Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm

@artemoon

Ertesi sabah olanların ağırlığıyla programımdaki dersin başlamasından yaklaşık bir saat önce uyandım. Son bir haftadır hayatımın akışı çok farklı bir şekilde ilerliyordu ve ben bu duruma nasıl ayak uyduracağımı bilemiyordum. Alışkanlık edinmek başka o alışkanlıklardan vazgeçmek ise bambaşka bir şeydi. Şu anda ise herkes benden bunu bekliyordu.

Usulca yataktan çıkıp banyoya yöneldim. Hızlıca bir duş alıp dolaptan bol paça siyah bir kot ve kısa kırmızı bir tişört baktım. Artık bu renkleri sevmeye başlamıştım. Dolabın hiç açmadığım birkaç yerini karıştırmaya başladım ve burada bir ayakkabı zulası olduğunu keşfettim.

Vay canına…

Hemen siyah orta boy topuklu mevsimlik botları kaptım ve ayağıma geçirdim. Saçlarımı tarayıp hafifçe makyajımı da yaptıktan sonra güne hazırdım. Eh neredeyse hazırdım diyelim…

Karnım çoktan guruldamaya başlamıştı. Kimseye nerede yemek yiyebileceğimi sormadığım için kendimi aptal gibi hissettim. Ben ne yapacağımı düşünürken kapı çaldı ve yavaşça açıldı. Alexander ile göz göze geldik.

“Ah çoktan kalkıp hazırlanmışsın. Ben de sana derslerin için kitapları getirmiştim.”

Odayı iki koca adımda geçip kitapları masanın üzerine bıraktı. Ben de yanına yürüdüm ve kitapları tek tek incelemeye koyuldum.

“Bugünkü programımda sadece Tarih var. Adı ne kadar tanıdık gelse de içeriğinin bildiklerimden çok daha farklı olduğunu düşünüyorum, haksız mıyım?”

Alexander’ın dudağının bir tarafı yukarı kalktı. “Haklısın, içeriği ölümlü dünyasında öğrendiklerinden farklı. Ama ayak uydurabileceğini biliyorum.”

Bu çocuğun bana olan güveni beni gerçekten de şaşırtıyordu.

“Dersten önce bir şeyler yemek ister misin?”

Hem de nasıl. “Evet, çok iyi olur. Sen gelmeden önce tam olarak bunu düşünüyordum.”

Daha sonra ben Tarih kitabını çantama sokuşturdum ve ikimiz de sessizce odadan ayrılıp yürümeye başladık. Kaldığım binadan çıktıktan sonra çok da uzakta olmayan başka bir binaya girdik. Burası kafeterya olmalıydı çünkü herkesin önünde acayip bir şekilde ağzımı sulandıran yemekler mevcuttu.

“Kahvaltılar 08.00’da başlar, öğlen yemekleri 12.00, akşam yemekleri ise 17.00. Akşam 21.00’a kadar burada yiyecek bir şeyler bulabilirsin ama o kadar geçe kalma derim.”

Alexander gerekli açıklamaları yaptıktan sonra beni büfeye doğru yönlendirdi ve ben de tabağımı kızartmalar, peynir ve et fümelerle doldurdum. Arkamı döndüğümde şaşkın bakışlarıyla karşılaştım.

Tek kaşımı kaldırdım.

“Öğlen ve akşam yemeklerini bu kadar dolu yememeni tavsiye ederim yoksa antrenmanlarda uğraşmamız gereken ekstra durumlar ortaya çıkabilir.”

Alexander şu an gerçekten de eğleniyordu.

“Yeminli Savaşçım olarak midemi de koruman gerektiğini bilmiyordum,” deyip sırıttım.

“Aslında… Şu an sadece kendimi koruyorum,” deyip yüzünü aydınlatan bir gülüşle bana karşılık verdi.

Gözlerimi devirdim ve boş olan bir masaya ilerledim. Alexander da peşimden geldi.

“Antrenman saatine kadar adanın etrafında kontrole çıkacağım, saat üçte antrenman salonunda buluşalım. Salonu kime sorsan gösterir, o yüzden endişelenme.”

“Sen derslere katılmıyor musun?”

“Derslere mi? Arethy ben 26 yaşında Yeminli bir Savaşçıyım. O aşamaları çoktan geride bıraktım.”

Ukalalık mı seziyorum?

“Peki… Bilmiyordum benden çok da büyük durmuyorsun.”

“Zamanla birbirimizi daha yakından tanıyacağız, endişelenme,” dedikten sonra topuklarının üzerinde dönüp kafeteryanın çıkışına doğru ilerleri. Gözlerimi Alexander’ın geniş omuzlarından ayırdığımda kafeteryada bulunan bütün kızların ona ağızlarının suları akarak baktığını fark ettim.

Eh onları anlamıyor değildim.

Benim payıma düşen öldürücü bakışlar ise… Eh göz ardı etmesi baya zordu.

Yemeğimi sessizce yerken hissettiğim meraklı bakışlar dışında bir şey hissetmedim. Bir süre sonra Abel yanıma geldi ve beraber Tarih dersini alacağımız sınıfa ilerledik. İçerisi ikili masalarla doluydu ve Abel çoktan birinin yanına yerleşmiş boş olan kısmı bana işaret ediyordu.

Taşıyıcı olun ya da olmayın. Bir ortama beş yıl geç bir şekilde dâhil oluyorsanız bu konuda pek rahat hissedemezsiniz. Abel beni arkadaşlarıyla tanıştırırken fark etmekten çok emin olduğum bir şey vardı. Buradaki herkes gerçekten güzeldi. Sanırım içimizdeki güç bir şekilde dış görünüşümüzü de etkiliyordu her ne kadar beni bir şekilde es geçtiğini düşünsem de. Abel adının Josh, Black ve Damien olduğunu öğrendiğim arkadaşlarıyla derin bir sohbet içerisindeydi, bu yüzden ben de dikkatimi önümdeki kitaba verdim.

Daha iki paragraf okumuştum ki sınıfın kapısı açıldı. İçeri kızıl saçları ve ela gözleri ile Kelly’in neredeyse aynısı olan bir kız girdi. Kıza bakarken içimi istemsiz bir sıcaklık kapladı. Kız bakışlarını önce sınıfta gezdirdi sonra benim üzerimde sabitledi. Ağzının kenarında pozitif olduğuna inanmak istediğim bir sırıtış belirdi. Önümde durdu ve beni baştan aşağıya süzdü.

“Demek Ateş Taşıyıcısı sensin. Ben daha havalı birini beklemiştim. Ve tabii erkek,” dedi ve dilini dudağının üzerinde gezdirirken bakışlarını Abel’a yöneltti.

Lafımı geri alıyorum. Bu kız Kelly’nin tam zıttı.

“Eh sanırım payına düşenle idare etmek zorundasın.”

Bakışlarını bana çevirdiğinde tek kaşını kaldırmış, cevap verdiğime şaşırmış bir haldeydi. Neden herkes onlara cevap vermeme bu kadar şaşırıyordu ki? Sonuç olarak 23 yaşında belirli olgunluğa erişmiş bir bireydim. Bundan doğal ne olabilirdi?

“Ben idare etmeyi sevmem,” dedi ve bir süre gözlerini gözlerime dikti. E tabii ben de diktim. Asla geri çekilmem.

“Yerine geç Eva, Profesör Clark birazdan gelir. Babana birkaç şikâyette daha bulunmasını eminim istemezsin.”

Bu senin sahibini tanıyordum ama dün geceden beri onu görmemiştim. Nedense derse katılmayacağını düşünmüştüm. Şimdi ise yanıma oturmuş beni Eva’dan kurtarmaya çalışıyordu.

Eva tam cevap verecekti ki sınıfın kapısı açıldı. Adrian’ın dediğine göre Profesör Clark olması gereken kişi içeri girdi. O sırada Eva nereye nasıl kayboldu göremedim bile. Demek ki istediğinde hızlıca ortadan kaybolabiliyordu.

Gözümün önünden bu kadar hızlı bir şekilde kaybolduğu müddetçe bu özelliğini sevebilirdim.

Profesör Clark derse başlamadan önce heyecanlı bir şekilde beni herkese tanıttı ve kendim hakkımda bir şeyler söylememi istedi. Topluluk önünde konuşma yapmaya alışkındım bu yüzden en tatlı surat ifademi takınıp biraz kendimden, şu ana kadar yaptıklarımdan bahsettim ve yerime oturdum. Ders boyunca Titanlar ve Tanrılar arasındaki ilk savaştan bahsettik, bu savaştan nasıl dersler çıkarabileceğimizi, biz olsak bu savaşta nasıl stratejiler uygulardık onu düşündük ve paylaştık. İlginç bir dersti çünkü hiçbirimiz Tanrı olmadığımıza göre sadece Tanrıların olduğu bir savaş için strateji üretmek biraz havada kalıyordu.

Dersin bitmesine dakikalar kala Profesör Clark bize bir soru yöneltti. “Sizce bu savaştan en olumlu sonucu alan Tanrı hangisiydi?”

Herkesin ağzından birlik olmuş gibi Zeus ismi dökülürken içimdeki ateşin yükseldiğini hissettim.

“Hades.” Herkes bir anda sustu ve bakışları bana döndü.

Bir dakika ben bunu içimden dememiş miydim?

Adrian bile şaşkın bir şekilde bana bakıyordu.

Kıvırcık saçları omuzlarına dökülen bir kız konuşmaya başladı. “Hades mi? Adam savaş sona erdiğinden beri yeraltında izbe bir şatoda tek başına yaşıyor. Bunun neresi avantajlı?”

Herkesin beklentiyle bana baktığının farkındaydım.

“Hades’in bunu istemiş olabileceğini hiç düşündünüz mü? Biliyorum çoğu kitapta Zeus’un Hades’i buraya hapsettiğinden falan bahsediliyor ama bunu Hades’in istemiş olması da ihtimal dâhilinde olmalı çünkü o an hiçbirimiz yanlarında değildik, bu yüzden hiçbir şeyin kesinliğinden emin olamayız. Belki de yazılanlar sadece Zeus’u yüceltmek içindi.”

Bir an önce çenemi kapatmalıydım. Dediklerimi duyan içimde Hades’ten bir parça taşıyorum sanırdı. Ne komik.

Profesör Clark düşünceli gözlerle bana bakarken, “Farklı bir bakış açısı ama haklı olma ihtimalin yok diyemem. Senin de dediğin gibi tüm bu yazılanlar kulaktan kulağa aktarılmış, zamanla doğruluğuna inanılmış ama kesinliği kanıtlanmamış bilgiler.”

Tuttuğumu fark etmediğim nefesimi sakince bıraktım. Profesör Clark birkaç kişinin sorusunu cevapladıktan sonra sınıftan ayrılabileceğimizi söyleyince istemsizce mutlu oldum.

Sınıftan çıktığım anda Abel yanıma gelip elini omzuma koydu ve beni kafeterya yoluna giden yöne çevirdi. Harika odama gidip ağlama planlarım suya düşmüştü.

“Bu kadar ateşli bir şekilde Hades’i savunman beni şaşırttı desem yalan olur doğrusu. Dediklerini duysa eminim seni yanından ayırmak istemezdi.” Omzuma sardığı elini çekip kafamı bir süreliğine göğsüne bastırdı.

“Sakin ol Abel. Hades’i savunmak başka onunla birlikte yeraltı dünyasında yaşamak bambaşka şeyler. İstersen Kerberos’la da frizbi oynayalım.”

O anı düşününce ikimiz de kahkahaya boğulduk.

Abel beni kolumdan tutup büfeye yönlendirdi. Tabağımı leziz yemeklerle doldurduktan sonra dersten önce tanıştığım arkadaşlarının yanına geçtik. Daha sonra aramıza Adrian da katıldı.

Bir süre yemeğime odaklandıktan sonra aklıma takılan bir soruyu masadakilere yönelttim.

“Eva’nın babası kim?”

Soruma Black heyecanla yanıt verdi. “Baş Başkan Martin Drache.”

İkisinin yüzünü gözümün önüne getirince yuvarlak yüz hatları, öne çıkmış çeneleri ve ela gözlerinin bu yakınlığı ele verdiğini fark ettim.

“Sanırım benden pek hoşlanmadı.”

O anda Black’ten tuhaf bir homurtu yükseldi. “Sorun sen değilsin buna emin ol. Eva her zaman ön planda olmayı sever. En güzel, en güçlü, en popüler, en konuşulan olmak ister. Ama sen geldiğinde işler onun için tersine döndü.”

“İyi de ben sadece yeniyim. İnsanlar bana alıştıktan sonra eminim ki benim hakkımda konuşmayı da bırakır.”

Damien başını sağa sola salladı. “Olayı tam olarak kavrayamıyorsun. İnsanlar senin hakkında konuşmayı bıraksa bile artık sen buradasın. Ateş Taşıyıcısısın. Senin yapacaklarının yanında Eva’nın yaptıkları mum yakıp söndürmekten ibaret olacak. Herkes senin gücüne ve yapabildiklerine hayran kalacak onun değil.”

Bu biraz tuhaftı çünkü herkes bana ve gücüme sonuna kadar güveniyormuş gibiydi. Hâlbuki ben o gücün varlığını bile bir hafta önceye kadar bilmiyordum. Birden doyduğumu hissettim ve antrenmana kadar odama gidip dinleneceğimi söyledim. Peşimden Adrian da kalktı ve beraber dışarıya yöneldik.

“Tedirginsin.”

“Hiç insanların sana çok güvendiği ama senin onların güvenini boşa çıkardığın oldu mu?”

Biraz düşündü. Sanırım…”Hayır olmadı.”

“Eh o zaman beni anlayamazsın.”

“Kendine çok yükleniyorsun. Her şey senin için hala yeni. Ne olduğunu öğreneli bir hafta oldu ve henüz hiçbir eğitimden geçmedin. Kendine biraz zaman tanı.”

Adrian’ın sözleri üzerine sadece kafamı sallamakla yetindim çünkü bana karşı iyi olmasına alışık değildim. Bu durum beni biraz şaşırtmıştı. Odalarımızın olduğu binaya yaklaşırken ona döndüm.

“Antrenman salonu tam olarak nerede?”

“Konsey binasının arkasında, tek katlı bir yapı, önünde Güç antrenmanları için kullanılan boş bir alan var gördüğünde hemen anlarsın.”

Bunun üzerine ona teşekkür ettim ve tam merdivenlerden çıkarken telefonumun titrediğini hissettim. Gelen mesaj Dennis’tendi.

“Bu akşam seni bekliyorum, sakın beni ekmeyi aklından bile geçirme. Gelmezsen Kelly ve ben derhal polise gidiyoruz.”

“Ah nasıl unuttum.”

“Ne oldu?”

“Dün arkadaşlarımla iletişime geçtim ve onları biraz oyaladım diyelim. Bugün yanlarına gitmezsem zorla tutulduğumu düşünüp polise gideceklerini yazmışlar. Ki bunu yapabilecek durumdalar.”

“Bunu Baş Başkanla konuşmalısın. Eğer polise giderlerse durum çok daha karmaşık bir hal alır. Varlığından haberlerinin olmasını istemediğimiz kişiler seni öğrenebilir.”

“Bu ne demek şimdi? Bilmediğim düşmanlarım mı var?”

“Sadece senin değil, üçümüzün. Arethy bazıları üçümüzün sahip olduğu güçten korkuyor, bazıları ise dünyanın Altın Çağ’da olduğu gibi Titanların hâkimiyeti altında olmasını istiyor. Artık üçümüz de uyandığımıza ve yan yana olduğumuza göre içimizdeki sınırsız güce ulaşabileceğiz ve bazıları bunun gerçekleşmesini istemiyor.”

Evet, ben de herkesin mutlu olmasını beklemiyordum ama kahretsin bu durum gerçekten çok ciddiydi.

“Bize Ena içerisinde kimse ulaşamaz ama her zaman tetikte olmakta fayda var. Şu an en önemlisi senin eğitimini tamamlaman.”

Duyduklarımı sindirmem için biraz zamana ihtiyacım vardı. Basamakları sessizce aştıktan sonra bana eşlik ettiği için teşekkür edip odama girdim. Hemen koltuğa yerleşip dışarıdaki manzarayı izlemeye koyuldum. Saat daha bir buçuktu ve antrenmana bir buçuk saatim vardı. Bir buçuk saat manzara izlemektense Tarih kitabını incelemeye koyuldum. Belki içinde yaşadığım durumla ilgili birkaç bilgi bulabilirdim. Hemen kitabın içindekiler kısmını incelemeye koyuldum ve “Taşıyıcılar” başlığını gördüm. Sayfayı çevirip okumaya başladım.

“Savaşı galibiyetle sonlandıran Tanrıların karşısında bu sefer daha büyük bir sorun vardı. Kendilerinden ayırdıkları Ruh parçaları çok büyük bir güç taşıyordu ve Titanların hapsoldukları yerin tek anahtarını oluşturuyorlardı. Zeus, Poseidon ve Hades bu parçaları kimsenin aramayacağı – arasa da bulamayacağı – yer olan ölümlü vücutlarına koymaya karar verdi. Zeus ve Poseidon’un Ruh parçaları kendilerine kolayca konak bulurken Hades’in Ruh parçası kendisine uygun bir konak bulamamıştır. Yüz yılı aşkın süredir dünyada kendine konak bulamayan Ruh için çeşitli teoriler vardı.

Birincisi, Ruh’un kullanılan bu büyük gücün sonucunda lanetlenerek kendisine konak bulamaması.

İkincisi ise Hades’in kardeşlerinden gizli olarak bu Ruh’a başka bir emir fısıldaması ve Ruh’un bu emir sonucunda kendine bir konak bulamamış olmasıydı.”

Hızlıca kitabın kapağını kapattım ve gözlerimi kapatıp arkama yaslandım. Lanet seçeneğini ortadan kaldırdığımıza göre geriye tek bir seçenek kalıyordu.

Loading...
0%