@aquilajk_1903
|
Hayat ince bir çizgiden ibaretti. Yapılması gereken tek şey; o çizgiden düşmeden gidebilmekti. Lakin yaradan insanoğluna öyle bir güç vermişti ki, düşse bile düştüğü yerden zor da olsa kalkıyordu, insanoğlu.
Bazı insanlarda vardı, hayatı sadece düşüş ve kalkışlardan ibaretti. Bir düşüyor, bir kalkıyordu. Ne düştüğü sorunlardan ders çıkarıp doyasıya hayatı yaşayabiliyordu ne de dimdik yoluna devam edebiliyordu...
İşte Fırat ve bende bu kategoriye giren insanlar arasındaydık. Hayatımız sadece iniş-çıkışlardan ibaretti. Tam 'oldu, bitti artık sorunlar' dediğimiz yerde, hayat 'sen misin bunu diyen?' diyerek yeni planını devreye sokuyordu.
'Mutluyuz, yeni hayatımıza adımlarımızı atıyoruz' demiştik ki artık kader mi yoksa hayat mı bilemiyorum ancak yeni planını acımasızca yine gözler önüne sermişti.
Fırat'ın ağzından dökülen kısık ama acıyla dolu 'babam' kelimesini duyduğum an sezmiştim, devamında yürek sızlatacak kelimelerin geleceğini. 'Hazır ol, geliyor gelmekte olan' demişti, iç sesim.
Yasir Kozan... Sevdiğim adamın babası, hayatıma hatırladığım zaman kalbimi sızlatacak acılar ekleyen adam; beni itip tekerlekli sandalyeye aylarca mahkum ederek hayata küsmeme sebep olan merdivenlerden düşmüş.
Şuan ölüm kalım savaşı veren adam için ne tür duygular hissedeceğimi bilemez halde kapı eşiğinde dizlerimi karnıma çekmiş, kollarımla sımsıkı sarmalamış halde duruyordum.
Fırat telefon konuşması sonrasında kendine gelir gelmez aceleyle evden çıkmıştı. Diyarbakır'a gidiyordu. O adam ne olursa olsun babasıydı. Babasına zarar gelmesini, babasını kaybetmeyi kimse istemezdi.
Fırat'ın içinde peyda olmuş korkuyu iliklerime kadar hissediyor ve anlıyordum. Senelerdir ruhumda yaşayan acıyı Fırat'ın da yaşamasını istemiyordum. Sevdiğim adamında aynı acıdan hayatının mahvolmasını istemiyordum.
"Lütfen, Allah'ım..." Kısık çıkan sesime gözümden düşen bir damla yaş eşlik etmişti.
Fırat acı çekmesin diyerek ettiğim duanın asıl altında barınan anlam Yasir Kozan'ın ölmemesi değil miydi? Beni ölümle burun buruna getiren, acıların beterini yaşatan adam için üzülüyor muydum?
Karmakarışık duygular içerisindeydim. Emin olduğum tek şey; bu duyguların içinde merhamet de vardı. Düşman gördüğüm adama karşı merhamet besliyordum.
Şimdi ne yapacaktım? Fırat'ın peşinden gitmem gerekiyor muydu? Giderken,
"Geliyor musun?" diye sormuştu, çaresizliğin hakim olduğu ses tonuyla. Karşısında cevapsız kaldığımı görünce,
"Sana gel diye ısrar edemem ama yanımda olman bana güç verir" diyerek gitmişti. O gittiğinden beriyse kapı eşiğinde ne yapacağımı bilemez halde oturuyordum.
Gitmem gerekiyordu. Yasir Kozan için değil, Fırat için gitmem gerekiyordu. Sevdiğim adamın zor gününde yanında olmak mecburiyetimdi. O benim zor günlerimde en büyük destekçim olmuşken benim burada kalmam adil değildi.
Hızlı bir şekilde ayağa kalkıp, aynı hızla üzerimi değiştirdim. Çantamı ve trençkotumu alır almaz evden çıktım. Sitenin önünden geçen taksiyi durdurarak havaalanına gitmesini söyledim.
Fırat'ı birkaç defa aramama rağmen ulaşamamıştım. Ya hâlâ uçaktaydı ya da şarjı bitmişti. Haber vermek istiyordum, yanında olacağımı. Ancak şartlar yine yapmak istediğime engel olmuştu. Derin derin nefes alarak stres yapmamam gerektiğini belirttim, kendime.
Havaalanına varmak yarım saatimizi almıştı. Varmıştım varmasına ancak en önemli kısım, hemen uçak bulabilmekti. Bildiğim bütün duaları okuyarak bilet almaya gittim.
"Merhaba, Diyarbakır için bilet alacaktım" dedim, heyecanla. Personel önündeki bilgisayardan kafasını kaldırıp bana baktı.
"Saat tercihiniz var mıydı?"
"En erken saate almak istiyorum"
"Kontrol ediyorum, hemen" Personelin saniyeler süren kontrolü bana saatler gibi gelmişti. Burnunun ucuna düşen gözlüğünü gözüne doğru ittirerek tekrar bana döndü.
"Yarım saat sonrasına uçak var. Bileti keseyim mi?"
"Olur" dedim, hemen.
Bileti aldıktan sonra Fırat'ı tekrar aradım. Hâlâ kapalıydı, telefonu. Tek temennim kötü bir şey olmamasıydı. Şuan yaşadığım stres Diyarbakır'da yaşayacağımın fragmanı gibi bir şeydi. Hislerim bu yöndeydi. Ama strese elimden geldiğince odaklanmayacaktım. Yapmam gereken tek şey; Fırat'ın yanında olmaktı.
Uçak kalkış saatini beklemek işkence gibi gelmişti. Sabır duygusu ister istemez böyle anlarda yok oluyordu. Ezber yapar gibi aynı duayı mırıldanıp duruyordum, oturduğum koltukta. Fırat'tan dönüş de yoktu. En azından ben yokken yalnız kalmasını, acısıyla tek başına mücadele etmesini istemiyordum. Uçağın havalanmasına birkaç dakika kaldığını görünce çantamdan aceleyle telefonumu çıkardım. Kimi arayacaktım? Fırat'a ben gidene kadar kimin destek olmasını isteyecektim?
Sorularıma en uygun cevap; Batuhan oluyordu. Lakin Batuhan'ın numarası bende yoktu. Arayabilseydim Fırat acısından ötürü Batuhan'ı ters de tepemezdi. Ancak şans yine benden yana değildi.
Ne yapacağımı çaresizce düşünürken aklıma Devran Abim geldi. Kimine göre saçma bir fikir olabilirdi ama çaresizlik her şeyi düşündürüyordu, insana. Başka kimse yoktu, canı gönülden destek olacağına inandığım. Aslında aklıma ilk gelen Cüneyt Abim olmuştu olmasına da abimin yanlarına gitmesine Fırat'ın aile üyelerinin tepkisi sert olacağından ilk seçeneği hemen elemiştim. Mecburiyetten çekinerek Devran Abi'mi aradım. İkinci çalışında açmıştı.
"Efendim, Arjin?" Sesi telaşlı gelince gerildiğimi hissettim.
"Abi, neredesin?"
"Hastaneye gidiyorum"
"Yasir Kozan için mi?" diye sordum, yutkunarak.
"Onun için demek istemiyorum. Fırat'ı yalnız bırakmak istemediğimiz için gidiyoruz"
"Kimle?"
"Abimlerle. Haşim Ağa'lar ve bizim aşiret de peşimizden geliyor"
"Cüneyt Abim de mi?" Sorumun altında yatan anlamı Devran Abim çok iyi anlamıştı.
"Söyledik ama 'Fırat'ı zor gününde yalnız bırakmam' dedi" Cüneyt Abi'me olan sevgimin iki kat arttığını hissettim. Benden ses çıkmayınca Devran Abim beklediğim soruyu sordu.
"Sen neredesin?"
"Uçaktayım"
"Fırat?"
"O benden önce çıktı"
"Anladım" Detay sormadan her şeyi anlamıştı, abim. Sorsa dahi açıklayacak gücüm yoktu.
Telefonu kapattıktan sonra hostesin uyarısıyla telefonu uçuş moduna alıp çantama attım. Uçak havalanırken kafamı koltuğun başlığına yaslayıp altımızda kalan şehre tükenmişlikle baktım. Tükenmiştim ama gücümü yitirmediğimi göstermek için çabalayıp duruyordum. Başka çarem yoktu.
Düştüğüm yerden kalkamazsam biliyordum ki bir daha hiç kalkamayacaktım. Halbuki en son kalkışım ne güzel olmuştu. Acıların mükafatını güzel bir şekilde yaşayacağımızı sanmıştım. Adım attığımız yeni hayatın üzerinden daha bir ay bile geçmemişken yeni bir darbeyle bu hayatımızda alt üst olmuştu.
Altımda karınca yuvası gibi kalan şehre iç çekerek son kez baktım. Elvada... dedi, iç sesim. İç sesim sanki olacakları önden görüyordu.
"Allah'ım nolur, Fırat'ı da aynı acıyla sınama" Fısıldayarak ettiğim dua sonrası gözlerimi yumdum. Uykunun kollarına çaresizlik ve hüzünle bıraktım, kendimi.
Uçak yolculuğunu uykuyla geçirmek büyük bir avantaj olmuştu, benim için. Aksi halde düşünceler yüzünden kafayı yiyebilirdim. Zaten dakikalar sonra kaosun ve acının bizzat içinde bulunacaktım. Kısa sürede olsa kafamı rahat tutmak hakkımdı.
Yanıma valiz almadığım için beklemeden iner inmez hızla taksi durağına gittim. Rotanın hastane olduğunu söyleyerek taksiye bindim. İşkence gibi gelen yolculuğun sonunda hastaneye varmıştık.
Hastanenin önünde heykel gibi kalmıştım. Girmeye gücüm var mıydı? Beni bu hastaneye mahkum eden adamın halini görmek için adım atmaya takatim var mıydı? Asıl soru "Beni acılarla sınayan adama merhamet besleyecek miydim?" Çelişkiler, düşünceler, sorular kafamın içini karman çorman etmişti.
Ne kadar süre burada dikilip kaldığımı anlayamamıştım. İç sesim benim burada kalmaya devam edeceğimi fark edince devreye girdi. "Buraya kadar geldin, Arjin. Her şey Fırat için"
Fırat içindi. Merhametsizsem dahi Fırat'ı yalnız bırakacak kadar gamsız değildim. Önce derin bir nefes aldım, ardından besmele çekerek yavaş adımlarımı hastanenin içine doğru attım.
Hastanenin içine girer girmez içime hücum eden gerginlik nefes almama engel oluyordu. "Geçmişi düşünme" içimden ezber yaparcasına tekrar ettiğim cümleydi. Aksi halde burada bir saniye kalacak gücüm olmazdı.
Hastane girişi ve içi Kozan aşireti ve diğer aşiretlere mensup bireylerle doluydu. Beni görenler aralarında fısıldaşmaya başlamıştı. Hiçbirini umursamadan danışmaya doğru ilerleyip Yasir Kozan'ı sordum. İkinci katta ameliyatta olduğunu öğrenir öğrenmez asansöre bindim.
Asansör ikinci katta durunca sanki son nefeslerimi alıyormuşçasına içime derince bir nefes çektim. Ardından besmele ve dualar eşliğinde çekimser adımlarımı atarak asansörden çıktım.
Kafamı sola çevirdiğimde ameliyathane kapısının önünde çaresizliğin hakim olduğu duygular eşliğinde bekleyen Fırat'ın ailesini gördüm. Koridora hakimiyet olan tek ses kadınların ağlama sesleriydi. Aralarında Fırat'ı göremeyince etrafa göz gezdirdim ve sağda kalan koridorun sonunda arkası dönük, elleri ceplerinde camın önünde durduğunu gördüm. Etrafı kendi aşiretlerinin erkekleriyle doluydu.
Birkaç saniye ne yapacağımı düşündükten sonra önce Fırat'ın yanına gitme kararını aldım. Adım seslerimi duyan erkekler dönüp bakmıştı lakin Fırat yerinden kımıldamamıştı. Acaba beni görünce ne hissedecekti? Geldiğime sevinecek miydi? En önemlisi onunla beraber gelmediğim için kırgın mıydı?
Yanlarına yaklaştığımda baş selamı verdim. Selamıma karşılık onlarda başlarıyla selam verdi. Fırat hâlâ arkasını dönmemiş, geldiğimi görmemişti. Fırat'la aramdaki mesafeyi de adımlarımla yok ederken diğerleri yanımızdan uzaklaştı. Bizi yalnız bırakmak istediklerini anlamıştım.
"Fırat" Tiz çıkan sesimle beraber koluna dokundum. Sesimi duyduğu an iyice donuk kaldığını fark ettim. Gözlerini yumdu, tekrar açtı. Anlaşılan hayal gördüğünü sanıyordu. Elimi kolundan çekmeden,
"Ben geldim" dedim. Yavaşça bana doğru döndü. Şaşkın bakışları altında yatan duygu; sevinçti. Bunu gördüğüme yemin edebilirdim.
Hoş geldin, demedi. Cevap vermedi, ağzını açmadı. Sadece sarıldı. Seneler sonra ilk defa karşılaşmışız ve bir daha bırakmak istemiyormuşçasına sarıldı. Aynı şekilde karşılık verdim. Tam şuan dünya dönmeyi bıraksın, bu şekilde kalalım. Kokusunu sonsuza dek soluyayım istedim.
"İyi ki geldin" diye fısıldadı, kulağıma. Kulağımla şakağımın birbirine bağlandığı araya derin bir öpücük bıraktıktan sonra kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı.
"Özür dilerim. Seninle beraber gelmem gerekiyordu"
"Özür dileme, anlıyorum seni" Bu kadar anlayışlı olma, Fırat.
"Durumu nasıl?" Kelimeler zoraki çıkmıştı, ağzımdan. Sırtını duvara yasladı. Gözlerimin içine hüzünle baktı.
"Ameliyatta" Nasıl teselli edeceğime dair gram fikrim yoktu. Ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemiyordum. Fırat'ın yan tarafına geçerek bende sırtımı duvara yasladım.
"Dua etmekten başka çaremiz yok" diyebildim, sadece. Fırat yavaş yavaş yere çöktü.
"Doktorlar durumunun ağır olduğunu söyledi" Sesi öyle çaresiz çıkmıştı ki onu ilk defa böyle bitik görüyordum. İçim cız ediyordu. Gözümden akan yaşı elimin tersiyle silerek yanına çöktüm. Sol kolumu omzuna atıp kafasını göğsüme yasladım.
"Sağ salim çıkacak ameliyattan" Söylediğime nedense kendimde inanamıyordum ama iyi düşünmekten başka çaremiz yoktu.
Fırat tepkisiz kaldı. Bende bir daha konuşmadım. Acısını yatıştırmayı o kadar çok istiyordum ki ama bir o kadar da elim kolum bağlıydı. Dediğim gibi dua etmekten başka çaremiz yoktu.
"Yoruldum" Dakikalar sonra Fırat yorgun sesiyle konuştu. Belirttiği kelimeyi fiziki olarak değil de ruhen söylediğini çok iyi anlamıştım.
"Yorulduk, tükendik" diye karşılık verdim.
"Neden mutluluk bize çok görülüyor?"
"Kafamda tekrar eden sorulardan birisi. Hâlâ cevabını bulamadım"
"İsyan etmek istemiyorum. Ama..." Sesi titrediği an içimde titremişti. Göz yaşlarımı tutamıyordum, artık. "Bıktım. Şu yaşımda hayatın tüm yükünü sırtlamaktan, dertleri yaşamaktan yoruldum"
"Sınavımız bu" Ellerim saçlarına ulaşmış, saçlarını okşuyordum.
"Ne zaman bitecek bu sınavlar, ne zaman?" derken yumruk yaptığı eliyle yere sertçe vurdu. Sıçrayarak elini tuttum. Kendine zarar vermesini istemiyordum.
"Dur, lütfen..."
"Fırat" Duyduğum yabancı sesin sahibine baktığımda karşımda bizim yaşlarımızda bir adamın durduğunu gördüm. Fırat ya duymamıştı ya da duymamazlıktan gelmişti.
"Aşiretten Yasir Ağa'yla aynı kan grubuna sahip olanlar geldi. Aşağıda kan veriyorlar. Bir de..." devamını getirmeye çekinir halde kafasını eğdi. Zaten Fırat dönüp bakmıyordu bile. Duyup duymadığından da emin değildim.
"Bir de?" Cümlesinin devamını merak ettiğim için sormuştum.
"Ünzile Yenge'm fenalaştı. Acile alıp sakinleştirici vurdular." Fırat hâlâ tepkisizdi. Korkmaya başlamıştım.
"Fırat?" Hafifçe sarstım.
"Duydum" dedi, buz gibi sesiyle. Ardından hızla ayağa kalktı. İkimize de bakmadan yanımızdan ayrıldı. Hemen ayağa kalkıp peşinden gittim. Fırat yıkılmıştı.
Ameliyathane kapısının önünde durduğunda kapıya tekmesini sertçe vurdu.
"Yeter lan! Artık bir şey söyleyin!" Az önceki adam ve nereden çıktığını görmediğim birkaç kişi koşarak Fırat'ı tuttu.
"Fırat, sakin ol!" diye azarlayan sesleri duymuyordu, bile. Önüne geçtim, ellerinden sıkıca tutarak gözlerinin içine baktım. Gözlerimden akan yaşları umursamıyordum.
"Geçecek, hepsi geçecek. Lütfen sabret biraz" Kafasını sağa sola salladı. Ellerini hızla çekti.
"Geçmeyecek, amına koduğumun dertleri geçmeyecek!" Tekmesini yan tarafındaki duvara vurdu. Yine korkuyla sıçramıştım. Benim Fırat'ım bu olamazdı. Normale dönmesi, iyi olması için her şeyimi hatta canımı bile verecek haldeydim. Onu bu halde görmeye dayanamıyordum.
"Dicle nasıl?" Sıktığı dişleri arasından yanındakilere sorusunu yöneltmişti. Kimsenin yüzüne bakmıyordu. Sorusu içime yeni bir korku serpmişti.
"Dicle'nin neyi var?" Sorumu korkuyla sorduğum ses tonumdan apaçık belli oluyordu. Gözlerim etrafımızdakilerin üzerinde gezinirken hepsi kafasını eğdi, cevaplamaktan kaçındı.
"Uyutuyorlar, hâlâ ağam" Sadece Fırat'ın sorusuna cevap gelmişti. Sorumu tekrar sormama fırsat gelmeden koridor aşiret büyükleriyle doldu. Jiyan Ağa, Macid Ağa, Haşim Ağa, diğer aşiret büyükleri ve abilerim...
"Son durum nedir, Fırat Ağa?" Jiyan Ağa'nın sorusunu Fırat yanıtlamadı. Kapının köşesine çöküp, oturdu. Fırat ki her olay karşısında dimdik duran, karşısındaki ona ne yaşatırsa yaşatsın saygıda kusur etmeyen insanken şimdi yıkılmışlığın verdiği etkiyle etrafındakileri görmezden geliyordu.
"Ameliyat devam ediyor, ağam" Gençlerden birisi Jiyan Ağa'nın sorusunu askıda bırakmamıştı. Gözler bana dönünce,
"Arjin, keça min sen aşağı kaynananların yanına in" dedi, Haşim Ağa. Fırat'ı yalnız bırakmak istemesem de aklım Dicle'ye takılmıştı. Başımla onaylayarak aşağı indim.
Acile indiğimde tanıdık yüzler görünce yanlarına doğru ilerledim.
"Kayınvaliden içeride hanımım" diyen kadının komutuyla iki numaralı odaya girdim. Ünzile Kozan yatakta boylu boyunca uzanıyordu. Gözlerini karşı duvara sabitlemiş boş boş bakıyordu. Sakinleştiricinin etkisi altında olduğu belliydi. Baş ucunun birinde kızı Nujin diğerinde Rojda bekliyordu. Yanlarındaysa tanımadığım bir yüz ve Şehnaz vardı. Beni ilk fark eden de Şehnaz olmuştu. Kafasıyla selam verince selamına karşılık verdim. Ardından diğerleri gördü, beni. Tanımadığım yaşlı kadın beni görünce,
"Xwişka min, küçük gelinin de geldi" dedi. Bacım dediğine göre Ünzile Kozan'ın kız kardeşiydi bu gözü yaşlı kadın. Ünzile Kozan acı dolu bakışlarını yavaşça bana çevirdi. İnsani duygularımın tam şuanda farkına varmıştım. Bu kadının haline üzülmüştüm.
"Ahını aldı. O yüzden bu halde" Kelimeleri zar zor toparlayıp konuşabilmişti. Ancak sesinde ne sitem ne kızgınlık vardı. Şaşırmadım desem yalan olurdu. Bunu kesinlikle beklemiyordum. Ayaklarım baş ucuna doğru adımlarını attı. Nujin yerini bana vererek yan tarafa geçti. Ünzile Hanım'ın serum takılı olmayan elinden nazikçe tuttum. Bu tutuşumla destek olmaya çalıştığımı belli ediyordum.
"İyi olacak" dedim. Ünzile Hanım'ın gözünden yaşlar su gibi akmaya başladı.
"Kahır çekmeye gelmişim, bu dünyaya" diyerek ağıtlarını yakmaya başlayınca. Arkamda kalan Nujin'in ağzından bir hıçkırık kaçtı ve ağlayarak odadan çıktı. Fırat gibi hepsi yıkılmıştı. Allah'ım sen onlara güç kuvvet ver.
Dicle'yi merak ediyordum, deli gibi. Annesi bu haldeyken yanında onun ne durumda olduğunu sormaya da çekiniyordum. Karşımda ağlayan Rojda'ya kaş göz işareti yaparak dışarı gelmesini söyledim. Onayı alınca ağlaya ağlaya sakinleştiricinin etkisiyle uyuya kalan Ünzile Kozan'ın elini yavaşça bırakıp dışarı çıktım. Peşimden gelen Rojda kapıyı kapatır kapatmaz,
"Dicle nerede?" diye sordum. İç çekerek dışarı çıktı. Hava almak istediğini anladığım için bir şey demeden peşinden gittim. Dışarıdaki banka oturdu, bende yanına. Diyarbakır'ın keskin soğuğu ciğerlerimizi yakıyordu, resmen. Bu soğuğu derince soluyarak ciğerlerime çektim.
"Sinir krizi geçirdi" Dakikalar önce sorduğum soruya cevap gelmişti.
"Normal değil mi? Babasını bu halde görmek mahvetmiştir, onu"
"Onunda etkisi var" Ses tonu hiç iyi şeyler olmadığına işaretti. Korkuyla,
"Rojda, neler oldu?" diye sordum. Gelecek cevap her neyse tüylerim şimdiden ürpermişti. Rojda da az önce benim yaptığım gibi soğuk havayı ciğerlerine doldurdu. Sonrasında aldığı havayı burnundan tekrar vererek konuşmaya başladı.
"Dicle Fırat'ın asistanının evinde kalıyormuş. Babam bunu öğrenince gidip Dicle'yi zorla getirdi, oradan. Yapma, dedim. İlk defa babama karşı geldim. Dicle'yi zorlama diye yalvardım. Hissettim, kötü şeyler olacağını. Kimse karışmasın, dedi" Cümlesine ara vermesine sebep olan şey, ağzından kaçan hıçkırığı olmuştu. Kendine gelip cümlelerinin devamını getirmesini sabırla bekledim.
"Dicle'yi kolundan tutarak zorla getirdi, konağa. Dicle ağlıyordu, çığlık çığlığaydı. Babam onu evlendireceğini söyledikçe çığlıkları tüm konağı sarsıyordu. Merdivenleri çıktılar...." Burada nefesi tıkanmış gibi oldu. Nefes almaya çalışırken elindeki peçeteyle gözünden akan yaşları sildi.
"Dicle elinden kurtulmaya çalışıyordu. Tam merdivenlerin başına çıkmışlardı. Dicle elinden kurtuldu, koşa koşa iniyordu ki babamda peşinden koştu. Kolunu tuttuğu sırada Dicle itti. Orada olan oldu" Başını omzuma yasladı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Kanımın donmuş, akmayı bıraktığını hisseder gibiydim.
"Merdivenlerden yuvarlanmadı, uçtu resmen" Kafasını kaldırıp ağlamaktan şişmiş gözleriyle gözlerimin içine baktı. "Arjin, çok kötü düştü. Senin düştüğünden daha kötü haldeydi. Kanlar içinde gözleri açık yatıyordu, yerde" Buza dönmüştüm. Hayır, havanın soğukluğundan değil, duyduklarımdan, geçmişi hatırlamaktan...
İnsanın beyni bu durumlarda çalışmayı bırakıyordu. Ne mantıklı düşünebiliyordu ne de iki kelimeyi bir araya getirip teselli cümlesi yaratabiliyordu, insan.
"Dicle orada olduğu yere yığıldı, ağlamaya başladı. 'Benim yüzümden oldu' diyip duruyordu. Krize girmiş. Bir ambulansta onun için geldi. Gözlem odasına aldılar, uyutuyorlar" Dicle'nin halini tahmin etmek zor değildi. On sekiz yıl önce yaşadığım an gözümde canlanınca göz yaşlarımı tutamadım. Şu durumda Dicle'yi en iyi anlayacak tek insandım. Babasıydı, canını yaksa da ruhunu yaralasa da babasıydı. Tepkisiz kalamazdı.
"Vahşet gibiydi, Arjin. Babamın yaşayacağına inanamıyorum"
"Şşş, kötü düşünmek yok. Yaradan ne dilerse o olur" Teselli edebileceğim tek cümle bu olmuştu.
Bana uzunca gelen bir süre boyunca Rojda'nın başı omzumda dışarıda oturmuştuk. Rojda hıçkırıklarını içine atarak sessiz sessiz ağlamış, bense tek tük akan göz yaşlarım eşliğinde düşünceler içinde boğulmuştum.
İmtihan dünyasındaydık. En ağır imtihanları geçsekte sonucunda mutluluk bize haram kılınmış gibi yeni imtihanlarla sınanıyorduk. Artık hiçbirimizin savaşacak gücü kalmamıştı. Özellikle ben ve Fırat'ın...
"İçeri girelim mi?" Rojda sorduğum soruyu duyunca kafasını kaldırıp olur anlamında salladı.
İkimizde güçlükle kalkıp içeri girdik. Dışarının soğuğuna nazaran içerisi sımsıcaktı. Sıcak ruhumuza işleyen soğuğu az da olsa ılıtmıştı.
"Dicle'nin yanına gitsek iyi olur"
"Haklısın"
Rojda Dicle'nin nerede olduğunu bildiği için önden yolu göstermek için ilerledi. Peşinden dualarla ilerledim. Dicle'yi iyi görmek istiyordum. Benim tanıdığım Dicle abisi gibi her zorlukla baş eden, yıkılmayan bir kadındı. Onu da bitik halde görmeye dayanabileceğimi sanmıyordum.
Gözlem odasının önüne gelince durduk. Odanın içini gösteren cama yaklaşınca içerideki yatağın üzerinde biçare yatan Dicle görüş alanıma girdi. Açık gözleri tavanda dikili kalmıştı. Gözlerim yatağa kayınca ellerinin yatak kenarlıklarına bağlı olduklarını gördüm. Yüreğime hançer saplamışlardı, sanki. Etrafına neşe saçıp moral olan kız şuan bitmiş halde eli kolu bağlı bir hastane odasında yatıyordu. Hayır, hayır. Hayat bu kadar acımasız olamazdı.
"Kolları neden bağlandı?" diye bağırırken arkamı döndüm. Hemşire istasyonunda oturan hemşireler hemen yanımıza geldi.
"Kendine zarar vermemesi için bağlamak zorunda kaldık" diyen hemşireye ateş saçan gözlerimle baktım.
"O kendine zarar vermez! Hemen çözün o ipleri!"
"Ama-" Cümlesinin devamını bitirmesine izin vermedim.
"Size o ipleri çözün, dedim. Yoksa olacaklardan ben sorumlu değilim!" Karşımdaki hemşireler göz devirerek Dicle'nin yattığı gözlem odasına girdi. Camdan onları izliyorduk, Rojda'yla.
"Ah, Dicle'm Ah" diyerek hâlâ ağlıyordu, Rojda. Ağlama diyemezdim. Acısını az da olsa rahatlatacak şey ağlamak oluyordu, insanın.
Hemşireler ipleri çözerken Dicle donmuşçasına duruyordu. Gözlerini bile çevirip bir kere bakmamıştı. Çözülen ellerinden tutup tüm gücümü ona aktarmak istiyordum. Abisini de onu da bu halde görmeye kalbim dayanmıyordu.
Odadan çıkan hemşirelere dönerek,
"Yanına girebilir miyiz?" diye sordum. Yüz ifadelerinden hayır diyecekleri apaçık ortadaydı ancak az önce ki tepkimden dolayı çekindiklerinden,
"Sadece bir kişi girse iyi olur" dediler.
"Sen gir, Arjin. Bende anneme bakayım" Rojda'ya minnetle baktım. Ben rica etmeden bana öncelik tanımasına gözlerimle teşekkür ettim.
Beynim ve kalbim Dicle'nin yanına girmemi isterken adımlarım ürkekçe davranıyordu. Ürkek adımlarıma rağmen odaya girmiştim. Nefesimi tutarak yatağa doğru ilerledim.
"Dicle" Sesimi kendi kulaklarım bile zor duymuşken Dicle'nin duyması imkansızdı.
"Ben geldim, Dicle" Bu sefer sesim az öncekine nazaran daha yüksek çıkmıştı.
"Sen misin, yenge?" Bakışlarını çekmeden kısık ve titrek sesiyle sormuştu. Yüreği güzelim ne hallere gelmişti...
"Evet, canım benim" diyerek yatağın kenarına oturdum. Buzdan daha soğuk hale gelmiş elini avuçlarımın arasına aldım. Tüm gücümü tüm ısımı Dicle'ye aktarmak istiyordum.
"Babamı öldürdüm"
"Hayır, hayır" dedim, telaşla. Beynine kodladığı her ne varsa hepsini temizlemek zorundaydım.
"Benim yüzümden düştü. Öldü" Robot gibi konuşması iyice canımın sıkılmasına, hüznümün vücudumu kaplamasına neden olmuştu.
"Ölmedi, Dicle. Kendine gel, lütfen!" Sesim haddinden yüksek çıkınca içimden kendime kızdım. Fakat sesimin yüksek çıkması Dicle'yi donuk halinden uyandırmış, kafasını bana çevirtmişti.
"Sen bana inanırsın, yenge. Yemin ederim bilerek yapmadım. Sadece istemiyordum, kaçmak istemiştim. Böyle olacağını bilsem kaçar mıydım? Yeter ki babama bir şey olmasın onun istediğiyle evlenirim"
Nefes almadan konuşmuş, her kelimesiyle beraber göz yaşları gözlerinden kaçmıştı. Bu hali benim göz yaşlarımı da akıtmıştı. Burnumu çekerek Dicle'ye sarıldım. Kafasını göğsüme yasladığımda hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kapının açıldığını duyunca hemşirelerin geldiğini anladım ve onlara dönmeden bir elimi Dicle'nin belinden çekerek durun komutu verdim. Ayak sesleri uzaklaşıp kapının kapanma sesini duyunca elimi tekrar Dicle'nin beline sardım.
"Sen bir şey yapmadın, Dicle. Kendini suçlamayı bırak, yalvarırım. Baban ölmedi, iyi olacak"
Son cümleme yürekten inanmak istesem de bir türlü inanamıyordum. Zihnimde Ünzile Kozan'ın "Senin ahını aldı" cümlesi yankı yapıyordu. Zamanında beddualar edip kin tuttuğum için şimdi kendime kızıyordum. Ama bende böyle olmasını istemezdim. Bilsem sevdiğim insanlar da acı çekecek tek kelime etmezdim.
Yalvarırım, o adam iyi olsun. Ahım çıkmasın, ben onu affettim. Sende affet, şifanla şereflendir Allah'ım...
BÖLÜM SONU🥀
Bölümleri eskisi gibi rahat ve sakin bir kafayla yazamıyorum. Tam plan yapıp eskisi gibi vaktinde yayınlayacağım diyorum ama yine olmuyor. Hakkınızı helal edin, uzun süre beklettiğim için. 🥲
Finale son 3 bölüm kaldı... Sağlıcakla kalın.🤍
|
0% |