Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm

@artemoon

Titanlar, Tanrılar, Taşıyıcılar, Savaşçılar… Hepsi sindirmesi ve bir o kadar da inanması güç bilgilerdi. İçimde Hades’in ruhundan bir parça taşıyor olma ihtimalimden bahsetmiyorum bile! Hadi ama Hades mi? Neden Zeus ya da Poseidon değil. Hades’in kardeşler içinde en kurnaz ve sinsisi olduğunu bilecek kadar bilgi sahibiydim. Aslına bakarsak Hades ve ben çok zıt karakterlere sahiptik. Ama anlaşılan bedenim onun ruhu için kusursuz bir konakmış. Eh yanarak ölmekten iyidir.

Gece boyunca gözüme uyku girmedi. Sürekli düşünüp durdum çünkü anlatılanların hiçbiri gerçeklik algıma uymasa da bir tarafım anlatılanlara inanmış durumdaydı. En azından üç gün boyunca gördüğüm o kâbusu bu şekilde açıklayabiliyordum. Güneş daha yeni yeni doğuyordu ve okyanusun üzerinde nefes kesici bir manzara sergiliyordu. Ama ben buna dalıp gidemeyecek kadar korku içindeydim. Ya hayatıma devam edemezsem? Ya okulu mu bitiremezsem? Ya arkadaşlarımı bir daha göremezsem? Sorular içten içe beynimi yiyordu.

Yataktan çıktım ve duşa girdim. Duş bir nebze de olsa rahatlamama, düşünmeme yardımcı oluyordu. Duştan çıktığım gibi dolaba yöneldim. Alexander odanın bana ait olduğunu söylemişti. O zaman dolaptaki kıyafetlerde bana ait olmalıydı. Bedenimi bu kadar iyi bilmeleri biraz tuhaftı doğrusu. Dolapta giyecek bir şeyler ararken elime siyah bir elbise çarptı. Elbise daha önce mağazalarda gördüğüm o pahalı ağız sulandıran cinstendi. Giymem söz konusu bile olamazdı. Hemen siyah bir pantolon ve tişört kaptım. Saçlarımı tararken kapı çaldı.

“Gelebilir miyim?”

Alexander’ın sesiydi. Dünkü konuşmamızdan sonra kendimi biraz tuhaf hissediyordum doğrusu. “Tabii, gelebilirsin.” Tabii mi? Dünden razılık bu olsa gerek.

Alexander içeri girdiğinde önce odayı kontrol eder gibi etrafa bakındı. Sonra gözleri benimkilerle buluştu. “Hazırlanmışsın. Ben de sana bilgi vermek için geliyordum. Konsey toplantısı öğlen 12.00’da gerçekleşecek.”

“Şu an saat kaç peki?”

“Şu an saat 08.00.”

“Alışkanlıklar,” deyip sustum. Alexander, “Hadi gel kahvaltı için aşağıda seni bekliyorlar. Hem diğer Taşıyıcılarla da konsey öncesi tanışmak istersin diye düşündük.”

“Benim taşıyıcı olduğumdan bu kadar eminsiniz yani?” Keşke emin olmasanız.

“Bana sorarsan eminim. Bunu hem gördüğüm hem de hissettiğim için söyleyebilirim ama diğerleri daha net bir kanıt isteyeceklerdir.”

“O nasıl olacak? Sakın ateşin üzerinde yürüyeceğimi söyleme.”

Alexander güldü. Gülünce gri gözleri tuhaf bir şekilde ışıldadı ve derin gamzeleri ortaya çıktı. Hay ben böyle işin… “Hayır. Diğer taşıyıcılarla aranda Birleşme Ritüeli yapılacak. Üçünüz el ele tutuşup birleşmenizi sağlayacak birkaç cümle söyleyeceksiniz. Bunun sonucunda eğer Ateş Taşıyıcısı sensen, herkes buna gözleri ile şahit olmuş olacak.”

“Bu durumda diğer Taşıyıcılar ile tanışmam mantıklı olur. Bunu düşündüğün için teşekkür ederim. Ve bana bu kadar yardımcı olduğun için de. Yoksa aklımı kaçırırdım.”

“Bence kaçırmazdın Arethy. Sen gerçekten çok güçlüsün. Senin yerinde başka biri olsa çoktan keçileri kaçırmıştı. Düşünsene vücudundan ateş püskürtebiliyorsun, bilmediğin bir yerde tanımadığın insanların arasındasın. Çok iyi idare ediyorsun.”

Alexander’ın bu övgü dolu sözleri beni hem şaşırtmış hem de biraz gururlandırmıştı. Evet, sakinliği ile övünen biriydim ama bu durumda bile sakin kalabilmek benim için bile tuhaftı. Devamında ikimizde konuşmadık ve küçük yemek salonuna doğru ilerledik. İçerisi kahverengi tonlarında döşenmişti ve küçük bir şömine yanıyordu. Masada dün tanıştığım Baş Başkan, o karanlık gecede yanımda olan Leth ile Hector ve daha önce görmediğim iki erkek oturuyordu. İkisinden de aşağı yukarı benim yaşıtımmış gibi bir izlenim aldım.

“Geçin, oturun şöyle. Biz de sizi bekliyorduk.” Baş Başkan eli ile yanındaki iki sandalyeyi işaret etti. Tam geçiyordum ki tanımadığım erkeklerden biri ayağa fırladı ve önüme zıpladı.

“Selam ben Abel, Hava Taşıyıcısıyım. Duyduğuma göre ağzından ateş püskürtmüşsün. Umarım boğazların iyi durumdadır. Ses telleri yanmış bir Taşıyıcı ile zor anlaşırım doğrusu.” Abel’in yüzünde samimi bir gülücük vardı ve bunun etkisi midir bilinmez benim de yüzüme bir gülümseme yerleşti.

“Merak etme, şaşılacak bir şey ama ses tellerim hala yerinde. Bu arada adı-“

“Biliyorum biliyorum Arethy ama ben sana Ari diyebilirim falan filan,” deyip sırttı.

Aslında bana sadece arkadaşlarım Ari derdi ama bunu söyleyerek bu sıcak karşılamayı bozmak istemedim. Yüzüme içten olduğuna inandığım bir gülücük yerleştirdim ve masadaki yerime doğru ilerledim. Ben daha oturamadan Baş Başkan konuya girdi.

“Eminim Alexander sana gereken bilgileri vermiştir. Konsey bugün öğlen 12.00’da. Senin gerçekten Ateş Taşıyıcısı olup olmadığını görmek isteyecekleri için üçünüz arasında sonunda yapabileceğimiz Birleşme Ritüelini gerçekleştireceğiz.”

“Bir dakika, bu ritüel daha önce yapılmadı mı?”

O sırada lafa adını bilmediğim diğer erkek katıldı. “Daha önce bu ritüel gerçekleşmedi çünkü 100 yıldır hiçbir Ateş Taşıyıcısı bu ritüeli gerçekleştirene kadar yaşamadı. Ayrıca ritüelin sonuca ulaşabilmesi için üç Taşıyıcının da gerçek Taşıyıcı olması gerek.” Gözlerinde soğukluk mu vardı? Hayır, sanırım bu göz renginde kaynaklanıyordu. Gözleri buz mavisiydi ve bana biraz mesafeli bakıyordu. Her ne kadar yakışıklılığıyla göz döndürse de bu konuşmayla ancak bir kutup ayısının sempatisini kazanabilirdi.

O sırada adının Abel olduğunu söyleyen çocuk konuştu. “Ne kadar kabasın Adrian! Önce kendini tanıtmalısın. Kusura bakma Ari, Adrian bu tarz formalitelerle vakit kaybetmek yerine eğitim alanında olmayı yeğler. Kendisi Su Taşıyıcısıdır.”

“Formaliteler değil, sadece sonu hüsran olacak formalitelere vakit ayırmaktansa çalışmayı yeğlerim.”

“Sonu hüsran olacak formaliteler derken tam olarak neyi kastediyorsun?” Ufaktan sinirlendiğimi hissetmiştim.

“100 yıldır hiçbir Ateş Taşıyıcısı uyandıktan sonra bir saat bile yaşayamadı. Sen hem zamanında uyanmamışsın hem de kadınsın. Daha önce hiç kadın Taşıyıcı olmadı. Bu da senin Taşıyıcı olmaktan çok Savaşçı olduğunu gösterir. Hem bu her yerinden fışkıran ateşi de açıklar.”

Her yerim? “Her yerimden değil. Elimden ve ağzımdan.”

“Her neyse.”

Bu konuşma beni gittikçe germeye başlamıştı o yüzden cevap vermeyip bakışlarımı masaya çevirdim. Karnım açlıktan bağırıyordu ve masada yok yoktu. Hindi fümeler, kurutulmuş etler, pastırmalar, kızartmalar… Tam benlik bir kahvaltıydı. Hemen tabağımı – makul miktarda – doldurdum ve yemeğe koyuldum. O sırada Adrian’ın buz mavisi gözlerini bana bakarken yakaladım ve içimi bir ürperti doldurdu. Ama bakışlarımı gözlerinden o ayırana kadar ayırmadım. Sırf bu çocuğa inat Ateş Taşıyıcısı olmak istediğimi fark ettim.

Kahvaltıdan sonra Baş Başkan konsey hazırlığı için kalktı. Alexander, Leth ve Hector ise konsey öncesi ada etrafındaki durumu kontrol edeceklerini söyleyip kalktılar. Geriye ben, Abel ve Adrian kalmıştık. Aman ne güzel.

Adrian ile sohbet etmem mümkün olmadığı için dikkatimi direkt Abel’e verdim. “Leth ve Hector sizin yeminli Savaşçılarınız mı?”

Sorum Abel’ı şaşırtmamış olacak ki yüzüne bir gülümseme yayıldı. Bu çocuk gerçekten de gülmeden duramıyordu. Eminim Kelly onu görse dibinden ayrılmazdı.

“Evet, Leth benim yeminli Savaşçım. Hector Adrian’ın, Alexander ise senin.”

“Alexander Ateş Taşıyıcısının yeminlisi.” Cümle ağzından bir çırpıda dökülüvermişti. Adrian’ı gerçekten de gırtlaklayabilirdim.

“Biliyorum, Alexander benim o olduğumdan çok emin.” Cevabım karşısında Adrian’ın iki kaşı da yukarı kalktı. Ne yani susacağım falan mı sanmıştı?

Uzun bir sessizlikten sonra Adrian bizimle konsey binasında buluşacağını söyleyip yanımızdan ayrıldı. Abel da beni binada bir gezintiye çıkarmayı teklif etti. Hemen kabul ettim.

“Burası öğrencilerin kaldığı yer. Her öğrencinin kendine ait bir odası mevcut. Bizim odalarımız onlardan ayrı çünkü biz Taşıyıcıyız, Savaşçıları temsil eden üst düzey yetkili gibi de düşünebilirsin. Onlarla eğitim alırız, onlarla yeriz içeriz arkadaşlık kurarız ama aynı yerde kalmayız.”

“Bu biraz tuhaf değil mi? Her şeyi yapabiliyorsak neden onların yan odasında yatamıyoruz? Bu pozitif ayrımcılık aradaki ilişkileri zedelemiyor mu?”

Abel sırıttı. “Zedelemiyor diyemem. Sen gelmeden önce Adrian’a Buzlar Prensi dendiğini duymuştum.”

Eh buna hiç şaşırmadım işte. Kim dediyse iyi bir gözlemciymiş.

“Diğer soruna gelirsek, Savaşçılarla aynı yerde kalamıyoruz çünkü bu güvenli değil. Uyurken en savunmasız halimizde oluruz ve uykumuzda ölebiliriz. Bu yüzden bizim kaldığımız yer çatı katında, korunaklı ve yan yana. Böylece birimize bir şey olduğunda diğerimiz onu hissedebilir.”

“Hissedebilir? Gerçek anlamda mı yoksa duyar anlamında mı?”

“Eğer sen gerçekten Ateş Taşıyıcısıysan – ki ben öyle olduğuna inanıyorum - bu ritüel sonucunda üçümüz birbirimize bağlanacağız. Bunun anlamı birbirimiz ile zihinsel iletişime geçebilecek ve hissettiğimiz duyguları birbirimize iletebilecek olmamız. Böylece birbirimizin güvenliğini sağlayabileceğiz.”

İşte bu baya ilginçti. Taşıyıcı olmak bir kenara zihinsel olarak tanımadığım iki erkekle konuşabilecek olmam, duygularımı istemeden onlara belli edecek olmam ve bu kişilerden birinin Adrian olması beni çok germişti.

“Şu anda gerilmiş olmanı anlayabiliyorum ama merak etme istemediğin zaman bu bağlantıyı engelleyebileceksin, bunun üzerine de bir eğitim alacağız.”

“Sanırım sen şimdiden aklımdakileri okumaya başladın.” Güldüm ama bu beni biraz tedirgin etmişti.

Abel bir kahkaha patlattı. “Hayır, henüz değil, sadece yüzünde tuhaf bir ifade vardı oradan anladım.”

Buna cevap vermedim ve ben de gülmeye çalıştım. Okyanus kenarında yürürken dikkatimi Abel’a verdim. Kıvırcık siyah saçları ve çimen yeşili gözleri ile insanı ona bakmaya zorlayan bir güzelliği vardı. Sanırım aldığı o eğitim vücudunun durumunu da büyük ölçüde açıklıyordu. İkimizde sessizce ilerlerken karşıma bir bina çıktı. Burası konsey binası olmalıydı çünkü önünde muhafızlar ve kaliteli arabalar mevcuttu. Binadan sarkan beyaz, mavi ve kırmızı bayraklar ise daha önceden gördüğüm muhafız kıyafetlerini aklıma getirdi.

“Neden her yerde bu renkler var. Dün muhafızların üzerinde de bu renklerde kıyafetler gördüm.”

“Beyaz olan suyu, mavi olan havayı, kırmızı olan ise ateşi simgeler. Her savaşçı ya da muhafız sahip olduğu gücü betimleyecek renkte kıyafet giyer. Bu bizi ayırmak için büyük ölçüde yararlı oluyor.”

Mantıklı. Sonuçta herkes farklı güçlere sahip ve gruplama olayı görüldüğü üzere her yerde mevcut. Konsey binasının önünde durduğumuzda bize doğru gelen Adrian’ı fark ettim. Bir hışım yanımızdan geçti ve “Hadi bir an önce halledelim şu işi,” diye eklemeyi de ihmal etmedi. Bu herif gerçekten de sinir bozucuydu.

Konsey binasından içeri girdiğimizde gözüm önümde uzanan merdivenlere takıldı ve umarım hepsini çıkmak zorunda kalmayız diye geçirdim aklımdan.

Aferin Arethy. Kötüyü çağırma demediler mi sana hiç.

Bütün merdivenleri çıktık.

Teker. Teker.

Artık takatim kalmamıştı ki toplantı salonunun önünde durduğumuzu fark ettim. İstemsizce güldüm.

“Ateş Taşıyıcısı olduğundan o kadar eminsin yani?”

Gözümü hemen buz mavisi gözlere çevirdim. “Senin benimle derdin ne?”

Adrian cevap veremeden Baş Başkan geldi ve bizi içeriye davet etti. İçeride oval bir kürsü vardı ve anladığım kadarıyla ortada Baş Başkanlar yanlarında ise sorumlu bakanları vardı. Hepsi gücüne uygun cüppe giymişti. Bizi ise önlerinde duran üç sandalyeye yönlendirdiler. Göz ucuyla etrafa baktığımda Alexander ve diğerlerini tribün kısmında gördüm. Nedensizce içim rahatladı.

Mavi cüppe giyen Baş Başkan biz oturur oturmaz konuşmaya başladı.

“Evet, sanırım buradaki herkes toplanma sebebimizden haberdar. O yüzden direkt konuya girelim vakit kaybına gerek yok. Alexander o gün neler olduğunu lütfen bize de anlat.”

Bunun üzerine Alexander o akşam beni bulmalarından başlayıp fabrikadaki gösterime kadar her şeyi anlattı. Bakanlar ve Baş Başkanlar inanamaz gözlerle bakıyorlardı. Kırmızı cüppe giyen bir bakan, “Bu imkânsız, lanet bize bunun olamayacağını 100 yıl boyunca gösterdi. Hem de bir kadın Taşıyıcı. Daha önce hiç görülmemiş bir şey.”

Dün konuştuğum Baş Başkan lafa girdi.

“Dave, burada şunu belirtmeliyim ki bir lanet olduğuna dair elimizde hiçbir zaman kesin bir bilgi olmadı. Biz öyle olduğuna inandık.”

Bunun üzerine bakanlar kendi arasında fısıldamaya başladı.

Mavi cüppe giyen Baş Başkan sesini yükselterek, “Bundan emin olmamızın tek bir yolu var o da ritüeli gerçekleştirmek. Taşıyıcıları hazırlayın!”

Verdiği emir üzerine kapıdan üç muhafız girdi ve üzerimize mavi, beyaz ve kırmızı olacak şekilde üç cüppe giydirdiler ve ritüelde söylememiz gereken şeyleri kulaklarımıza fısıldadılar. Tuhaf bir dildi ama ne dendiğini hemen anladım.

“Ben Ateşim

Ateş benim

Biz biriz, birliğiz”

Muhafızlar geldikleri yere geri dönünce üçümüz el ele tutuştuk ve önce Abel başladı. Sözlerini söylediği anda üzerinde mavi bir ışık belirdi ve saçlarını havalandırdı. Daha sonra Adrian devam etti ve onu da beyaz bir ışık ele geçirdi.

Sıra bendeydi.

Herkesin gözü de bendeydi.

Gözlerimi kapattım ve sakince sözleri hatırlamaya çalıştım.

“Είμαι η Φωτιά

η φωτιά είναι δική μου

Είμαστε ένα, είμαστε ένα.”

Fısıltıları duyabiliyordum. Hayret nidalarını da.

Gözlerimi açtığımda herkesin bana bakan şaşkın gözleriyle karşılaştım.

Ama içlerinden bir çift göz benim için daha önemliydi.

Adrian şaşkın bir şekilde bana bakarken ben de gözlerimi ona diktim. O an sadece o ve ben vardık.

Loading...
0%