@askilav
|
Annemi bana kızgın ve küskün halde yolladım memlekete. Gelişi ve gidişi anımsayamayacağım kadar hızlı olmuştu, bir de üstüne hastalık binince sanki onun burada olduğu anları yaşamamışım gibi hissetmiştim. Rengin annem gitmeden bir gün önce eve döndü. Beni yorganların altında, burnu kızarık ve ölecek halde bulduğunda, hatta annemle olan küslüğümüzü fark ettiğinde çok şaşırmıştı. Sanki o gitmiş de evimizde kıyamet kopmuş gibiydi. Ona ben iyileşene kadar beklemesini, sonra rahat rahat her şeyi anlatacağımı söylemiştim. Şimdi koltukta hazır halde oturmuş bekliyordum. Birkaç dakika önce anlatacaklarım bitmişti ve Rengin durumu garipseyerek bana bakıyordu. "Kızım sen ne ara iyileştin?" diye huysuzca sordu. "Ya iyileştim işte, sorgulama." "Hazal, bu halde çıkma lütfen!" "Gidip Yiğit'le konuşmak istiyorum," dedim kollarımı kendime sarıp. Başımda berem, boynumda yine yeşil atkım, üstümde de en kalın montum vardı. Termal çoraplarımdan giymiştim ve eşofmanım da gayet sıcak tutuyordu. Tabi bunu evin içinden söylüyordum. "Derdi neyse öğrenmem lazım." "Ne diyeyim ben şimdi?" "Hiçbir şey deme, sadece konuşup geleceğim." Onu rahatlatmak isteyerek gülerken üstümü gösterdim. "Bak çok güzel hazırlandım. Bu sefer hasta olamayacağım." "Ama yeni iyileştin Hazal, ya tam atlatamadıysan?" "O zaman da bir daha hasta olur bir daha atlatırım!" "Manyaksın cidden." "Oldum artık!" Koltuktan kalkıp dış kapıya doğru ilerledim. Geçen sefer Yiğit'le bu saatlerde buluşmuştuk ve biraz geç kalmış sayılırdım. O mesajdan sonra bir daha herhangi bir şey yazmamıştı. Ben de hiç haber vermeden sessizce gidiyordum. Sahile vardığımda etraf geçen seferkine göre daha kalabalıktı. Bugünün hafta sonu olmasından dolayı olabilirdi. Ellerim cebimde, korka korka ilerlerken gözlerim geçen sefer oturduğumuz bankı aradı. Yiğit'i orada bulamamaktan korkuyordum ve kalbim tam olarak bu yüzden yerinden çıkacak kadar hızlı atıyordu. Biraz daha ilerleyip kısık gözlerimi çevrede gezdirdim. Bankı bulduğumda orada birisinin oturduğunu görmüştüm. Yavaş yavaş yaklaştım. Yiğit yine öne doğru eğilmiş, elindeki kitaba bakıyordu. Ellerimi ne yapacağımı bilemeyerek cebimden çıkardım ve yanına vardım. Başında birisinin varlığını hissettiğinde gözlerini bana doğru kaldırdı. Kitaptaki sert gözleri beni gördüğünde biraz yumuşamışlardı. En sonunda dudaklarını kıvırarak kalbimi yerinden çıkaracak kadar hoş bir şekilde güldü. "Hoş geldin peluş oyuncak." "Peluş mu?" Ellerimi iki yanımda açıp üstümü kontrol ettim. Fazla şişkin duruyordum. Evet, sanırım bu biraz komikti. "Şey, hasta olmayayım diye." "Sen kendini bu kadar düşünür müydün?" Bankta diğer uca kayıp kendi oturduğu yeri bana verdi. Ben de onun bu davetine uyarak hemen oraya oturdum. Sonra da ağzıma kadar çıkmış atkımı biraz aşağıya indirdim. "Çok bekleyenim var biliyor musun, kendime dikkat etmeliyim artık," derken yine söylediklerimin pişmanlığının zihnimi saracağını biliyordum. Of Hazal, şaka yapma! Yapma, yapma. "Kim o diğerleri?" Ciddiye almış gibi bakıyordu. Kafamdaki bereyi biraz geri ittirdim. Hava soğuktu ama bu kadar sıkı giyinmek bunaltıyordu. "Evde arkadaşım bekliyor," dedim dudaklarımı bükerek. "Annem onu arayayım diye bekliyor. Akın da muhtemelen beni oyuna getirmek için bekliyordur." Oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanıp "Yine kandırdı mı yoksa seni?" diye sordu. Başımı omzuma doğru yatırıp "Yani... Bir yalanını yakaladım," dedim. Kitabı kapatıp aramızdaki boşluğa bırakırken eğildiği yerden doğrulmamıştı ama bakışları bendeydi. Belli ki Akın'dan dolayı siniri biraz daha bozulurken "Ne yalanı?" diye mırıldandı merakla. "Sen üniversitenin Edebiyat kulübünde falan var mısın?" Akın'ın beni kullandığı tek konu Melis'ti. Bu kahvaltı meselesini de kendi kendine bir şeye bağlayacaktı muhtemelen, Yiğit'e sormakta fayda olacağını düşünüyordum. Başını hafifçe aşağı yukarı salladı. "Biz," dedikten sonra yutkunduğunu fark ettim. "Melis'le katılmıştık," diye devam etti sözlerine. Melis'ten bahsetmek onu zorluyordu sanki. "Sonra Akın da arkadaşıyla katılmıştı." Öfkeyle kaşlarımı çattım. Haklıydım işte, Akın yine bir oyunlar çevirip beni Yiğit'le karşı karşıya getirmek istemişti. Sebebini çözemiyordum sadece. Bunları yaparak ne planlıyordu ki? Yiğit sorumun ve onun cevabının bir devamını getirmememden dolayı "Ne oldu?" diye sordu bana. Yere düşen dalgın bakışlarımı ona kaldırdım. "Akın yalan dolan bir şeyler söyleyip arkadaşı Selman'la sizin Edebiyat kulübünün kahvaltısına gitmemi istemişti. Demek ki senin de orada olacağını biliyordu. Başka niye böyle bir yalan söylesin ki?" Yorgun bir nefes dudaklarım arasından sızıp havaya karıştı. "Yani ne planladı bilmiyorum ama..." Benden sonra Yiğit de önüne döndü. Kaşları çatık halde birbirine tutunan ellerini sıkıyordu. Sinirlenmişti. Biz yine onun hayatını karıştıran iki kuzen haline gelmiştik. Kendimi suçlu hissediyordum. Bu konuda yaptığım bir şey olmamasına rağmen suçlu hissediyordum. "Özür dilerim Yiğit," diye mırıldandım çaresizce. Başka yapacak bir şey bulamamıştım. Bir süre sessizce bekledikten sonra "Geldiğin için... teşekkür ederim," dedi neredeyse fısıltıya yakın bir mırıldanmayla. "Nerede yanlış yaptığımı düşünüp kafayı yiyecek hale geldiğimde beni kendime getirecek birisine ihtiyacım vardı." "Seni nasıl kendine getirebilirim?" "Bilmem," derken omuzlarını silkti. "Anlık bir histi, doğru kişi sensin diye düşündüm o an." "Ya Melis?" Onun gibi öne doğru eğilip yüzüne baktım. "O niye burada değil?" "Nerede olduğunu bilmiyorum çünkü," diye mırıldandı. Sonra ellerinin üstünde tuttuğu bakışlarını yavaşça bana çevirdi. "Melis'in nerede olduğunu bilmiyorum." "O ne demek?" Bir süre sessizce bekledikten sonra Yiğit'in "Bir arkadaşım Akın ve Melis'i beraber gördüğünü söyledi," demesiyle elim şaşkınlıkla açılan dudaklarıma örtülmüştü. Yiğit bu tepkime karşın "Ama ben nasıl tepki vereceğimi bilmiyorum," dedi. "Keşke senin gibi rahatça şaşırabilseydim." "Nasıl yani? Bekliyor muydun Melis'ten bunu?" Geriye doğru kalkıp onun cevap vermesine izin vermeden "Saçmalama," dedim. Bunu söylemek zor gelecek sandım o an, ama yine de Melis'in belki birisi tarafından iftiraya uğrayabilme ihtimali gözümü korkutmuştu. Yiğit'i kışkırtan kişi olmak istemedim. Bu yalanın Akın tarafından ortaya atılması bile daha olasıydı. "Sana bunu yapmaz." Yiğit de geriye çekilip sırtını banka yasladı. "Ondan beklediğim için değil, bunu yakın bir arkadaşımdan duyduğum için endişe ediyorum. Bilmiyorum Hazal... Hayatımı tek bir fikir üzerine şekillendirdim ben, şimdi eğer bu şey gerçekse kendimi kandırılmış bulmaktan korkuyorum." "Melis seni kandırmaz." "Melis değil. Sana söylemiştim, kendimi kandıran benim." Sanırım kendini ifade edemeyişinden dolayı ellerini yüzüne götürüp sıkıntıyla sıvazladı. Zorlasa belki ağlardı. Ona yaklaşıp sarılmayı o kadar istiyordum ki... Bunu yapamayacak olmam ne acıydı, özellikle Yiğit'i en kötü gördüğüm anda. "Ders almam gerekliydi." "Neyden?" diye fısıldadım. Sorumun ardından, hep durgun suratında beliren hüznün beni bozguna uğratacağını bilmeden bakışlarını gözlerime çevirdi. "Ben çok küçükken," diye sözlerine başladığında uzun bir devamı olacağını anlamıştım. "Babam annemi aldatıp onu mahvettikten sonra evi terk etmişti." Oturduğum yerde kıpırdanıp parmaklarımı birbirine geçirdim, onlar duydukları konuşma sırasında birbirleriyle savaş vereceklerdi. Yiğit gözlerini benden hiç çekmeden anlatmaya devam etti. "O zaman küçüktüm ama annemin ne kadar kırıldığını, bunun onuruna ne kadar dokunduğunu hatırlıyorum. Belki çok şey anlamıyordum ama annemle beraber ben de üzülmüştüm. Herkese karşı güveni kırılmıştı ve toparlaması çok uzun sürdü." Ellerini ovuşturup durdu. Zorlanıyor olmalıydı. Eğer biraz cesaretim olsaydı ellerine uzanırdım ama yapamıyordum. Beni ondan uzak tutan şeyler vardı, bankta ilerleyip aramızdaki mesafeyi bile kapatamıyordum. "Bir abim ve bir ablam var, biz üçümüz de babamızı sever ve sayardık ama insan sığındığı yerde kurşun yiyince daha çok ölüyor biliyor musun? Bundan hepimiz etkilendik tabi. Büyüdükçe acısı daha çok ortaya çıktı. Annemi o yıkılmış ve toparlanamayan halde görmek bana geç kalmış bir güvensizliği yaşattı. Ama benden daha kötü halde olan birisi vardı, ablam. Bilirsin..." Karanlıkta yaşlarla parlayan gözlerini tekrar ağırca bana çevirdi. "Babalar en çok kızlarıyla bağ kurar." Boğazıma oturan bir yumruyla hafifçe gülümsedim. Sanırım uzun zaman sonra ilk kez Yiğit'in karşısında buna tenezzül ediyordum, ondan doğan korkularım onunla beraber aşılmıştı. "Bazıları için bu doğru değil," dedim. Bunu onun sözlerini bölmek için söylememiştim tabi, Yiğit söylediklerimin ardından gözlerini yüzümde gezdirdi. Bir şey arar gibi, beni inceler gibi... Bundan utanmıştım. Gözlerimi kaçırıp sözlerine devam etmesini bekledim ama bir şey söylemedi. Hala bana bakıyordu. "Devam et," diye mırıldandım duyulmayacak kadar kısık bir sesle ama o beni işitti ve yine nefeslendi. "Ablam hem bizden büyük olarak hem de babamın tek kızı olarak bundan çok etkilendi. Her şeye aklı yerinde şahit olmuştu çünkü. Bir de... Anlaşırlardı yani babamla. Onları bazen kıskanırdım, birbirlerini bu kadar sevmeleri bana haksızlık gibi gelirdi. Aslında bu ablama haksızlıkmış, o bu kadar severken babamın gidişini hiçbir zaman kaldıramadı. Kendisi de ihanete uğramış gibi hissediyordu." Yiğit ellerini tekrar ovalamaya başlamıştı. Anlatmakta zorlanıyor gibi olsa da ona dur demedim. "Aradan yıllar geçti, her şey düzeldi sandık. Hayat bir yerde devam ediyor sonuçta, biz de ona yetişmek zorundaydık. Bir gün, ablam aşık olduğu kişiyle tanıştırdı bizi. O an bunu güzel bir şey sanmıştık, ben de dahil olmak üzere tüm aile içimizdeki güvensizliğin yok olup gittiğini düşünüyorduk. Ablamla o adam evlenene kadar..." Gözümden akıp giden bir damla yaşı silip dudaklarımı yaladım. Yiğit artık başını hiç başka yere döndürmeden sadece bana bakıyordu. "En çok korktuğun şey, her zaman başına gelecek olandır," dedi unutmamam gereken bir şeyi hatırlatır gibi. Öyle sanırım diye geçirdim içimden. Belki bana bunu yaşatan sen olursun. "O adam ablamı aldattı." Yorgun bir nefesi serbest bıraktıktan sonra gözlerini sıkıca kapattı ve açtı. Geçmiş günlerin canını acıttığı belliydi, ablasını çok seviyor olmalıydı. "Evlendikten çok kısa bir zaman sonraydı. Ablam ağlayarak geldi eve, aldatıyor beni dedi ve bizim onu kurtarmamıza izin vermeden yaşamına son verdi." İstemeyerek "Ne?" diye fısıldadım. Ellerim titremeye başlamıştı. Soğukkanlı birisi olduğumu düşünmüştüm hep, dinlediğim olaylar karşısında metanetli durabildiğimi sanıyordum. Ama bu canımı acıtmıştı. Fazlasıyla. "Babam ablam için nasılsa, ablam da benim için aynı şekildeydi, çoğu zaman bir anne gibi davranırdı bana. Onun gidişinin ardından zor zamanlar yaşadım ama hiçbir şeyi yaptıklarıma bahane olarak kullanmaya çalışmadım." "Öyle düşünmüyorum," dedim başımı iki yana sallarken. Yanaklarım birkaç gözyaşıyla çabucak ıslanmıştı. Ellerimle onları temizledim. Bu esnada Yiğit gözyaşlarıma kaşları çatık halde bakıyordu. "Ağlama," diye mırıldandı şefkatli bir sesle. "Seni üzmek istememiştim." "Yok..." derken sesim o kadar cılız çıktı ki tıpkı bir kedi sesine benziyordu. "Ben dinliyorum seni, devam et lütfen." "Sen ağlarken mi?" "Bunlar akar akar sonra durur, endişe etme." Akın'ın konu içine dahil olması suçluluk hissimi arttırıyordu. Eğer hayatına saçma sapan şekilde dahil olduğum Yiğit'in geri planda hiç düşünmediğim bir kadere sahip olduğunu bilseydim, şimdi hissettiklerime rağmen onunla hiç denk gelmemek için sürekli kaçardım. Haklıydı, onun nasıl birisi olduğunu bilmeden Akın'ın planına uymamalıydım. Nasıl yapmıştım bu aptallığı? Benim hadsizliğim onun şu an benimle konuşmasına karşın fazla ağırdı sanki. Saygısızcaydı. "Anlat," dedim koluna dokunup. "Melis tam bu olanlar sırasında girdi hayatıma. Büyük bir boşluk hissediyordum ve o yanımdaydı. Sanırım insanın en büyük ihtiyacı bu, tutunmak. Yaşadığım şeylere rağmen ona tutunduğumu hissettim, derdimi sıkıntımı dinliyordu. Beni anlıyordu. Anladığını hissediyordum. Biz o kadar yan yanaydık ki... Galiba bu bir süre sonra göze battı. İnsanlar sevgili olduğumuzu düşündüler. Annem de o sırada bunları yaşayıp da kendi köşeme çekilmemden rahatsızdı, ablamı kaybetmek onu da yaralamıştı ama yaşından dolayı mı bilmiyorum o daha dik duruyordu. Beni teselli ediyordu, sürekli yaşanan şeylerden dolayı kabuğuma çekilmememi öğütlüyordu bana. Sanırım annemin o öğütlerine kapılıp biraz da onu rahatlatmak maksadıyla herkesin sevgili imalarını kabul ettim. Melis de rahatsız değildi bundan, bir gün açık açık benimle yan yanayken iyi olduğunu ve belki de hakkımızda o şekilde konuşanların doğru bir şey konuştuklarını söylemişti. Yapmamam gereken bir şeyi yapıp ona güvendim... Hep bundan kaçarken güvendim hem de. Bizim ailemizi vuran şey de buydu ya zaten, nasıl cesaret ettiysem..." "Kesin bir şey değil ama bu," dedim korkuyla omzuna dokunarak. İyi bir şey yaptığıma inanarak avuttum kendimi, yoksa bu fazlasıyla can yakıyordu. Yiğit'e kör kütük aşık bile değildim. Ufak bir hoşlantı, hatta bir duygu karmaşası bana bu kadar zarar vermemeliydi. "Şimdi sana bunu nasıl anlatabilirim ki?" dedikten sonra çaresizce güldü, bundan keyif almadığı belliydi. Elini yüzüne kapatıp alnını sıvazladıktan sonra tekrar konuşmaya devam etti. "Tüm hayatını kimseye güvenmemek için kurduğunu düşün. Sonra da ihanete uğramamak için aşkı değil, bir güven ilişkisini seçtiğini... Eğer bu duyduklarım gerçekse, eğer Melis Akın'la beraberse, yine güvendiğim birisi tarafından ihanete uğrayarak inandığım tüm her şey tarafından kandırılmış olacağım. Ama inan ki bu şüpheyle de olmuyor. Böyle bir şey gerçek değilse de ben Melis'e sandığım kadar güvenmemişim demektir bu. Anlıyor musun beni?" Kafam karışmasına rağmen başımı aşağı yukarı salladım onu onaylamak isteyerek. Benden sonra "Bunun bir çıkışı yok," dedi. "Böyle burada hiçbir şey yapmayarak beklemekten başka çarem yokmuş gibi hissediyorum." Suskunca baktım ona. Benim sessizliğime karşın Yiğit'in boynu hafifçe büküldü, muhtaçlıkla kasıldı yüzü. "Bir şey söyle lütfen, yanlış yapmadığımı söyle bana." "Eğer bana kızmayacaksan," diye mırıldandım. "...yanlış yapmaktan korkmamanı söylerdim." "Ne?" "Bu zamana kadar hep doğru şeyleri yapmaya karar vererek ne kazandığını düşün... Geriye bir kafa karışıklığından başka ne kaldı ki? En azından kendinden gurur duyarak birkaç defa yanlış yap ki zihnin o karmaşadan kurtulsun, basit doğruları yapmak için güç bulsun kendine." Karşımda adem elmasının hareketlendiğini gördüğümde yutkunduğunu anlamıştım. "O nasıl olacak?" diye sorduğunda titrek bir biçimde tebessüm ettim. Susmak ve düşünerek konuşmak çok zordu, ben aklıma her geleni söylemek zorundaymış gibi hissediyordum. "Benim için tavsiye vermesi kolay sadece, gerisini bilemem," dedim açıkça. Bu sözlerimden sonra az önce üzücü şeyler konuşmamışız gibi onun dudakları da ağır bir biçimde kıvrıldı. Birbirimize tebessüm ettiğimiz o andan sonra bir süre sustuk ve bekledik. Zamanın geçmesini, söylediklerimizin ve hissettiklerimizin yerlerine yerleşmesini... İkimizin de denizi izlediği esnada bakışlarımı ona çevirdim. Yiğit de bu anı bekliyormuş gibi bana döndü. Bundan cesaret alarak "Ne okuyordun ben gelmeden önce?" diye mırıldandım. Üstünde telefonu durduğu için kitabın ismini göremiyordum. Telefonunu çekip aldı ve kitabı da bana uzattı. Kırmızı bir kapağı vardı. Üstündeki ismi dillendirdim. "Nar Kitabı." Sonra bakışlarımı Yiğit'e çevirdim. "İçine bakabilir miyim?" "Tabi." Sayfaları araladım. Benim kitaplarımın içi genelde bolca çizili olurdu, bazen kenarlara ufak notlar da alırdım. Hatta onları kolaylıkla bulmak için etiketler de koyardım. İnce kitabın sayfalarını çevirdikçe boş sayfalar görmek bana aynı yerde birimizin koşarak birimizin yürüyerek ilerlediğini göstermişti birdenbire. En azından aynı yoldayız diye avuttum kendimi. Sonra da çaresizce gülümsedim. Sonlara doğru gelirken altı kurşun bir kalemle titrekçe çizilmiş tek bir cümle çıkmıştı karşıma. Farkında olmadan seslice okudum onu. "İnsanları tanımak zor da, biz biraz kendimizi kandırıyoruz. Anlıyor musun." Gözlerim kitabın üzerinde donup kalırken bunun onu sandığımdan da fazla etkilediğini görebiliyordum. Elimde olsa gider o an Akın'ın kafasını acımasızca koparırdım. Hiç bilmeden, eğilmiş bükülmüş hayatların içine saldırıyorduk. Suçluluk biraz daha sardı hissimi. Yiğit'i tanımadan onu korkutacak bir şey yapmanın farkındalığı beni üzüyordu. Bakışlarımı kitaptan çekip yavaşça Yiğit'e kaldırdım. Kollarını önünde kavuşturmuş bana bakıyordu. Yine suratı gölgelenmişti, galiba buna da ben sebep olmuştum. Bir daha gördüğüm her satırı okumamayı kendime tembih edip kitabı tekrar aramıza bıraktım. "Güzelmiş," dedim kaçmaya çalışarak. Bu sözümün ardından Yiğit tınısıyla yine kalbimi hızlandıracak kadar hoş şekilde güldü. "Kaçma," dedi aklımdan geçenleri anlamış gibi. "Göreceğini biliyordum." "Olsun..." Geriye kayan beremi biraz öne çekip alttan sızan saçlarımı düzelttim. Diğer her yerim sıcaktı ama burnumda yoğun bir üşüme hissediyordum. "Eğer bir daha buraya geleceksen sana ufak bir hediye getirebilir miyim?" diye mırıldandım çekingence. "Hediye mi?" "Evet." Bankta kayıp biraz daha Yiğit'e döndüm. "Hani bana bir keresinde hayatı boşa yaşamak istiyorum demiştin ya... Ben sana bunun için katkıda bulunabilirim." "Nasıl yapacaksın onu?" derken gerçekten merak etmiş gibi bakıyordu. Artık sınırlarımı aşabildiğim için yine onun karşısında gülümsedim. "Yarın akşam buraya gel ve öğren." Başını net bir şekilde öne eğip kaldırdı. "Öyle olsun bakalım," dedikten sonra bakışları yüzümde, tek bir noktada takılı kalmıştı. Elime götürüp nereye baktığını anlayamadığım için kendime dokundum. Neye bakıyordu ya? "Çok üşüdün, burnun kıpkırmızı kesildi, tekrar hasta olmadan kalkalım," dediğinde burnuma baktığını anlamıştım. "Sen saçlarını ıslayıp gelmedin mi?" diye sordum dünkü mesajlarını hatırlatarak. "Sen gelince hemen kurudular," derken ayağa kalkmıştı. "Hasta olmaktan korkma bu kadar." Çantamdan peçete çıkarırken kendi kendime güldüm. "Bak ben aslanlar gibi çıktım dışarı, hasta da oldum, hiç korkmadım." "Sonra da beni iki gece burada bir başıma bıraktın." İçime çektiğim nefes göğsümde titredi. Başımı aceleyle aşağı yukarı sallayıp "Bir daha bırakmam," dedim. Sonra da şapşalca güldüm çünkü çaresizliğimi bu şekilde gizlemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. İlk kez bu kadar savunmasız hissediyordum kendimi. Yiğit halime tebessüm ederken ben cebimden çıkardığım mendille burnumu silmeye başladım. Peçeteyi geri çektiğimde o yeşil atkıma uzanıp sanki narin bir şeye dokunur gibi gevşekçe tuttu ve yukarı kaydırdı. "Şunu ört, üşümez o zaman," dediğinde biraz geri çekilerek kendim düzelttim. "Peki." Yine durağa beraber yürüdük. Bu sefer arkasında durmayıp yanına geçmiştim, kırdığım cesaretimin bana büyük yıkımlarla dönmemesini dilemekten başka çarem yoktu. Durağa geçip buraya gelen otobüse baktım. Normalde tek başıma beklesem asla gelmeyecek otobüsün hemen gelesi tutmuştu. "Sanırım gidiyorum," diye saçma bir cümle kurarken arkama dönüp Yiğit'i kontrol ettim. "Hoşça kal, iyi geceler." "Eyvallah, sana da." Otobüse binip her yer dolu olduğu için demirlerden birisine tutundum. Yüzüme konmak isteyen gülüş beni uzun bir süre zorlamıştı. Otobüs hareket ettiğinde hala orada durmaya devam eden Yiğit'e baktım. Yine bakışlarını yere eğmiş, yolu izliyordu. Keşke bana baksaydı diyemedim. 🎭 |
0% |