sonuna kadar arkasındayım" Sohbetimizi yarıda kesen Elif Abla ve Dicle'nin gelişi oldu. Dicle elindeki kahve tepsisini sehpaya bırakırken,

 

"Konuşacağınız özel bir konu yoksa bizde oturalım mı, yanınıza?" diye sordu.

 

"Oturun tabi, sorman hata" dedim.

 

Sohbetimiz gittikçe keyiflenmeye başlamıştı. Rojda'da yanımıza gelmişti. Gün geçtikçe Rojda'ya da ısınıyordum. Ne olursa olsun o da yaralıydı. Törenin daha doğrusu babaannemin yaktığı hayatlardan diğeri de Rojda'nın hayatıydı. Yeni evliyken kocasını kaybetmiş, yıllardır kızı için bu konakta kalıyordu. İçimde bir yerlerde Rojda'ya acıma hissiyatı oluşmuştu.

 

Rukiye nişanlısından bahsederken gözüm sehpada duran telefonuma kaydı. Elime alıp gelen bildirimlere baktım. Fırat'tan onlarca mesaj gelmiş, sessize aldığım için duymamıştım. Merakla yazdıklarını okumaya başladım.

 

"Hanımağam ayıptır sorması saat kaç gibi odanıza teşrif edersiniz?"

 

"Hatun, hasretinden alev alev oldum. Gel artık."

 

"Çavreşamın?"

 

"Kız, cevap versene!"

 

"Yukarı çıkartma beni, gel yanıma!"

 

"Yaktın beni, zalımın kızı."

 

"Özledim diyorum, ne demeye özlemimi ikiye katlıyorsun?"

 

"Eğer yarım saat içinde gelmezsen oraya gelip 'hatunumu rahat bırakın, benimle hasret gidermek istiyor' derim"

 

Daha onlarca mesaj vardı. Gülmeyim diye yanaklarımı ısırmaktan ağzımın içine kan tadı gelmişti. Beyefendi tehdit de ediyordu. Asla altında kalamazdım.

 

"Gelmeyeceğim" yazıp gönderdim. Acaba mesajımı görünce yüz ifadesi ne hale gelmişti?

 

"Hangi sebeple ???" Yine anında cevap gelmişti.

 

"Hani, arkadaşım burada ya. Onunla vakit geçirmem gerekiyor" Fırat'la uğraşmak iyice hoşuma gitmeye başlamıştı. Aynı duyguları o da hissediyor olmalıydı ki günün yirmi dört saati benle uğraşıyordu.

 

"Kız yol yorgunudur. Bırak uyusun, sen gel" Diğer türlü ikna edemeyeceğini anlamış, duyar kasıyordu.

 

"Sana iyi geceler."

 

"Geliyor musun, gelmiyor musun?"

 

"Gelmiyorum."

 

"On dakika içinde gelmezsen bana da Fırat demesinler" Son mesajını cevapsız bıraktım. Kızlara çaktırmadan gülerken telefonu sehpaya bıraktım.

 

Dönen muhabbete Fırat'ı düşünmekten odaklanamıyordum. Mesajları aklıma geldikçe içten içe gülüyordum. Neymiş efendim on dakika içinde yanına gidecekmişim. Çok beklerdi. Her istediğini yapacak değildim. Tekrardan sohbete odaklanmışken birden konak karanlığa büründü.

 

"Haydaa, ne oldu birden?" Dicle'nin sorusuna,

 

"Elektrikler gitti" diyerek cevap verdi, Rojda.

 

"Allah Allah, baksanıza her yer ışıl ışıl. Niye sadece buranın gitti ki?"

 

"Sigortada problem olabilir, abla"

 

"Tüh ya, ne güzel sohbet ediyorduk"

 

"Sende yol yorgunusun, Rukiye. Uyuyalım, yarın devam ederiz"

 

"Eh, tamam öyle olsun"

 

Rukiye'nin kalacağı odayı Esma önceden hazırlamıştı. Rukiye'yi odasına götürdükten sonra merdivenlerden yavaş yavaş inmeye başladım. Feneri önüme tutuyordum ama bu merdiven benim için kabus olmuştu. İçimde kalan korkuyu aşamıyordum.

 

Fırat'ın dediği olmuştu. Mesajının üzerinden on dakika geçmişti ve ben odanın önündeydim. Uyumuş olmasını temenni ederek feneri kapattım. Sessizce kapıyı açtım. Odaya girmeden kafamı uzatarak içeriye bakındım. Görünür de Fırat yoktu. Resmen köşe kapmaca oynuyorduk, ağamızla.

 

Odaya adımımı atıp kapıyı aynı sessizlikle kapattım. Dolaptan geceliklerimi alırken bedenimi saran kollar yüzünden sıçradım, elimdeki gecelikler yere düştü. Boynuma bırakılan nefesin ardından,

 

"On dakika dedim ve geldin" Kulağımı gıdıklatan çekici ses... Güven veren kollarından kurtulmaya çalıştığımda bedenimi daha sıkı sarıp kendine çekti.

 

"Elektrikler gittiği için geldim"

 

"Hmm evet, elektrikler gitti. Aklıma biraz geç geldi ama olsun. Sonuçta geldin" Huylandığımı bildiği halde nefesini boynuma bırakıyordu. Bedenimi de sarmışken etkisinden kurtulmak mümkün değildi. Beynimin birden dank edişiyle aniden Fırat'a döndüm.

 

"Elektriklerin gitmesinde senin mi payın var yoksa?" Karanlıktan yüzünü net görememek üzmüştü.

 

"Bilmem. Sence?"

 

"Sen çok fenasın" Omuzlarına dokunarak ittirmeye çalıştım. Gücüm gram etki etmemişti. Aksine belimdeki kollarının gücünü arttırmıştı. Sırtımı dolabın kapağıyla buluştururken ağırlığını üzerime verdi. Nefes alamıyordum, kalbim yine uçuş moduna geçmişti.

 

"Senin yüzünden" Uzun boyunu kulağıma eğmişti. Verdiği nefes saçlarımı uçuşturuyor, boynumdan ayak parmaklarıma kadar alevler bırakıyordu.

 

Fırat'ın bedenimi saran kolları olmasa çoktan yere yığılmıştım. Naif dudaklarını boynumda gezdirmeye başladığında vücudum karıncalanmaya başlamıştı. Her seferinde gafil avlanıyordum. Aklımı çeliyordu, karşı gelemiyordum.

 

"Bırakır mısın, beni?" Zar zor fısıltı halinde konuşabilmiştim. Boynumdan uzaklaştı. Ellerini belimden çekmeden aramızda bir karışlık mesafe bıraktı.

 

"Hayır" Kısa ve net cevabının ardından tekrar üzerime eğilip dudaklarımı öpmeye koyuldu. Nefesim kesilmiş, kaskatı kalmıştım. Karşılık vermemi bekliyordu. Öpüşüne kısa süreli ara vererek,

 

"Kasma artık kendini" diye fısıldadı. Demesi kolaydı. Tenimde bıraktığı etkilerden haberi yoktu. Sıcak dudaklarının her teması içimde resmen yanardağ oluşturuyordu.

 

"Kudurdun yine" Boşluğundan faydalanıp ittirdim ve hemen yanından uzaklaştım. Fakat fırsat vermeden belimden yakalayıp kucağına aldı.

 

"Kudurtan da sensin" Yatağın üzerine dikkatle bırakıp, ağırlığını vermeden üzerime çıktı.

 

"Terbiyesiz!" Karşılık olarak dudaklarını dudaklarımla buluşturdu. Sağ elini yanağıma dokundururken anlamıştım ki yine kaçış yoktu. Hakim olamadığım ellerim saçlarına dokununca tutkulu öpüşleri sıklaşmıştı.

Gün geçtikçe ruhumun bağımlılığını arttırdığı bu adam her şeyiyle bana aitti.

 

Fırat'tan ;

 

Yaşam için elzem kaynağım Arjin olmuştu. Bir saniye dahi görmeden duramıyordum. Ayrı kaldığım her saniye özlem duygusu içime ilmek ilmek işliyordu. Sadece ikimizin yan yana olduğu hayatın olmasını her şeyden çok isterdim.

 

Ne ara bu kadar bağlandığımın farkında değildim. Farkında olduğum tek şey; Bakışı, kokusu, gülüşü... Kısacası her şeyiyle bana özel olsun istiyordum.

 

Her gece "Allah'ım sen onu benim yarim yap" diyerek ettiğim duamı Yüce Rabbim kabul etmişti. Arjin benim yarim olduğu gibi bende onun yari olmuştum. Odunluğu çaktırmasada gözlerinin içi 'seninim' diye haykırıyordu.

 

Kahve tepsisini sehpaya bırakan ve karşıma oturan kadını hayranlıkla seyre daldım. Kömür gözleri gecenin karanlığıyla bütünleşmişti. Hafif esen rüzgar saçlarını dalgalandırarak uçuşturuyordu. Saçları uçuşurken boynu meydana çıkıyordu. Yutkunarak baktığımda şalıyla boynunu kapattı.

 

"Neden kapattın?"

 

"Edepsizlik yapma diye" Alttan alttan gülüşü edepsizliği ele almam için zorluyordu.

 

"Çok istiyorsan odamıza inebiliriz" Telaşla baktığında ağzım kulaklarımda güldüm.

 

"Otur kahveni iç" Ne zaman alışacak, nereye kadar utanacaktı çok merak ediyordum. Her temasımızda kalp atışları resmen odada yankı yapıyor, bedeni kasılmaktan taşa dönüyordu.

 

"Tamam, kızartma yanaklarını" Ayağındaki terliğe uzandığında, "Hırçın hatunum, sakin ol" dedim.

 

"Kızdırma sende" Çocuk gibi kollarını birbirine dolayışıyla bile çekici duruyordu.

 

"Çavreşamın, nereye kadar utanmaya devam edeceksin? Utanman gereken son insanım biliyorsun değil mi?" Çatık kaşlarını üzerime çevirdi.

 

"Utanmıyorum"

 

"Eminim ki bunu söylerken bile içini utanç dalgası aldı"

 

"Hiç de bile" Getirdiği kahveden birkaç yudum aldım. Eli değince kahvenin tadı daha güzel olmuştu.

 

"Ellerine sağlık, hatun. Kahven de tıpkı kendin gibi güzel" Gülüşünü dudaklarını birbirine bastırarak sakladı.

 

"Afiyet olsun"

 

Kıyamadığım için uğraşma faslımı kısa kestim. Eskiden söylediğim tek kelimeye dahi etmediğini bırakmayan kadın şimdi her sözümde nasıl karşılık vereceğini bilemiyor utançtan kıpkırmızı kesiliyordu. Bu halini seviyordum. Eski haline dönecek diye ödüm kopuyordu.

 

"Konuşmak istediğim bir konu var, Fırat"

 

"İltifat edersen konuşuruz" Çenem durmuyordu. Alışmıştım, durduramıyordum kendimi.

 

"Cıvıtmasana lütfen"

 

"Yo, cıvıtmıyorum. Biraz da sen beni büyüleyecek sözler etsen ne olur?"

 

"Rüyanda görürsün" Dik başlılığından ne olursa olsun ödün vermiyordu.

 

"Görüyorum ki zaten" Terasın yüzüne vurduğu ışık sayesinde gözlerine bürünen şaşkınlığı gördüm.

 

"Gerçekten mi?"

 

"Evet. Mesela dün gece ki rüyamda 'sana eriyip bitiyorum, kocacım' diyordun" Hemen yanındaki yastığı kafama doğru fırlatırken gülerek yastığı havada yakaladım.

 

"Asla demem öyle şey"

 

"Valla rüyamda diyordun. Ayrıca odamızda da tek tük laflar ediyorsun. Hadi bunuda inkar et" Yalan söylemediğimi çok iyi biliyordu. Gözlerini kapatıp derin nefesler almaya başlayınca fincanımı sehpaya bırakarak ayağa kalktım, iki adımda yanına oturdum. Kollarımı bedenine sararken,

 

"Benim hırçın hatunum sinirlendi mi?" dedim. Sinirli hali artık tatlı ve eğlenceli geliyordu. Dirseğiyle karnıma vuruşu geriye savurdu, beni.

 

"Fırat sen edepsizliğin sınırını da aştın. Yeter artık!" Gülmemek için içimde büyük çaba sarf etsemde dayanamamış kahkahamı bırakmıştım. Omzuma vurdu.

 

"Gülüyor bir de ya!" Tekrar sarılıp alnına öpücük kondurdum.

 

"Sana meftun bir edepsizim" Ne cevap verirse versin boşa olacağını bildiği için kafasını göğsüme yaslandı. Esen rüzgarın altında kımıldamadan duruyorduk. Birbirimizin yanında mutluyduk, huzurluyduk. Her şeye rağmen yeminlerimizi çiğneyip sevmiştik. Sevginin düşmanlıktan daha ağır basacağına şahit olmuştuk.

 

"Eğer ciddiyetle dinleyeceksen bir konuyu konuşmak istiyorum" Kafasını göğsümden uzaklaştırırken boşluğa düştüğümü hissettim. Bozuntuya vermeden,

 

"Söyle, güzelim"

 

"Edebiyat mezunu olduğumu biliyor muydun?"

 

"Evet" Başını sallayarak konuşmasına devam etti.

 

"Aldığım diploma boş boş dursun istemiyorum, Fırat"

 

"Yani?" Anlamadığımı belirtmiştim.

 

"Çalışmak istiyorum" Kurduğu cümleyi duyan kulaklarım gözlerime uyarıyı yollamıştı. Büyüttüğüm gözlerime anlamsızca bakıyordu, Arjin.

 

"Ne çalışması?"

 

"Bildiğin, çalışmak. Kendi mesleğimi yapmak istiyorum"

 

"Olmaz" Bu sefer gözlerini büyüten Arjin olmuştu.

 

"Pardon, anlamadım?"

 

"Olmaz, çalışamazsın"

 

"Sebebini öğrenebilir miyim?" Hatunum duruşunu dikleştirirken ben hâlâ yayılmış oturuyordum.

 

"İhtiyacın yok"

 

"Ben ihtiyacım olduğu için mi çalışmak istiyorum?"

 

"Sanmıyorum ama çalışmana müsaade edemem, güzelim. Sen ağa karısısın, bu topraklarda hanımağalar çalışmaz. Bilmiyormuş gibi konuşma" Bir hışımla yerinden kalktı. Öfkeli bakışlarını görünce oturuşumu düzelttim.

 

"Geri kafalı insanlardan farkın yokmuş seninde. Ne bekliyorsun? Çocuklarımı doğurup ömrümü bu konakta onları büyüterek geçirmemi mi?" Çocuklarımı doğurup... Kulağa ne hoş geliyordu...

 

"Fena fikir değil çocuk doğurma kısmı" derken kalkmış, mesafelerimizi kapatıyordum. Ancak Arjin geri geri giderek beni dumura uğratmıştı.

 

"Seni herkesten farklı görerek hata etmişim" Sözleriyle sanki vücuduma oklar saplamıştı. Asıl şoka sokan tepkisi bu olmuştu. Kulaklarım işittiklerini sindirmeye çalışırken Arjin yanımdan uzaklaşarak merdivenlere yöneldi. Şaşkınlığımı geri teperek Arjin'in yanına koştum. İlk basamağa adım atmak üzereyken kolundan tutup kendime çevirdim. Kömür gözleri ateşe bürünmüş, etrafa kıvılcımlarını saçıyordu.

 

"Bırak!" Kolunu kurtarmaya çalışınca canını acıtmamaya özen göstererek ellerimin koluna uyguladığı gücü arttırdım.

 

"Özür dilerim. Düşüncelerimi yanlış ifade ettim"

 

"Bırak, Allah aşkına! Ne demek istediğin apaçık ortada!"

 

"Beni başkalarına benzetme, lütfen"

 

"Benzetmiyorum, olanı söylüyorum! Aptalın tekiyim seni-" İşaret parmağımla dudağına dokundum, cümlesinin devamını getirmemesi için.

 

"Yaralayacak sözler söyleme, yalvarırım. Nasıl mutlu olacaksan öyle olsun. Kabul görülen fikirleri geri plana atacağım. Hatta bizzat çalışacağın işi de ben ayarlayacağım" Ağzımdan dökülen her kelime gözlerindeki ateşe su gibi dökülüyor, ateşi söndürüyordu.

 

✬✬✬

 

Beynimin sövme dürtüsünü oruç olduğumu hatırlayarak yok etmeye çalışıyordum. Sinirlerimi bozan Macîd Ağa olmuştu. Öğlen arayıp "Akşam benim evde iftar yapacağız. Sonrasında cımhat olacaktır" demişti. Ne güzel mekan ayarlamıştım, Arjin'le iftarı başbaşa açacaktım. Kurduğum hayallerin katili Macîd Ağa olmuştu.

 

Benden habersiz plan yapıp son anda haber veriyorlardı. Güya beni ağa yapmışlardı. Neden toplanıyoruz, soruma da akşam öğrenirsin demişti. Gel de sinirlenme! Büyüklerim diye ses etmiyordum lakin böyle gitmezdi. Akşam gerekli cevabı verip önlerini kesmem lazımdı.

 

Sinir ve hüzün karışımı duygularla Macîd Ağa'nın konağına varmıştım. Konağın etrafı arabalarla doluydu. Gün boyu zaten karımı özlüyor, akşamı iple çekiyordum. Sağ olsunlar bugün ki özlemimi uzatacaklardı.

 

Şark odasına çıktım. Odanın ortasına baştan sona yemek sofrası seriliydi. Aşiretimizin erkekleri de etrafına oturmuş, bekliyordu. Görüş alanıma en köşede oturan Jiyan Ağa girdi. Şimdi anlaşılmıştı. Aşireti toplayan, Jîyan Ağa'ydı. Kim bilir yine kimin başını yakacaktı...

 

"Hayırlı akşamlar"

 

"Bi xêr hatî, Fırat Ağa" Sırayla büyüklerin elini öptükten sonra Jîyan Ağa'nın işaretiyle köşeye, yani yanına oturdum. Ezana kadar hal hatır sorma faslı olmuştu. Yemek boyunca da odaya hakim olan ses ağız şapırtılarıydı.

 

Yemekler yenmiş, sofra toplanıyordu. Havadan sudan muhabbetler dönerken çalışanlar kahveleri ve tatlıları getirdi.

 

"Fırat Ağa, bilirsin ki ağalığın temel kuralı aşirete çocuk vermektir" Jîyan Ağa ağzındaki baklayı çıkarmıştı.

 

"Bilirim, ağam"

 

"Bilirsin, bilirsin de velakin hâlâ bir çocuk haberi vermedin" Anlaşılan yine gerilimin hat safhada olacağı bir toplantı olacaktı.

 

"Ağam, sende bilirsin ki evlendiğimiz günden beri talihsiz olaylar yaşadık. Durumlar böyleyken nasıl çocuk haberi verelim?"

 

"Talihsizlikleri atlattınız, Fırat Ağa. Tez zamanda baba olacağın haberini Diyarbakır'a duyur. Laflar aldı başını gidiyor. Eğerkim Arjin sana çocuk veremezse bize diyeceksin ki duruma el atalım" Kaşlarım anlamsızca çatıldı.

 

"Ayıptır sorması nasıl el atacaksınız, ağam?" Kahvesinden aldığı yudumdan sonra sorumu yanıtladı.

 

"Bilmez gibi konuşma, Fırat Ağa. Karın sana çocuk veremezse kuma getirmen lazım gelir" Kanıma öfke hakim olmuştu. Öfke kanıma hakim olduğu gibi yüz ifademi de ele geçirmişti.

 

"Sevdiğim kadının üstüne değil kuma getirmek, ismini kuma kelimesinin yanında kullanmam!" Herkes şaşkınlıkla bakıyordu. Çocuk falan umrumda değildi. Arjin yanımda olsun yeterdi. Gerekirse ağalığı bırakırdım, yine sevdiğimin üstüne gül dahi koklamazdım.

 

"Kuma istemiyorsan tez vakitte çocuk haberini duyur!" Jîyan Ağa'ya başımı ritim tutarak salladım.

 

"Merak etmeyin, ağam. Yakında duyarsınız"

 

"İnşallah" Jîyan Ağa'yla beraber diğerleride söylemişti.

 

"Ağam diğer mevzuyu de istersen" diye Macîd Ağa'ya baktım.

 

"Hangi konu?" Jîyan Ağa'nın bakışları tekrar beni buldu.

 

"Biz deriz ki Dicle'yi dayının oğlu Adem'le baş göz edelim" İkinci şok dalgasını yaşıyordum.

 

"Dicle'nin de yaşı gelmiştir, geçiyordur" Macîd Ağa'yı odadaki herkes onaylar şekilde sesler çıkarmıştı. Girdiğim kısa çaplı şoktan çıktım.

 

"Dicle olmaz, ağam"

 

"Ne demek olmaz, dersin?!"

 

"Olmaz, çünkü..." Ne diyeceğimi bilemiyordum. Kelimeler boğazıma düğümlenmişti. Kardeşim henüz evliliğin sorumluluğunu taşıyamazdı, benim gözümde daha çok küçüktü. Ayrıca Adem'in çapkınlıklarını Diyarbakır'da duymayan kalmamıştı. Adem'le evlenmesine asla müsaade edemezdim. Cesaretimi toplayarak yarıda kalan cümlemi tamamladım.

 

"Dicle'nin yaşı evlilik için küçük. Evlenecek olsa bile Adem'le evlenmesine müsaade edemem" Meraklı ve çatık bakışları üzerimde hissediyordum.

 

"Çıma?" Jiyan Ağa'nın sorusunu cevaplayamadan Macîd Ağa konuştu.

 

"Adem senin dayı oğlundur. Dayı oğluna vermeyeceksinde kime vereceksin?" Burnumdan aldığım nefesi yine burnumdan verdim. Çaprazımda oturan dayıma bakışlarımı yönelttim.

 

"Xalo, baş tacımsın ancak oğlunu benden iyi tanırsın. Bacımı oğluna vererek ateşe atamam" Sözlerim dayımın yüzünü düşürmüştü. Kem küm etti, kelimelerini toparlayamadığı için savunacak ya da destek olacak laf edemedi.

 

Yarım saattir tüm aşirete direniyordum. Sıraladığım tüm bahane ve gerekçeleri duymazdan gelmişlerdi. Sinirlerime hakim olmaya çalışıyordum. Kendi bildiklerini yaparak birçok hayatı karartıyorlardı, yıllardan beri ama sorunca da iyilik yaptık diyorlardı. Hak verdiğim tarafları da vardı ancak yüz yıllardır taptıkları geleneklerin kötü yönlerini görmezden geliyorlardı. Canımı sıkanda buydu. Son kozumu oynamak için konuşmalarını yarıda kestim.

 

"Diyelim ki, kabul ettim. Lakin babam mapustayken Dicle'yi evlendiremeyeceğimi çok iyi biliyorsunuz" Sen büyüksün, Allahım... Kardeşimin hayatını bu zalimler yüzünden yakma!

 

"Konuşulacak o mevzu da vardır, Fırat Ağa" Mevzuları bitmiyordu. Her mevzuları bir tık daha kızdırıyordu. Yeni bir öfke dalgası yaşamaya hazırlıklı olarak Jîyan Ağa'yı pür dikkat dinlemeye koyuldum.

 

"Babanın mapus mevzusu haddinden fazla uzadı. Bizler ses etmedikçe sen oralı olmuyorsun. İyice uzatmadan yarın git tanıdıklarla konuş, çıkar babanı!" Sitemle konuşuyordu, bir de. Ben daha cevap veremeden destekçileri araya girdi.

 

"Jîyan Ağa doğru der"

 

"Aşiretimizi el alemin diline düşürdün, Fırat Ağa. Yasir Ağa'yı artık çıkar mapustan!"

 

"Yakışmıyor sana karını dinleyip babanı mapus köşelerinde süründürmek!" Edilen son söz damarlarımda akan kanları beynime damlatmıştı. Öfkeyle yerimden kalktım.

 

"Babam başka kadına aynısını yapsaydı yine cezasını çekmesine göz yumardım. Sizinde karınız, kızınız var. Onlara yapılsa şimdiki tepkilerinizi gösterir miydiniz?" Gözlerimi tek tek odadaki yirmi kişinin üzerinde gezdirdim. Son cümlemden ötürü kafalarını eğmiş, cevap verememişlerdi.

 

"Kusura bakmayın büyüğümsünüz lakin şunu bilin ki; beni aşirete ağa yapan sizlersiniz. Madem ağa yaptınız kararlarıma saygı duyacak, yapmayın dediğimi yapmayacaksınız!" Öfkeden gözüm seğiriyor, dişlerimi sıkıyordum. Çıt çıkmıyordu. Doğrular konuşulunca sessiz kalmaya sığınırlardı. Değişmez bir kanundu.

 

"Çocuğum olsa da olmasa da ben ucunda ölümde olsa sevdiğim kadının üzerine kuma getirmeyeceğim! Bacımda kendi istemediği sürece zorla evlenmeyecek, kimseyle! Son olarak babam o mapustan cezasını çekmeden çıkmayacak! Dediklerimin aksi yapılırsa günah benden gider. Bu da böyle biline!" Her şeye sessiz kalan, boyun eğen Fırat'a alışmışlardı. Şimdi verdiğim tepkiyi haliyle beklemiyor olduklarından odaya şaşkınlık ve sessizlik bürünmüştü.

 

"Fırat Ağa-" Jiyan Ağa'nın yüzüne bakmadan,

 

"Hayırlı akşamlar" diyip yanlarından çıktım.

 

Madem herkesin hayatına müdahale etmeyi huy edinmişlerdi huylarını kurutmak da bana düşerdi. Özellikle sevdiklerimi üzecek tek hata yapmalarına müsaade etmeyecektim. Artık, eski Fırat yoktu.

Loading...
0%