Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. İlk Ve Son

@askilav

Merhaba, kaderde buralara gelmek de varmış sanki memleketten ayrılır gibi :') Ancak desteğimizi kesmedik, işlerin yoluna girmesi için sosyal medyadan erişim engeline karşın sesimi duyurmaya devam edelim lütfen.


1. İlk ve Son

*

Değişeceğim, dediğimde hayatımın en büyük yalanını söylediğimin farkında değildim. Ne zaman değiştiğimi ifade etsem, aynada kendimi bir önceki halimden farksız buluyordum. Öyle ki yerimde sayan benliğim aynı kalıyor ama kendini bana daha kötü göstermeyi bir şekilde başarıyordu.

Hatta yine içim bunaldığında, yüreğim tarifsiz bir acı eşliğinde sıkıştığında ayna karşısına geçmiş ve yastığa yatmaktan dolayı kırmızı izlerin oluştuğu suratımı seyretmeye başlamıştım. Bunu rahatlamak için yaparken elim istemsizce aynanın bulunduğu dolabın kapağına gitti, sürgülü kapağı yavaşça ittim. İlk önce kendi kıyafetlerim çıktı karşıma, daha sonra dolabın en köşesine itilmiş kısımda onun kıyafetleriyle karşılaştım.

Sanki kullanılıyormuş gibi düzenli olarak yıkayıp tekrar yerleştirdiğim kıyafetlere bakmak istemedim çünkü eğer gözlerim değerse, ne denli bir hastalığa kapıldığımı fark edecektim. Gerçi elim dolabın üst rafının dibine ittiğim kutuya uzanırken de düşündüğümden farklı davranamamıştım.

Kutuyu aldıktan sonra tekrar yatağa oturdum; özellikle sağ tarafa oturmuştum, burası hiç bahsi geçmese bile yaşantılar sonunda benim olmuştu, uzun bir süredir sınırları ihlal edip de bir santim ileriye kayamadığım, genelde onun sığınmam için kollarını açıp beklediği yer ise ona aitti.

Dışarıya farklı bir kadın gösteriyordum, bu evin hudutları içinde ise bambaşka bir kadındım; gözlerimin önü büyük bir duvarla kaplıydı ben başkalarını görmeyeyim ve diğer hiç kimse de beni göremesin diye… Çünkü hiç kullanılmadığı halde düzenli olarak temizlenen bir yastığın kokusu gitgide silindiği için içten içe pişmanlık duyuyor ve hatta bunu istikrar içinde devam ettiriyordum. Oraya, uzun zamandır görmeyi beklediğim çehre yaslanmadığı halde bunu uzun zamandır yaparak kendimi bir yalancıya çevirdim.

Bacaklarıma yasladığım kutuyu açmaya koyulduğumda boğazıma acı bir tat yerleşti. Yutkunmakta güçlük çekerken midem de bulanmıştı, nasıl geçirirdim bilmiyorum. Zaten son zamanlarda pek çok şeyi bilmiyordum ama bana müstahaktı galiba, onca vakit her şeyin en doğrusunu ben bilirim diye tutturmayacaktım. Bu sefer yanılmayı dilerdim, evet… Bu sefer yalancı çıkmayı gerçekten tüm gururuma rağmen yeğlerdim.

Titrek parmaklarımla kavradığım kutunun kapağını açtığımda karşıma apar topar gözümün önünden kaldırdığım eşyalar çıkmıştı. Sahip olduğum ve olduğumuz pek çok şey, bu ufak kutuya sığmayacak kadar fazla ve onları saklamak isteyeceğim kadar değerliydi benim için; ancak toparlamazsam, göz önünden kaldırmazsam şu inatçı gözyaşlarını dökme suretiyle krize boğulabilirdim.

Bir zamanlar fazlasıyla kınadığım o ağlak kızların ta kendisi olmuştum birden. Beni böyle divaneye çeviren bir adamdı, emin değilim… ya da bizzat bendim.

Kutunun en üstünde istihbarat logosu barındıran bir kurşun kalem vardı. Onu kaldırıp biraz evirdim çevirdim, bunca bakılacak ne vardı ki onda? Basit bir kurşun kalem… değildi benim için. Yine gözlerim apansız dolduğunda kendi kendime gülümseyip kalemi kaldırdım ve onunla siyah saçlarımı topladım. Topuzun arasından kalemi geçirdiğim saçlarım birkaç dakika sonra tekrar özgürce omuzlarıma dökülmeyecekti, saçıma taktığımı unuttuktan sonra her yerde yana yakıla aradığım o kurşun kalem bana başka bir el tarafından uzatılmayacaktı.

O bana bir daha gülümsemeyecekti; hatta belki de en acısı, beni bir daha hiç sevmeyecekti.

Daha fazlasına nasıl tahammül edebileceğime dair bir çözüm üretebildiğim an huzura kavuşurdum ancak daha fazlası diye düşününce bu soruna karşın bir tahammül edinebilme ihtimalim de kökten bitiveriyordu. Daha fazlasına ben bu kafayla asla katlanamazdım.

Saçım hala topuz halindeyken kutunun içinden iki bileklik çıkardım. Üstünde ufak yakut taşlarının bulunduğu biri büyük biri küçük iki pırlanta bileklikti. Gözlerim daha da ıslanırken bileklikleri evire çevire seyrettim. Benim olan bilekliği koluma geçirdiğimde diğer küçük olanı elimde kalmıştı. O da doğması pek muhtemele olmayan ama hayali fazlasıyla kurulmuş bir bebeğe aitti. Herhangi bir bebeğin değildi tabi, eğer öyle olsaydı belki ona bu kadar yanmazdı canım… Artık doğmasına olur gözüyle bakamadığım o bebek bizim bebeğimizde ama hiçbir zaman bizimle olamayacaktı.

Çünkü biz diye bir şey kalmadı. Bazen aramızda ne varsa hepsini ben yok ettim diyecek oluyordum ancak her şeye rağmen bu kadar severken… öyle diyemezdim ki. Biraz, ona karşı yüreğim hala biraz aptalken hayatımızı benim dağıttığımı söyleyemezdim, o yapmıştı.

Her şeyin suçlusu Uygar’dı.

Küçük bilekliği kutuya bırakıp kutunun kapağını örttükten sonra bir hastalıktan kaçar gibi onu komodinin üstüne koydum. Histeri belirtileri tenimi ürpertmiş, kapalı cama rağmen dışarıdan gelen araba gürültü ve hatta bir çocuğun arkadaşına bağırma sesi sinirimi hoplatmıştı. Sabahın kör vaktindeki bu gürültüyle bir sebep bulamadım; ancak daha rahatlatıcı bir gürültü için kulaklıklarımı takıp aceleyle bir şarkı açtım telefondan.

Saçlarımda onunla tanıştığımız zaman bana verdiği ilk armağan vardı, bileğimde ise onu son görüşümde bana bıraktığı armağan. Yine onunla dolup taşmıştım. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de bu evden ayrıldığı gün mutfağımda çalan şarkıyı açtım. Sezen Aksu’nun seslendirdiği Bir Zamanlar Deli Gönlüm acımı daha da perçinlerken bu acıya tutunmak aptallıktı, çelişkiydi; o kadar çelişkili bir duyguydu ki, iki sene öncesini hatırladığımda yine canım acısın isterken buldum kendimi.

Ele avuca sığmazdı deli gönlüm

Bir zamanlar neredeydi, şimdi nerede

“Neredesin?” demek için dudaklarımı kıpırdattım, şarkıdan dolayı kendi sesimi bile duyamıyordum. Gözlerimi örttüğümde karanlıkla beraber yine bir gece geldi gözümün önüne. Onsuz ilk geceydi… Ve ertesi gece de tıpkı onsuz ilk gece gibi aynı karanlığı bir daha izletti.

İster güneş ol yak beni

Yağmurum ol ağlat beni

Elimi kaldırıp kasılan suratıma sürerken hiç yakmasın istedim fakat bu öyle engel olunabilir bir şey değildi, ıslaklık yanaklarımı sardığında “Sadece bir kez,” diye sınır koydum kendime. “Sadece bir kez ağlayabilirsin Yakut, sonra sus.”

Dün de söylemiştim aynısını, sanırım birkaç gün önce yine söylemiş olmalıydım. Unutacağım kadar fazla hudut çizmiştim, hiçbirisine dikkat edemediğim için kendime de kızgındım… Hep kendime kızgındım çünkü ihtimallerin hiçbirisinde, Uygar’ın yokluğu beni aklamıyordu.

Ayrılığımıza sebep olduğum için suçluydum ve ayrıldığımız halde onu sevmeye devam ettiğim halde, daha çok suçluydum.

Aklım başka, duygularım başka yerde…

Zihnimde anılar dönüp dururken kalbim alıp başını gitti yine. “Allah’ım artık bitsin,” dedim acı dolu bir mırıltıyla, bu esnada kollarımı kendime sarıp iyice cenin pozisyonu almıştım. Başımı içe gömdüğümde bir kulaklık kulağımdan kayıp gitti, araya tekrar caddedeki araba gürültüsü karıştı. Bu gürültü ve geçmişin şarkısı bir bütün olduklarında, artık hayal dünyasından sıyrılıp gerçeğe sarılmanın vakti geldiğini anladım.

Ama artık gerçekler; utanarak ifade etsem bile, hayal dünyamda yaşama arzusundan öteye gitmiyordu, götüremiyordum.

Gece doğru düzgün uyuyamamıştım, sabah da erkenden işe gitmem gerekliydi. Artık kalkmalı ve her zamanki hayatımı yaşamalıydım. Güç bela yataktan doğruldum. Yüzümü elimin tersiyle sildikten sonra saçımdaki kalemi ve bileğimdeki bilekliği çıkarmak o kadar kolay olmamıştı.

Gözlerim bir süre üstlerinde takılı kaldı, sonra onları bu sefer kutuya koymaktan vazgeçip komodine bırakarak ayağa kalktım. İnsanın bir parçasını geride bırakır gibi yol almasıyla, aslında yolun bittiğini görmesi arasında geç kalınmış, uzun bir zaman vardı. Eğer bir şeyleri daha erken görebilseydik kaybedilmemiş zamanla hayatı daha dürüst yaşar mıydık acaba? Belki ben… Yine hata ederdim. Yine her şeyi elime yüzüme bulaştırır, yine pişmanlığımla savaşırdım.

“Sen pişman değilsin,” diye kendime bir hatırlatmada bulunduktan sonra banyo kapısının eşiğinde durdum. Kendimi rahatlatma ihtiyacıyla başımı geriye yatırmıştım, elimi açıktaki boynuma sarıp hafifçe ovaladım. “Hiçbir zaman da olmadın, sızlanmayı bırak işine bırak… Böyle bir kadın mısın sen?”

Kendime yaptığım uyarılardan sonra banyoda bitkin halimi düzelttim ve odama, bir zamanlar odamıza, geçip üstüme her zamanki siyah elbiselerimden birisini giydim. Giydiğim orta boy, kalem bir elbiseydi; tarzımın ne kadar sıradanlaştığını gösteriyordu, aslında bir zamanlar hayatımda hala sevebildiğim şeyler varken en azından siyahtan ve dümdüz şeylerden başka kıyafetler de giydiğimi hatırladım.

Daha çok yapılabilirdi, insan eğer hayatı yaşamaya değer hissederse tabi. Ben mekanikleşmiş beceriler dışında herhangi bir şeye can atmadığım için yapmam gerekenden fazlasına tenezzül edemedim. “Neyse şimdi zamanı değil.”

Tarağı siyah saçlarımda gezdirirken parmaklarımı da usulca arasından geçirdim. O an, tam normal bir ana döndüm sanmıştım, yine yanılmışım. Gözlerimin önü kararır gibi hatıralar çöktü yine üstüme, kulağımda onun sesi fısıldadı; gelincik.

O böyle söylerdi, saçları sırma gelincik.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes bıraktığım an, az sonra kapıdan çıktığımda tüm bu duygusallığı da ardımda bırakacağımı biliyordum ama ne olursa olsun, kısa bir an işgalci hislere maruz kalmak geleceğe sakladığım gücümü de sömürüyordu. “Sus Yakut, sus çık artık şu evden. Zaten niye buradan taşınmadım ki? Aptal mıyım neyim?”

Hızlıca çantamı toparlarken “Soru muydu bu?” diye kendi kendimi cevaplamıştım bir de. “Tabi ki aptalım.”

Evden ayrıldığımda asık suratım yerini donuk bir ifadeye bıraktı, arabaya binip kendimi yorucu bir güne hazırladım hemen. Yaklaşık kırk beş dakikalık bir yolculuktan sonra tam beş yıldır içinde bulunduğum istihbarat teşkilatının bölge binasındaydım. Arabadan inip yüksek güvenlikli girişten geçtim, bu sefer turnikelere geldim. Kartımı okuturken arkamdan nefes nefese birisi yaklaştı. “Yakut.”

Başımı geriye çevirdiğimde Fatih’i gördüm, hızlandığı için geriye savrulan ceketini tutup yanıma geldi ve kartını okuttuktan sonra ismimi dile getirdikten sonra yarıda bıraktığı konuşmasına devam etti. “Selam, nasılsın?”

Sarı saçlarını yine özenle tarayarak geriye yatırmıştı ama kravatı yamuk duruyordu. Hayatında hala kimse olmadığı için hem dağınık hem de kendine özenmeye çalışan bir hali vardı. Sanki çabalıyor ama olmuyor gibiydi. Mavi gözlerini uzun uzun yüzümde dolaştırdığında bakışlarından rahatsızca uzaklaştım. Tam beş senedir onu tanıyordum ama herhangi bir bağ kuramıyordum. “İyiyim, sen nasılsın?”

Aynı akademi grubunda eğitim görmüştük, Fatih’le o zamana dayanan tanışıklığımız vardı. Bunun arkadaşlığa çevrilip çevrilmediğinden emin değildim. Bana kalsa onunla pek muhatap olmazdım ama reddedemeyen bir halim vardı. Binanın içine doğru beraber yürümeye başladık. “Normal,” diye mırıldandı Fatih. “Tıpkı senin gibi evimden yapayalnız çıktım geldim işte.”

Yüzünde bir imaya uğraşır gibi haller vardı. Tıpkı senin gibi ve yapayalnız kelimeleri arasındaki bağlantı mideme ansızın bir kramp soktu. Yine de bunun üstüne gitmek istemedim, bizim yalnızlığımız örtüşemeyecek kadar birbirinden uzak yalnızlıklardı birbirinden. “Hmm senin için sıkıcı olmalı,” diye cevaplarken onu, aslında Fatih’e dair hiçbir şey umurumda değildi.

Başını yavaşça bana çevirdi, kaşlarını merakla havaya kaldırmıştı. “Senin için can sıkıcı değil mi?”

Çantamı diğer elime alıp aramıza ufak bir engel olarak koydum, daha fazla bana yaklaşmasını istemiyordum Fatih bunun farkında değil gibi davranıp beni daha da huzursuz etti. “Hayır,” diye karşı çıktım sorusuna. “Ben yalnızlığı seviyorum.”

“Bu kadar yalnızlık da fazla sanki.” Sanki komik bir şey varmış gibi dişlerini göstererek güldü kendi sözlerine, mavi gözleri hala uzun uzun çehremde gezinirken sanki komik bir şey orada dolaşır gibi hissettiğim parmağımın ucunu yanağıma sürdüm. “Biraz çevrene bakma zamanı gelmedi mi Yakut? Belki yalnız kalmak dışında da güzel şeyler vardır.”

Gözlerim asansör düğmesinin üstünde duraksadı, parmağımı oraya bastırırken afalladığım için biraz yavaş bastım. Fatih’ten böylesine açık sözle duyduğum gerçek, ya da hadsizlik, her ne olursa olsun burkmuştu yüreğimi. “Ben zaten denedim,” diye mırıldandığım esnada Fatih’le asansörün önünde yan yanaydık, yüzümde ona uyarırcasına attığım çok ufak, sakin bir gülüş vardı. “Yani senden daha tecrübeliyim,” derken sesim biraz daha toparlandı, en azından bu manasız konuşma ikimizin de saçmaladığını fark ettiği bir yöne evrilebilirdi. “Aslında bu tavsiyeyi benim sana vermem gerek bence, biraz gözünü açıp etrafına baksana Fatih.”

“Tabi-”

“Ama çok yakınlara bakma,” deyip sakin gülüşümü, elimden geldiğince dostane bir tavra çevirmeye çalıştım. “Eminim ki uzaklarda da yalnızlığını sona erdirecek güzel şeyler vardır.”

Söylediklerimden sonra dalgın bir hareketle ensesini sıvazlayan Fatih hafifçe öksürdü. “Tabi canım, vardır.”

Onun görmeyeceği bir an dişlerimi kuvvetle sıkıp gülüşümü sonlandırdım. Açılan kapıdan sonra kalabalık asansöre bindiğimizde iletişimimiz kesilmişti. Zaten daha fazla konuşacak hiçbir şey yoktu, Fatih’teki çaresiz duyguların bir karşılığı olmayacağına emindim; kalbim bir kez sevmiş, ağzının payını alınca yerine geri çekilmişti ve açık konuşmak gerekirse, artık tekrar denemeyecek kadar korkak da değildi çünkü hala aynı noktada, hala aynı adamın sevgisiyle savaşır bir haldeydi.

Üçüncü kata gelince Fatih indi, ben de düşünceleri zihnimden atıp dördüncü kata çıkmayı bekledim. Dakikalar sonra ofisteydim, çantamı ve trençkotumu masama bırakıp açık kapıdan kattaki hareketliliğe baktım. Herkes bekleme salonundaki televizyondan haberleri izlemek için koridor boyu ilerliyordu. Yanımdan geçenler bana tuhaf bakışlar atarken yüzüm buruştu, bu kadar bakılacak ne vardı anlamadım. Zaten uzunca bir süre onların bakışlarına tahammül ettim, beni yadırgadıkları her sözü sessizlikle kabul ettim; bir yanım, bana asla iyi yaptığımı söylemeyen herkese kızgın olsa da en sonunda diğer yanım, içten içe hissettiğim çaresizlikten dolayı onlara hak verdi.

Hala merak içinde neyin döndüğünü, neden insanların bana tazelenmiş bir tuhaflıkla baktığını anlayamazken en sonunda koridorun sonundan eteği yüzünden güçlükle koşan Gökçe’yi gördüm, çabucak onun yanına gittim.

“Ne oluyor?” derken ikimiz de birbirimizin kollarına tutunmuştuk. Gökçe nefes nefese kalmış halini düzeltebilmek için bir süre önümde soluklandı. Onu sarsıp “Ne oluyor Gökçe?” diye seslendim bir daha. “Nefes almanın sırası mı? Bu karmaşa ne?”

“Cezaevinde isyan çıkmış,” dedi gözlerini üstüme dikerken.

İnanamaz halde bakıyordum ona. “Hadi be oradan, ne isyanı?”

“Şaşırıyor musun gerçekten?” Sesini yükseltirken kaşlarını çatmıştı, yanımızdan hızla geçenler yüzünden kenara çekildiğimizde kolumu sıktı Gökçe. “Yalan mı söyleyeceğim sana? Az önce haberi geldi, mahkumlar kendi aralarında darağacı kurmuşlar.”

“Atıyorsun.”

“Şu bana inanmaz tavrını kenara çek de anlatayım Yakut çünkü durum en çok seni ilgilendiriyor!”

“Nasıl beni ilgilendiriyor?” Az önce koridordan geçen herkesin bana bakması bu konuya bağlanacaktı demek ki. “Hadi bekletme anlat şunu.”

“Şu içeri tıktığın Leşlevent var ya-…”

“Şehlevent,” diye düzelttim Gökçe’nin sözlerini, bu önemli bir şey değilmiş gibi ters bir bakış attı bana.

“Her ne boksa.” Gömleğinin bir düğmesini açıp ince boynunu ovaladı. Orada parlayan kolyenin ucunda bir B harfi vardı. Burak’ın ilk harfi. Canından çok sevdiği kocası. “Leşlevent’in bulunduğu koğuşun ağası Nevzat Tutak çıkmış.”

Ellerimi dudaklarıma örtüp şaşkınlığımı belli ettim. “Ciddi misin?”

“Hiç olmadığım kadar. Gerzek Levent neyine güvendiyse diklenmiş adama, en sonunda Nevzat’ın kızıyla ilgili ileri geri konuşmuş.”

“Nasıl ileri geri?”

“Diyemem şimdi, ağzıma alasım gelmiyor,” derken yüzünü buruşturdu. Gerçekten iğrenç şeylerden bahsettiyse Gökçe’nin söylemeye çekinmesi normaldi çünkü argodan kaçınan birisi değildi o.

“Koğuşların en kabul edilmez,” dedim süregelen bir şaşkınlık içinde, mahkumlar hapse kendileri de birer suçlu oldukları için girseler bile genelde kimseye namus çiğnetmezlerdi, bu yüzden başak bir kadına uzanan lafın en sonunda can alması gitgide daha normal göründü gözüme. Birisi haber kanalının sesini yükseltmiş olmalı ki spikerin konuşması bize kadar ulaşmaya başladı, şimdi darağacının neden kurulduğunu anlamıştım.

Gökçe dağılan kaküllerini düzeltirken konuşmaya devam etti. “Nevzat sevilip sayılıyor diye herkesi bu Leşlevent’e karşı galeyana getirmişler, kimse onu koğuşta istemiyormuş.”

“Ama,” dedikten sonra bir süre sustum, Gökçe ne söyleyeceğimi merak ederek gözlerini dikkatle suratımda gezdirdi. “Şişlemek varken niye darağacı peki?”

“Herkesin kendi adaleti Yakut.” Gökçe pervasızca omuz silkti. “Tuvalet köşesinde iki şiş saplamak devletin kanununda yazmaz ama idam bir zamanlar yasada vardı.”

“Sadece bir cezaevi orası,” diye karşı çıktım.

“Onların kendi dünyası, kendi hayatı ama.” Kaşlarını havaya kaldırıp bunu ciddiye almam gerektiğini göstermeye çalıştı Gökçe bana. “Kendi hayatlarında kendi adaletlerini yaşatıyorlar, bu insanın gururunu kırar Yakut… Kaldı ki Nevzat’ın bir zamanlar önemli bir adam olduğunu biliyorsun, işini illaki ses getirerek yapacaktı.”

“Peki tüm bunlarla benim alakam ne?”

“Nevzat Tutak farkında olmadan senin kuyunu kazmış.” Sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. “Leşlevent’in babası zaten onu içeri tıktığın için gözünü sana dikmişti ama en azından dışarı çıkarma ihtimali olduğu için bir şey yapmıyordu, şimdi oğlunun bu şekilde öldürüldüğünü öğrenince apar topar ülkeye giriş yapmış.”

“Yapamaz… Her yerde aranıyor."

“Yani?” derken bu müdahale edilebilir bir şey değil gibi konuşmuştu.

“Beni korkutmaya mı çalışıyorsun sen?”

Gökçe başını hızla iki yana salladı. “Hayır, sadece kendine dikkat etmen için söylüyorum. Sen her zaman bana kimse bir şey yapamaz diye gezindiğin için ölsen haberin olmayacak Yakut. Lütfen şu burnunu biraz indir ve önlem al.”

“Ben öldürmedim ya oğlunu, sadece görevimi yapıp hak ettiği yere yolladım.”

Bu sefer kollarımı tutup beni sallarken “Başlarım senin görev bilincine!” diye çıkıştı Gökçe. “Kızım sen anlamıyor musun? Bu adam liste tutuyor ve seni saf dışı tutacak hali yok ya! Nevzat’tan başlar sırayı sana getirir, elbet hesabını ödetir.”

“Hiçbir şey yapamaz bana-” dediğimde pes etmiş halde geri çekildi.

“Sen ciddi misin?”

“Ne yapmalıyım Gökçe? Eve mi kapanayım?”

“Mümkünse açıkta değil, korunaklı bir yerde dur. Mesela babaannenlerin yanına git, sizin malikaneye kim girebilir ki?”

Bakışlarımı sert bir ifade aldı, kaşlarım iyice aşağı indiğinde alnımdaki kırışıklığı hissedebilmiştim. “Oraya bir daha dönmeyeceğimi söylemiştim.”

“Ölmek pahasına mı?” Gökçe açık renkli, neredeyse turkuaz gibi yansıyan gözlerini yüzümde gezdirdi, bakışları iki tarafta dolaşırken dudaklarını birbirine bastırdığında gamzeleri çıktı ortaya. “Ölmemek için bile gitmez misin Yakut?”

“Şehlevent dilini tutamayıp kızların namusuna salladı diye ben ölmem.”

“İyi,” dedi hoşnutsuz tavrıyla, parmaklarını kısa kaküllerine atıp düzelttiğinde hızlıca dudaklarını da yaladı. Ardından, benim bilmediğim bir gerçeği dile getirmişti bundan rahatsızlık duyarmış gibi. “Ne halt edersen et ama bana kalmadan seni zaten paketleyecekler, haberin olsun.”

“Bu ne demek?”

“Belçin bunları duymuyor değil ya. Seni riske atmaz, illaki bir yere kapatır.”

“Gidip konuşurum.”

“Hadi git konuş.” Eliyle silkeler gibi yapmıştı beni, şu an dalga geçiyordu. “Hadi git konuş da ikna et bakalım, hemen senin sözünü dinleyecek çünkü.”

Beni kale almaz tavrına karşın omuzlarım düştü. Babaannemin yanına gerçekten dönebileceğimi sanması, eğer bunu yapmaya zorlarlarsa da orada kalmaya gücümün yeteceğini düşünmesi bir an çaresiz hissetmeme sebep olmuştu. “Gökçe neden böyle yapıyorsun?” diye hayal kırıklığıyla mırıldandım.

O ise kollarını iki yana açıp yanımızdan geçenlere aldırmadan bağırdı. “Çünkü deli oluyorum, kendini düşünmeyişine deli oluyorum! Seni kaybedeyim diye mi arkadaşım ben Yakut?”

“Kaybetmeyeceksin.” Bu şefkatli tavrına karşın ben de biraz sakinleşmiştim, havaya kaldırdığı kolunu tutup daha sonra parmaklarını kavrarken gülümsemeye çalıştım ama biraz zorlamıştı. “Öyle kolay mı bu?”

“Evet kaybetmeyeceğim,” dediğinde soğuk ifadesiyle beraber başını aşağı yukarı salladı. “O yüzden seni göndermek isterlerse onlara destek çıkacağım.”

Umutsuzluğa kapıldım tekrar. “Bak sakın Gökçe… Ben işimden ayrı duramam.”

“Son kararı ben vermeyeceğim, sen bir an önce Belçin’i ikna etmeye başlasan iyi olur.” Elini gidercesine sallarken imayla gülümsedi bana. Koridorda uzaklaşırken onu tutup engel olmak istedim ama çabucak kaçmıştı. “Hoşça kal Yakut, hayatta kal.”

Hayatta kal.

Bunun, eli silahlı bir düşmandan farkı olmayan düşüncelere karşı ne kadar zor olduğunu bilmeden benden istediği şeye o an gülmek istedim. Ama hiçbir şeye gülemediğim gibi buna da gülemedim.

En sonunda Gökçe beni gerçeklerle ve bir ölüm tehlikesiyle baş başa bıraktığında sırtımı duvara elimi yüzüme yasladım. Payım olmayan bir ölümün cezasının dolaylı olarak beni bulması fazla rahatsız etmiyordu, rahatsız edici olan bu dünyada kendime düşman bellediğim tek kişinin evine geri dönmek zorunda kalmaktı. Babaannemin evine.

*


Devamını da kısa süre içinde ekleyeceğim 🫶🏼

wattpad: askilav


instagram: askilawt

 

 

Loading...
0%