Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9. Soluksuz Adımlar

@askilav

"İkiniz de derse girmeyince Baran'ı öldürmeye gittin sandım Naz," diye gerçekten üzgünce mırıldandı Yağmur. "Sonradan olanları duyunca çok şaşırdım."

"Ben de şaşırdım. O aptal neden sana top fırlattı ki?"

Naz, Melek'in sorusuna karşın hafifçe omuz silkti. "Sıkıntılı birisi galiba, bir sebebi var ama söylemedi bile."

Baran ve yanında başka bir arkadaşı da arkadan takip ediyordu onları. Başını hafifçe geriye çevirip onu kontrol etti, bugün yanında olup kendisine epey destek olduğu için garip hissetmişti, üstelik yakın arkadaş olmamalarına rağmen bunu yapması ilk kez değişik bir sıcaklık uyandırmıştı içinde.

Tekrar önüne döndü, okul çıkışına yürüyorlardı. "O kadar rahattı ki, hem annesini hem babasını çağırttırdı müdür yardımcısına. İnsan biraz çekinir, ben ne açıklama yapacağım diye düşünür... Ben düşünüyorum şimdi dedeme ne söyleyeceğimi."

Melek elini uzatıp sargıya dokunmuştu can yakmadan. "Gelip okulu falan karıştırır mı ki?"

İstemsizce güldü Naz, bunu yapmazdı ama eğer huysuz zamanına denk gelirse evi karıştırabilirdi. "Sanmıyorum... Ama illaki sorgulayacaktır."

"Tabi sorgular, torunusun sonuçta," dedi Yağmur da. Servise gitmek üzere çıkış kapısına varmadan durmuştu.

Naz dudaklarını çaresizce birbirine bastırırken Yağmur'la vedalaşmak üzere durdu. "Haklısın," diye mırıldanırken her şeyi onların gözünden yaşayabilmeyi çok isterdi. Dedesinin buraya gelip kendisini savunacak kadar büyük bir sevgiden var olmasını özellikle...

"Gidiyorum o zaman ben, servis bekliyor. Tekrar geçmiş olsun Naz." Yağmur elini sallayıp gerisin geri giderken uzaklaştı. Melek de otobüsü gelince binip gitmişti.

Naz diğer öğrencilerin yanına katılıp ayakta beklemeye başladı, kolları önünde birleşmişken hafif esintide saçlarının savrulmasına izin vererek arabaların hızla geçtiği yolu izliyordu yalnızca.

Gözlerini kırpıştırdı çünkü acıyorlardı. Sonra kurumuş dudaklarını yaladı. En sonunda boğazına bir yumru oturduğunda yaptığı tüm bu şeylerin ağlamamak için verilen bir çaba olduğunu fark etmişti. Ancak diğer öğrencilerin arasında bunu yaşamak istemiyordu.

Kendi otobüsü geldiğinde kalabalık arabaya binip ayakta durdu, herhangi bir yere tutundu. Kulaklığını takmayı unuttuğu için üzülmüştü o an, gürültü içinde baş ağrıtıcı bir yolculuk yapmak zorunda oluşu boğazını daha da yırttı.

Neredeyse bir saat süren yolculuktan sonra kalabalık otobüse dayanamayıp daha önceki duraklardan birisinde indi, yürümek iyi gelecekti belki de. Üstündeki ince kıyafetin uçlarını ellerine doğru sündürüp kollarını önünde birleştirdi. Dudaklarını aceleyle kemirirken gözleri farkında olmadan seğiriyor, arada burnunu çekiyordu.

Bu bitmeyecek özlem duygusuyla baş edemiyordu artık... Üstelik yok yere ortaya çıkması canını daha çok yakıyordu. Sadece bir anne, bir baba ve onların çocuğunu görüp hüzünlenecekse belki de evden dışarı hiç çıkmamalıydı.

Kalıplara sıkışmıştı Naz küçük dünyasında, bir matruşka gibiydi sanki. Birini kırıp içinden çıksa başka bir engele takılmadan öteye geçemiyordu. Ve sanki... Kırılan bir duvar bir öncekinden geniş olması gerekirken aksine çok daha dar gibiydi.

Duyduğu en ufak söze bin bir türlü anlam yüklemek onun vazgeçilmeziydi. Bu yüzden Denizhan'ın söylediği söze ağlıyordu.

Eve dönüş yolunda adımları yavaştı. Hızla atılan soluksuz adımlardan farklıydı yürüyüşü fakat yine de soluksuz kaldığını hissediyordu. Normal başlayan bir gün böyle berbat olmuştu işte.

Yaşadığı sokağa girdiğinde ilk önce mahallenin kahvesinin önünden geçmesi lazımdı. Bundan rahatsız oluyordu ama kalabalıktan dolayı otobüsten erken indiği için başka çaresi kalmamıştı.

Boyu uzadıkça, gözleri açıldıkça, büyüdükçe bazı arsız bakışları daha net fark etmeye başlamıştı Naz. Görebiliyordu. Fakat bugün çirkin bakışlar daha farklıydı, burnundan yaradan kaynaklanıyordu bu. Elini yine farkında olmadan yüzündeki sargıya götürdü, onu hafifçe kıpırdattı.

Evine giden başka bir yol olsa bu kaldırım taşlarına tek adım dahi basmazdı ama bir yerde mecbur kalıyordu. Adımlarını biraz daha hızlandırarak aceleyle geçti oradan. Az ileride evlerinin soyulmuş turuncu boyasını görebiliyordu. Koşarak ilerledi, çantasının dip köşelerinde kalmış anahtarını çıkıp kapıyı açtı.

Tanıdık duvarların rahatsızlığı altında odasına geçti. Gıcırtılı kapıyı açtığında her gün gördüğü, yattığı, tüm hayatını geçirdiği yatak ona hüzün vermişti. Boğazındaki yumru çoğalıp canını yakarken zorlukla üstünü değiştirdi. Titreyen elleri ve kararan gözleriyle bunu halletmek güç olmuştu ama en sonunda halletmişti.

Hayatın en çok bu yönünü sevmiyordu. Devam etmek zorunda kalmak... Dünya birkaç saniyeliğine durup dinlenme imkânı sağlamıyordu kimseye, bu yüzden tüm kuvveti bedeninden çekilir gibi olsa da elleriyle saçlarını geriye ittirip "Rahat ol kızım ya!" diye seslendi kendisine. Naz'ı uyarabilecek, kendisinin iyiliğini isteyecek kişi en sonunda yine kendisiydi. "Sürekli mi ağlayacaksın?"

Kapıdan çıkıp mutfağa doğru ilerlerken kendine öğütler vermeye devam ediyordu. "Seni düşünmeyen düşünmez işte..."

Buzdolabını açıp içine bir göz attı. Atıştırmak için fazla bir şey yoktu. En sonunda yine mutfak dolabından ne kadar dedesi sevmese bile bir makarna paketi çıkardı. O da çok az kalmıştı. En azından bir akşam karınlarını doyurmaya yeterdi. Dedesi emekli maaşını lüzumsuz yerlere harcamayıp bir evi ve torunu olduğunu hatırladığı müddetçe belki eve yiyecek birkaç bir şey alabilirdi.

Gözleri dolu dolu, çaydanlıktaki suyu kaynamaya bırakıp küçük bir tencereye yağ koydu. Ellerini gözlerine atıp sürekli silse bile makarna pişene kadar sürekli akmıştı haylaz gözyaşları. Tabağına sıcak makarnayı doldurup yuvarlak masaya oturduğu vakit kendini tutmak fazlasıyla zor olmaya başlamıştı. Ve o anda kaşık kaşık yediği sıcak makarnayı sanki ağzına garezi varmış gibi midesine indirirken ağlamak her şeyden çok cazip gelmişti.

Kaşığı sertçe masaya bırakıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Geçmiş tüm yaralarına, acılarına, bitmek tükenmek bilmeyen yalnızlığına, en çok da kendine, sanki yokmuş gibi kimsenin sahiplenmediği varlığına...

Kimse çıkmıyordu karşısına. Kimse demiyordu, ben seninim diye. Yüzüne gülmüyordu, elinden tutmuyordu, karanlık yolların aydınlık taraflarına sürüklemiyordu. Annesini bile göremiyordu rüyasında.

Şu ana kadar yapabildiğinin, yapabileceğinin en iyisini yaparak orada aralıksız yarım saat ağlamıştı Naz. Rahatlamanın eşiğine varırken kapı hışımla çalındı. Naz korkarak elleriyle yüzünü silip girişe doğru koştu, kapı sanki alacaklı gibi çalınıyordu. Kim olduğunu tahmin edemedi o an. İyi gibi gözüktüğüne karar verip delikten baktığında kapıya hıncını almak istermiş gibi vuranın dedesi olduğunu gördü. Şaşırmıştı. Ancak korkmuştu da.

Usulca kapıyı açıp yarım araladığı kısımdan dedesine baktı. "Ded-..." diye bile sormaya kalmadan yaşlı adam kapıyı hızla ittirmişti.

Naz kapının hızıyla geriye doğru savruldu, düştüğü yerde dehşetle dedesine baktı. Gözlerinde bir alev topu taşıyordu sanki, öfkesi tüm bedenine doğru taşmıştı gözlerinden. Titreyen yaşlı elleri, sallayarak yere bastığı bacağı... Ne diyeceğini bilemeyerek baktı tekrar dedesine doğru.

"Çıldıracağım artık..." diye mırıldandı Hilmi, yere düşmüş torununa kısa bir bakış atıp içeri yürürken bir daha bağırdı. "Çıldıracağım lan!"

Düştüğü yerden kalkıp dedesinin ardından odaya ilerledi. Yaşlı adam halının üstünde bir o yana bir bu yana dönerken eliyle beyaz saçlarını karıştırıyordu. Naz korkuyla mırıldandı. "Dede, ne oldu?"

Hilmi yüzünü torununa çevirdi. Dudakları, hızla alıp verdiği nefeslerden dolayı açılıp kapanıyordu. Naz'ın kolunu kavrayıp onu kendine doğru çekti, gözleri sargıya sarılmış burnunda dolanıyordu. "Ne oldu senin bu burnuna?" derken merhametle sormamıştı bunu, daha çok yine ne suç işledin der gibiydi. "Bu burun ne Naz! Sen okumaya gitmedin mi bu okula?"

"Dede..." Sıkılmaktan acımaya başlamış kolunu dedesinden kurtarmak istedi ama nafile bir çaba sergilemişti. "Ben bir şey yapmadım..."

Saatlerdir ağladığı yetmemiş gibi bir de dedesinin korkunç surat ifadesinden dolayı ağlamaya başlamıştı.

"Bu hiçbir şey yapmadığın halin mi?" diye öfke içinde bağırdı, bunu yaparken tuttuğu ince kolu da durmaksızın sarsıyordu. "Siz hiçbir şey yapmıyorsunuz ama her şeyin ceremesini ben çekiyorum niyeyse!"

Gözyaşları halen aşağı süzülürken çaresizce kaşlarını çattı Naz. "Ne ceremesi?"

"Ben çekemeyeceğim artık kızım seni..." Hilmi eliyle alnını işaret ederken "Valla yetti bak, ta burama kadar geldi!" sözlerini canlandırıyordu. Gözlerini irice açıp bağırmaya devam etti. "Milletin senin burnunmuş bilmem neyinmiş konuşmalarını çekemeyeceğim ulan!"

"Ne diyorsun dede Allah aşkına? Benim suçum bile değil, yapma..."

"Benim suçum mu peki? Bütün derdi tasayı ben yükleyip gidiyorum ama!"

"Ben bir şey yapmadım!" diye bağırdı Naz. Kolunu dedesinin tutuşundan kurtarıp geriye çekildiğinde elleriyle kendisini işaret etmişti. "Okuldan birisi durup dururken top fırlattı yüzüme, benlik bir şey yok yani! Yapma lütfen, milletin lafıyla iş mi olur?"

"Sen bana akıl mı veriyorsun?" Hilmi ayağının ucuyla koltuğa öfkeyle vurdu, sinirini nereden çıkaracağını bilmiyordu. "Ben ne yapacağımı bilmiyor muyum ha?"

"Öyle bir şey demedim..."

Yaşlı adam arkasını dönüp Naz'ın odasına ilerlemeye başladı. Eskiden kızının kullandığı odaya girdiğinde aceleyle hareket ediyordu. Dolabın üstündeki çantayı kolaylıkla çekiştirip aldı ve sonra birkaç parça kıyafeti, seneler önce Çiçek'in burayı terk etmek üzere yaptığı gibi çantanın içine doldurmaya başladı. "Akıl alacağım bu yaştan sonra bir de... Kimsenin benim ne çektiğimi bildiği yok ki!"

"Ne çekiyorsun anlat bana, ben elimden gelen her şeyi yaparım!" derken gözünden akan yaşları silip yaşlı adama engel olmaya çalıştı ama dedesi buna izin vermiyordu. "Dede ne olur... Niye eşyalarımı çantaya koyuyorsun?"

"Bırak beni!" Naz'ı üstünden silkeleyip onun kıpkırmızı kesilmiş suratına baktı Hilmi. Göğsü sürekli havalanıp iniyordu. "Bakamıyorum artık ben sana! Benim artık gücüm yetmiyor!"

"Çalışıyorum ama..."

"Yok, istemiyorum daha fazla!"

"Ne yapacağım o zaman ben?" diye sızlandı, dedesinin varlığına şükretmediği için başına bunların gelmesi haksızlıktı. Evden kovulmak istememişti o düşünceleri aklından geçirirken, sadece biraz daha fazlasına hakkı olduğuna inanmıştı işte. "Evden mi atacaksın beni? Kaç yıldır yan yanayız burada... Sana hiç kötülük yapmadım, elimden geldiğince uslu olmaya çalıştım dede. Bunu hak etmiyorum."

Tüm işittiklerine rağmen tük eşyayı çantaya doldurmuştu. Fermuarını kapatırken bakışlarını çantadan kaldırıp Naz'a çevirdi. Torununu şaşırtacak kadar bambaşka bir soruyu dillendirdi sonra. "Senin baban nerede?"

Naz bu soruyla üşüdüğünü hissederken kollarını bedenine sardı. Bunu kendisi de merak ediyordu. Yapabildiği kadar babasını bulabilmek için uğraşmıştı ama hiçbir sonuç elde edememişti. Yanlış bir yola girdiği vakit dedesinden azar işitme ihtimali de olduğu için vazgeçmişti tüm o arayıştan.

Zaten önemli olan kendisinin bir baba bulabilmesi değildi, babasının onu istemesiydi. Bu yüzden yıllarını beklemekle geçirmişti. "B-Bilmiyorum..." dedi mırın kırın. "Ö-ölmüştür belki."

"Ölmüştür?" Hilmi Naz'ın bu sözlerine keyifsizce güldü. "Ölmüştür öyle mi?"

Ufak bir heves içinde burnunu çekip "Ölmedi mi?" diye sordu en son. Neden bu soruya maruz kaldığını anlayamamıştı. Gözleri farkında olmadan yastığına döndüğünde, onun altındaki fotoğrafı çekip almak istedi ama karşısında dedesi varken hiçbir yere kımıldayamıyordu. "Yaşıyor mu?"

Kendisinin de Naz gibi dolan gözlerini kırpıp sonra elinin tersiyle sildi yaşlı adam. Bu halinibelli etmek istememişti, o yüzden sesini bilerek sertleştirmeye çalıştı. "Hiçbir şey bilmiyorsun değil mi?"

Naz başını iki yana salladı. "Bilmiyorum."

"O zaman artık bileceksin."

Loading...
0%