@askilav
|
Selman'ın attığı mesajlardan sonra Rengin'e sığınmak benim için kaçınılmaz oldu. "Ne yapacağım?" dedim endişe içinde. Bunu koşa koşa Yiğit'e haykırmakla susup oturmak arasında incecik bir çizgi vardı ve ben bir üflemeyle her an bir tarafa yıkılabilirdim ama hangisi Yiğit için iyi olurdu, bilmiyordum. Korkuyordu. Daha öncesinde ailesinin başına sarılmış o bela gibi gördüğü şeyin kendi başına da gelmesinden korkuyordu ve aslında bunu kabul de etmişti: 'En çok korktuğun şey, başına gelecek olandır.' "Hazal söylemekten başka çaren yok," dedi Rengin sırtımı sıvazlarken. "Birisi senden saklasaydı nasıl hissedeceğini düşün, bu hayatınla oynanmasından başka bir şey değil. Aldatmak cidden çok kötü hissettiriyor." "Ama Yiğit ya bana inanmazsa?" "Şüphelendiğini kendin söylemiştin?" Rengin'in omzundan kalkıp sırtımı yatak başlığıma yasladım. "O, onun düşüncesiydi. Benden duyması aynı şey değil." "Şu an saçmalıyorsun, ne demek benden duyması aynı şey değil ya? Siz kaç gündür orada oturup konuşuyorsunuz. Senin fikrin onun için değersiz olsa oraya gelmeye bile tenezzül etmezdi." "Bu konu çok farklı Rengin," dedim elimi yüzüme yaslayıp. "Onun karşısındayken konuşmamak için zor tutuyorum kendimi. Hep susmak zorundaymışım gibi hissediyorum. Konuştuğumda ya yanlış bir şey söylersem korkusu beni engelliyor." "Yapma bunu kendine, kendine eziyet etme aşkım." "Edeceğim galiba." Oflayarak sızlandıktan sonra bu akşamı düşündüm. O sahil kenarına gidecek ve Yiğit'in yüzüne bakacak halim yoktu. Gerçekleri benden duyduktan hatta o fotoğrafı gördükten sonra onda değişecek şeyin üstümde oluşturduğu bir gerginlik vardı ama söylemeden de duramazdım. "Allah Akın'ı kahretsin, bu kadar şeytan olmak zorunda değildi!" "Büyük ihtimalle böyle doğdu." "Büyük ihtimalle... Yengemle amcamın çocuğu da ancak şeytan olabilirdi zaten." "Ne yapacaksın peki?" Başımı iki yana salladım. "Bu akşam Yiğit'in yanına gidebilir miyim bilmiyorum... Onu öyle görmek istemiyorum Rengin," dedim sıkıntıyla. Bu da saçmaydı, eğer Yiğit bu gerçekleri bilerek sakladığımı öğrense zaten birkaç haftada edindiğimiz o tanışıklığı da yıkar geçerdi. "Onu ekecek misin?" derken Rengin'in yüzünde bir hüzün belirdi. "Belli ki şu an sıkıntıda ve bunu seninle aşıyor Hazal, gitsen mi acaba?" "Ama o zaman söylemek zorunda kalırım." "Söyle zaten, bu kesinlikle saklanacak bir şey değil." "Öyle mi diyorsun?" Başını emin bir şekilde aşağı yukarı salladı. Ondan aldığım güvenle üstümü yine sıkıca giyinip evden ayrıldım. Dar bir yolda, başka gidecek hiçbir yerim olmadığı için mecburen tek yere varıyor gibiydim sanki. Çıkış Yiğit'e çıkacaktı. Otobüs yolculuğunu oturduğum koltukta bacağımı titreterek geçirdim. Kalbimin etrafını saran acı his, gerçekleşecekleri bilememenin korkusundan doğuyordu. Olacaklardan kastım aslında Yiğit'in üzülmesiydi. Bunu istemiyordum. Akşam karanlığında kendimi soğuk havanın içine bırakıp yolu yürümeye başladım. Bugün telefonumu cebime atıp çıkmak dışında hiçbir şey yapmamıştım. Bir çantam dahi yoktu. Öylece bomboş halde bankımızın oraya ilerlemeye devam ettim. Yiğit her zamanki gibi benden önce gelmişti. Onu çoğunlukla bulduğum halde öne eğilmiş, elinde tuttuğu kitabı inceliyordu. Arkasından usulca yaklaşıp ne okuduğuna baktım. Tüm sayfayı dolduran renkli notlardan, baktığı şeyin benim kitabım olduğu anlaşılıyordu. O kadar gerginliğe rağmen istemsizce gülümsememe sebep olmuştu bu. "Yiğit..." diye mırıldandım usulca. Dalgınca oturduğu yerde irkildi ve bana döndü. Onun yüzünü de hoş bir tebessüm kaplarken her şeyden habersiz oluşuna karşın yaşadığı belirsizliğin bunun bir ön gösterimi olduğunu düşündüm. Belki de yara bandını hemen çekmek onun için daha iyi olacaktı. "Hoş geldin," dedi beni karşılayarak. "Hoş buldum," derken kaşlarımla elindeki kitabı işaret ettim. "Ayrılamıyor musun yoksa Mavi Bulut'tan?" Dişlerini göreceğim kadar güldüğünde gözlerim yakışıklı yüzünde takılı kaldı. Bakışları bende değilken bakabileceğim kadar baktım ona. Birazdan böyle gülmeyecekti. "Kitabı okumuyorum," dedi sayfaları hızla karıştırıp. "Notlarına bakıyorum." Banka otururken bir an duraksadım. Notlarına bakıyorum derken? Gülüşüm tekledi ama bozuntuya vermeyerek devam ettim. "Bir sefer bakman sorun değil de bunun tekrarının olması beni bir korkutmadı değil şimdi..." "Sana dair bir şey öğrenirim diye mi korktun?" derken onun yüzünde anlamlı bir tebessüm kalmıştı. Sürekli şaşkınlıklar, sürekli şaşkınlıklar... Ne zaman bitecek bu apansızlıklar? Karşısında bayılacağım o zaman görecek gününü. Zaten üstümde yük taşıyorum. Sorusuna karşın biraz geç de kalsam başımı yavaşça aşağı yukarı sallayarak cevap verdim. Soğuktan dolayı burnum yine üşümeye başlamıştı. Yiğit elini uzatıp beni korkuturken irkilişime karşın hafifçe güldü ve atkımı geçen gün yaptığı gibi tekrar yukarı çekti. Gözlerimin hemen altında durduğunda tenime çarpan buharla hızla ısındım. "Benim senden sakladığım hiçbir şey yokken mi?" Gözlerini atkıdan çekip gözlerime çevirdi. Oradaki parıltıların sönecek olması beni üzüyordu. "Ayrıca yıl olmuş iki bin yirmi iki, gizemli olmak mı kaldı Hazal?" Arka plandaki düşünceler şu an Yiğit'in beni güldürmesini engellemiyordu. İstemsizce kıkırdamaya başlarken elimi yüzüme kapatıp öne doğru eğildim. Dirseklerimi dizlerime yaslamış gülüyordum, bu sanki bir stres boşalmasıydı. Bir süre orada kendi kendime güldükten sonra derince nefeslenip geri kalktım. Yiğit de gülerek ama yine de merakla bana bakıyordu. "Hazal iyi misin?" dedi anlayışlı bir sesle. "İyiyim..." Alnıma gelen birkaç saçı arkaya ittirdim. "Bir an komik geldi de gülme tuttu." Onun beni daha fazla irdelemesine izin vermek istemediğim için oturduğum yerde toparlanıp aramıza bıraktığı kitaba göz attım kısaca. "Birkaç kitabın sana iyi geleceğini sanmıyorum ama umarım kafa karışıklığını az da olsa gideriyorlardır." Birden konuyu değiştirmemle Yiğit de ciddileşti. "Sadece birkaç kitap demezdim," dedi boşlukta duran elini refleksle sallarken. "Eğer bana bir günde hissettirdiğin şeyi bilseydin, bunlardan bir kitaplık dolusu getirirdin belki de." "Gerçekten mi?" diye masumca sordum. "Hayatın çabaya tabi olmadığını göstermek istemedin mi bana?" Gözlerini ağır ağır kırptı. "Niye şimdi tam tersine inanıyormuş gibi davranıyorsun?" "Ama..." "Sabaha kadar uyumadan bunu okudum Hazal." Parmağıyla kitabı işaret ettiğinde onu öyle düşünmek bir an gülmeme sebep olacak sandım. Benim parmaklarımı ısıra ısıra takip ettiğim satırları Yiğit'in de bir gece lambası eşliğinde heyecanla okuması biraz komikti. Sen benim Mavi Bulut'umsun diyen Benjamin'in satırlarına döverek baktığı bir gerçekse de onu öbür türlü düşünmek keyif veriyordu. Ve hemen kenarlara atılmış onlarca kalp, on sekiz yaşımın hisleri... Yiğit onları da görüyordu ve sadece bunun için sabaha kadar uyumuyordu. Çaresizce gülüp ellerini birbirine kenetlerken "Sana teşekkür ettiğimde gerçekten uğraşsız ulaşabildiğin o rahatlığı benimle de paylaştığın için teşekkür ettim," dedi. "Düşüncelerin silinmesi için aslında hiçbir şey yapmamak gerektiğini bilmiyordum. Ben de hiçbir şey yapmıyorum ama ikimizin hiçbir şeyinin bu kadar farklı olacağını düşünmemiştim." Ona nasıl söyleyecektim? Zihnini düşüncelerin kıskacından kurtardıktan sonra ona tekrar bir zehir bırakamazdım. Canı yanacaktı ve ardından benim de... Benim de canım yanacaktı. Zorlukla yutkunup "Tatar Çölü," diye fısıltıya yakın mırıldandım. Sanki gerçeklerden kaçıyordum. "Ona da başladın mı?" "Sadece birkaç sayfa..." dedi gözlerini uzaktan bana döndürerek. Bunu fazlasıyla sessiz ve kendine dair bir inançsızlıkla söylemişti ama yine de başımı aşağı yukarı sallayıp onu onayladım. Durgunluk üstüme yapışmış gitmiyordu. Garip davrandığımın ben de farkındaydım. Yiğit bakışlarımı ondan kaçırmama izin vermeden kolumu kavradı ve hafifçe tuttu. "Neyin var senin?" dediğinde sesinin yumuşaklığı kaybolmuştu. Bankın ucuna kayıp başımı ona döndürdüm. Yan yana oluşlarımızın, ona karşı hissettiğim duyguları arttırmasını istemiyordum fakat sevgim de korkum da orantılı şekilde zirveye yükseliyorlardı. "Bir şeyim yok," dedim omuz silkerek. "Bir şey var," derken kaşlarını çattı. "Çok değil ama yine de seni tanıyorum Hazal." Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim. Atkının yüzümün yarısını örtmesinden dolayı onun karşısında çırılçıplak duran şey sadece gözlerimdi. Onları da açtığımda büsbütün Yiğit'le karşılaşıyordum. "Sana bir şey söylemem lazım," dedim. Bundan kaçamayacağımı biliyordum. Selman her ne kadar söyleme dese de bunu yapmaktan başka çarem yoktu. "Dinliyorum," dedi hala sert sesiyle. Birkaç saniye gözlerimiz birbirinde kenetli kaldı. En azından bu kısa zamanı tanıdım ikimize. İkimiz diye bir şey yokken üstelik... "Yiğit." "Söyle." "Arkadaşının söylediği şey doğruymuş," deyip bakışlarımı hızla ondan kaçırdım. Bunu benden duyması garip hissettiriyordu. Hiç dahil olmamam gereken yabancı bir yerdeydim sanki. Çok zaman geçmeden tekrar Yiğit'e döndüm. Düzeltmediği çatık kaşları hala üstümdeydi. "Akın ve Melis bir süredir beraberlermiş." "Öyle miymiş?" diye mırıldandı sanki gereksiz bir şeyden bahseder gibi. Onun bu umursamazlığına karşın yüz ifadesi fazla tezat düşüyordu, bense şaşkındım. Zaten şüpheleniyor olması mıydı şu anki sakinliğini tetikleyen şey? "Akın'dan kaynaklı biraz..." dedim sıkıntılı halde. Buna en başta benim de dahil oluşum feci derecede utandırıyordu ama sadece yeri izleyen Yiğit sanki buna takılmamış gibiydi. Kırık bir kalbi olmasından korkuyordum, sandığı gibi Melis'e sadece güven duymamasından... "Nereden öğrendin bunu?" diye sordu dakikalar sonrasında. Telefonumu çıkarıp fotoğrafı açarken "Selman söyledi," dedim. "Akın ona kendisi itiraf etmiş." Sonra da telefonu uzattım. Durgunca fotoğrafa bakarken Yiğit'in ne hissettiğini çözmeye çalışıyordum ama olmuyordu bir türlü, ondan hiçbir şey anlayamıyordum. "Üzgünüm..." Mırıltımla beraber fotoğraftaki bakışları bana kalktı. Bir an bağırıp çağıracak sandım, sert bakışlarından yayılan korku tüm çevremi sararken Yiğit "Üzülme," dedi. "Bunun için senin üzülmeni istemem." Gözlerime kadar çıkan atkıyı aşağı doğru sıyırıp yüzümü sıvazladım. Ağlamayı o kadar istiyordum ki... Hiç bir başkası için bu kadar kötü ve çaresiz hissettiğim olmamıştı. Titrek parmaklarımı boğazıma kaydırıp kendime dokundum. Etrafta yürüyüş yapan ve diğer banklarda oturan insanlar konuşarak denizin sesini bastırıyorlardı, sonra aralarına benim ağlayışım da katıldı. Bacaklarımı kendime çekip kollarımı da vücuduma sardım. Büzüştüğüm yerde usul usul ağlarken Yiğit aramızdaki kitabı arka tarafa koyup yanıma yaklaştı. "Bunu yaptığına inanamıyorum," demişti garip bir ses tonuyla. "Hazal, ağlama." Başımı iki yana salladım. Sanki Yiğit'in üzülmesinde benim de payım varmış gibi geliyordu, Akın'a ve Melis'e kızarken farkında olmadan kendime de kızıyordum. "Ağlayacağım," dedim çocuk gibi. Kolumda bir baskı hissederken başımı yavaşça kaldırıp Yiğit'e baktım. Kaşları çatık haldeydi, derin bir nefes verip beni tuttuğu kolumdan kendisine çekti ve omzuna yatırdı. Soğukla buluşmuş kokusu burnumdan içeri sızarken onun da yüzünü saçlarımda hissettim. Artık gözyaşlarım montuna değip geçiyordu. Ben içli içli ağlarken Yiğit "O kadar üzgün değilim, ağlama," diye mırıldanmıştı. "Çünkü şu an senin yerine ben üzülüyorum!" Sızlanmamın hemen ardından gülüşü doldurdu kulaklarımı, yakından şahit olmuştum buna. Biraz durulurken elimi kaldırıp gözlerimin altını sildim. "Sağ ol ama sanki bu kötü bir şey ya? Üzülmesen mi Hazal? Hani belki bu bana da kötü hissettiriyordur, belki senin üzülmeni istemiyorumdur?" "Niye şu an benim gibi imalı konuşuyorsun?" Burnum tıkalı halde olduğu için sesim olduğundan farklı çıkmıştı. Başımı hafifçe geriye çekip omzundan ayrılmadan Yiğit'e baktım. "Niye benim için ağlıyorsun?" "Bana soru sorma. Ağladıysam ne olmuş hem?" Aşağı doğru süzülen son bir gözyaşını baş parmağıyla silip kaşlarını itiraz edercesine yukarı kaldırdı. Gözleri gözlerime uğramıyor, sadece o yaşa bakıyordu. Bu yakınlığın bizim için yanlış olduğunu fark ederken hafifçe geri çekildim. Sanırım benim çekilmemle Yiğit de aramızdaki mesafenin ne kadar az olduğunu fark etmişti, oturduğu yerde kendisini toparladı birden. "Sen niye bu kadar sakinsin?" diye mırıldandım merakla. "Zaten şüphelendiğin için mi?" "Diyecek hiçbir şeyim olmadığı için." Aniden kucağıma atlayan bir kediyle irkildiğimde bacaklarımı aşağı indirip ona rahat bir yer açtım. Elim direkt kedinin tüylerini buldu, tembel kedi de olduğu yere kıvrılıp gerinmeye başladı. "Ne yapacaksın peki?" "En baştan yapmam gerekeni," dedi. "Bazı şeylerin farkına geç varmasam doğru kararlar verebiliyorum aslında." O da elini uzatmış benimle beraber kediyi okşuyordu. Sevilesi hayvan bununla beraber daha da gevşemiş ve kucağıma daha fazla benimsemişti. Arada ellerimiz birbirine çarpıyorken kendimi felaket... felaket garip hissediyordum. Yiğit de ellerimizin saniyelik birbirine değişinde, çırpınıyor muydu acaba farklı duygulardan dolayı? "Bugün ekstra bir komiksin sen, bunu niye bugüne denk getirdin?" Yiğit bu sözlerimin ardından ensesini tutup gülerken "Gece uyumadım, sen de uyumayıp ne yaptığımı çok iyi biliyorsun," diye mırıldandı. Onun hiç uyumadan Ben ve Bri'yi okuduğunu hatırlayınca tekrar keyifle gülmeye başlamıştım. Bu esnada kedi kucağımdan inip bizi terk etti. Uzun bir süre sonra gülüşüm sona erdi, derince nefeslenip dağınık saçlarımı geriye ittirdikten sonra Yiğit'e döndüm. Dirseğini bankın üst kısmına koymuş, bir eliyle de alnını tutmuştu ve dingin bir tebessümle bana bakıyordu. Utanç içinde dudaklarımı yalayıp "Pardon," dedim. "Tutamadım kendimi." "Sıkıntı yok," diye mırıldandı kısıkça, sonra da boğazını temizlemişti hafif öksürerek. O andan sonra ben de sessizce durdum. Acaba saçma tepkiler mi veriyordum ki? Ya ağladığımda beni teselli ediyor ya da ben güldüğümde susuyordu. İçim huzursuzlukla dolarken parmaklarımı dudaklarımın üstünde gezdirip düşündüm. Belki onun da yalnız kalıp düşünmeye ihtiyacı vardı ve ben ona fazlalıktım. Belki mi? Kesinlikle öyleydi. "Kalkalım mı?" dedim usulca. Yiğit etrafta dolaşan ve arada bana uğrayan bakışlarını denize çevirip başını aşağı yukarı salladı ve ayaklandı. Peşinden kalkarken eğilip Mavi Bulut'u kavramıştı. Bir an bana uzatacak sanmıştım ama hiç vermedi. Ne yaptığını izliyordum, tabi bu kitabı ondan sakındığım için değildi... Sadece onunla ne işi olduğunu merak etmiştim. Onu izleyen bakışlarımı fark edince "Kitabını geri mi istiyorsun?" diye sordu. "Yok," dedim usulca. "İstemiyorum." "Zaten vermeyeceğim." "O niye?" "Bana lazım." Yüzündeki ifadesizlik bana ilk tanıştığımız zamanları hatırlatıyordu. Dudaklarım bir şey söyleme ihtiyacıyla aralandı ama hiçbir diyemedim. Sadece birbirimize bakıyorduk. Karşı karşıya gelip de en azından gözbebeklerimiz birbirini bulduğunda, içimizi görecek kadar yoğun bir ışık beliriyordu gökyüzünde. O ışık sadece ikimizi aydınlatıyordu. Ya da ben buna inanıyordum, içten içe. 🎭 |
0% |