Yeni Üyelik
34.
Bölüm
@askilav

Sabaha kadar yatakta dönüp durup düşünceler içinde kıvrandım. Sanki Yiğit'in tüm yükünü ben sırtlanmış gibi hissediyordum. Ona yazıp ne yaptığını sormak istiyor ama daha ayrılalı birkaç saat olduğu için bunaltmak da istemiyordum.

Rengin benden önce evden ayrılmıştı dersine gitmek için, ben de uyuşuk uyuşuk hazırlanmış sonra da hiç kahvaltı etmeden çıkmıştım. Yine okuldan sonra kafede Rengin'le buluşup sanki evde görüşmüyormuş gibi biraz da orada sohbet edecektik. Dün gece geldiğimde onu erkenden uyur halde bulduğum için bir şey anlatamamıştım.

Dersler bana inat yavaşça geçerken en sonunda hoca bizi serbest bıraktı ve çantasını alıp sınıftan çıkmaya koyuldu. Eşyalarımı usul usul kaldırıp çantama yerleştirdim ben de. O sırada Rengin'den bir mesaj gelmişti. Telefonumu masadan alıp açtım.

Rengin: Aşkım koş fen edebiyatın karşısındayım

Rengin: Yan masada fena şeyler oluyor

Rengin: Hemen gelmen lazım Hazal

İstemsizce kaşlarım çatıldı. Neyden bahsettiğine dair bir mesaj attım.

Hazal: Ne anlatıyorsun ya

Rengin: Sadece gelemez misin?

Rengin: Acele et!

O mesajlardan sonra sınıfı hızla terk edip fakülteye fazla uzak olmayan kafeye koşturdum. Gece uykusuz kalmaktan dolayı neredeyse kapanacak gözlerim iri iri açılmış, Rengin'in üstüme yüklediği meraktan dolayı fıldır fıldır etrafta gezinmeye başlamıştı. Onca koşturmadan sonra sanki normal bir şekilde gelmişim gibi kafenin kapısını açıp yavaşça içeri girdim. Göğsüm körük gibi inip kalkıyordu ama montum bunu kolaylıkla gizliyordu Allah'tan.

Atkımı biraz aşağı indirip boynumdan çıkardım ve gözlerimi içeride gezdirdim. Rengin bana dönük oturduğu yerde hemen el sallamış sonra da işaret parmağıyla yan tarafı işaret etmişti. Korkarak oraya çevirdim bakışlarımı.

İki kişilik bir masada, yüzü bana dönük halde oturan kişi Yiğit'ti. Başı öne eğikti ve beni görmemişti. Suskun duruyordu, neden böyle olduğunu merak ederken hemen karşısındaki Melis'in hararetle bir şeyler anlattığını gördüm. Belki de kavga ediyorlardı yoksa Yiğit'in sıkı sıkıya kasılmış çenesinin başka bir açıklaması olamazdı.

Çantamı omzumdan indirip Rengin'in oturacağı masaya ilerlerken Melis hiç beklemediğim bir şey yapıp önündeki bir bardak suyu Yiğit'in suratına fırlattı. Olduğum yerde kalkıp şaşkınca oraya baktım. Benim gibi kafenin içindeki pek çok kişi de oraya dönmüştü.

Öfke her yanımı sararken kesik kesik nefeslendim. Bunu niye yapmıştı ki?

Donarak kaldığım yerde hareket edemiyordum bir türlü. Sadece onlara bakarken Yiğit de ıslanan yüzünü hiç ellemeden başını kaldırdı ve sanki orada olduğumu biliyormuş gibi bakışları direkt bana değdi fakat bir değişim gerçekleşti orada. Kırgınlık mı bilmiyorum, tarif edemezdim. Bir süre gözlerimin içine baktı. Melis hala hararetle bir şeyler anlatıyordu, Yiğit'in kendisine değil bana baktığının farkında bile değildi.

Bende bir şeyler kırılmıştı çoktan. Yiğit'in ıslak suratı ve bana kitlenmiş gözleri, ona sarılmak isteyeceğim kadar güçlü fakat hissedebileceğim kadar bitkin haldeydi. Bu yüzden kollarımı sıkıca sarıp göğsüne sokulmak istemiştim. Buna zaman kalmadan Yiğit sandalyesini geri ittirdi ve sert adımlarıyla kafenin ters taraftaki çıkışına ilerledi.

Hemen yan tarafta Rengin'in oturduğu masaya elimde tuttuğum çantamı ve atkımı bırakıp Yiğit'in arkasından ilerlemeye koyuldum. O sırada bir el kolumu tutup gitmemi engellemişti. Geriye döndüğümde, upuzun bakır saçları dağınıkça omuzlarına dökülmüş Melis karşıladı beni. Epey bir kızgın duruyordu. "Sen nereye gidiyorsun?" diye sordu kafede hiç kimsenin dikkatini çekmiyormuş gibi.

"Sana ne," dedim agresifliğimi takınarak. Bir de beni sorguya tutuyordu.

"Sevgilimin peşinden mi koşacaksın hemen?" Dalga geçer gibi güldü. "Bir de Yiğit beni suçladıktan sonra..."

"Neyden bahsediyorsun ya?" diye sıkılı dişlerimin arasından konuştum. "Aptal mısın kızım sen? O bir gram beynini kullanamıyor musun?"

Kullanmak istemediğim hakaretler eski bir alışkanlık gibi fırlıyordu dudaklarımdan. Melis'in buna karşın suratının bozulduğu belliydi. Aslında böyle şeyler söylemek istemiyordum, sanki Yiğit'le onun arasına haksızca karışıyormuşum gibiydi ama kendime engel olamamıştım. O da "Düzgün konuş benimle!" diye öfkeyle mırıldandı.

Kolumda duran elini üstümden silkeleyip yukarıya doğru yani bana diktiği bakışlarında gezdirdim gözlerimi. Gerçekten kızgın duruyordu, Yiğit'in gerçekleri bilmesini hazmedememişti belli ki. "Sen de kimi suçladığına dikkat et! Yiğit'in sana bir saygısızlığı olmadı... Ama o Akın geri zekalısı seninle bayağı oynayacak gibi, haberin olsun."

"Akın'la da mı alakan var?" derken küçümser gibi bakıyordu. Yiğit'in Melis gibi birisiyle olduğuna inanamıyordum, belli ki içerisinde farklı şeyler yaşıyordu ya da sonradan onu bu hale getiren benim salak kuzenim olmalıydı.

"Aynen," dedim başımı aşağı yukarı sallayıp. Keyifsizce gülüp "Amcamın oğlu olur," diye mırıldanırken beni ciddiye alıp almayacağını bilmiyordum.

"Gereksiz şakalarını bana yapma."

Yiğit'i görmek istediğim için artık gitmem gerekliydi. "Sen bunun şaka olup olmadığını düşün bir süre bence," dedikten sonra aceleyle çıkışa yöneldim. Adımlarım istemsizce hızlandı. Kapıdan çıktığımda Yiğit'in ne yöne gittiğini bilmiyordum bile. Biraz ilerleyip başımı sürekli çevirerek etrafa bakındım, ilerledim durdum ama onu bulamadım. Nereye gitmişti ki?

İstemsizce omuzlarım çöktü. Kaçırmıştım işte, üzgünce ayrılmıştı buradan, bir de kalbimi beraberinde alıp götürmüştü. Bir süre daha ilerledim. Soğuk kampüsün bu dar kısmında benden başka kimse yoktu. Bakışlarımı yere eğip benden izinsizce hareket eden adımlarıma baktım, Yiğit'i bulabilmek için kendilerine yükleniyorlardı.

Dalgınca ilerlediğim anda kolumda hissettiğim bir çekiştirmeyle bedenim yan tarafa doğru gitti ve bir duvar arasında buldum kendimi. İrice açılan gözlerimi kaldırıp karşımda dikilen Yiğit'e baktım. Bir kolunu yorgunca duvara yaslayıp beni sıkıştırdığı yerde bakışlarını yüzümde gezdirdi. Hiçbir şey söylememe izin vermeden "Nerede yanlış yaptığımı söyle," demişti bana. Her zaman güçlü görünen omuzları, şu an bir kolunu duvara yaslamasına rağmen çökük görünüyordu.

"Ne?" diye sordum şaşkınlığımı üzerimden atamadığım için.

"Hatamı bilmek istiyorum." Oysa dün gece duruma bu kadar takılmadığını sanmıştım, belli ki Melis'le konuşmak ona iyi gelmemişti.

Kollarımı önümde kavuşturup dudaklarımı titrekçe içe doğru kıvırdım. Bir şeyler söylerdim ama bunu ancak önceden yapabilirdim. Susmak bir seçenek değil de mecburiyet gibi hissettirdiğinde Yiğit sabırsızca bana bakmaya devam etti. "Bir şey söylemeyecek misin Hazal?" derken sesi fazla muhtaç çıkmıştı. "Artık konuşmaya değmeyecek birisi miyim?"

"Değilsin."

"O zaman bana niye hiçbir şey söylemiyorsun?"

"Ben..." dedim zorlukla. "Hata ettiğini düşünmüyorum."

Yorgun bir nefes verdikten sonra sanki benim fikrim onun için en önemli şeymiş gibi elini yasladığı duvardan geriye çekildi ve bana rahat bir alan tanıdı. Bakışlarımı yine istemsizce öne eğip ayakkabılarımı izledim. Orada ne konuştuklarını çok merak ediyordum ama soramıyordum da.

Yiğit biraz geriye gidip yere oturdu ve sırtını duvara yasladı. Geriye düşen başını da duvara koyduğunda bakışları yine beni bulmuştu. Önümde birleştirdiğim kollarımı açıp ben de onun gibi yere oturdum. Dar iki duvarın arasında karşılıklı oturuyorduk artık. "Niye bu kadar telaşlısın?" dedim merak içinde.

Arkaya yasladığı başını bir süredir alışkanlıkla yaptığı gibi iki yana yatırıp kütletti, sanırım bu onu rahatlatıyor olmalıydı. Sonra ademelmasının hareket ettiğini görünce yutkunduğunu anlamıştım. Düşünmek mi yoksa bana bir şeyler mi söylemek onu zor duruma sokuyordu acaba? "Bana, benden hep sevgi beklediğini söyledi."

Melis'ten bahsediyordu. Birden hızlı bir titreme geçti bedenimden. "Ona bunu veremedim..." dediğinde kasılan vücudum tekrardan eski haline döndü. "...çünkü ikimiz de böyle bir beklenti içinde değiliz sanıyordum, şimdi bunun için suçlanmak... Bilmiyorum Hazal, gerçekten bilemiyorum." Başını öne eğip elinin üstündeki ufak bir yara iziyle oynamaya başladı, kabuğunu koparırken benim canımın yandığını hissettim.

Sonra kafasını tekrar kaldırdı ve birkaç kez arkasında duvara vurdu yavaşça. Dudaklarımı kemirirken "Yapma," dedim. "Üzülmeye değmeyeceğini sen söylemiştin."

"Akın ona istediği ilgiyi gösteriyormuş ama beni de sevdiği için ayrılamamış." Yarayla oynamaktan vazgeçip elini yüzüne getirdi ve alnını ovaladı. O sırada dudaklarını aralayıp bir şey daha söyleyecek olmuştu ama vazgeçtiğini fark ettim, hemen sonra pek sık yapmadığı bir şeyi yapıp küfür mırıldandı.

Oturduğum yerden kalkıp usulca yanına çömeldim. Yavaş yavaş asıl olmam gereken Hazal'a bürünmem gerekiyordu. Elimi omzuna koyduğumda arkaya yatırdığı başını düzeltip bana baktı. Gözlerinden gözlerime akan şeyin ne olduğunu bilemiyordum, sadece benim anlayabildiğim bir bağ gibiydi.

"Sen bile boynunu büktün karşımda." Elini saçlarıma götürüp dağınık tutamları, benim görevimi yerine getirir gibi kulağımın arkasına sıkıştırdı, sonra da baş parmağını yanağımda bırakıp avucunu boynumla ensem arasındaki yere sardı. Bana dokunmaktan çekinmemesi hoş gibi görünse de aslında korkunçtu. İki tenin birbirine bu kadar alışkın olması hemen sonra gelecek bir ayrılığı kaldıramazdı ki... Ben kaldıramazdım. "Aklına geleni söyleyen Hazal değilsin," diye mırıldandı kısık bir sesle.

Bu kesinlikle ikimizin de şikayet edeceği bir şey olurdu, eskisi gibi aklıma geleni söylersem geceleri uyuyamazdım. Ama yine de engel olamadığım bir gülüş belirdi dudaklarımda. "Bir kere daha bunu yapmam gerekseydi, sana acilen bir kaza geçirmen gerektiğini söylerdim," dedim omuz silkerek. Manasız şeyler konuşmaktan vazgeçtim sanıyordum ama hala eskisi gibiydim. Tek isteğim Yiğit'in beni yadırgamamasıydı.

Yiğit de başını geriye yaslamaktan vazgeçip boynunu doğrulttu ve bir süre şaşkınca bana baktıktan sonra ilk kez güldü, şaşkın bir gülüştü bu. "Ne?" diye sordu hayret içinde.

Çömeldiğim yerde bacaklarımı serbest bırakıp iyice yere oturdum, bu esnada Yiğit'in kendine çekip kırdığı dizine oturuyordum. Ağzımı açıp bir şeyler söyleyeceğim esnada yoldan birisi geçmiş ve geçerken garip garip bize bakmıştı. Dar duvar arasında oturup sohbet eden birilerini ilk kez görüyor olmalıydı, ben de bize bakan kişinin gözlerinin içine bakıp bizden rahatsız olmasını sağladığımda oradan hızla uzaklaştı ve yalnız kalmamızı sağladı. Sonra tekrar Yiğit'e döndüm. "Bir şeyleri düzeltmek için hayatının kaza geçirdiğin bölümüne geçmen gerek maalesef."

"Ölmek için mi?"

Buna karşın omuzlarım sarsılarak kıkırdadım. "Allah korusun, o kadar da değil... Hayat kitaplarda böyle ilerliyor, ondan bahsediyorum. Kaza geçirir, hastaneye düşersin ve sonra hayatın birden mükemmel hale gelir."

"Benjamin'in başına gelmemişti ama," dediğinde o kadar masum duruyordu ki biraz daha yakın olsaydık yanaklarını sıka sıka severdim. Bir zaman gözlerini oymak istediğim çocuğun yanaklarını sıkmak isterdim.

"Bu başka kitapta geçiyor."

"Onu da ver o zaman bana."

"Öyle her istediğinde kitaplarımı elde edemezsin, biraz çabalaman lazım."

Kaşlarını çatıp "Gidip kaza mı geçireyim Hazal?" diye sordu, bir an konuştuğum saçma şeylerden pişman olduğumda omuzlarım çöküvermişti. Bu saçma konuşmalar sadece Rengin'le aramızda işe yarıyordu sanırım, Yiğit pek de keyif alıyor gibi değildi.

"Dalga geçiyorum..." dedim umutsuzca, sonra birden sızlanasım gelmişti. "Bak gördün mü aklıma her geleni söylediğimde böyle oluyor işte."

"Hayır, ben sadece..." derken o da oturduğu yerde toparlanıp kendini bana açıklamaya koyuldu. Hatta toparlanırken tutunduğum dizindeki elime de o tutunmuştu. Ellerimiz ilk kez böyle rastgele buluştuğunda onu sanmıyorum ama benim kalbim epey hareketlenmişti. Sanki sevgilisinden ayrılmasını sabırsızca beklemişim gibi görünmek de istemiyorum, bu fazla... kötü olurdu sanki?

"...yanlış tepki verdim galiba," diye devam etti az önce yarım bıraktığı cümleye. "Bu şekilde konuşmanı seviyorum Hazal, sadece senin kadar alışık olmadığımdan ciddi görünüyorum galiba."

Samimiyetini ölçmek için bir süre sessizce suratını seyrettim. Sabırsızca bana bakıyordu ve en sonunda "Bir şeyler söyle" dedi. Beni dinlemesi hoşuma gitmişti.

Derin bir enfes verip başımı boynuma yatırdıktan sonra "Herkesin hayatlarında dönüm noktaları vardır," dedim. "Genellikle senin gibi motorcular da illegal yarışlarda kaza geçirip hayattan derslerini alırlar."

"Normal kaza da kesmiyor yani?" Tekrar gülmeye başlamıştı. "İlla tehlikeli bir yarışa atılmam lazım."

"Çok sorumluluk sahibisin," deyip omuz silktim.

"Evet, beni polise şikayet edeceğini söyleyen kız dedi bunu."

"Ben yarım sorumluluk sahibiyim."

"Hiç değilsin," dedi kesin bir sesle. "...Hazal sen, ben o yarışlara katılsaydım beni şikayet eden kişi olmazdın." Bu esnada elini elimin üstünde tutmaktan vazgeçip parmaklarımı kavramıştı. Orada duran gözlerimi yavaşça Yiğit'e kaldırdım, sanki bu söylediği şeyler hoşuna gitmiş gibi bakıyordu, dudakları gizli bir tebessümle kıvrılmıştı ve gözleri, merakla ona bakan gözlerimdeydi.

Nefesimin teklediği esnada "Ne?" diye mırıldandım.

"Sana göstereyim, düşüncelerindeki o serseri çocuk olsaydım senin kim olacağını..."

Oturduğu yerden atik bir şekilde kalktı, neyden bahsettiğini anlayamadığım için şaşkınca oturarak ona bakıyordum sadece. Benim hafif aralık duran dudaklarım ve meraklı gözlerime karşın keyifle güldü, az önceki öfkesi geçtiği için mutluydum ama duruma tam odaklanamamıştım.

Ayakta durduğu yerde eğildi ve elini uzattı, avucu arasında kendi uzun ve ince parmaklarımı bırakıp kalkmama yardım etmesine izin verdim. Sonra karşı karşıya dikilmiştik, neredeyse aynı olan boylarımızın fırsatıyla rahatça ona baktım. Az önceki gülüşü dingin bir ifadeye çevrilmişti, dudaklarımız arasından fırlayan buhar karışarak yukarıya yükseliyordu ve belki içten içe, ruhlarımız da öyleydi.

"Eğer seni tanıdıysam," dedi usulca, sonra dudaklarını yalayıp sözlerine devam etti. "...ben yarışırken kenarda endişeyle bekleyecek olan o fazla ağlak kız olmazdın sen."

Benim sürekli bir kitap ya da dizi evreninden bahsedişlerim Yiğit'e de bulaşmıştı. Dudaklarım sabırsızca hareketlendi, ısrarcı bir gülümseme zorlayıp duruyordu ve gülmeden duruyordum ama mutlu olduğum eminim ki anlaşılıyordu.

"Karşına geçip seninle yarışır mıydım yoksa?" dedim başımı hafifçe eğip ona meydan okur gibi görünürken.

"Sanmıyorum," dedi o da kafasını yavaşça iki yana sallayıp, buna karşın kendimi tutamadığım için güldüm.

"Bence kendin bunu istemediğin için bu şekilde söylüyorsun."

Yiğit de artık dişlerini göstererek gülüyordu. Aramızda dönen bu saçma muhabbetin, saçma olsa bile Melis ya da Akın'dan bahsetmekten daha keyif verdiği belliydi. "Bilmem, sanırım ben de arkada ya da karşısında birisinin olmasındansa o kişinin yanında olmasını tercih edenlerdenim."

Beni mi yanında tercih ediyordu? Bozuntuya vermemek için tedirgince gülmeye devam ederken "Ö-öyle istiyorsan yanında olurum tabi," dedim, cümlemin ilk başında beliren titreme Yiğit'in bundan hoşnut olmuş gibi gülmesine sebep olmuştu, hatta o ifadesini gizlemek istercesine başını önüne eğip parmağının tersiyle burnunu hafifçe kaşımıştı.

Ne kadar çabuk değişiyordu böyle... Sinirim de bozulmuştu biraz. Korkmam gereken bir şey olmadığını belirtmek istercesine dik durup "Hoşuma da gider hatta," dedim kendimden emin şekilde. Yiğit de bakışlarını bana kaldırıp meydan okuyan ifademe karşın kaşlarını kaldırdı ve onaylarcasına kafasını aşağı yukarı salladı. Hemen sonra bir eliyle yolu işaret edip "Buyurun o zaman," demişti.

Beraber yürürken rüzgarın saçlarımı geriye savurmasına izin veriyordum, sanırım gidebildiğim kadar hep Yiğit'in peşinden gidecektim.

Kafenin arka tarafında kalan park kısmına geldiğimizde onun iri ve ürkütücü motorunun önünde durduk. Yiğit gibi sakin ve ağırbaşlı birisinin bu motoru kullandığını görmek bana garip geliyordu, henüz alışamamıştım. "Seni tanıdığım ilk andan beri böyle motorlardan hoşlandığını görmek garip geliyor," dedim açık yüreklilikle.

"Ben de senin pembe kalpler çizdiğini görünce aynısını düşünmüştüm," diye hızlı bir cevap verdi sözlerime. "Demek ki birbirimize dair öğreneceğimiz çok şey var."

Sıkmak istediğim yanaklarına artık bir tokat geçirme zamanı geliyordu galiba. Gözlerimi, onun beni görmediği bir anda sıkıca kapatıp açtım. Sanki umutlanayım diye böyle konuşuyordu. "Ben pembe kalpleri sevemez miyim?" dedim huysuzlukla.

"İstediğin her şeyi sevebilirsin."

"Güzel, öyle yapacağım." Gözlerimi kısıp ona gıcık bir bakış attım. Yiğit de bu halime karşın kaskını kavradığı yerde durup bir süre bana baktı, hatta alaycı bakışlarını tüm bedenimde gezdirdi ve en sonunda gözlerimde durakladı. "Neye sinirlendin yine?"

"Genel."

"Alışmam mı lazım buna?"

"Nasıl arzu edersen." Siyah kaskına göz atıp kollarımı önümde birleştirdim. "Ben ne takacağım?"

Yiğit bu sorumdan sonra üstüme diktiği bakışlarını ağır ağır çekip motorun arkasındaki beyaz kaskı çıkardı. Üstünde uğur böcekleri olan bu kask biraz tanıdık gelmişti. Instagram'daki fotoğrafta Melis de bunu takıyordu. Bir süre onu Yiğit'in elinden almakta tereddüt ettim. O da bunu fark etmiş gibiydi. "Ne oldu?" diye sordu.

"Bu... Şey... Melis'in değil mi?"

Bir süre ben ve kask arasında bakışlarını gezdirip durdu. "Hayır, onun değil," dediğinde şaşırmıştım.

"Ama fotoğrafta-..."

"Ablam," diyerek kesti sözlerimi. Böylelikle de yoğun bir utanç her yerime yayıldı. Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp sustum ve kaskı aldığım gibi hızla başıma geçirdim. Bu esnada kaskın tepesi kafama çarpmıştı. Acıyla inlediğimde Yiğit ön taraftaki camı kaldırdı ve halime gülerek baktı. "Hazal kafa travması mı geçirmeye çalışıyorsun?"

Başımı iki yana sallayıp boğuk bir sesle "Boş ver," diye mırıldandım. "Hak ettim."

O ise başını onaylamaz halde iki yana sallayıp sırıtışını engellemek üzere dudaklarını birbirine bastırdı. "Yapma bunu bir daha."

"Emredersiniz Yiğit Bey."

"Sence bu bir emir mi?"

Az önce indirdiğim camı kaldırıp mahsustan çatık kaşlarımla ona baktım. "Ne diyorsun ne!"

Yiğit de elini uzatıp camı indirdi ve gülerek motora oturdu. Onun kolundan destek alarak arkasına geçtim ve beline sıkıca sarıldım. Başını yan çevirip bana doğru bakmıştı. Bir şey söyleyeceğini düşünerek biraz yaklaştım. Kaskın altından sesi biraz boğuk gelse de ne dediğini duyabiliyordum. "Tam olarak böyle sıkıca tutunacağını biliyordum," dedi elini, benim elimin üstüne koyup. Kendimi geri çekmek istemiş ama buna yeltenmemiştim.

Onun benim kadar his barındırmayan gözlerinde gezinip yutkundum. Muhtemelen bunu yapardım. Kendimi gülmeye zorladığım esnada "Ve ağlamazdım da," diye seslendim.

"Ağlatmazdım," dedi.

"Kurgu olsan bile kötü olamıyor musun?"

Motoru çalıştırdığı esnada Yiğit'in de güldüğünü işittim. "İşler burada değişir, kötü olsaydım yanımda olmazdın Hazal."

Adımı söylemesini seviyordum, geride kalan tüm kelimeler silinip gidebilir ve ondan geriye sadece ismim kalabilirdi.

Parmağımın ucuyla montunun üzerinden onu hafifçe dürtüp "Sür," dedim. "Ama son hızda, aklım başımdan uçsun."

"Bir deneyelim bakalım."

Motoru park yerinden usulca çıkarırken olayları kavrayamadım. Bir an motora binmek havaya değmekten başka bir şey değilmiş diyecektim ama Yiğit onu hiç tanımadığım kadar hızlanıp kampüsün çıkışından sonra beni havanın tam içine entegre ettiğinde bambaşka bir şey olduğunu anladım. Canım benim için her zaman kıymetliydi ama deneyimlediğim bu hız tutkusunun da Yiğit'in tercih etmek isteyeceği kadar güzel olduğu belli oluyordu.

Neredeyse boş olan yolda Yiğit öne doğru eğilip sürüşüne odaklanırken arkasında tam bir aptal aşık gibiydim. Kollarım beline sarılı, başım da sırtına yaslanmıştı. Oturup sohbet ettiğimiz o dingin günler bize ne kadar iyi geliyorsa, böyle hayata son sürat meydan okuma ihtiyacı o kadar artıyordu. Sadece ben bunun farkında değildim.

Uğultulu bir sesle, yolda tek tük bulunan arabaların yanından geçiyorduk. Bir süre sonra, Yiğit'e sarılmayı bırakmadan sadece başımı geriye çektim ve etrafı izledim. Yol kenarındaki ağaçlar uzayıp kısalarak değişiyor, ben hiçbir şeyi izleyemeden gördüklerimizi hızla geçiyorduk. Yiğit'in gerilen omuzlarına baktım, o kadar alışkın duruyordu ki kaç defa bu şekilde hızla yola döküldüğünü merak etmiştim.

Kaskın altından ufacık sıyrılan kısa saçlarım da sert rüzgardan nasibini alıyor ve uçuşuyorlardı, sanki ufka doğru yapılan son bir yolculukta gibiydik ve binlerce göz de, izlenmesi gereken ilham dolu bir filmmişiz gibi bize bakıyordu. İstemsizce gülümsedim, Yiğit'in bana hissettirdiği şeylerin ilk baştaki öfkeden böylesine bir duyguya dönüşmesi, neredeyse gülümsememin sonlanıp yerini bir ağlamaya bırakmasına sebep olacak kadar güzeldi.

Gerçekten bir yere çarpıp öleceğimizi düşüneceğim kadar hızlandığımız esnada motor yavaşladı ve bir yol kenarında durdu. Başımı yasladığım yerden çekip etrafa bakındım. Denizi uzaktan seyreden bir tepedeydik. "Ne ara geldik buraya?" diye mırıldandım şaşkınca. Epey uzun bir süredir motorun üstündeydik ve en son otobanda olduğumuzu sanıyordum.

Yiğit motoru durdurup rahatça indikten sonra elini uzattı ve tutmadı bekledi. Biraz titrek parmaklarımı onun avuçlarına bırakıp inmem konusunda yardımcı olmasına izin verdim. İkimiz de yere bastığımızda kasklarımızı çıkarmıştık. Karışan saçlarımı düzeltip geriye ittirdim. Yiğit de parmaklarını saç tutamlarının arasında gezdirip onları yatıştırmıştı. Bu esnada sessizdi. Benim onu bekleyip etrafa göz attığım vakit bir adım bana doğru yaklaştığını gördüm, yavaşça elini saçlarıma uzattı.

Utangaç bir kız gibi olduğum yerde titredim. Ama gözler hiçbir zaman kendisi gibi olmaktan vazgeçmiyordu, kaçmadılar ve Yiğit'e döndüler. Ellerini bir süre saçlarımda gezdirip gözümün önüne düştüğünü bile fark etmediğim bir tutamı kaldırdı ve bunu yaparken "Bazı kitap satırlarının hayatıma denk gelişi beni çok şaşırtıyor," demişti.

Ellerini çekip hala olduğu yerde dikilmeye devam ederken "Hangi cümleler?" diye sordum ona.

"Senin saçların dağınık," dedi. Anlayamadım. "Her zamanki gibi," diye devam etti. "Seni ilk gördüğümdeki gibi."

Dans kursundan yorgun argın çıkışım geldi gözlerimin önüne. Hemen karşıda oturup etrafı seyreden, bana döndüğünde ise sertleşen o bakışları... O zaman da dağınık mıydı saçlarım?

"Gözlerinin önünde. Bazı saçları açıklayamazsın." Devamında bir şey daha söyleyecekmiş gibi aralık kaldı dudakları. Ona beklentiyle baktım ama devam etmedi, belki de diyecekleri bu kadardı. Kendime engel olamayarak saçlarıma dokunmak istedim fakat yol kenarına yönelen Yiğit, havaya kaldırdığım elimi tutup bunu yapmamı engellemişti, hatta beni de peşinden çekiştirdi.

Sessiz sedasız onu takip edip motorun önündeki boş çimenlik kısma oturduk yan yana. Yiğit dizlerini hafif kırıp topuklarını yere yaslarken kollarını da bacaklarının üstüne bırakmıştı. Ben biraz daha derli toplu oturup çenemi avuçlarıma yasladım.

Manzaranın daha yeni yeni farkına varıyordum. Marmara Denizi yine bizim önümüze serilmişti, onu izleyelim diye. Deniz kıyısındaki yerlerden rastgele birisini işaret edip "Şurası bizim geceleri oturduğumuz yer," dedim, aslında değildi.

"Hm," diye onaylayan bir mırıltı çıkardı. "Bizim dert kıyısı."

"Burası da dert tepesi olacak mı?" derken biraz tereddütle döndüm ona. Hiçbir acı tamamen silinmezdi ama en azından bugüne özel o acının acımak için biraz ertelenmesini istiyordum.

"Olsun diye mi geldik sence?" Başını iki yana salladı. "Olmayacak."

"Seni bir şey gerçekten vazgeçirmiş."

Elini yasladığı yerde refleks gibi sallayıp çatık kaşlarının altındaki kısık, koyu kahverengi gözlerini bana çevirdi. Bir şeyler arıyormuş gibi bir süre yüzüme bakmıştı. Hep aynı tarif ediyordum Yiğit'i. Bende bir şeyler arıyor gibi... Buluyor muydu acaba? Derin bir nefes verdikten sonra "Bazı yanlışların güzel olduğunu fark ettim," dedi.

"Hangi yanlışlar?"

"Denenmesi gereken yanlışlar."

Alt dudağımı hafifçe dişledikten sonra kendimi tutamayıp "Bir şey soracağım," dedim. Belki bu konuyu açmam haksızlık olacaktı ama aklımda o kadar şey dönüp duruyordu ki en azından birisine cevap bulayım diyordum.

Başını aşağı yukarı sallayıp "Sor," dedi.

"Sana ilk yazdığım zamanlarda..." Söylediklerime bir parantez açmak ister gibi "Rol amaçlı yazdığım zamanlarda," diye ekledim. Yiğit bu ek bilgiye çok kısa gülmüş, sonra beni tekrar dinlemeye başlamıştı. "Eğer Melis giderse, kendini kaybedeceğini söylemiştin. Değişen şeyin ne olduğunu merak ediyorum. Seni böyle vazgeçiren şeyin ne olduğunu?"

Ellerini birleştirip parmaklarını birbirine geçirdi ve bir süre sıkıca kendine tutundu. Artık bana değil, önünde rüzgardan dolayı sağa sola savrulan çimenlere bakıyordu. "Tatar Çölü'nü bitirdim," dediğinde, sanki başka bir şey cevaplıyor gibi değildi, bana cevap veriyordu. Kaşlarım istemsizce çatıldı, anlamasam bile sözlerine devam etmesini bekledim. "Sen o gün bana iyi hissedebilmem için bu seçenekleri sunduğunda benim iyi olmaya gerçekten ihtiyacım vardı. O gün uyumayıp sadece Mavi Bulut'u değil Tatar Çölü'nü de okudum ama sana söyleyemedim." Bir elini kaldırıp ensesini kaşıdı utanmış gibi. "Bir gecede iki kitap bitirdiğim için delirmiş gibi görünmek istemiyordum."

Masum bir çocuğu seyreder gibi gülümsedim. Yiğit de kaçamak bakışlarını bana çevirdi ve ne tepki verdiğime baktı. Sanki aradığı şefkati bulmuş gibi kasılı vücudu gevşemişti o an. "Söyleseydin de seni en iyi ben anlardım herhalde."

"Keşke söylemek istediklerimi daha çok söyleyebilsem..." Kurumuş dudaklarını yaladı. Sonra da sözlerine devam etti. "Herkes işittiğinden, gördüğünden ya da okuduğundan anlamak istediğini anlar. Ben de orada senin altını çizdiğin bir cümleyi okuyunca orada yazar bana seslenmiş gibi hissettim: Hadi biraz cesaret Drogo, diyordu."

Onun ardından ben de söyledim fısıltıya yakın. "Hadi biraz cesaret Drogo."

Benim fısıltımı duymuş olmalıydı ki uzun uzun bana baktı ve sonra "Belki de senin sesin geldi kulağıma," dedi. "...biz anlatmak istediklerimizi bu şekilde anlatırız çünkü."

Kısık bir gülüş dudaklarım arasından fırladı. "Evet."

"İşte o andan sonra Melis'e haksızlık etmek istemediğim fikri düştü aklıma, Yiğit dedim, şu zamana kadar hep doğru olanı seçtiğini düşündün ama ya bu doğru değilse? Kalk da düzelt mahvettiğin ne varsa, eğer bu uçurum kenarında durmak sana böyle hissettiriyorsa bir de o uçuruma düşenleri aklına getir..." Bir nefes sesi. "Sen olanları bana söylemeden önce Melis'le aramdakileri düzgünce bitirmeye karar verdim. Şüpheyle yaşanmıyor, Melis de kendisine şüphe besleyen birisiyle yaşayamaz dedim. O zaman korktuğum şeyin ondan kopmak olmadığı çıktı ortaya."

"Ya şimdi olanlar?"

"Şimdi olanlarsa... Bana korkularımı yaşatan kimse için kendimden vazgeçemeyeceğimin farkındalığı." İkimizin de farklı yerlerde gezen bakışları yine birbirlerine kavuştuğunda anlattıklarının ona yaşattığı hüzne rağmen gülümsediğini gördüm. "Bir de senin faydan Hazal... Uçurumdan atlayacağım anda elimi birisinin tuttuğunu düşündüm sanırım."

"Seninle atlar mıyım yani?"

Başını çok ağır bir biçimde aşağı yukarı salladı, yine ademelmasının hareketlenmesinden yutkunduğunu anlamıştım. "İyi bir arkadaşsın," dedi kısık bir sesle. O an yanlış bir şey duymuşum gibi davranmamak için kendimle verdiğim savaşın işkenceye dönüşünü en ağır haliyle yaşamıştım. Arkadaş mı? "Onu da yaparsın," derken kendisi de inanarak söylüyor muydu acaba bunu?

"Beni şu an manipüle etmeye mi çalışıyorsun?" dedim az önceki o iyi arkadaş lafını aklımdan atma ihtiyacıyla.

"Ne?" Yiğit şaşkınlıkla sormuştu bunu.

"Beni manipüle edip cinayetlerini bana mı işleteceksin?"

"Ne?"

"Seri katiller böyle yapar, başkalarını manipüle edip suçu onlara atarlar. Bunu mu yapmaya çalışıyorsun bana?"

Hızla konuşuyordum, az önceki o iyi arkadaş cümlesinin tesirinin acilen silinmesi lazımdı.

"Hangi diziden bahsediyorsun şu an?"

"Ne dizisi! Gerçekten bahsediyorum!"

"Hazal sakin ol, kimseyi öldürmek istemiyorum merak etme."

"Emin misin? Akın'ı falan..."

"İnan ikimizin de hapislerde çürüdüğüne değmez."

Hızla seyreden sözlerimden sonra nefeslendim. Beni iyi bir arkadaş olarak görüyordu... Başım önümde, sadece yeşil çimenleri izliyordum, esintiden dolayı onlar da sallanıyorlardı. Tamam, dedim içimden... Tamam, bir arkadaş gibi davranabilirim. Ne var ki bunda? Karşımda Rengin'in olduğunu düşünsem yeter. Ama biz Rengin'le birbirimize aşkım diye sesleniyoruz. Şimdi Yiğit'e de mi aşkım diye sesleneceğim?

Aklımdan geçen düşünceleri bir bir tokatlayıp dalgın bakışlarımı Yiğit'e çevirdim tekrardan. Hayır, Rengin'e de benzemiyordu ki hiç. Başka bir şey yapmam lazımdı, bu durumdan sıyrılabilmem için.

Montumun cebindeki telefonu çıkarıp Yiğit'e uzattım. O sırada "Arkadaşım," diyerek seslenmiştim ama bu biraz garip duruyordu. Yiğit bile sanki bunu kendisi ifade etmemiş gibi garip biçimde bakmıştı bana. "Ay aman, Yiğit," diye düzelttim söylediklerimi. "Buraya gelmişken fotoğrafımı çeker misin?" derken ayağa kalkıyordum. Atkımı çantamla beraber Rengin'in masasına bıraktığım için şu an kendimi çıplak gibi hissediyordum. Onsuz olmak garipti benim için.

Yiğit "Tabi," diyerek telefonumu aldı ve benim gibi ayaklandı. Aklımdaki düşünceleri dağıtabilmek için çaresizce çevremdeki manzaraya baktım. Yiğit'i bir süre ardımda yalnız bırakıp tekrar soluklanmıştım. Biraz olsun kendime gelebildiğimde tepenin aşağısındaki denize döndüm. Orası da güzeldi ama diğer tarafta kalan ormanın manzarası da güzeldi. Sırtımı oraya dönüp güzel bir poz bulmaya çalıştım. Yiğit de sessizce telefonu kaldırıp fotoğrafımı çekmeye koyulmuştu.

"Güzel mi?" diye seslendim ona pozumu değiştirirken.

"Elbette."

Birkaç poz daha verdikten sonra telefonumu aldım ve kontrol ettim. Hemen ardımdan Yiğit de bakıyordu. Hepsini hızlı hızlı geçip üstünkörü göz attım. Aralarında paylaşılabilir olanlar vardı. Başımı, gerimde duran Yiğit'e çevirip "Ben de seni çekeyim mi?" diye sordum sonra.

"Beni?" Sanki yanımızda bir başkası varmış gibi konuşuyordu.

Başımı aşağı yukarı salladım. "Seni tabi şapşal, başkası mı var burada?"

"Gerek yok," diyerek buna itiraz edecek gibi oldu. "Ağacı ormanı falan çek sen, onlar güzel."

"Ne alaka ya?"

"Ben pek hoşlanmam fotoğraflardan."

Kaşlarımı çatıp "Onlar da sana bayılmıyor," diye mırıldandım. Bu esnada kolunu tutup onu manzaranın ortasına çekiştirmeye çalışıyordum. Normalde kimseye zorla bir şey yaptırmaktan hoşlanmazdım ama az önce arkadaş lafına biraz kurulduğum için bu yaptığımı umursamak gelmiyordu içimden. "Şuraya geç bakayım."

"Hazal bana ne gerek var?" diyerek etrafına garip bir bakış attı.

"Ne demek ne gerek var? Arkadaşını kıracak mısın yani?" Ona üzgün bir bakış atıp başımı omzuma doğru yatırdım. Yine hoşuma gitmeyen şeylerle güzel başa çıkıyordum ben ya...

Yiğit bu tavrıma karşın başını onaylamaz halde iki yana salladı ve dudaklarında belirmiş ufacık bir gülüşle ellerini pantolonunun ceplerine soktu. "Manzaranın ortasında fotoğraf çektirmek garip geliyor."

"Neden garip olsun Yiğit?" Telefonumu kaldırıp onun bu doğal halini fotoğrafladım birkaç defa. "Altı üstü fotoğraf yani."

"Ne bileyim... Güzel olan manzara sonuçta, benim ortada ne işim var?"

Düz mantığı karşısında istemsizce güldüm. "Kırıcısın. Az önce güzel manzaranın ortasında ben de durdum. Yakışmıyor muyum yani oraya?"

Dimdik durduğu yerde birden kıpırdandı. Sorum onda bir telaş oluşturmuştu belli ki. "Seninkisi farklı," dedi bir eliyle saçlarını geriye yatırıp. Ben de o sırada onun fotoğraflarını çekmeye devam ediyordum. "Sen manzaradan daha güzelsin."

Elim olduğum yerde takılı kaldı. Duyduğumu anlamlandırmak isteyerek bir süre bekledim. Ciddiye alma Hazal, ciddiye alma... "Çevir kazı yanmasın tabi."

"Kaz çoktan yandı sanki."

"Arkanı dön bakayım, biraz da öyle çekeyim."

Sanki annesinin sözünü dinleyen çocuk gibi arkasını döndü. Öyle birkaç tane daha fotoğraf çektikten sonra koştura koştura yanına gitmiştim. Çektiğim fotoğrafları açıp Yiğit'e gösterdim. İsteksiz değil, gerçek bir merakla kendisine bakıyordu. Ben de onun tepkilerini izliyordum. "Çok uzun zaman olmuştu fotoğraf çektirmeyeli," diye mırıldandı. Sonra da bakışlarını bana çevirdi. Her arkadaşına böyle yakından mı bakıyordu bu çocuk?

Biraz geri çekilip telefonumu elinden aldım. "Senin de amma çok tabun varmış."

"Değil mi, daha yıkılacak çok şey var."

"Benim yıkmadığım bir tek kendim kaldı." Cidden asla yapmam dediğim ya da şu ana kadar yapmadığım pek bir şey yoktu hayatta. Pişman olacağımı bilsem de elimden geldiğince her şeyi denemeye çalışıyordum. Bu sırada omuzlarımı hareket ettirerek hafifçe dans da etmiştim.

Yiğit bu ufak dansıma bakarken güldü. "Dans da bunlardan birisi mi?"

"Dans bunların kaynağı aslında." Karşısına geçip kursta yaptığımız en ufak hareketlerden birisini gösterdim. Bu esnada ben de kendi kendime gülüyordum. "Küçükken dans kursuna gitmeyi çok istemiştim çünkü herkes yeteneğim olduğunu söylüyordu ama amcam küçücük kız dans edip ne yapacak diyerek babamları engellemişti." Olduğum yerde durup yüzümü buruşturup onu düşündüm. "Akın'ın babası... Dansa gitmemek üzmemişti aslında biliyor musun? Babamın bir başkasının fikirlerini önemseyip beni üzmesi kalbimi kırmıştı. Sonra üniversiteye geçince burada ailemden uzakta dans kursuna başladım, bilseler beni mahvederler ama sıkıntı etmemeye çalışıyorum, bir dakika bile olsa hayatımı kendi isteğime göre yaşamak önemli."

Üstüme durgunluk veren konuları başımı iki yana sallayarak aklımdan atmaya çalıştım. Ergenliğimde bunlara daha çok üzülüyordum, şimdi az çok baş edebildiğim için beni fazla yaralamıyorlardı.

"Öyle işte, bir kere o zinciri kırdığın zaman bu hayatta yapmam dediğin bir şey kalmıyor."

Yiğit başını ağır ağır sallayarak beni onayladığında ikimiz de motorun önüne varmıştık. "Benim de kalmaz belki," derken kasklardan beyaz olanı kaldırdı ve başıma doğru getirdi, uzanıp almak istediğimde de vermedi. "Canını yakmayalım daha fazla," deyip kaskı yavaşça başıma geçirmişti.

"Teşekkür ederim," diye mırıldandım durgunca. Buna herhangi bir cevap vermeden motora oturduğunda ben de peşinden binmiştim. Tekrar arka arkayaydık. Kollarımı yine sıkıca beline sardım.

Yola atıldığımızda içim huzurlu da değildi huzursuz da. Her şeye rağmen bugünün hayatımızda hatırlanmaya değer bir gün olduğunu biliyordum. Sadece tek istediğim, ileride bugünü beraber hatırlamaktı, ayrı ayrı değil... Yine kollarım ona sıkıca sarılıyken.

🎭

Loading...
0%