Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@artemoon

Ölüm… Kâbus görmeye alışkındım hatta yıllarca gördüğüm ve zamanla şikâyet etmeyi bıraktığım bir kâbusum da vardı. Ama bu bambaşkaydı. Sayısız insanın ölümüne şahit olmak bambaşkaydı. İnsanların acı çekişini, bağırışlarını daha sonra onları içerden dışarı doğru yutan geriye bedenlerinin toz zerreciklerini bırakan ateşi görmek beni dehşet içinde bırakmıştı. İnsanlar değişse de senaryo hep aynıydı. Gözlerimi açmaya çalışsam da bir şey buna engel oluyordu. Sanki bir şey bu gördüklerimi aklımın bir köşesine kazımamı ister gibiydi. Bu kâbusun hiç bitmeyeceğini düşündüğüm bir anda gözlerimin üzerindeki ağırlık kalktı ve yavaşça gözlerimi açtım. Tavan çok yüksekti ve aşağı doğru sadece saraylarda olabileceğini düşündüğüm bir avize sarkıyordu. Yatakta yavaşça doğruldum ve odayı incelemeye koyuldum. Duvar boydan boyda pencereydi ve manzara gerçekten de nefes kesiciydi. Önümde uzanan uçsuz bucaksız okyanusa bir süre baktım. Camın önünde rahat olduğu tek bakışta belli olan L koltuk ve sehpa mevcuttu. Yatak ortadaydı ve cibinlikleri yanlara açılmıştı. Öğrenci evimdeki yatağın neredeyse dört katıydı ve siyah nevresimle renklendirilmişti. Giysi dolabı duvarda hatırı sayılır bir yeri kaplıyordu ve karşımdaki duvarda da makyaj masası diyebileceğim bir masa, sandalye ve boy aynası vardı, onun yanında ise bir kapı. Yataktan kalktım ve kapıya doğru ilerledim. Kapıyı yavaşta açıp kafamı içeri soktuğumda ise hayret ettim çünkü bu banyo neredeyse benim odam kadardı. İçinde banyo ile alakalı ne ararsanız vardı. Bu oda kiminse o kişi gerçekten de çok şanslıydı. Odayı inceledikten sonra fark ettim ki odanın içi siyah-kırmızı tonlarında döşenmişti. Kâbuslarımın rengi…

O anda kapıya yaklaşan ayak sesleri duydum. Kapının önündeki biriyle ya da birileriyle konuşan sesin sahibi kapıyı tıklattı.

“Gelebilirsiniz.” Gelebilirsiniz mi? Kibarlıktan ölebilirdim. Nerede olduğum belli bile değil ama hala kibar olmaya özen gösteriyordum.

Kapıdan içeri aşina olduğum o gri gözler uzandı. “Sonunda kalktın demek.”

Sonunda? “Ne zamandır uyuyorum ki?”

“Yaklaşık üç gündür aramızda yoktun. Açıkçası bir daha uyanmayacaksın diye endişelenmeye başlamıştık.”

“Üç gün mü? Arkadaşlarım çok merak etmiştir. Neredeyim ben? Çantam eşyalarım nerede?”

“Sakin ol hala Kaliforniya’dasın, Santa Katalina adasındayız. Eşyalarına gelince ise onları saldırı gecesinde kaybettik. Gerisini Baş Başkan anlatacak ama önce hazırlan, dolaptaki kıyafetlerden bir şeyler giy.”

“Bu oda kimin?”

Gri gözler durumumdan zevk alıyormuş gibiydi. “Senin.”

Tam ağzımı açmıştım ki kapı hızlıca kapandı. Benim odam mı? Baş Başkan mı? Santa Katalina? Daha önce adını duymuştum ama hiç gelmemiştim buraya. Anlaşılan Baş Başkan'ın bana anlatması gereken çok şey vardı. Cama doğru yürürken aynada kendimi gördüm ve gri gözlünün hazırlan derken neyi kastettiğini anladım. Saçlarım balık ağı gibi olduğundan iki karış kısalmış, kıyafetlerim ve yüzüm ise kir pas içinde çaresizce temizlenmeyi bekliyordu. Bu şekilde Baş Başkan’ın karşısına çıkamazdım çünkü anladığım kadarıyla kendisi buradaki en yetkili isimdi. Hemen uyandığımdan beri beni çağıran banyoya girdim ve kısa bir duş aldım. Çıktığımda direkt dolaba yöneldim ve kendime uygun bir pantolon, tişört aldım. Kıyafetlerin üzerime tam olması beni biraz şaşırttı. Oda benimdi, peki ya kıyafetler? Onlar da mı? Normalde olsa birkaç parça ekstra kıyafete hiç itiraz etmezdim ama tanımadığım insanların yanında bilmediğim bir yerdeydim. Kimseyle ters düşmeden buradan çıkmalı ve evime gitmenin, hayatıma devam etmenin bir yolunu bulmalıydım. Bu yüzden şimdilik sakin kalmaya, dikkatli konuşup dikkatli hareket etmeye karar verdim. Saçlarımı tarayıp üzerime ceketimi aldıktan sonra dışarı çıktım ve gri gözlünün beni beklediğini gördüm.

“Hazırım.”

“Güzel gel benimle.”

Sessizce gri gözlüyü takip ettim. Kaldığım oda en üst kattaydı. Önce merdivenlerden indik daha sonra ise iki binayı birbirine bağlayan bir köprüden diğer binaya geçtik. Bu bina daha resmi gözüküyordu ve belirli yerlerde kırmızı, mavi ve beyaz giyimli muhafızlar vardı. Burada indiğimiz kadar merdiven çıktık ve büyük bir kapının önünde durduk. Muhafızlar kapıyı bizim için açtı. İçerisi aynı kaldığım oda gibi boydan boya camdı ve içeriye müthiş ışık alıyordu. Karşımda bir masa sandalyeler ve bir de adam vardı. “Alexander, geçin şöyle oturun.”

Demek gri gözlünün adı Alexander’dı.

“Neden buradayım?”

Adam – sanıyorum Baş Bakan – kaşlarını kaldırıp bana baktı. “Her şeyi konuşacağız ama önce ismini öğrenmeliyim. Üç gündür okulumda baygın bir şekilde yatıyorsun ama ismini bile öğrenemedik.”

Adamın sesinde sıcak bir ton vardı ve bu biraz beni rahatlattı ama bir yabancıya güvenemeyecek kadar akıllıydım da. “İsmim Arethy. Arethy Anderson.”

“Arethy… Kaç yaşındasın?”

“23 yaşındayım.”

“Nasıl olup da 23 yaşına kadar uyanmadığını bana açıklamak ister misin?”

Adamın sorusu karşısında şaşırmıştım çünkü üç gündür uyuyordum ve şu an uyanık olduğuma adım kadar emindim. “Ben… Ben dediğiniz şeyleri anlayamıyorum. Neyden uyanmam gerekiyordu? Bunun yaşımla ne alakası var?” O sırada Alexander’ın beni süzdüğünü fark ettim ama lafa karışmadı.

“Tanrılara inanır mısın Arethy? Zeus’a, Poseidon’a ve Hades’e? Diğerlerine?”

“Mitolojiye biraz ilgi duyarım ama gerçekliği tercih ederim.”

“Peki, o zaman doğrularını bir kenara koymaya hazırlan çünkü sana anlatacaklarımın senin gerçeğinle herhangi bir bağlantısı olmayacak.”

İstediğini anlatabilirdi sonuçta ona inanmak zorunda değildim ama şu an dinlemekten başka çarem yoktu.

“Bundan 100 yıl önce Titanlar Tartarus’tan kaçtı - nasıl olduğunu sorma çünkü biz de bilmiyoruz - ve Olympos Tanrıları ile amansız bir savaşa giriştiler. Öyle ki Tanrılar yenilgiye uğrayacaklarına çok emindi, bu yüzden daha önce yapılmayanı yapmaya karar verdiler. Zeus, Poseidon ve Hades ruhlarının birer parçasını Titanları hapsetmek için kullandılar. Onları hapsettikleri yeri açabilecek tek şey ruh parçalarından oluşan anahtar olduğu için bu anahtarın – yani ruh parçalarının – tek parça halinde saklanmasının mümkün olmayacağına karar verdiler. Bu anahtarı tekrar üç parçaya bölüp birbirinden ayırdılar ve kimsenin aramayacağı yerde yani ölümlü vücutlarda saklamaya karar verdiler. Ruhlarından oluşan anahtar parçalarını yollamadan önce o parçalarına birkaç emir verdiler. İlk olarak bu ruh parçalarının beden 18 yaşına geldiğinde uyanması içindi çünkü öncesinde uyanırsa ölümlü vücutlar bu gücü kaldıramazdı. İkincisi ise onları korumaları için kendilerinden aktardıkları güçlerdi. Bu üç ruh parçası yeryüzünde kendilerine ölümlü bir beden bulmak için uğraştılar. Zeus ve Poseidon’un parçaları beden bulmakta zorlanmazken hiçbir ölümlü vücut Hades’in gücünü kaldıramadı, hepsi uyandıktan hemen sonra yanarak can verdiler. Biz de yıllarca bunun bir lanet olduğunu düşündük. Tanrıların kullandığı gücün bir sonucu olarak.”

Adam anlatırken aklıma gördüğüm kâbus geldi. Acaba anlattıklarıyla bir bağlantısı olabilir miydi?

“Savaşçılarım seni ateş kullanırken gördüklerinde çok şaşırdılar çünkü sen 23 yaşındasın. Uyanman gereken yaş ise 18’di ve eğer uyanmış olsaydın buradaki diğer Taşıyıcılar seni hissedebilirdi. Bunun yanında bize lanetin de aslında mevcut bir seçenek olmadığını gösterdin ve bu bizi meraklandırdı. Ne kadar şaşırdığımı anlayabiliyor musun?”

Kesinlikle anlayamıyordum. “Siz benim ne kadar korktuğumu anlayabiliyor musunuz peki? Sadece işimden çıkıp evime gitmek istemiştim. Peşime takılan gözsüz bedenler yüzünden sizin savaşçılarınızla karşılaştım. Ne lanetinizi kırmak istedim, ne Hades'in ruh parçasını istedim ne de Ateş Taşıyıcısı olmak. Sadece normal olmak istedim!”

Adam bu çıkışıma biraz şaşırmış gözüküyordu, Alexander ise daha çok ilgili gibiydi. “Haklısın, korktuğunu görebiliyorum ama elimizde değil bizi heyecanlandırdın. 23 yaşında uyanmış bir Ateş Taşıyıcısısın ve ölmedin. Bu tarihte bir ilk. Her anlamda.”

Adamın anlattıklarına her ne kadar inanmak istemesem de doğru olduklarını biliyordum çünkü kâbuslarımı bilmesi imkânsızdı. Ve içimde bir yer merak ettiğim sorulara yanıt almak istiyordu.

“Ben… Bilmiyorum. O geceye kadar gayet normal bir hayat sürüyordum ve sizin kadar ben de şaşkın ve korkmuş durumdayım. Anlattığınıza göre imkânsız olan bu durum nasıl gerçekleşmiş olabilir?”

“Birkaç teorim var. Ya sana ait olmayan bu gücü farkında olmadan bir şekilde elde ettin ya da Hades’in ruh parçasından daha güçlü bir ruha sahipsin ki bu biraz imkânsız.”

“Şu anki durum için de imkânsız demiştiniz. Sanırım bu kelimeyi kullanmayı çok seviyorsunuz.”

Adam tam bir şey diyecekti ki Alexander araya girdi. “Daha önce hiç kadın Taşıyıcı olmamıştı, bunu da dikkate almalıyız.”

Bunun üzerine rüyalarımı düşündüm ve hiç ölen kadın görmediğimi fark ettim. Hepsi erkekti.

“Diğer Baş Başkanları çağırdım yarın onlarla bir konsey toplantısı yapacağız. Bir bölümde sen de bize katılacaksın Arethy. Bana anlattıklarını diğerleri de senin ağzından duymak isteyecektir.”

“Eğer bu işi hemen çözüme kavuşturacaksa dediğiniz gibi olsun.”

Hemen sonra adam bize çıkabileceğimizi söyledi ve Alexander beni okyanusun karşısındaki banklara götürdü.

“Burası neresi?” Kale göz alabildiğine önümde uzanıyordu.

“Burası Kaliforniya’daki Ena’nın merkezi.”

“Biraz daha açıklasan? Kafam allak bullak oldu.”

Alexander’ın dudağının yukarı doğru kıvrıldığını gördüm. Anlaşılan bu durum onu çok mutlu ediyordu. “Dünya üzerinde üç tane Ena var. Burası hariç New Orleans ve Detroit’te de merkezler mevcut. Her Ena’da bir tane olmak üzere üç Baş Başkan, üçer tane de konsey üyesi bulunur. Üç Baş Başkan Zeus, Poseidon ve Hades’i temsil eder. Diğer dokuz bakan ise kalan Tanrıları temsilendir.”

“Anlattıkların gerçek yaşamdaki hiyerarşiye çok benzer.”

“Burası da gerçek Arethy. Artık senin gerçeğin bu.” Gri gözlerine baktığımda aklıma hemen bir soru geldi. “Sen nesin peki?”

“Ben Savaşçıyım. Üç Tanrının ruh parçaları kendilerine konak ararken onlardan dökülen kırıntıları yutan neslin devamıyız. Güçleri kullanabiliyoruz ama siz Taşıyıcılar gibi sonsuz bir gücün kaynağına ulaşamıyoruz, bu yüzden bu güçlerin yanında çeşitli savaş eğitimleri de alıyoruz.”

Bu soru beni biraz korkutsa da sormak zorunda olduğumu biliyordum. Çünkü benim için korkuyu yenmenin en etkili yolu üzerine gitmektir. “Peşimden gelen o canavarlar… Onlar neydi?”

“Biz onlara Ruh Kapanlar diyoruz. Ölümlü, ölümsüz, Tanrı, taşıyıcı ayırt etmeden ruh emerler. Tanrıların ruhuna takıntılıdırlar çünkü Ruh Kapanlar Titanların ruh kırıntılarını fark etmeden emen insanlardır. Yani en azından eskiden insanlardı.”

“Yani benim peşimden gelmelerinin sebebi içimde Hades’in ruhu olması mı?”

“Öyle düşünüyoruz ama bundan kesin emin olmalıyız.”

“Bu nasıl olacak peki?”

“Yarın konseyde her şey daha net olacak meraklanma, sana zarar gelmesine izin vermem, veremem.”

“Veremez misin, vermez misin?”

Alexander güldü. “Veremem ama zaten vermek de istemem. Her taşıyıcı kendisine ait bir Savaşçıya sahiptir ve bu Savaşçı o Taşıyıcı her koşulda korumaya yeminlidir. Ben de Ateş Taşıyıcısını korumaya yeminliyim.”

Eh. Bunu beklemiyordum işte.

“Hadi gel seni odana götüreyim.”

Cevap vermemi beklemeden hareketlendi. Ben de peşinden kalktım ve sessizce odanın yolunu tuttuk. Kapıya geldiğimizde Alexander iyi geceler deyip gerisin geri döndü ama ben bir şey daha sormalıydım.

“Neden o gece bana yardım etmedin?”

Alexander durdu. Sanki bu sorunun geleceğini biliyor gibiydi.

“Edecektim. Orada hiç kimse seni ölüme terk etmeyecekti, özellikle ben. Elinden ateş çıkmadan önce sana doğru geliyordum ama ben gelemeden sen hallettin.”

Bu mantıklıydı çünkü canavar yaklaşmadan çok önce gözlerimi kapatmıştım.

“Sana güvenebilir miyim?”

“Bana güven Arethy, yeminli Savaşçına güven. Ben bunun için doğdum, seni korumak için.” Alexander’ın botları merdiveni döverken ben de odamın kapısını kapattım ve yarının neler getireceğini düşünüp yatağın yolunu tuttum.

 

Loading...
0%