Yeni Üyelik
2.
Bölüm

▪ İLK MIZRAK

@arch.bus

♫ ♪ "Florence + The Machine - Seven Devils " ♪ ♫

Ignis İmparatorluğu Toprak Sınırı

Aetheris İmparatorluğu Safhası

Karanlığın ağırlığı altında ezilen kasvetli bir sabahta, Ignis İmparatorluğunun sınırında alışılanın aksine gökyüzü sanki sonsuza dek karanlığa bürünecekmiş gibi yoğun bulutlarla kaplanmıştı. Güneşin ışıkları, bu ölüm sessizliği ve hüznün hüküm sürdüğü yerde tamamen kaybolmuş, yeryüzü ise büyük bir savaşın acımasız izleriyle lekeleneceğini öngörmüş gibi yağmurla karışarak ağır bir çamura dönüşmüştü.

Ufukta, zırhları kasvetli gri ve siyah tonlarda parlayan, devasa bir ordu toplanmıştı. Her bir savaşçı, ölümün soğuk nefesini ensesinde hissederek, kılıçlarını sımsıkı kavramış, mızraklarını karanlığa doğru doğrultmuş ve kalkanlarını siper edinmişti. Savaşın kokusu her yana sinmiş; demir, ter ve korkunun keskin karışımı, havayı ağırlaştırmaya başlamıştı.

Savaşçıların yüzlerine bakıldığında, kararlılıkla örülmüş korkunun izleri açıkça seçiliyordu; her biri, yaşamla ölüm arasında ince bir çizgide durduklarının farkındaydı. Gözlerinde, yaklaşan savaşın şiddetini ve kaçınılmazlığını kabullenmiş bir ifadeyle birlikte, içlerinden komutanlarının cesaret verici cümlelerini tekrarlayarak kendilerini yaşatacakları vahşet ve öngöremedikleri galibiyet için hazırlıyorlardı.

"Askerler !" diye seslendi ilk bölüğün komutanı, " Bugün burada imparatorluğumuzun kudretini yaymak için son hamlemizi yapacağız !" Derin bir nefes alarak söyleyeceği cümlelerin ağırlığını bölük askerlerinin kalplerine yerleştirerek devam etti "Silahlarınızı taşıyabilecek cesaretiniz varsa, krallığınız için savaşmayı da bileceksiniz!" elindeki yuları çekerek binlerce askerin önünde birkaç adım geriledi ve ilk saflardaki askerlerinin savaşın ilk mağlupları olacağının bilincinde olarak soğuk kanlılıkla gözleri onların üzerindeyken cümlelerini sürdürdü.

"Buraya zafer için geldik, korkaklık için değil! Şu an bulunduğumuz toprakların her bir karesi düşmana ait, içindeki her bir ev düşmana ait! Evlerin içindeki yüzler, sizi yanıltmasın. Her bir erkeği genç, yaşlı, çocuk demeden kanını akıtmak sizin göreviniz!"

"Kadınlarını, kadınınız yapmadan; Ignis kanı taşıyan tek bir it bile kalmayana dek, durmayın!" vahşet ve emir dolu cümlelerinden sonra önce bakışlarına sonrada cümlelerine yansıyan ölümle son kez seslendi.

"ASKERLER !" ,

" İLERİ !"

Ignis İmparatorluğu

Traven Kalesi

Ignis İmparatorluğu'nun görkemli kalesi, fırtınanın hiddetiyle sarsılmasına rağmen, bütün zorluklara meydan okurcasına sarsılmaz bir şekilde dimdik ayakta duruyordu. Kara bulutlar kalenin tepesinde toplanmış, gökyüzü öfkeli bir deniz gibi kabarmıştı fakat bu kadim yapının taş duvarları, yüzyılların getirdiği her fırtınaya karşı koymuştu.

Şimdi, dışarıdaki bu muazzam savunmaya rağmen, kalenin içindeki atmosfer bambaşka bir hikâyeyi gözler önüne seriyordu. Duvarların ardındaki salonlar, soğuk taşların arasına sıkışıp kalmış boğucu bir sessizlikle doluydu, adeta kalenin içinde yankılanan her nefes, bir ağırlık olarak bedenlerde hissediliyordu.

Kral Ignis, tahtına oturmuş, çevresinde endişeyle kıpırdanan danışmanlarının sessiz fısıltılarını dinlerken, zihni dışarıda yaklaşan savaşın kaçınılmaz çığlıklarıyla meşguldü. Her biri, dudaklarından dökülen kelimeleri seçerken dikkatli davranıyor, sanki en ufak bir yanlış kelime, bu büyük fırtınayı içeriden başlatabilecek bir kıvılcım olabilirmiş gibi davranıyordu.

Ancak, kralın zihnindeki kasvetli düşünceler, bu fısıltıları bir sis perdesi gibi dağıtıyor, kalbinin derinliklerinde yaklaşan savaşın yankılarını, o kaçınılmaz çatışmanın getireceği yıkımı ve sonuçları duyumsuyordu.

Taht odasının derinliklerine işlemiş bu sessizlik, yalnızca savaşın fiziksel ağırlığını değil, aynı zamanda geleceğin belirsizliğini ve imparatorluğun kaderine duyulan korkuyu da yansıtıyordu.

Kral Ignis, sert bakışlarını önünde toplanmış danışmanlarına çevirdi; her biri, taht odasının görkemli ama soğuk atmosferinde, kralın bakışlarının ağırlığını omuzlarında hissediyordu. Dışarıda, kasvetli gökyüzü ve yükselen rüzgarlar savaşa hazırlanan askerlerin üzerinde dolanırken, içeride ise kral ve danışmanları, bu savaşın sonucunun ne olacağını bilmenin getirdiği endişeyle kuşatılmışlardı. Kral Ignis, tahtında sarsılmaz görünse de, yaklaşan fırtınanın hem imparatorluğunu hem de kendi kaderini nasıl şekillendireceği konusunda derin bir düşünceye dalmıştı.

Kapılar, bir kükreyiş gibi sarsılarak açıldığında, odada bulunan derin sessizlik katlanarak elle tutulabilir bir hale geldi. Tozlu, kirli zırhıyla bir haberci içeri girdi. Üzerinde taşıdığı savaşın izleri, çatışmanın acımasızlığına tanıklık ediyordu; ter içinde kalan yüzü ve titreyen adımları, taşıdığı haberin karanlık bir gölge gibi üzerine çöktüğünü gösteriyordu. Odanın soğuk havası, habercinin adımlarıyla biraz daha kasvetli bir hâl alırken, odadaki gözler birer birer ona çevrildi.

Habercinin dizleri, taş zeminde sertçe yere vurdu ve başını derin bir saygıyla öne eğdi. Ancak başını eğmesine rağmen, yüzündeki korku ve endişe, taşınan haberin ağırlığını açığa vuruyordu.

Nefesi kesilmiş gibi kısa ve kesik konuştu.

"Kralım," dedi, sesi hafifçe titriyordu, sanki kelimeler ağzından çıkmak için mücadele ediyordu,

"Düşman, ilk hattı kırdı... Ordu geri çekiliyor."

Bu sözler, odadaki havayı daha da ağırlaştırdı. Danışmanlar, endişeyle birbirlerine baktılar; yüzlerinde derin bir korkunun ve çaresizliğin izleri okunuyordu. Herkes içinde bulundukları durumun vahametini bir anda daha belirgin hale geldiğini hissetmişti.

Kral Ignis, tahtından ayağa kalktı; bu hareket, taht odasında bir fırtına gibi esti. Varlığı, odanın atmosferini doldurdu ve herkesin dikkatini bir anda kendine çekti. Gözlerindeki alev, şimdiye kadar sönmeyen hırsı ile içinde taşıdığı kararlılıkla parladı.

Kral Ignis'in ayak sesleri, odadaki büyük, altın işlemeli halıda bile yankılanırken, her adımında hissettirdiği güç ve otorite, oradaki herkesin içini titretti.

Habercinin önüne geldiğinde, ona başını kaldırması için bir el hareketiyle işaret etti. Habercinin gözleri başka bir anda olsa kellesine eş değer olacak bir hareketle kralın bakışlarına kilitlendi.

"Bu kaleyi, bu imparatorluğu kimseye teslim etmeyeceğiz!" dedi Kral Ignis, sesi odada yankılanan bir gök gürültüsü gibi yükseldi.

Sözlerine öfkeyle karışmış bir gurur hakimdi; her kelime, sanki bir meydan okuma gibi kulaklarda çınladı. Bunu sadece haberciye ithafen değil, odada kralları hala hayatta olmasına rağmen ümitsizlik ve korku çukuruna düşen kişilerin toparlanması için de söylemişti.

"Ignis İmparatorluğu, düşmanın önünde diz çökmek için kurulmadı. Bizim kanımız, savaş meydanında akarken bile, bu toprakların her karışını ateşimizle, zırhımızla, akan kanımızla koruyacağız. Bunu unuttuğunuz bir an bile olmasın !"

Kralın sözleri, odadaki her bireyin ruhunda yankılandı. Danışmanlar, gözlerini kraldan ayıramıyorlardı; onun kararlılığı, onların korkularını bir anlığına bile olsa yatıştırmayı başarıyordu.

"Hainlere karşı bu kalenin kapıları kapanmayacak. Bu kalenin taşlarını, duvarlarını savunmak için hepimiz son damla kanımıza kadar savaşacağız. Düşman bu kaleye adım attığında, karşısında sadece bir taş yığını bulmayacak; karşısında Ignis'in ateşini, sönmez iradesini bulacak!"

Kral Ignis, ihtişamıyla odanın ortasında durdu, kollarını iki yana açarak tüm otoritesiyle konuşmasını sürdürdü. Danışmanlar ve etrafında toplanan muhafızlar, kralın büyüklüğü ve kudreti karşısında başlarını eğdiler.

"Hazırlıklar tamamlanacak. Her asker, her silah bu kalenin savunmasında kullanılacak. Bu gece, düşman ya bizim ateşimizde yanacak ya da tarih, Ignis İmparatorluğu'nun son zaferini yazacak!"

Bu sözler, odada yankılandıkça, oradaki her kişinin içinde Ignis İmparatorluğunun ateşi yandı. Kral Ignis'in gözlerindeki alev, sönmek bilmeyen bir inatla parlıyor, tüm saraya yayılan bir güç kaynağı haline geliyordu.

Artık geri çekilmek yoktu.

Herkes, Ignis İmparatorluğu'nun ateşiyle yanacak, kralın sönmeyen iradesiyle aydınlanacak ve bu fırtınadan galip çıkmak için sonuna kadar mücadele edecekti.

Kral Ignis, son cümlesini söyleyip odadaki her ruhu ateşle tutuşturduktan sonra; gözleri, odadaki danışmanlarını birer birer taradı. Yüzlerinde hala taşıdıkları korku ve belirsizlik, onun kararlılığını daha da pekiştirdi. Bir savaş liderinin omuzlarında taşıdığı yükü yalnızca kendisi anlayabilirdi; zaferin ağırlığı kadar, olası bir yenilginin de derinliğini en iyi o bilirdi.

Derin bir nefes alarak, tahtının yanında dikildi ve soğukkanlı bir ifadeyle danışmanlarına döndü.

"Artık sözlerin vakti geçti," dedi, sesi yaydığı karanlığın içinde tek aydınlık gibiydi. Cümlenin içerisinde bir emir gizliydi ama yine de sesli söylemeye devam etti.

"Hepiniz gidin, hazırlıklarınızı tamamlayın. Savaşın ilk hattında bulunmayacak olanlar, bu kaleyi terk etsin."

Danışmanlar, krallarının bu son emri karşısında sessizce başlarını eğdiler. Adeta bir buyruk gibi odadan süzülen krallarının sözleri, onlara bir kez daha hatırlatmıştı: Kral Ignis ne olursa olsun kararlılığından ve hükmetme hırsından ödün vermezdi.

Kralın dediği gibi, sözlerin vakti geçmiş, kılıçların ve karanlık planların zamanı başlamıştı. Taş zemin üzerinde yankılanan ayak sesleri, kapıların kapandığı an sessizliğe gömüldü. Kral Ignis, tek başına taht odasında kaldı. Bir süre sessizce durdu, düşüncelerinin derinliklerine dalarak savaşın tüm ağırlığını omuzlarında hissetti. Ya bu savaşı kazanacaktı ya da 21 yıldır hükümdarlığını yaptığı bu imparatorluğun sonunu getirebilecek bir savaşı kaybedecekti.

Üzerinde imparatorluk bölgelerini gösteren haritanın bulunduğu büyük ahşap masanın başına doğru adımladı ve sancak figürünü eline aldı bu 21 yıllık hükümdarlığı içerisinde babasının aksine birçok başarıya imza atmış ve topraklarını büyütmüştü.

Kral olabilmek için önce siyasi bir evlilik yapmış sonrasında ise kendi hükümdarlığını daha önce elde edebilmek için babasını şifacılar tarafından verilen bitki çayları ile delirterek tahttan indirmişti.

Kendi kanından birini bile bencilliği ve hükmetme hırsıyla harcaması ona bir imparatorluk kazandırdığı için yaptığı canilikler ve savaşlarla birçok toprak elde edebilmişti. Şimdi ise onun başlatmadığı bir savaşın içerisinde ne olacağı bilinmez bir fırtınada benimsediği hükümdarlığının ilk defa sarsıldığını hissediyordu.

Dışarıda ise fırtına giderek şiddetini artırıyordu; sanki gökyüzü bile yaklaşan savaşın dehşetini paylaşıyordu.

Sonra, ağır adımlarla odadan çıktı ve sessiz koridorlarda ilerledi. Duvarlarda asılı meşaleler arkasında bıraktığı rüzgarla dans edercesine parlıyordu. Koridorun duvarlarında asılı olan eski kralların portreleri ise onun geçişini izler gibiydi. Bu soğuk ve karanlık koridorlar, imparatorluğun derinliklerine inen birer geçit gibi görünüyordu. Her bir adımı, taş zemin üzerinde yankılanırken, kalenin derinliklerine doğru yöneldi.

Kalbinin derinliklerinde bir yerde, yakında yüzleşeceği karanlıkla savaşıyordu, ama yüzünde uzun hükümdarlığın verdiği tecrübe ile bunu belli edecek tek bir iz bile yoktu.

Kalenin kalbinde bulunan koridor, Ignis İmparatorluğunun Kraliçesi'nin odasına giden yola çıkıyordu. Koridorun sonunda, sadık iki muhafız, kraliçenin odasının kapısını koruyordu. Kralın yaklaşmasını fark ettiklerinde, derin bir saygıyla eğildiler ve sessizce kapıyı açtılar.

Kraliçenin odası, kalenin geri kalanından farklıydı; odada hafif bir sıcaklık ve rahatlatıcı bir huzur vardı. Kalın, ağır perdeler, dışarıdaki fırtınayı ve savaşın gölgesini odanın dışında bırakıyordu. Odadaki meşaleler ve büyük bir şömine, yanan ateşiyle kraliçenin odasını aydınlatıyor ve ona sıcaklık veriyordu. Yumuşak halılar, kralın adımlarını sessizleştirmişti; bu odaya adım attığında, dışarıdaki dünyanın kaosu sanki bir anda silinmiş gibiydi.

Kral Ignis siyasi olarak baktığı bu evlilikte ancak gerçek bir kraliçenin dokunuşuyla kalbini yumuşatabilmişti. Kraliçe Aurelia, Kral Ignis'i gençliğinden itibaren kalbinin en derinliklerinde tuttuğu karanlık ve sırlarla sevmiş, onun hükümdarlığında yaşattığı zalimliklere göz yummuştu. Onun açısından Asiller için dökülen kanların bir değeri hiçbir zaman olmamıştı. Gerçek bir Kral hükümdarlığını büyütmek, korumak, elde etmek için öldürebilirdi.

Kraliçe Aurelia, odayı dolduran ateşin ışığıyla parlayan büyük bir pencerenin önünde duruyordu. Yüzü, dışarıdaki karanlığa ve yağmura dönüktü; sanki yaklaşan savaşın gürültüsünü pencerenin arkasında dinler gibiydi.

Üzerinde, ona asaleti ve zarafeti hatırlatan uzun, beyaz bir elbise vardı. Omuzlarına dökülen koyu renk saçları, parlayan meşale ışığı altında altın gibi parlıyordu.

Kraliçenin duruşunda bir hüzün ve kabullenmişlik vardı; o, bu imparatorluğun kaderinin ne olacağını en az kocası kadar biliyordu.

Kral Ignis, kraliçenin yanına yaklaştığında, sanki kralın yaklaşmasını hissetmiş gibi başını hafifçe çevirdi. Kral, eşinin yüzüne bakarken, onun gözlerinde derin bir sevgi ve endişe gördü. Bu bakışlar, yılların getirdiği yükleri ve paylaşılmış kaderi yansıtıyordu. Kraliçenin yüzünde, kocasının omuzlarında taşıdığı yükü anlayan bir kadının ifadesi vardı; bu ifade, ona bir teselli sunmak istercesine yumuşaktı.

"Majesteleri," diye fısıldadı kraliçe, sesi nazik ve bir o kadar da melankolikti. "Savaş yaklaşıyor. Dışarıdaki fırtına bile sanki bu büyük çatışmanın habercisi gibi..."

Kral Ignis, kraliçesinin yumuşak sesini duyduğunda, içinde bir an için bir rahatlama hissetti. O, kalenin içinde bulabileceği tek sığınaktı.

Kraliçesinin yanına geldi ve hafifçe ellerini tuttu. Onun ellerinin sıcaklığı, kraliçenin kalbinin sıcaklığını ve içindeki o bitmeyen sevgiyi yansıtıyordu. Kraliçe, kocasının gözlerine bakarken, onun içinde kopan fırtınaları, kaygıları ve endişeleri hissedebiliyordu.

"Sana söz veriyorum," dedi kral, sesi kararlılıkla doluydu, "Bu imparatorluğu ve seni koruyacağım. Ne pahasına olursa olsun."

Kraliçe, bu sözleri duyduğunda, bir an için gözlerinde bir yaş birikti. Kocasının cesareti ve kararlılığı, ona güç veriyordu. Ama bir yandan da, savaşın gerçekliği ve geleceğin belirsizliği, içini büyük bir korkuyla dolduruyordu.

"Seni ve çocukları güvenli bir yere götürmeleri için muhafızları hazırlattım," diye ekledi kral,

"Bu savaş ne kadar sürerse sürsün, sizin güvende olmanız benim için her şeyden önemli."

Kraliçe, gözlerini kocasından ayırmadan, "Seninle kalmak istiyorum, Ignis," dedi, sesi titrek ama kararlıydı. "Bu zor günlerde, senin yanında olmalıyım. Birlikte başladığımız bu yolculuğu, birlikte sonlandırmalıyız."

Kral, kraliçesinin bu sözleri karşısında derin bir iç çekti. Onun cesareti ve sadakati, kralın içindeki fırtınayı az da olsa dindiriyordu. "Seninle olmaktan başka bir şey istemiyorum," dedi, ona daha da yaklaşıp gözlerinin derinliklerine bakarak. "Ama bu savaş çok tehlikeli. Senin ve çocuklarımızın güvende olmasını sağlamak zorundayım."

Kraliçe, bu sözlerin ardından hafifçe başını eğdi, bir kabullenmişlik ifadesiyle. "O halde," dedi, sesi nazik ama kararlıydı, "Çocukları korumak için gideceğim. Ama bil ki, her an seninle olacağım. Kalbim, ruhum senin yanında, Ignis."

Kral, kraliçesinin ellerini biraz daha sıkıca tuttu ve onu kendine doğru çekip derin bir sarılmayla kucakladı. Bu sarılma, birbirlerine duydukları sevginin ve sadakatin bir ifadesiydi; fırtına ne kadar güçlü olursa olsun, bu bağ kopmayacaktı.

Savaşın ortasında olan imparatorluğun kral ve kraliçesi, birbirlerine son bir kez bakarak, birbirlerine veda ettiler. Kral Ignis, kapıya doğru adım attığında, kraliçesi de arkasından ona sessizce baktı. Bu, herhangi bir savaşın onları ayırdığı son anlardan biri olabilirdi; ama bu an, aynı zamanda onları birbirine bağlayan en güçlü anlardan biri olarak kalacaktı.

Kapıdan çıkarken, kralın içindeki kararlılık yeniden güçlendi. Kraliçesinin sevgisi ve sadakati, ona bu savaşta ihtiyaç duyduğu gücü vermişti. Odanın sıcaklığı, geride bıraktığı bu son sığınak, kapının dışında onu bekleyen soğuk ve sert gerçeklikle çarpıcı bir tezat oluşturuyordu. Parmaklarını kraliçesinin ellerinden çekip bıraktığında, sanki yüreğinin bir parçasını da geride bırakıyordu.

Kapının ardında bekleyen muhafızlar, kralın çıkışını sessizce izliyorlardı. Onların yüzlerinde, her zaman olduğu gibi soğuk bir ciddiyet vardı, ama kralın onlara bakışındaki anlamı çok iyi anladılar. Bir an için, kralın kararlı bakışları muhafızların omuzlarına ağır bir yük gibi çöktü; çünkü bu an, sadece bir koruma emrinden çok daha fazlasını taşıyordu.

Kral Ignis, kendisini bekleyen muhafızların önüne geçtiğinde, gözlerini birer birer onlara çevirdi. Kralın bakışları, adamlarının kalbine işleyen bir buyruk gibiydi; her biri, kralın sözlerinden önce onun ne isteyeceğini anlamış gibiydi.

"Sizi en değerli varlıklarımı korumanız için seçtim," diye başladı kral, sesi kalenin taş duvarlarında yankılandı. "Kraliçeyi ve çocuklarımı, kalenin içindeki gizli tünellerden mahzene götürün. Orada, bu fırtına sona erene kadar kalacaklar. Onları korumak için hayatınız pahasına savaşacaksınız. Bu, benden duyacağınız son emrimdir."

Kralın sözleri, muhafızların zihinlerinde yankılanırken, her biri derin bir saygıyla başlarını eğdi. Onlar, kralın kendilerine verdiği bu görevin ağırlığını hissediyor, aynı zamanda bu görevle onurlandırılmış olmanın bilincindeydiler. Ignis'in en seçkin askerleri olarak, kralın ailesini korumak, kendileri için bir onur meselesiydi.

Kral Ignis, muhafızların bu görevi kabul ettiklerinden emin olduktan sonra, gözlerinde kararlılıkla bir kez daha kraliçesinin odasına baktı. Bu, onunla olan son vedasıydı; belki de bir daha asla geri dönmeyeceği bir vedaydı. Kalbinin derinliklerinde, kraliçesini ve çocuklarını güvende tutma arzusuyla dolup taşarken, aynı zamanda bu vedanın ağırlığını omuzlarında taşıyordu.

Odanın kapısından çıktığında, arkasında bıraktığı sıcaklık yerini kalenin soğuk taş duvarlarına bıraktı. Kral Ignis, koridor boyunca yürürken, her adımı yankılanan kararlılığına ve yaklaşan savaşın kaçınılmazlığına işaret ediyordu. Taş zeminde yankılanan ayak sesleri, duvarlara çarpıp geri dönerken, bu koridor, bir savaş liderinin son yürüyüşüne tanıklık ediyordu.

Kapıdaki muhafızlar, kraliçeyi ve çocukları güvenli bir şekilde mahzene götürmek için harekete geçerken, Kral Ignis dışarıya, savaş alanına doğru yürüdü. Kapıların kapanmasıyla birlikte, koridorun sonundaki gölgeler kralın ardında kalmıştı; önünde ise, yaklaşan savaşın kasvetli ve kaçınılmaz kaderi uzanıyordu.

Kalenin dışına adım attığında, dışarıdaki fırtınanın gücü ve hiddeti kralı karşıladı. Gökyüzü, çatışmanın dehşetiyle dolup taşarken, rüzgarların uğultusu adeta savaşın önsözü gibiydi. Kral Ignis, zırhının içinde dimdik durdu; bu fırtına onun savaş alanıydı, bu topraklar onun hükümdarlık alanıydı. İçindeki kararlılık, kalbinin derinliklerinde yanan bir alev gibi sönmeden parlıyordu.

Artık savaşa hazırdı; imparatorluğu, kraliçesi ve çocukları için savaşacaktı. Kral Ignis, adımlarını hızlandırarak savaşa doğru ilerledi, geride bıraktığı her şeyin yükünü omuzlarında, zaferin kararlılığını ise yüreğinde taşıyordu.

Kral, nihayet dış avluya ulaştığında, ordusunun toplandığı geniş meydanı gördü. Savaşçılar, kılıçlarını ve mızraklarını kuşanmış, kanlı bir savaş için son hazırlıklarını yapıyorlardı.

Gökyüzünde kararan bulutlar, sanki kralın içindeki kasveti ve kararlılığı yansıtıyordu.

Kral Ignis, savaş meydanına adım attığında, tüm gözler ona çevrildi. Onun varlığı, askerlere bir umut ışığı, bir cesaret kaynağıydı. Kılıcını kınından çıkararak havaya kaldırdı ve derin, güçlü bir sesle haykırdı:

"Bugün, Ignis İmparatorluğu'nun kudretini göstereceğiz! Hiçbir düşman, bu toprakları bizden alamaz! Onlar, burada sadece ölümle yüzleşecekler! Hepiniz, benimle birlikte, bu topraklar için savaşacak ve gerekirse son nefesinizi vereceksiniz! Zafer bizim olacak, ya da bu dünya bizi kanla hatırlayacak!"

Bu sözler, savaş meydanında yankılanırken, kralın kalbindeki galibiyet ateşi tüm orduya yayıldı. Artık geri dönüş yoktu.

Kral Ignis, en ön safta yerini aldı ve gözlerini ufka dikti.

Savaş, başlamak üzereydi ve bu savaş, bütün imparatorlukların kaderini belirleyecekti.

Ignis İmparatorluğu Toprak Sınırı

Savaş Meydanı

Savaş meydanı, Ignis ve Aetheris İmparatorluklarının en seçkin askerleriyle dolmuştu. Gökyüzü, iki büyük ordunun ölümcül çatışmasına tanıklık edercesine karanlık bulutlarla kaplanmış, ağır bir sessizlik, fırtınanın öncesinde her iki tarafın da içine işleyen bir huzursuzlukla sarmalanmıştı.

Her iki ordunun da askerleri, kalplerinde taşıdıkları nefret ve korkuyla savaşa hazırlanırken, krallar en ön saflarda yerlerini almışlardı. Bu, sadece iki imparatorluğun değil, aynı zamanda onların miraslarının, onurlarının ve geleceklerinin savaşıydı.

Ignis İmparatorluğu'nun ordusu, kralın öncülüğünde kararlı bir şekilde ilerliyordu. Zırhlarının üstündeki kırmızı tonlar, ateşi ve kanı simgeliyor, her bir adımda toprağı sarsarak savaş meydanını dolduruyordu. Kral Ignis, kılıcı havada parıldarken, göğsünde taşıdığı savaş narasıyla askerlerine cesaret aşılıyordu.

Diğer tarafta, Aetheris İmparatorluğu'nun ordusu, göğsüne yerleştirilmiş mavi tonlarla gökyüzü kadar soğuk ve sarsılmazdı. Kral Aetheris, asilliğini ve stratejik dehasını gösteren bir sakinlikle ordusunu yönetiyordu. Gözleri, savaş meydanını bir satranç tahtası gibi tararken, her bir hareketi dikkatle planlanmıştı.

Ve sonra, fırtına patladı.

Savaşın ilk çığlıkları, kılıçların çarpışmasıyla birlikte havaya karıştı. Askerler, bir kasırga gibi birbirlerine saldırırken, meydan bir anda kan gölüne döndü. Ignis'in ateşten yanan kılıçları, Aetheris'in rüzgarı kesen mızraklarıyla buluştu.

Her iki taraf da geri adım atmadan, ölümüne bir savaşın içine girmişti.

Saatler geçti, gün geceye döndü, fakat savaş bitmedi. Meydan, cesetlerle dolmuş, kan nehir gibi akmaya başlamıştı. Ne Ignis İmparatorluğu, ne de Aetheris İmparatorluğu geri çekilmeye niyetliydi. Kral Ignis, yorulmak bilmeyen bir azimle savaşı yönetmeye devam ederken, Kral Aetheris soğukkanlı stratejilerle karşılık veriyordu. Fakat iki krallık da büyük kayıplar veriyor, askerlerin moralleri çökmeye başlıyordu. Her iki kral da, kaybedilen her bir askerin, imparatorluklarının geleceğinden bir parça kopardığını görüyordu.

Ve nihayet, savaşın en acımasız anında, kanın toprağa karıştığı, çığlıkların gökyüzüne yükseldiği o korkunç saniyede, iki kral da aynı gerçekle yüzleşti.

Zırhlarının ağırlığı omuzlarına binen birer dağ gibiydi; bir zamanlar zaferin simgesi olan kılıçları, artık birer lanet gibi ellerinde titriyordu. Her iki lider de, gözlerinde artık yalnızca savaştan kalan yorgunluk ve acıyla birbirlerine baktılar. Kral Ignis'in ateş gibi parlayan gözleri, derin bir hüzünle dolarken, Kral Aetheris'in gök mavisi gözlerinde kasvetli bir bulut geziniyordu.

Ignis'in kalbinin derinliklerinde, alev alev yanan o büyük inanç, savaş meydanının ortasında sönmeye başladı. Kendini bir zamanlar devasa bir alev gibi hisseden Kral, şimdi bu savaşın acımasız gerçekliği karşısında bir mum gibi titriyordu. Her şeyin sonuna gelindiğini, ne kadar ileri giderse gitsin, zaferin artık sadece bir yanılsama olduğunu anladı.

Kılıcının ucu, toprağa saplanmış, onu taşıyacak gücü kalmamış gibiydi. Karşısında, bir zamanlar mağrur ve sarsılmaz bir rakip olarak gördüğü Aetheris de aynı gerçekle sarsılıyordu. Göklerin gücüyle dolu olduğunu düşündüğü bedeni, artık bu savaşı taşıyamayacak kadar ağırdı.

Ne Ignis ne de Aetheris kazanabilirdi.

Zafer, iki kralın da elinden kayıp giden bir rüya, bir hayalet gibi görünmez olmuştu. Bu savaşın sonunda, geriye sadece bir tek gerçek kalacaktı: yıkım.

İki imparatorluğun üzerine çöken bu lanet, savaş meydanını sadece kanla değil, umutsuzlukla da doldurmuştu.

Toprak, her iki tarafın askerlerinin cesetleriyle örtülmüş, o muhteşem zaferin hayalini bile kirletmişti.

Ne ateş ne de gökyüzü, bu meydanı temizlemeye yetmeyecekti.

Alevlerin yakıcı sıcaklığı bile Ignis'in umutsuzluğunu silemezdi;

Aetheris'in gökyüzünün engin mavisi bile bu karanlığı aydınlatamazdı.

Savaşın acımasız yüzü, her iki kralı da derin bir umutsuzluğa sürüklemişti. Ignis'in ve Aetheris'in orduları, bir zamanlar zafer için atılan her adımın artık sadece boş bir çaba olduğunu anladığında, iki kral da aynı karara varmıştı:

Yıkımın ortasında, ne kadar kan dökülürse dökülsün, iki imparatorluğun da çöküşü kaçınılmazdı.

Bir zamanlar ihtişam ve kudret dolu olan bu topraklar, şimdi sadece ölüme ve acıya sahne olmuştu. Askerlerin son nefeslerini verdikleri o anlarda, iki kral da aynı şeyi düşünüyordu: Bu anlamsız savaşı sona erdirmek gerekiyordu.

Kral Ignis, savaş meydanında yanan alevlerin arasında, kendine dönüp bakınca, yıllardır biriktirdiği hırsın ve öfkenin birer kül haline geldiğini fark etti. Alevlerin sıcaklığında eriyen hırsı, artık yerini derin bir hüzne bırakmıştı. İmparatorluğunun geleceğini korumak adına başlattığı bu savaş, sadece yıkım getirmişti.

Karşı tarafta, Aetheris'in Kralı da benzer duygularla doluydu. Gökyüzünün mavi ihtişamı bile, onun yüreğindeki ağırlığı hafifletmeye yetmemişti.

İki kral da, bu savaşın sonunda, sadece imparatorluklarının değil, gelecek nesillerin de mahvolacağını biliyordu.

Bu düşünceler içinde, her iki kral da aynı noktada buluştu.

Savaş meydanının ortasında, iki düşman kral, yan yana geldi.

Ne öfke ne de nefret vardı artık aralarında, sadece tükenmiş birer ruh, bitkin birer beden.

Yıkımın ortasında, umudun yeniden doğması için bir yol arıyorlardı. Göz göze geldiklerinde, aynı acının içinde olduklarını, aynı korkuyu paylaştıklarını gördüler.

Bu savaşı durdurmanın tek bir yolu vardı: İttifak.

Kral Ignis, derin bir nefes alarak konuştu, sesi çatallaşmış ama kararlıydı.

"Bu savaşı sürdürmek, her iki imparatorluğu da yok edecek. Halkımızın, toprağımızın geleceği için bir çözüm bulmalıyız."

Kral Aetheris başını salladı, gözleri yerdeydi. "Bu savaşı bitirmek, onurumuz için zor olabilir, ama halkımızın geleceği için tek doğru yol bu."

Sözleri, savaşın acımasızlığını ve imparatorluğunun mağlubiyeti sonucunda olacakların sorumluluğunu kabul eden bir teslimiyetle doluydu.

Bir süre sessizlik hüküm sürdü, sadece rüzgarın taşıdığı acı dolu iniltiler işitiliyordu. İki kral da geleceği düşünüyordu; sadece kendi tahtlarını değil, gelecek nesillerin kaderini de.

Ve bu noktada, kaderin karanlık yüzü yerini bir umut ışığına bırakmak üzereydi. Bu umudun sembolü, iki imparatorluğun en değerli hazineleriydi: çocukları.

İki kral, birbirlerine baktılar ve bu savaşı sonlandıracak, iki imparatorluğu birbirine bağlayacak kararı verdiler.

Oğulları ve kızları, bu ittifakın sembolü olacaktı. Onların evliliği, iki imparatorluğun kan bağından oluşacak yeni bir geleceğin başlangıcı olacaktı.

Kral Ignis, ağır bir şekilde başını salladı.

"Kızım, benim kanımdan olan, Aetheris'in oğluyla evlenecek. Bu evlilikle, iki imparatorluk arasında kan bağı kuracağız ve bu bağ, savaşı sona erdirecek."

Kral Aetheris de aynı kararlılıkla başını salladı.

"Oğlum, benim canımdan olan, Ignis'in kızıyla evlenecek. Bu evlilikle, iki imparatorluk arasında barış sağlanacak ve yeni bir ittifak kurulacak."

Bu karar, her iki kralın da savaş meydanında son verdikleri bir yemin gibiydi.

Barışın temelleri, kanla ve gözyaşıyla atılmıştı, ama bu temellerin üzerinde yeni bir çağ yükselecekti.

Şimdi ise savaş meydanı sessizliğe bürünmüştü.

Kanla sulanmış toprak, iki imparatorluğun askerlerinin cesetleriyle doluydu. Fırtına sonrası oluşan ağır hava, iki ordunun da üzerinde bir yük gibi asılı duruyordu. Artık ne savaş çığlıkları ne de çelik kılıçların yankısı vardı; sadece savaşın yorgunluğu, acısı ve kayıpları kalmıştı geriye. Fakat bu sessizlik, tam ortada duran iki kralın kararlılığını yansıtmıyordu. Onların bakışlarında, bu kanlı çatışmanın ötesine uzanan bir umut parıldıyordu.

Kral Ignis ve Kral Aetheris, savaşın sona erdiği bu meydanda bir araya gelmişlerdi. Aralarındaki mesafe kısa olsa da, bu adımlar iki imparatorluğun kaderini belirleyecek kadar büyük bir anlam taşıyordu. Kılıçlarını kınlarına yerleştiren bu iki büyük lider, savaştan galip gelmenin yolunun barıştan geçtiğini anlamışlardı. Ve şimdi, bu barışın mühürleneceği anın yaklaşmakta olduğunu biliyorlardı.

Tam bu sırada, iki kralın karşısında, kralların emriyle getirilen, dikkatlice sarılmış iki kundakta bebek belirdi. Kundaklar, savaşın tozuyla karışmış toprağın üstüne nazikçe yerleştirildiğinde, meydandaki herkes nefesini tutmuştu.

Bu küçük, masum varlıklar, her iki imparatorluğun geleceğini taşıyan, barışın sembolü olması umut edilen çocuklardı.

Kral Ignis, bir adım öne çıktı ve kendi kanından olan çocuğun kundaktaki yüzüne baktı. Küçük bebek, savaşın yorgunluğu ve karanlığına rağmen, sanki bir umut ışığı gibi parlıyordu. Kralın yüreğinde, savaşın bıraktığı yara derindi; ama bu bebeğin varlığı, o yaraya bir merhem sürüyordu.

Bu küçük hayat, kendi imparatorluğunun geleceğini şekillendirecek, halkına barışı getirecek olan kişiydi.

Kral Ignis, gözlerinde yaşlarla çocuğa bakarken, onun ellerinin arasından kayan bir parça değil, geleceğin ışığı olduğunu biliyordu.

Kral Aetheris ise, kendi kanından olan bebeğe doğru eğildi. Bu küçücük hayat, yıllarca süren nefret ve düşmanlığın ötesine geçebilecek bir güçtü. Kral, çocuğun minik yüzüne bakarken, kendi imparatorluğunun geleceğini ona teslim etmeye hazır olduğunu hissetti.

Aetheris'in mavi tonlarında sarılmış bu bebek, savaşın tüm acımasızlığına rağmen, barışın ve birliğin sembolü olarak parlıyordu. Kral, bu küçük bedenin içinde, imparatorluğunun kanını taşıyan geleceği gördü.

İki kral, her biri kendi çocuğunu, diğerinin ellerine teslim etmek üzere birbirine yaklaştılar. Bu hareket, yalnızca iki imparatorluğun değil, tüm dünyanın kaderini değiştirecek bir anın simgesi haline geldi.

Ignis Kralı, kendi çocuğunu Aetheris Kralı'na sunarken, gözlerinde bir baba olarak karışık duyguların izleri vardı. Fakat bu duyguların altında yatan kararlılık, barışa olan inançtı. Aynı şekilde, Aetheris Kralı da kendi çocuğunu Ignis Kralı'na teslim ederken, içinde taşıdığı endişeyi bastırarak, barışın geleceğine olan inancını güçlendirdi.

İki kralda kucaklarında imparatorlukların kaderlerini değiştirecek bebeklerle savaşın yorgunluğuna rağmen dimdik durdular.

Aynı anda hançerlerini çıkartarak şimdiye kadar katıldıkları savaşların izlerini bulunduran ellerine bir kesik attılar. Kesikten akan kanı masum yüzlerin alınlarına değdirdiler ve kaderlerini mühürlediler.

Artık bu iki küçük beden, sadece kendi imparatorluklarının değil, iki büyük krallığın bir araya gelmesini sağlayacak olan barışın sembolü haline geldi.

Bu çocuklar, büyüdüklerinde, iki imparatorluğun birliğini ve barışını sağlayacak, eski düşmanlıkları unutturacaklardı.

Kundaklar, kralların ellerinde değiş tokuş edildiğinde, meydanda bir fısıltı yankılandı; bu fısıltı bu büyüleyici anda kimsenin dikkatini çekmemişti.

Savaşın sonuna gelinmişti, fakat bu son, aslında yeni bir başlangıçtı.

İki kral, bebekleri birbirlerine teslim ettikten sonra, sessizce geri çekildiler.

Meydanda hayatta kalmayı başarmış on binlerce asker, bu tarihi anın tanıkları olarak, krallarının sarsılmaz iradesine ve kanla mühürlenmiş yeni ittifaklarına derin bir saygıyla boyun eğdiler, kalplerinde yankılanan bir umutla diz çöküp, geleceklerini şekillendirecek bu karara tanıklık etmiş oldular.

Artık savaş sona ermişti; iki imparatorluk, bu küçük bebeklerin taşıdığı kan bağıyla birleşmişti. Meydan, sessizliğe gömülmüşken, uzaklardan yükselen bir rüzgar, bu büyük anın anısını tüm topraklara yaydı.

Ignis ve Aetheris İmparatorlukları, artık bir olmuştu; savaşı sona erdiren ve barışı mühürleyen bu iki bebek, yeni bir dönemin habercisiydi.

Bu bebekler büyüdükçe, her iki imparatorlukta da barışın ve refahın simgeleri olarak anılacaklardı.

Onların evliliği, bir zamanlar kanla sulanmış topraklarda filizlenen umut ve birliğin sembolü olacaktı. Ancak zamanın neler getireceğini yalnızca tanrılar bilirdi; umulan huzur, şimdilik kaderin karanlık gölgeleri altında gizlenmişti.

Ordular geriye çekilirken sessizleşen savaş meydanında hiç kimsenin duymadığı ama kaderin unutmayacağı bir fısıltı tekrar yükseldi.

"ateşten bir parça bırakıldı semanın kucağına,

güneş gibi parlak geleceğin umuduyla, "

Fısıltı savaş meydanına serilmiş ölü bedenlerin arasında bir yılan gibi kıvrılmaya ve dolaşmaya devam etti, sanki cesetler bile gelmekte olan uğursuzluğu hissediyor gibiydi.

"bir ateş hiç durar mı yanmadan ? "

kendiyle birlikte yakmadan, harlanmadan"

Meydanda son kez bir rüzgar daha esti; göze çarpmayan cesetlerin çürük kokusu etrafa yayıldı.

ki krallığın ittifakı, ateşin gölgesinde karanlığa kapı aralar.."

Artık cesetlerden akan kanlar toprak tarafından kabul görmüyordu.

∼⋄∼⋄∼⋄∼⚜∽⋄∽⋄∽⋄∽

Loading...
0%