Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10. Yıl Dönümü

@askilav

Fatma Turgut - Hata

"Senin için harcanan zamana yazık, sen en güzel duyguların katilisin."

-

10. YIL DÖNÜMÜ

Sonbaharın gelişiyle kuru yapraklar sarıyla karışık kahverengi tonlarında örtmüştü yerleri, hava gitgide soğurken yakında daha sıkı giyinecek ve kendimizi ayazdan, yağmurdan koruyacaktık. Dünya daha ıslak bir yer haline gelecek, sürekli su damlaları akıp gidecekti çevremizden.

Bazı su damlaları, ben ne kadar istemesem bile saçlarıma takılacaktı, tabi eğer fark etmezsem şanslıydım. Ancak olur da hazırlıksız yakalanırsam ve her yerim, artık kolaylıkla görebileceğim kadar irili ufaklı yağmur damlalarıyla kaplanırsa çıldıracaktım. Aslında kendime farklı renklerde bir sürü şemsiye almıştım ama bazen hava durumuna bakmadığımda o kaçınılmaz anı yaşamak zorunda kalıyordum.

Radyodaki sunucu, hava durumunu sunmaya başlamadan önce "Gece yarısını geçmemizle Eylül'e ılık bir veda ettik," diye son derece duygusal bir tonda konuştu. "Artık takvim yaprakları bambaşka bir Ekim'i gösteriyor, 1 Ekim'i gösteriyor, bununla beraber sağanak yağışlar da kendilerini göstermeye başlayacak gibi."

Arabanın camında buğu bırakan sıcak soluğumdan sonra düğmeye basıp klimayı çalıştırdım, buğu gitgide ıslak bir buhara dönüştü ve yavaşça aşağı kaymaya başladı.

Demek takvim gerçekten de yeni ve sopsoğuk bir 1 Ekim'i göstermişti.

Evlilik yıl dönümü.

Aynı zamanda ayrılığı işaret eden gün, onunla evlendiğimiz ve iki sene sonra yine benzer saatlerde ayrıldığımız gün.

Direksiyonu daha sıkı kavrayıp daha hırçın hareketlerle çevirmeye başladım, hızım artarken kenara koyduğum sıcak kahveden bir damla sıçrayıp bacağıma gelmiş, kumaştan sızıp tenime nüfuz etmişti. Elimi aşağı indirip orayı kısaca ovaladım, aslında çok umurumda değildi sadece engel olamadığım bir kıpırtı belirdiği için hareket etmek istemiştim.

Bu kıpırtı büyüdü, avucumun içiyle direksiyona hafifçe vurdum, kendime engel olmasam kafamı da geçirirdim herhalde.

"Gerçekten bugünlerde fazla hatırlatıyorsun kendini," diye mırıldanırken beni duymasa bile Uygar'a seslendim. Kaşlarım acı bir hisle çatıldı, içine sevgimi de bulaştırdığım bu onulmaz öfkemin gazabı ikimizi de yakacaktı; tabi eğer o, yabancı bir adamı karşıma çıkarmak yerine dimdik önümde durabilseydi. Başımda bir sürü bela olduğunu muhakkak duymuş olmalıydı ve buna rağmen alçak oyunlara girişmesini kabullenemiyordum bir türlü. "Ama sadece bekle Uygar, senden beni bulmadan önce bulacağım seni, sadece bekle."

Artık radyoda eski bir şarkı çalıyordu, hava durumu ve tarih güncellemesi bende nahoş duygular bırakıp uzaklaşmıştı arabanın gürültüsünden. Dikkatimi şarkıya veremezken öne eğilip dönmem gereken sapağa bakındım. Özden teyzenin yolladığı adresi navigasyon bu şekilde tarif etmişti, diğer koltukta duran silahımı göz ucuyla kontrol ettikten sonra yola sapıp tamamen ilerledim.

Karanlık yolda ilerlerken farların aydınlattığı kısımda sadece yan yana dizilmiş sık ağaçlar görünüyordu, daha temkinli davranmalıydım burası bildiğim bir yer değildi çünkü.

En sonunda koca bir deponun bulunduğu, evlerin bulunduğu yerleşim bölgesinin ise uzakta kaldığı geniş bir araziye çıktım. Navigasyonun gösterdiği yol da burada bitiyordu. Artık Özden teyzenin söylediği gibi çevrede birilerine sormam gerekliydi.

Diğer koltuktaki silahı belime sıkıştırıp üstünü kabanla örttükten sonra arabadan indim, ellerim ceplerimde ilerlerken etrafı kontrol ediyordum ama gece vaktinde kimse görünmedi. "Kimse yok burada."

Ortalıkta durup çevreme bakındım, oysaki az da olsa insan olacağını sanmıştım. Biraz sağa gittim, biraz sola gittim ve en sonunda ilk beklediğim yere geldim. Dakikalar geçiyor ama herhangi bir ses seda çıkmıyordu, her ihtimale karşı elimi silahıma götürüp beklerken bir süre sonra orman tarafından bir arkadaş grubu gelmeye başlamıştı.

Genç görünüyorlardı, yanlarına fazla yaklaşmayıp gözlerimi üstlerine diktiğimde birkaç tanesi farkıma vardı ama sohbetlerini bozmadılar. Yüksek kahkahaları çok geçmeden azaldı çünkü bakışlarımı onlardan ayırmamıştım. İyice yaklaştıklarında cılız sokak lambasının altında buluşmuş olduk. "Buyur yavrum?" dedi aralarından biri, saçının kenarında çekilmiş ince çizgiyi gördüm. "Bir şeye mi ihtiyacın vardı?"

En fazla yirmi yaşında duruyordu ve ağzına hiç yakışmayan bu kelimelere karşı birkaç saniyeliğine gözlerimi kapatıp başımı öne eğdim. Gülmeyeceğim.

Geri döndüğümde diğerlerinin de meraklı bakışları bana dönmüştü. Birkaç adımla yanlarına ilerledim. "Evet ablacım," dediğimde genç çocuğun yüzündeki ifade hiç bozulmadı, hala budala gibi gülüyordu. "Bir şey sormak istemiştim size."

"Yardımcı olayım ben." Öne çıktı, bu sayede üstüne fazla bol gelen kıyafetlerini fark ettim, tarzı gerçekten korkunçtu.

Asıl konuyu dağıtmamalıydım, bu yüzden bakışlarımı kıyafetlerinden alıp yüzüne çevirdim. "Hâkim misin buralara?" derken kaşlarımla çevreyi işaret etmiştim.

"Her yeri avucumun içi gibi bilirim yavrum, ev falan lazımsa ağırlayabilirim seni."

Arkadakilerden bu hiç de komik olmayan sözlere karşın gülme sesleri geldi, gergince burnumun ucunu kaşırken sakin durmaya çalışıyordum ama konuşma şekli hiç hoşuma gitmemişti. Derince nefeslenip sormaya devam ettim. "Sağ ol, eksik kalma ama ben sadece Sarraf'ı tanıyıp tanımadığınızı soracaktım size."

Bundan sonra çocuğun yüzünde bir bozulma oldu, hevesi kırılmış gibiydi. Yüzünü asıp geriye çekilirken "Ne alaka amına koyayım ya?" demeye koyuldu fakat onu bastıran birisi geçmişti karşıma. "Sen kimsin?" Atik şekilde önüme atlayan çocuğun sokak lambasının cılız ışığında bile belli olan güneş kadar sarı saçları vardı, tavşan dudakları ise bariz belli olan başka bir özelliğiydi. "Ne yapacaksın Sarraf'ı?"

Kısa bir saniyeliğine çevreme bakınıp tekrar sarı çocuğa döndüm. "Çağırdı beni."

Seyrek kaşlarını havaya kaldırdı. "Seni çağırdı?"

Bıkkınlıkla gözlerimi kapatıp alnımı ovaladım, sanırım kahvenin etkisi kısa sürmüştü. "Evet, çağırdı."

Bir süre inceleyen gözleriyle baştan aşağı süzdü beni, ellerimi kabanımın ceplerine sıkıştırıp sabırsızca genç çocuğun karara varmasını bekledim ama laf etmeden duramamıştım. "Bu kadar düşüneceğin ne var anlamadım, o kadar korkak birisi mi Sarraf?"

"Ne korkağı lan?" Huysuzca buruşturdu yüzünü. "Korkak falan değil o."

Genç çocuğun onu bu kadar savunur hali komiğime gitmişti, Sarraf'ın yapılı bedenini düşününce bu cılız vücuda sahip gencin korumalığını yapması tuhaf geldi gözüme. "Tamam korkak falan değilse götür hadi beni ona."

"Her geleni yanına götüreceksem ohoo..." Elini cebine attı ve bir telefon çıkardı. "Kapısında senin gibi kaç kadın yatıyor biliyor musun?"

"Adamın yüzü bile yok," diye hayretle mırıldandım, belki de bir abartıydı bu ama gerçek olma ihtimali da uzak gelmemişti.

Bu söylediğimden sonra bana çatık kaşlarının ardından bakan çocuk telefonu kulağına yasladı ve bekledi, kısık bir arama sesi duymuştum. Az sonra "Abi selam, birisi seni soruyor da ondan aramıştım," dedi ciddiyetle.

Kollarımı önümde bağlayıp bir süre bekledim, genç çocuk bu sefer bana bakmıştı. "Kim diyeyim?"

"Yakut de." Ve ağzımdan, dün gece Sarraf'ın tekrar ettiği o cümle çıktı. "Tam aradığı türdenmiş."

Gerçekten bu şekilde iletmişti ismimi, oysa ciddiye alacağını düşünmemiştim. Birkaç dakika sonra "Tamam," deyip telefonu kapanınca başıyla ileriyi işaret etti. "Seni onun yanına götüreceğim."

"Sen nerede olduğunu söyle, ben kendim giderim."

Bu isteğime kaşlarını kaldırıp itiraz etti genç çocuk, arkamızda kalan depoya ilerlerken "Yok Sarraf abim senin için tek gelemez çok korkaktır dedi," demişti bir de.

"Pardon, ne?" Peşine takıldım, depo kapısının üstündeki grafiti yazılarını göz attıktan sonra bakışlarım yine sarı çocuğa döndü. "Ne dedi?"

"Korkak dedi-"

"Anladım onu." Kapıdan içeri girecek olduğumuzda geride kalan diğer gençleri kontrol ettim, burayla ilgileniyor gibi değillerdi. Yine de her ihtimale karşın belimden silahımı çıkardım ve elime gizledim, içerisi çok karanlıktı, pek tekin görünmemişti. "İlk önce sen gir."

Sarı çocuk sözlerime ofladıktan sonra içeri girdi ve gelmemi bekledi. Son bir bakışla diğer gençleri de kolaçan ettikten sonra karanlık depoya giriş yaptım, burada ne işimiz vardı bilmiyordum ama hoşuma gitmemişti, hiçbir şey net görünmüyordu. "Oğlum burada ışık yanmıyor mu?"

Bıkkınlıkla "Hayır," dedi bu sözlerime.

Sıkıntıyla nefeslendim, cebimdeki telefonu çıkarıp ışığını açtığımda direkt genç çocuğun yüzü aydınlanmıştı, elini üstüne örtüp "Ne yapıyorsun abla ya?" diye sızlandı karşımda.

"Bir şey yok yürü hadi." Benim azıcık ışığımla aydınlanan karanlık depoda uzun bir yol yürüyecek gibi duruyorduk. Bir sağa bir sola giden tekinsiz merdivenlere geçtik. Kâh yukarı çıkıyor kâh aşağı iniyorduk ve ben ilerleyip ilerlemediğimizden pek emin değildim. Beni işkillendirecek kadar deponun içinde vakit geçirince çocuğa seslenmek zorunda kaldım. "Sen beni dolandırmıyorsun değil mi?"

"İşim gücüm yok seni mi dolandıracağım abla?"

"Niye dönüp duruyoruz o zaman biz?"

"Sen Sarraf'a gitmek istedin, götürüyorum işte."

"Böyle yol mu olur Allah aşkına? Dalga mı geçiyorsunuz-"

Sözümü tamamlamama kalmadan sarı çocuk önümüzdeki demir bir kapıyı ağırca ittirdi ve o an hiç beklemediğim bir yerle karşılaştım. Depodan yavaşça çıktığımda ayakkabılarım toprak bir zemine değdi. Temiz hava ciğerlerime dolarken bizim evin orman kokusunun aksine burasının daha ferah olduğunu hissetmiştim. Ve suyun dingin sesini dinledim, böyle bir yerle karşılaşmayı hiç beklememiştim ki?

Karşımda küçük bir göl vardı, gölün fazla uzak olmayan ortasında ise ufak bir ada. Adanın üstüne bir kulübe konuşlandırılmıştı, oraya da tahta bir iskeleyle gidiliyordu ama pek güvenilir görünmüyordu. Geriye dönüp sarı çocuğa bir şeyler soracakken arkamda kimseyi bulamadım, deponun kapısı da kapalıydı. Demek ki gitmişti.

Hala açık olan telefonumun ışığını söndürdüm ve suyun dalgalanıp tatlı bir gürültü çıkardığı yere ilerledim. İskeleye ilk adımı atarken kaşlarım çatıldı, su fazla derin olamazdı ama yine de başıma bir aksilik açmak istemiyordum.

Kulübenin içinde bir ışık yandığını belli eden aydınlık vardı pencerede, yolu görünür kılan tek şey o ışıktı. Küçük göl adasındaki ağaçlar da suya gölge düşürüyorlardı, o karanlık depodan sonra karşıma böyle rüya gibi bir yer çıkacağını tahmin etmezdim. Sarraf'ın daha çok ine benzer bir yerde saklanacağını düşünmüştüm ama sandığımdan daha romantik birisi olmalıydı.

Kısa iskeleyi bitirdikten sonra kara parçasına basmanın heyecanıyla derin bir nefes verdim. Silahımı tekrar pantolonumun beline sıkıştırırken ağaçların sonbahar yapraklarını döktüğü yere bakıyordum. Bazıları esen meltemle savrulup göle düşüyorlardı, üstlerine bastığımda birkaçından çatırtı gelmişti.

Küçükken sonbahar yapraklarını ezip onların sesini dinlemeyi ne kadar sevdiğimi düşündüm, sanırım bu huyum eskimemiş olmalı ki kulübenin kapısını çalmadan önce orada durup birkaç sonbahar yaprağını daha çiğnedim ayakkabılarımla. Gerçekten kurulardı ve çıkan ses beni rahatlatıyordu.

Kendi kendime oyalandığım esnada kulübenin kapısı gıcırtıyla aralandı, bu sese başımı kaldırıp karşıma çıkan Sarraf'a baktım. Yaramazlık yaparken yakalanmış bir çocuk gibi duraksadım aniden çünkü bu sefer, onda hiç şahit olmadığım bir ciddiyeti taşıyordu.

Ayakkabılarımı yavaşça boş bir yere basıp hızlıca dudaklarımı yaladım, bir şey söylese rahatlardım ama bir süre konuşmadı. "Yapraklar bunun için mi döküldü?" diye mırıldandı sessizlikle geçen dakikaların sonrasında.

Sesi yine paket paket sigara tüketmiş gibi pürüzlü ve maskenin altından bana ulaştığı için boğuktu, kötü değildi hatta tanıdık bir yanı vardı. Dün geceye nazaran kafam daha net olduğu için bugün Sarraf'a dair daha çok şey öğreneceğimi biliyordum, o da zaten bana aradığım gerçekleri verecekti. Vermek zorundaydı.

"Kötü bir şey yapmadım."

Bakışları yere düştü, ayaklarımın ucundaki yaprak kırıntılarına baktı. "Onları ezdin."

Adım adım yanına yaklaşmaya başladım, bu esnada önü açık kabanım da geriye doğru savrulmuştu. Yürürken birkaç yaprak pantolonumun geniş paçasına takıldı ama bunu umursamadım, tıpkı Sarraf'ın sözlerini umursamadığım gibi. "Neyse ki buna üzülemiyorlar."

Üstünde dar siyah bir tişört vardı, altında da siyah bir eşofman. Dünkü halinden farklıydı, kendi ortamında daha rahat takılıyordu belli ki. Bir kolunu kapının pervazınca yasladığı için içeri girememiştim. Karşısında durdum, birbirimize bakıyorduk ve gözleri artık daha görünürdü.

Bir çift yeşil hare yüzümde gezindi yavaşça.

Dün karanlığın benden sakladığı gözleri seyrederken çaresizce yutkundum. "Geçmeme izin verecek misin? Uzun yoldan geldim, sizin yollar zaten hayatımda hiç görmediğim şekildeydi. Bir de çok korkağım ya hani ben, zor oldu anlayacağın."

Bu sözlerimden sonra kolunu sessizce çekti ve bana yol açtı. Küçük kulübenin içine girip aydınlık odaya baktım. Tek katlı bir yerdi ama kısa merdivenle çıkılan asma bir odası vardı, orada da tek bir yatak olduğu görünüyordu. Zeminde ise bir çalışma masası ve ufak bir kitaplıktan başka hiçbir şey bulunmuyordu. İçeri girip masanın köşesindeki pikaba kulak kesildim.

Gözümde canlanır koskoca mazi

Sevgilim nerede ben neredeyim

Sarraf epey efkarlıydı, geriye dönüp onu kontrol ettim, kulübenin kapısını kapatıp içeri giriyordu. Onda gerçekten görmeyi beklemediğim şeyler bulmuştum. Ne bu göl adasına kurulmuş kulübe ne de pikaptan yükselen eski şarkı... Dün sersem kafamla fark edemeyeceğim kadar değişik birisiydi.

Suçumuz neydi ki ayrıldık böyle

Kaybolmuş benliğim bak ne haldeyim

Her türlü tuhaftı yani.

"Geçiyorum?" derken yan tarafta kalan çift kişilik koltuğa oturmak için yöneldim, o sırada ayaklarıma dolanan şeyle istemsizce irkilmiştim. Elimi aceleyle göğsüme yasladığımda soluklarım hızlanır gibi oldu. Takıldığım şeyi görmek için bakışlarımı yere eğdiğimde ise Sarraf'ın kısık bir sesle güldüğünü işittim çünkü ayaklarıma dolanan şey aslında iki ufak kediydi.

"Korkaktır derken çok da yanlış konuşmamışım hakkında."

Yere eğilip alacalı kediyi kucağıma aldım, siyah olan ise hızlıca Sarraf'a doğru koşmaya başlamıştı. Gerçekten avucum kadar bu iki kedi yavrusundan dolayı irkildiğim için şapşal bir tavırla çatıldı kaşlarım, fazla sevimli görünüyorlardı.

"Korkmadım!" Masum kediyi göğsüme yaslarken Sarraf'a ters bir bakış attım. "Sadece irkildim. Nereden bilebilirim senin gibi birinin evinde kedi olacağını?"

"Senin gibi biri?"

"Kedi sevecek birisine benzemiyorsun işte," dedim mırın kırın.

"Neye benzediğimi biliyor musun ki?"

Alacalı kediyi severken gözlerim hala ondaydı. Maskenin ardına gizlenen suratı açıkta değildi evet, bu yüzden çıkarımda bulunamıyordum ama yapılı vücudunun onu epey sert gösterdiğini düşünüyordum. Üstelik evime gizlice girip peşime takılan bir katili öldürecek kadar da tehlikeye hakimdi. "Öğreneceğiz," derken başımı ağır ağır iki yana salladım.

Sarraf siyah kediyi hiç bırakmadan masanın arkasındaki sandalyeye geçti ve rahatça oturdu. Hatta aşağı doğru yayıldı, bir bacağını diğerinin üstüne attı. Böyle yapınca sanki ben orada değilmişim gibi durmuştu.

Onu memnuniyetsizce seyrederken göğsüme yasladığım alacalı kedinin tüylerini okşamaya devam ettim. Eskiden anneliğin biyolojik bir abartıdan ibaret olduğunu düşünürdüm, kimseyi kendini feda edecek kadar sevmem mümkün değildi. İnsanı aşk, arkadaşlık hatta aile bile ayakta tutamazdı; sadece kendinle var olabilirdin.

Şimdi bir çocuğa sahip değilken bile göğsümü sızlatan şeyin yalnızca biyolojiden ibaret olması çok saçma geldi, bu tarifsiz bir his değil de neydi?

"Adı ne bu kedilerin?" diye merakla sordum, asıl konuya girmeden önce göğsüme sokulan yavru kedinin sıcaklığı bedenime yayılınca aklıma bir zamanlar Uygar'ın bir çocuk sahibi olmamız için ne kadar ısrar ettiği gelmişti. Ona bunun için hazır hissetmediğimi söylediğimde sanki bir baba adayı gibi değil de bir çocuk gibi davranmış, zaman kavramını yitirmiş, sadece beş dakika sonra hazır hissedip hissetmediğimi sormuştu bana.

Sanırım bazen tüm nefretime rağmen onu özlüyordum, gururum kırılıyordu. Beni güzel anılarla uyuttuktan sonra kabuslara uyandırdığı için ondan nefret de ediyordum.

Gözlerim yine hatıraların gölgesinde kararır gibi oldu, gücümü toparlamak için derin bir nefes çekip Sarraf'ın cevabını dinledim. "Senin tuttuğun yavrunun adı Safir," dedi uzaktan gelen sesiyle, zihnim odağını tekrar yakaladığında artık daha net duymuştum onu.

Safir'i kaldırıp minik bedeninde irice duran yeşil gözlerine baktım, sahibine benziyordu... Hatta Uygar'ın gözlerine de benziyordu.

Bir an duraksadım, sanırım onu bana bu kadar çok hatırlatan şey yalnızca bir takvim yaprağıydı. Yalan söyleme Yakut, dünyanın son günü olsa da hatırlardın onu.

"Safir mi?" diye sordum birden cılızlaşan sesimle, düşüncelerimi tamamen Sarraf'a yoğunlaştırmaya çalıştım ama bu aralar bir şeyleri düşünmeye en fazla bir dakika ayıran aklımın bu istikrarı ne kadar sürdüreceğini bilmiyordum. "Niye Elmas koymadın?"

"Neden Elmas koyayım ki?"

"O en değerli taş çünkü." Yorgun bakışlarım ona çevrildi, ellerini kedinin siyah tüylerinde ağır ağır dolaştırırken başı öne eğikti. Bu saçma konuşmayı sürdürürken keyifsizce güldüm. "Sen de en değerli taşların Sarraf'ı değil misin?"

"Benim için en değerli taş elmas değil."

"Kendine göre mi değer biçiyorsun?"

"Evet." Eğik başını kaldırdı, maskenin açıkta bıraktığı gözlerine daha yakından bakmak istesem de masaya yaklaşamadım. Sesindeki sertliğin neyden kaynaklandığını henüz çözememiştim. Ve sonra "Peki sana ne değer biçtiğimi öğrenmek ister misin Yakut?" diye müstehzi bir tonda sordu.

Gözlerimi devirdim. "Seni bilmiyorum da beni zararına harcıyorlar gibi hissediyorum şu an."

Kısılan bakışlarından güldüğü anlaşılmıştı, hala kucağında siyah kediyi taşırken oturduğu sandalyesinden kalktı ve bana doğru yaklaştı, kaçan bir hevesle başımı öne eğip tüm sıkıntının ortasında yavru kediyi okşamaya devam ettim.

Yanlış bir hayatı sürdürüyormuş gibi hissediyordum, hatta hiçbir doğrum yokmuş gibi ve zamanı boşa harcıyormuş, dünyada fazla yer kaplıyormuş gibi hissediyordum. Bu duygudan nasıl kurtulacaktım acaba? Boş bakışlarım bir süre sonra fazla dibime girmeden karşımda duran Sarraf'ın kucağında siyah kediye çevrildi, o kadar masumdu ki... Sarraf'ın geniş göğsünde ve büyük avucunun arasındayken korunmaya muhtaç bir can gibi görünüyordu.

"Seni korurum."

Sözlerimden sonra dilimin ucunu ısırdım, dudaklarım yine aynı mutsuz tavırla iki yana kıvrılmıştı, en az onun kadar alaylı bir tonda mırıldandım. "İşine çok sadıksın galiba Sarraf."

"Tabi... Ama ben bir Yakut için diğer tüm taşları satan bir Sarraf'ım."

Hala dalgaya alıyordu beni, bir süreliğine en azından aklım dağılsın diye izin verdim. Gerçi bunun olumlu mu olumsuz mu döneceğini bilmiyordum ama gerginken de kendimi korumaya gücüm yetmiyordu, bu yüzden fazla takmadım kafaya. "O zaman Yakut koysaydın ya bu kedinin adını."

İkimiz de kucaklarımızda tuttuğumuz kediyle ilgilenirken gözlerim bir alacalı kedide bir siyah kedide dolandı. Sanırım canım tehlikedeyken yapabileceğim en mantıklı şeyi yapıyordum; saçma bir sohbet, iki tatlı kedi yavrusu ve düşünülmeyen bir yarın. Ölüm hiç bu kadar tatlı gelemezdi gözüme.

Maskeden dolayı boğuk çıkan sesinden bir gülüş daha geldi kulağıma, kirpiklerimi yavaş yavaş kırpıp kedileri izlemeye devam ettim. "Sen hiç bilmiyor musun Safir ne demek?" diye sorduğunda uzun zaman sonra gözlerim tekrar Sarraf'a değdi.

"Ne bileyim, onu mu düşüneceğim bir de?"

"Gökyakut diğer adı." Kısaca boğazını temizledi ama bu pürüzün gitmesine yardımcı olmamıştı. "Mavi bir yakut yani."

Alacalı kediyi göbeğinden yakalayıp kendime yaklaştırdım, gözlerinin yeşili öyle mahzun bakıyordu ki onu daha sıkı sarmalamak istemiştim. "Ama mavi değil yeşil bu bebeğin gözleri."

"Ben yaratmadım ya."

"Tamam ismini Gökyakut koyma o zaman." Sebepsiz bir sinirle soluklandım. "Biraz mantıklı yapın şu işlerinizi... Salak salak şeyler yapmayın." Gözlerimi devirdiğim esnada dudaklarım içimde harlanan kızgınlıktan dolayı aralandı, nefesler göğüs kafesimde sıkışıp kaldığı için daraldığımı hissettiğim. Bakışlarım Sarraf'ın elleri arasında yaramazca hareket eden kara kediye değdiğinde "Onun adı ne?" diye sordum, tek derdim buydu çünkü.

Herhangi bir cevap alamayınca bakışlarım yavaşça yukarı kaydı, Sarraf herhangi bir cevap vermemişti. "Söylesene," diye sızlandım, zihnimin biraz rahatlamaya ihtiyacı vardı gerçekten.

"Boş ver."

"Dinliyorum."

Onun yanıtsız kalmasına müsaade etmediğimde göğsünü şişirip daha manasız bir karşılık verdi bana. "Hata."

"Ne?" diye sordum duyduğumu anlamlandırmak isteyerek. "Hata mı? Sen bu tatlı kediye Hata adını mı verdin gerçekten?"

"Kötü mü olmuş?" Neredeyse masum diyebileceğim bir tavırla sorduğu soruya karşın sinirime engel olamadım.

"Tabi kötü olmuş! Niye Hata adını verdin masum kediye? Hata diyeceksen en başta niye yanına aldın, aldıysan daha sevgi dolu bir isim verseydin ya aptal!"

Elimde olsa sırf bu sebepten dolayı onu mahvedebilirdim, kıpır kıpır hareketlerine rağmen siyah kedi öylesine sevimliydi ki bu ismi hak ettiğini sanmıyordum. Bir türlü geçmeyen gerginliğimden dolayı hızlıca nefeslenirken boştaki elimle alnımı ovaladım, zihin dağıtma işi gerçekten hiç iyi gitmiyordu... Gözlerimi kapatıp birkaç saniye kendime zaman tanımaya çalıştığımda ise bunu yapmanın hoş bir fikir olmadığı geçti.

En sonunda sessizliğini "Sakin ol," mırıltısıyla bozan Sarraf maalesef ki içime su serpmeye muktedir olamamıştı. "İsmini Hata koydum diye ondan nefret etmiyorum, aksine belki de iyi ki dediğim şeyden daha çok seviyorumdur onu."

"Sen benim gerçekten çok sinirimi bozuyorsun." Başımı yavaşça iki yana salladım, sabrım hafiften taşmaya başlayacak gibiydi ama bunun sadece kendime alakası vardı. Safir'i usulca yere bırakıp paytak adımlarla uzaklaşmasına izin verdim. "Neyse... Başka bir şey konuşalım artık."

Ona olan açık duygularıma hiç söz etmedi, sadece kendi kendine Hata'nun tüylerini okşamaya devam etmişti. Geri doğruldum ve ellerimi belime yasladım, sorgu dolu sert bakışlarım üstünde gezindiğinde ciddileşeceğimizi anlamış gibi "Peki," diye mırıldandı ve kediyi tıpkı benim gibi kendi haline bıraktı. "Ne istiyorsan onu konuşalım bakalım."

"Söyle." Elimi, silahıma yakın olsun diye biraz daha indirdim belimde, hatta usulca geriye kaydırdım. "Evime birisinin beni öldürmek için geleceğini nereden biliyordun?"

"Duydum."

Kara maskesini izleyip onun kim olabileceğini düşünürken sıkıntıyla oflamıştım. "Bak durum senin için o kadar ciddi olmayabilir ama..."

Konuşmamı tamamlamama izin vermeden sözlerimi kesti Sarraf, yavaşça geriye gidip masaya yaslandı. "Çok ciddi benim için."

"Tamam o zaman daha ayrıntılı şeyler söyle," derken sesimin titremesine engel olamadım. "Bir şeyler bilmeyi hak etmiyor muyum hiç?"

En sonunda durumun vahametini fark etmiş gibiydi, bunu sadece gözlerinden çıkarabilmiştim. "Yakut..." Dikkatimi kendisine doğru çeken hitabından sonra "Bir şeyleri öğrenmek için tek çaren ben miyim?" dediğinde her şeye rağmen sakin tutmaya çalıştım kendimi.

Sonra bir yalan döküldü dilimden. "Hayır tek çarem sen değilsin," diye güçsüzce mırıldandım.

Masadan doğruldu, ellerini arada bir yumruk yaparak sıkarken aheste biçimde kulübede yürümeye başlamıştı. Zamanı hor kullanıyordu ya da bilmiyorum, belki de beni ürkütmemeye çalışıyordu. Masanın ardına geçtiğinde aramızda hatırı sayılır bir mesafe oluşmuştu, uzaklığı ve yakınlığı arasında kıyas yapamayacağım kadar gizemli birisi olduğundan ne iyi hissettim ne de kötü. Gözlerimi siyah tişörtünde, açıkta kalan kollarında ve ellerinde gezdirdim.

Sarraf sanki aradığım bir parçaydı ama aynı zamanda yapboza da uymuyordu, onu nereye koyacağımı bilmiyordum. Bir eksiği tamamlayacaktı da... Ben henüz yerini bulamamıştım. "Öyle mi?" dedi gitgide sertleşen bir tonda. Kalbim kafeinden olsa gerek fazla hızlıydı şu an. "Üstlerin hiçbir şey söylemiyor mu? Sen istihbaratın değerli bir mensubu değil misin, korumuyorlar mı seni?"

Kim olduğumu, ne iş yaptığımı, her şeyimi biliyordu. Birkaç saniye gerçekten sakin bir kadın gibi bekledikten sonra başımı arkaya yatırıp dişlerimi sıktım. "Hakkımda bu kadar çok şeyi nasıl biliyorsun sen?" derken eski halime dönmüştüm yavaşça. "Söylesene, beni nereden tanıyorsun... Niye koruyorsun?"

Bir süre hiçbir şey söylemedi, maskenin altından bıraktığı soluklar kumaşı belli belirsiz havalandırıyordu.

"Sana bir soru sordum!" diye kendime hâkim olamayarak bağırdım. Bu esnada kedilerden ürkek mırıltılar duyuldu kulübede. "Cevap ver! Bu kadar şeyi nasıl öğrendin?"

"Haklısın öğrenmek istiyorsun, ama sen cevap ver, karşılığında bana güvenecek misin Yakut?"

Bu duygunun inşa edilmesi beni hala tereddüde sürüklerken, elbette itiraf edemeyeceğim bir güvensizlik vardı içimde. Ona, şuna, buna değil... Herkese ve özellikle de kendime. Son zamanlarda kendime güvenebileceğim kadar dürüst değildim, sözüme sadık değildim. Eski Yakut karşıma geçse, ortada kayda değer bir suç görmese bile yüzüme tükürürdü herhalde ve buna aklımda süzülen düşünceler bile yeterdi.

"Asla," derken çaresiz mırıltımın Sarraf'ta nasıl bir tezahür bulduğunu bilemedim, muhtemelen savunmasız anında haklayabileceği bir kadın olarak görüyordu beni, bu yüzden fazla telaşlı davranmıyordu. İşte bu yüzden dışarıdan nasıl göründüğüme pek önem vermeyip yalnızca içimi toparlamaya çalıştım. "Asla güvenmeyeceğim."

Sarraf'ın kaşları çatıldı. "O zaman niye geldin?"

Haklı sorusundan sonra sessizliğim uzadı biraz, ellerimi sıkıp açtım, parmaklarımı gergince kütlettim, dudaklarımda sinirli bir gülüş belirdi ve sonra soldu. Sadece bir dakika içinde birden fazla duygu ve tepkiyi üstümde toplayıp sağlıksız bir görüntü çizdiğimi fark ettiğimde gözlerim dolmuştu.

"Sadece bunca şeyi nasıl bildiğini merak ediyorum." Eğik başımı yukarı kaldırdım, hislendiğimi belli etmemeye çalıştığım için nemlenen gözlerimi silememiştim, yalnızca geçmesini bekledim. "Mürsel İzgi'nin beni öldürmek istediğini cümle alem biliyordu ama ne zaman olduğunu, nasıl sadece sen bilebilirsin merak ettim işte."

"Yakut." Mırıltısından sonra yüzüme az önce silmeye çalıştığım hüznün gölgesi düştü bir daha, niye ismimi bu kadar içten ifade ediyordu? Uzaktan da olsa gözlerine bakmaya çalıştım, fazla net değillerdi ama birkaç dakika önce kulübeye girerken görmüştüm, Uygar'ı anımsatacak kadar yeşildi hareleri ve inansam, belki de bu konuda kimse beni yargılamazdı. Ama biliyordum, o karşıma çıkıp beni ölümün koynundan alacak adam değildi.

Sarraf göğsünü şişirerek derin bir nefes çekti içine. Elinin ucunu masaya koyup hafifçe yaslandığında yapılı bedeni öne eğilmişti. "Sana bir soru soracağım ve dürüstçe cevap vereceksin tamam mı?"

Ciddileşen haline karşı dudaklarımı yaladım hızlıca. "Ne soracağına bağlı."

Bir süre bekledi, en sonunda "Sana kiralık katili kimin yolladığını söylediler?" diye bir soru yönelttiğinde beklemek zorunda kalmıştım.

Ona amirimle aramda geçen bilgi akışını sağlayacak değildim. "Zaten belli değil mi?" diye mırıldandım. "Beni öldürmek isteyen kişi işte, Mürsel."

"Hayır." Onu geçiştirmeme izin vermeden sertçe ifade etti bunu. "Sana tam olarak bunun sorumlusunun kim olduğunu söylediler Yakut? Üstlerinden bahsediyorum, seni korumakla görevli olan amirin sana ne dedi?"

Sabahı düşündüm; cesedin odamdan çıkarılışını, Belçin'in uzun telefon konuşmalarını, Fatih'in incelemelerini... Ardından bana ne bilgi verdiklerini. Zaten bildiğimiz için ben de sormamıştım ama tekrar gözden geçirince fark ediliyordu, onlar gerçekten de bana hiçbir şey söylememişlerdi.

Bir süre konuşmayı es geçtiğimde Sarraf'ın bana yaklaşan adım seslerini işittim. "Yakut, inan bana o şerefsizin kiralık katille hiçbir bağlantısı yok."

"Sen ne söylediğinin farkında mısın?" Elimi havaya kaldırıp bana yaklaştırdığı bedenini işaret ettim, bu esnada geri geri gitmemle sırtım Sarraf'ın ufak kitaplığına değmişti. "Bence sen gerçekten ne söylediğini hiç bilmiyorsun! Ne demek onunla bağlantısı yok? Kiminle var o zaman?"

"Bilmiyorum," derken gergince ensesine koydu ellerini. "Bilmediğim için beklemek istemiştim, sana bundan daha fazlasını anlatacaklar mı öğrenmem gerekiyordu."

Şimdi kime inanacaktım? Odamı basan bir yabancıya mı yoksa sessizliği takınan Belçin'e mi? "Sana nasıl inanacağım?" dedim kısık bir mırıltıyla. "Bana bir kanıt sun, inandır beni yoksa söylediklerinin hiçbir manası yok... Kim olduğunu bile göstermiyorsun zaten yoksa nasıl inanayım sana?"

"Buraya geldiysen inanmak istediğin için geldin."

Dudaklarım bir şeyler söylemek için aralansa da konuşamadım, o ise gerçekleri yüzüme vurmaya devam etti. "Seni cevapsız bıraktıkları için geldin, benim gibi bir yabancı kadar koruyamadıkları için geldin buraya."

Geri geri gitti, masasına tekrar yaklaşmıştı.

Ben söylediklerini sindirmeye çalışırken kağıtların altından bir bilgisayar çıkardı. "Çünkü benden başka kimseye güvenemeyeceğini aslında sen de çok iyi biliyorsun."

"Saçmalıyorsun."

"Öyle mi?" Bilgisayarı açtı, ekran aydınlandıktan sonra hızlıca birkaç tuşa basıp farklı yerlere girmişti. "Ama bu saçmalıkları kimse vermeyecek sana."

Elim daha da geriye kaydı, silahımı üstünden hafifçe kavrarken sadece belimi tutuyormuş gibi durmaya özen gösterdim ama Sarraf sandığımdan daha dikkatliydi. Halen ekranı seyrederken gözlerini bana hiç çevirmese bile "Çekinme daha sıkı tut silahını," diye mırıldandı.

Sırtımı kitaplığa biraz daha yaslayıp dediği gibi yaptım, silahımı daha sıkı kavradım.

"Nasıl yapıyorsun sen bunu?" Bilgisayarıyla ilgilenirken gözlerimi bir onda bir de bana uzak kalan ekranda gezdirdim. "Nasıl elde ediyorsun bunca şeyi?"

"Bence bilmesen daha iyi."

"Hayır hayır, bilmek istiyorum." Gözlerim daha dikkatli seyrederken masada izmaritlerle dolu bir küllük görmüştüm. Demek ki gerçekten de çok sigara içiyordu ve sesi bu yüzden fazla pürüzlüydü. Başımı aşağıdan yukarıya bedeninde dolaştırdım, öne doğru eğilmişti ve bilgisayarla ilgilenirken masaya yasladığı kolundaki kasları tişörtünün altında bile fazlasıyla belirgindi. "Niye kendini saklama hevesindesin? Şimdilik yaptıkların pek zararıma değil gibi ama maske seni daha güvenilir göstermiyor, haberin olsun."

"Maskesiz halimden korkacaksın çünkü."

Öylesine emin söylemişti ki bunu, dilimi ısırdım hınçla bağırmamak için. "Benim için savaşamayacağın bir tehlikenin ne olduğunu bilmek aslında güç yetirebileceğin bir belirsizlikten daha iyidir, ben gerçeklerden korkmam Sarraf."

"Her şeyi öğrenmeye bu kadar hevesli olma diyorsam olma."

"Peşinde aklınla oynamaya çalışan bin türlü insan olursa sen de aynı şekilde davranırsın."

"Bin türlü?"

"Birden fazla işte... Karıştırma oraları."

"Sabır," derken iç çekti. "Yakut sen kimlere bulaştın? Daha kim var peşinde?"

Sanki beni azarlıyordu. "Hiç kimseye bulaşmadım," dedim sızlanan bir sesle, sanırım haklıydı ona karşı engel olamadığım bir güven doğmuştu içimde ama yine de Uygar'dan bahsedemedim, bir his dilimi sıkı sıkıya bağladı ve bu konuyu açmadım. "Sadece hayatımı yaşayıp işimi yapıyordum ben."

"Başka kim var söyle."

"Ne yapacaksın?"

"Ne yapacak gibi duruyorum?" Ekranı seyreden başını bana çevirdi, gözleri öylesine yoğun bakıyordu ki çatık kaşlarının altında kaybolmuştu sanki. "Ne yapmamı beklersin?"

Alt dudağımı dişledim, herhangi bir cevap vermedim. Kulübede yavru kedilerin ince mırıltıları ve bizim soluklarımız duyulurken birden bilgisayarda bir tuşa basmasıyla farklı bir gürültü sardı her yeri. Bu bir telefon kaydıydı, oraya dikkat kesilince konuşan iki kişiyi tanımak zor oldu ilk başta. Yine de birisinin dün gece odama giren kiralık katil olduğu barizdi, kısacık duyduğum o ses tonuyla şimdiki çok benziyordu çünkü.

"Yarı yolda bırakılmayı sevmem," dedi benden daha önce can vermiş olan katilim. "Zamanında Mürsel piçi çok yaptı bunu, şimdi tekrar niye güveneyim ben ona?"

Daha sonra sesini hiç duymadığım, ilk kez şahit olduğum bir adam "Sana onunla alakam yok dememden ne anlıyorsun sen?" demişti. "İstese kendisi hallederdi, aracı tutacak bir adam değil o."

"Adam değil zaten piçin teki... Neyse. Ama tehlikeli bu biraz, beni polisle yüz göz edeceksen en baştan hiç teklifte bile bulunma aga."

"Endişe edecek bir şey yok, tereyağından kıl çeker gibi olacak. Sen sadece ateş et sonra da sus, bunu yapabilirsin herhalde?" Adamın sesi ellili yaşlarda gibiydi, ağır ağır konuşuyordu. Böyle birisini daha önce duyduğumu hiç hatırlamıyordum. Hayatımı gözden geçirsem dahi bir iz bulamadım bu sese dair.

Sonra dün can veren katilim devam etti. "Cıvıtma yapıyoruz herhalde! Ama sizin gibi puştlar ilk fırsatta satınca ben de tüm bildiğimi ötüyorum, haberiniz olsun."

"Benden bu konuyla ilgili şu an dışında tek kelime duyamazsın."

"Bir zahmet."

"Sen de aynı özeni göster."

"Al tavsiyeni götüne sok, bir daha da bana ne yapacağımı söyleme."

Arada kısa nefesleri duyuldu, cızırtı tüm kulübede yankılanırken ayağıma sürtünen alacalı kediye bir tepki veremedim, sürekli etrafta dolaşan yaramaz siyah kediyi bile seyretmek gelmedi içimden. Dehşet içinde açılan gözlerim dalgınca Sarraf'ın gerildiği belli olan kaslı kolunda geziniyordu. Daha sonrasında konuşma kiralık katille devam etti. "Şimdi bu Yakut dediğin kadın devlete çalışıyorsa ve eğer başım bundan dolayı belaya girerse teslim ettiğin paranın iki katını daha isterim."

Hiç tanımadığım adam ise "Girmeyecek diyorum ya," diye kesin bir talim vermişti. "Sadece sana yollanan adrese git, gerisi kolay olacak."

"İyi peki."

Konuşma bundan sonra önemsiz bir yere kaydı, dikkatimi Sarraf'a çevirip "Bu," diye mırıldandım, bendeki sinirden onda da vardı. Geniş bedenini geriye doğru çekip bir elini beline koydu diğeriyle ise ensesini ovalamaya başladı. "Kim bu adam?"

"Görüşme dün evine gelen katilin arama kayıtlarından ama karşı taraf açık hat."

Ellerimi belime yaslayıp sızlayan bedenimi zapt etmeye çalıştım, en sonunda birkaç adımla ilerleyip hafifçe öne eğildiğimde masanın ucuna tutunmam gerekmişti, başım yorgun halde öne eğildi. "Yoruldum," derken dilimi geç tutmuştum biraz, sonra sıkışan göğsümden dolayı konuşmak mümkün olmadı.

Kendimi eskisi kadar güçlü, başarılı ve azimli hissetmiyordum. Bu kaçışın sebebini de bilmiyordum... Gerçi Sarraf tarafından kurtarılmasam belki de teslim olurdum o yüzden buna tam anlamıyla bir kaçış diyemedim. Sadece kaderime gelişigüzel ayak uyduruyordum.

Aklım birden ipin üzerinde gezinen acemi bir cambaz gibi iki yana sallandı sanki. Dudaklarımdan sızan sıcak soluklar kendi koluma çarpıyordu, bunca belirsizliğin arasında başıma ne geleceğini bilememenin endişesiyle tüylerim ürperdi.

Sonra küçük kulübede adım sesleri duydum, Sarraf bana yaklaşmış ve elini yavaşça dirseğime sarmıştı. Onun da bana dokunurken ne kadar tereddütle yaklaştığını gördüm, hareketlerinde beliren tedirginlik hiç de yalan gibi görünmüyordu. O kadar iyi oynamazdı çünkü.

Ama yine de "Dokunma," dedim incecik bir sesle, hiçbir halükârda bana dokunmasını istemedim.

Gölgesi daha da büyüdü Sarraf'ın, sanırım üstüme eğilmişti ve sonra düşüncelerimi tasdiklercesine saçımın dibinde seyrek soluklarını hissettim.

Yabancı şefkatinin altında bilmediğim bir tanışıklık yatmasından ölesiye korkuyordum şu an.

"Korktuğunun farkındayım," dedi, sonsuz merhametini gizlediği suratından daha cömert halde sunarken. "Ama zarar görmene müsaade etmeyeceğim."

"Gerçekten yapacak mısın bunu?" Sorumun hemen ardından başım yavaşça ona kalktı ve eğik bedenimi de beraberinde doğrulttum. İkimiz de masanın kenarınaydık, yakınımızdaydık, bir eli nazik bir dokunuşla kolumdayken tıpkı dün geceki kadar korumacı görünüyordu. "Kimse yapmazken sen beni koruyacak mısın?"

Yorgun gözlerimle keskin bakışlarını takip edince yeşil harelerine bakmak gitgide eziyete dönüştü, dünkü karanlığın aksine şimdi ışığın altında parlayan bitkin gözleri de sarmalıyordu beni tıpkı elleri gibi.

"Her zaman," diye fısıltıya yakın bir tonda mırıldandı.

Ama biliyorum... Kimse tanımadığı birisinin üstüne bu kadar düşmez, kimse arasında bağ kurmadığı birisini bu kadar çok korumak istemezdi. Sarraf benim düşündüğümün aksine, kesinlikle beni daha önceden beri tanıyor olmalıydı.

"Bunun için sana güvenmem lazım değil mi?"

Birkaç dakika boyunca sessizce onu izledim. "Güven bana," dedi o da gözleri iki yana hareket edip beni seyrederken.

Ve o an, Sarraf'ın bir maske olarak taşıdığı o siyah kumaş benim için suratından sıyrılıp gitti ve geriye, tek bir çehre kaldı.

Cebimde taşıdığım o çehre.

Dalgınlığım aptallığımı aşacakken sık nefeslerimin yavaşladığını hissettim, hiçbir şey söylemeye yeltenemedim. Omuzlarım güçsüzce düştü, oraya bir ağırlık yüklenmişti sanki... Senelerin ağırlığı. Özlem ve nefret. Beklenti ve pişmanlık. Ben ve o. Bizim duygularımızın ağırlığıydı şimdi omuzlarımda taşıdığım şey.

Titrek elimi kaldırıp bir yere tutunmak istedim ama nereye dokunsam aptallık olacaktı, o karşımdaydı.

Dakikalar sonra "Uygar?" diye fısıldadım.

İki yıl önce tam da bugün son kez görmüştüm onu. İki görevli kollarından tutup evimizden çıkarırken geriye dönmüş ve bana hayal kırıklığıyla bakmıştı.

Ellerimde bana hediye ettiği yakut taşlarıyla süslü biri büyük biri küçük iki bileklik vardı, kulağımda ise 'bir çocuğumuz olsun' sözleri. Dakikalar öncesinde boynuma yaklaşıp tenimi koklamış ve oraya, yıllarca aklımdan çıkmayan sıcak bir öpücük bırakmıştı. Hatırladıkça beni çıldırtan, beni kendime çatışmak zorunda bırakan öpücükleri.

O gerçekten benim kendime açtığım savaşımdı.

Olduğum yerde tekledim ve farkında olmadan beni tuttuğu koluna tutundum düşmemek için. Bu esnada kendimi yine beş yıl önce akademinin kütüphanesinde, ilk kez tanımak zorunda kaldığı bir adamın gözlerine dalıp giden acemi kız kadar küçük hissettim. Zaten onun kollarında ne zaman sevilmeyi öğrenen o kız değildim ki?

Yine utanç içinde örtmek istedim gözlerimi çünkü kulağımda Belçin'in sözleri çınlamıştı.

Neredeyse onu hala sevdiğini düşüneceğim, bunu sana hiç yakıştıramıyorum.

Hani sadece birkaç gün önce onu öldürebilecek kadındım ben?

Aslında tüm dizginleri elimde tuttuğuma inanıyordum ama hayır, benim kontrolüm dışında gerçekleşiyordu her şey. Başımdaki bela, her bir zerremi saran duygular, düşüncelerim benim elimin altında değişse suçlayacak birilerini aramazdım.

Ona seslenmenin ardından uzun uzun baktı bana, birkaç dakika öncesine nazaran artık daha tanıdıktı bu yeşil gözler.

"Uygar, sen misin?"

Göğsüme alışık olduğum bir sızı yayıldı, sanırım o an uzun zaman sonra bir ilki yaşamanın getirisiyle heyecanlandım ya da bilmiyorum... Belki de korktum. Umutsuzca ağladığım gecelerin gözyaşları yanaklarıma tekrar değmese bile sanki her yerim sıcak yaşlara bulanmış gibi ıslak yahut balayımızda başımızdan aşağı boşanan yağmurdaki gibi ıslak hissettim.

Birisi fazlasıyla huzursuzken diğeri bir o kadar güzeldi benim için.

Onu düşünmek böyleydi, çok huzursuz ve çok güzel.

Fakat o beni bu belirsizlikten çıkarmak için hiçbir şey söylemeye yeltenmedi.

Ne olduğunu kestiremediğim bir duyguyla kanım kaynamaya başladı ansızın, gücü çekilen kollarımı hareket ettiremedim ve yalnızca çok yakınımda suskunca bekleyen, artık ismini bilemediğim adama "Çıkar şu maskeni," dedim.

"Hayır," dedi pürüzlü sesiyle, artık onu Uygar sanmadığım andaki kadar cesur değildi.

Korkak, diye geçirdim içimden. Sen de korkacaksan niye göze aldık boyumuzdan büyük duyguları?

"Yüzünü göster."

"Hayır."

Onun sesi miydi bu gerçekten?

Eğer iki sene öncesi olsa ve bu sesi duysam asla Uygar'a ait demezdim çünkü benim sevdiğim adam daha net bir tona sahipti, öylesine büyüleyici konuşurdu ki onu hep dinlemek isterdim en inatçı anımda dahi... Bu maskeli adam ise masada gördüğüm üzere epey sigara tüketmiş ve sesinin niteliğini yitirmişti.

Çok geçmeden "Beni görmeyeceksin," dedi.

Kalbim sürekli tekleyerek atıyordu, tam karşısındayken kesilmişti nefeslerim... Ben artık onu hangi hayatta sevebilirdim?

Elimi uzatıp o kara maskeyi parçalayarak çıkarmak için çıldırırken "Hayır göstereceksin yüzünü," diye direttim çabucak, madem bu kadar cesaretimiz vardı geri adım atmamalıydık.

Hafifçe yükselip maskenin ucundan kavradım, biraz önce benim için yabancı sayılan dokunuşları şimdi daha sıcak değdi elime, beni engelledi. Daha çok hırslandım, üstüne giderek ince kumaşı çekiştirmeye çalışırken "Madem çıktın karşıma, bakmaya bir suratın olsun!" diye bağırmıştım.

İlk başta nazikçe durdurmaya çalıştı, sanki canımı yakmamaya özen gösteriyordu. "Sakin ol."

"Sakinlik sağlayacaksın o zaman!"

Dirseklerimden tuttu, beni atik bir hareketle çevirdiğinde kollarımı arkamda birleştirmiş ve kitaplığın yanındaki duvara yaslamıştı ancak çarpmayayım diye elini de yüzümle duvar arasına koydu. Hırsla soluklanırken bunu başaramadığım, maskesini açamadığım için kendime öfkelenmiştim.

Kulağıma eğildi, az önceki ısrarını devam ettirerek "Bu maske açılmayacak," dedi kızgın bir sesle.

Vücutlarımız neredeyse birbirine yapışıkken "Neyi saklıyorsun ki?" dedim. Anılar bir bir zihnime akın ediyordu.

Duvara yaslandığımız, onun göğsünün sırtımı ısıttığı bu an bile geçmişin içinde saklıydı. Hepsini en baştan bir daha mı yaşıyorduk? O zaman en sonunda ayrılık kaçınılmaz olmalıydı.

Soruma bir cevap vermeden "Yüzüme bakılmayacak," dedi yavaşça.

"Niye?" diye bağırdım ben de, bir süre sonra tüm kuvvetim bedenimden çekildi. Dimdik duran halim gitgide eriyen bir buza dönüştüğünde kendimi yere bırakmak istedim, acaba düşsem tutar mıydı? "Niye..."

Benim çöküşümle beraber arkada birleştirdiğim kollarımdan çekilip ellerini karnıma doladı, bana arkadan sarılmıştı. Güvenemediğim için kimseye dönmediğin sırtımı bir tek ona yaslardım, Uygar ise hiçbir zaman savrulmama izin vermeyecekmiş gibi sarılırdı. İşte tıpkı onun gibi güvenle sardı kollarını bana.

Maskesinden sızan nefesleri tenimi okşuyordu, şimdi silahımı çekip ona doğrultmam gerekirken şu sıcak soluğuna bile ne kadar ihtiyacım olduğunu düşünüyordum. "Uygar," dedim yalvarır gibi. "Gerçekten sensin değil mi?"

Kollarını sıkılaştırdı, ben de önümdeki bileklerini kavradım. Anahtar kilit misali birbirimize geçmiştik.

Onca nefret, onca özlem ve sayısız gözyaşıyla geçen zaman, bana kurduğu oyunlarla artık tehlikeli bir hal aldığında muhakkak karşı karşıya kalacağımızı kazımıştım aklıma; şimdiyse kolları arasındaydım, tıpkı eskisi gibi.

Tıpkı eskisi gibi... Eski.

Dilini diş etine vurup cık sesi çıkardığında buna itiraz etmişti. "Uygar sana sarılır mı sanıyorsun?" diye neredeyse fısıltıya yakın bir mırıltıyla kulağıma doğru konuştu, o bir şeyler söyledikçe saçlarım bir meltem gibi uçuşup önüme geliyordu. "Uygar sana sarılmaz, sarılamaz."

Kendini mi anlatıyordu yoksa bir başkasını mı?

"Bunu nereden biliyorsun?" Sesim çocukça çıksa dahi masum olduğuna inandığım hislerle sormaya devam ettim. Bu en şeffaf halimdi çünkü iki yıldan sonra ilk kez bir umuda tutunmuştum ama umut insanı aynı zamanda biilaç da bırakıyordu, kandırıyordu.

Ben hep yokluğuyla baş edebilirim sanmıştım, aramızda büyüttüğüm nefretle çarpışabilirim... Aptaldım. Hayat bu kadar büyük konuşacak kadar adil değildi, kader sözüme uymamış ve beni yüzüstü bırakmıştı düşürdüğü yerde.

Belimdeki silah bile tenime batıyordu yalan söyledin diyerek.

Hani namlu ilk fırsatta ona çevrilecekti?

Oysa asıl ben bir yalanla kalbimden vurulmuş gibi hissediyordum.

"Senin hakkında her şeyi biliyorum çünkü."

"Bilemezsin," dedim ve sonra aheste biçimde gözlerimi örttüm, karanlıkta güzel şeyler görmeye çalıştım ancak düşüncelerimde bile hayallere dalmayayım diye ışıklar kapalıydı. "Eğer o değilsen, onunla aramızdaki hiçbir şeyi bilemezsin."

Maskeli yüzünü boynuma yasladı, yapmaması gerektiği halde.

Şimdi tutsağında olduğum kollar, tıpkı tanıştığımız ilk zaman bana ilgisini göstermek için çabalayan sevdiğim adam gibiydi. Bir zamanlar sevdiğim adam gibi.

Başımı önümdeki duvara yasladım, hatta kaldırıp bir de çarptım.

Gözlerimden yaşlar yuvarlanıp tüm güçsüzlüğümü ortaya sererken başımı duvara vurmaya devam ettim. O sırada arkamdaki Sarraf, ya da Uygar, beni tutup engel olmak istedi. Pürüzlü, maskeden dolayı boğuk çıkan sesi hala bir yabancıya benzese de artık daha tanıdık gelmeye başlamıştı ya onu Uygar sandığım için ya da Sarraf'a alıştığım için.

"Yapma," dedi elini önümdeki duvara yaslarken. "Yapma Yakut."

"Sensin biliyorum," dediğimde çabucak burnumu çektim. "Belki hemen değil ama eninde sonunda tanıdım seni, Uygar... Sensin."

Belki eskisi gibi değildi, çok değişmişti; sesi, koku, bedeni bile. Ben de onu hemen tanıyamamış olabilirdim ama hiç düşünmemiş miydi onu tanımaktan önce hissettiğimi?

"Tanıyamazsın," dedi direten bir şekilde. "Zaten tanıyacağını bile bile, niye çıksın Uygar senin karşına?"

"En nefret ettiğin manipüle tarzı." Islak suratıma rağmen keyifsizce güldüm. Uygar'ın erkenken izlediği ve nefret ettiği bir filmin karakterinin kullandığı manipülasyon şekliydi bu. Neden yakalanacağımı bile bile işlediğim cinayeti kitap olarak yazayım ki? Boştaki elimle suratımı silerken geri dönüp ona baktım. Nefes aldıkça maskesinin dudak kısmı havalanıp duruyordu ve şimdi gözlerini daha çok görmek istiyordum, daha çok dokunmak, daha çok sokulmak göğsüne ve daha çok... Her şey onunla sınırını aşıyordu. "Sevmediğin ne varsa yapıyor musun şimdi?"

Tutuşlarından biri artık sırtımdaydı, diğeriyle de beni bel çukurumdan yakalamıştı. Onun dokunuşları altında kıvranıyordum resmen. İkimiz de sevmediğimiz ne varsa yapıyorduk.

"Eski Uygar değil misin?" derken sesimi biraz daha yükselttim, kızgınlığım hem ona hem de kendimeydi. "Sen... Sen benim hangi tanıdığım adamsın ya? Hangisisin?"

"Konumuz bu değil." Bana bahşettiği bir tek gözleriydi, onları da fazla lütufkar kullanıyordu. Kulübenin ışığı altında aydınlanan yeşil harelerini iki yana gezdirip yüzümü kontrol ederken fazla endişeli bakıyordu sanki.

"Konumuz bu değil mi?" Az önce döktüğüm az sayıda gözyaşı sesimi boğuk bir hale getirmişti. Burnumu çekip kendimi toparlamaya çalıştım. "Ben şimdi bu haldeysem," diye soluklarıma karışan bir tonda mırıldandım. "Sebebi sensin."

Belimdeki elini kıpırdattı, niye yapıyordu bunu?

Niye bana kendisi gibi suçlu hissettiriyordu?

Ellerimi kaldırıp hafifçe göğsüne vurdum, bu esnada örgümden sızan birkaç tel saç kirpiklerime takıldı. "Ne yüzle yapıyorsun sen bana bunları?" Hızlıca nefeslenip ona hesap sormaya devam ettim fakat iki yıl sonra birbirimize sarılmaktan öte şeyler yapmak güç geldi. Titrek göğsüm sendeler gibi yükselip alçalırken "Benden ne istiyorsun?" diye güçlükle sordum. "Bunu bana niye yapıyorsun Uygar... Niye?"

Gözlerini benden hiç kaçırmadı, birbirimize bakmak diğer her şeyi görmemizi engelliyordu. Her zaman engellemişti zaten, kaldırmayacağımız duygulara sahip olmak istemiştik ve boyumuzun ölçüsünü almıştık... Niye tekrar aynı şeye yelteniyorduk şimdi? Özlemiş olabilir miyiz birbirimizi?

Engel olamadığım ufak bir gözyaşı aşağı kaydı, iki senenin ardından ne konuşulur onu bile bilemedim. Kızgındım, öfkeliydim ve bu saf bir nefretin sonucu değildi. "Ben sen dön diye ne kadar bekledim haberin var mı?" diye fısıldar gibi konuştum, artık her şey bizim için daha zor bir hal almıştı. "Dönmedin," derken başımı yavaşça iki yana salladım. "Gelmedin geri."

Sanırım kendisini gerçekten Uygar olmadığına inandırmıştı, yoksa sessiz kalmasına başka bir sebep bulamıyordum.

Bir daha çarptım göğsüne. "Şimdi niye? Söylesene! Şimdi yalanlarınla beni daha da dibe mi batırmak istiyorsun?"

Benden kaçırdığı gözleri en nihayetinde yine bana çevrildi, bakışlarında yoğun bir hayal kırıklığı vardı. Sanırım yavaş yavaş kim olduğunu kabulleniyordu, maskenin ardından kahramanlık yapan başka bir adam değildi o. Uygar'dı.

Benim kendi ellerimle adalete teslim ettiğim kocamdı.

En sonunda sükûnet yeminini bozdu. "Niye bekledin?" diye sordu.

İlk başta anlayamadığım için kaşlarım çatıldı, başımı hafifçe yana eğip anlamsızca ona baktım. Sonrasında anladım sorduğu şeyi, dönmesini beklememden bahsediyordu. "Niye mi bekledim?" fısıltısından sonra biraz daha keskin sarf ettim sözlerimi. "Çünkü bir hain olmandansa benim haksız çıkmam daha makul görünmüştü gözüme."

Onu istihbarata ihanet ettiği gerekçesiyle ihbar ederken aslında inandığım şey, benim yanlış bir karar verdiğimdi. Soruşturma bittiğinde gerçekler ortaya çıkacak, Uygar aklanmış olarak geri dönecekti. "Bana kırılman, benden soğuman umurumda bile değildi, yeter ki adalet yerini bulsun istedim ben."

Ama beni haksız çıkartmadı, onu beklediğim hiçbir gece hatırına geri dönmedi. O benim şüphelerimin aksine gerçekten de bir haindi.

"Bir suçu örtbas etmektense senin gözünde sevdiği adama güvenmeyen bir kadın olmayı kabullendim." Nemli gözlerim yüzünün her bir tarafında dolandı; şimdi tüm bunlar yaşanmamış, o kapıma beni alçak hevesleriyle sınamak uğruna başka bir adam göndermemiş gibi davranabilirdi ama benim aklımdaydı hepsi.

Bahçe duvarının ardından uzanan fotoğrafını gördüğümde yaşadığım dehşet, karşıma çıkma ihtimali ve bir yanda beni öldürmek için gün sayan bir mafyanın varlığı... Bunlar değil miydi beynimde karmaşaya sebep olan şey? Unutamazdım ki. Unutamadım.

Ne onu ne de önüme serdiği tedirginliği.

Çenem titredi. "Zaten sen, ortada seni sevmeye bir sebep de bırakmadın."

Bir şey söylemedi, o böyle yapınca benim daha çok konuşasım geliyordu. Başım hafifçe omzuma doğru düştü, yüzüm acı bir hisle kasılırken hala siyah bir kumaşa baktığımı ve bunun bana nasıl yetebildiğini düşünüyordum. Beni fazla bekletmeden "Sevmediğini mi düşünüyorsun?" dedi gizemli bir tonda. Geniş avcu belimde biraz daha yayıldı, sonra bakışlarındaki keskinliği fark ettim. "Yakut, sen hain olduğuna inandığın adama kör kütük aşıksın hala."

Keyifsizce güldüm ama içten içe ağlamak istiyordum, hem de bağıra çağıra ağlamak istiyordum. "Aşık değilim sana, sevmiyorum seni."

"Eskisi gibi kapılık gidecek kadar titriyorsun."

Başımı yavaşça iki yana salladım ve elimi kaldırıp faydasız bir darbeyle bir daha vurdum ona. "Sen yalancının tekisin..."

"Böyle yalancı mı olur?" diye sertçe mırıldandı, yüzünü biraz daha yaklaştırmıştı. Nefeslerimiz birbirine çarpıyordu ve ben gözlerimi kapatmamak için zor tutuyordum kendimi. "Hmm? Sana doğrulardan başka hiçbir şey vermeyenden yalancı mı olur?" Omzuna dokunup itmeye yeltendim onu; gitmedi, uzaklaşmadı. Gevşeyen örgümün üst kısmına parmakları karışmıştı ve onca yıl sonra bile buna yeltenmesine karşın kaşlarım hüzünlü bir öfkeyle çatıldı. Gözleri de aynı yerdeydi çünkü, bana bakmak yerine saçlarıma bakıyordu. Bense sözlerini tamamlasın ve ona tekrar bir yalan söyleyeyim diye sabırsızca bekledim. "Çok güvendiğin bir yalancı mı olur hiç?"

Ona tutunmaktan vazgeçtim, elim belime ve gitti orada, artık onu alayım diye bekleyen silahımı kavradım. Kısık gözlerini başka yerlerde gezdiren Uygar'ın dikkatine nail olamadım, bu esnada silahımı çıkarıp namlusunu yavaşça ona doğrultmuştum. "Uzaklaş."

Fark ettiği esnada maskesinin altında sakladığı dudaklarında yine bir gülüş belirdi, ben göremedim. "Bununla neyi bitireceksin?" derken eğik başına rağmen yeşil gözlerini yukarı kaldırdı. "Hangi duygunu bir kurşunla bitirebilirsin?"

Tıpkı eskisi gibi kendinden emindi ama bu sefer daha tehlikeliydi. Zor dayanıyorum bu duruma; midem bulanıyordu, başım dönüyordu, her an bayılabilirdim, zaten silah da ellerimin titrekliğini koparıp kendine bürümüştü. "Karşıma geçip böyle atıp tutmak için fazla özel bir gün tercih etmişsin."

Sözlerimden sonra duraksadı, saçlarımdaki ve belimdeki dokunuşlarından bile sendelediği belli oluyordu çünkü o da tarihin farkındaydı.

Sessizliği esnasında "Yıl dönümümüz," dedim. "Hatırladın mı? Her zaman özel bir yanı olacak bizim için."

Her şeyini geri çekti benden, tüm dokunuşlarını. "Unutmak mümkün değil."

"Daha da unutulmaz kılarım senin için." Fark etsin diye silahı biraz daha bastırdım göğsüne, sonra dayanamayıp sertçe ittirdim onu. Birkaç adımla geri gitti ama bu aramıza büyük bir mesafe açmamıştı, yalnızca silah için rahat bir alan tanımıştı bana.

Tüm bunlara hiç aldırmıyordu; maskesini çıkarmıyor, sözlerimi ciddiye almıyor, üstüne rahat kelimelerle ifade ediyordu kendisini. "Sen de unutamadın," dediğinde kanımın damarlarımda hareketlendiğini hissettim.

"Bunu kanıtlamak zorunda bırakma beni," diye mırıldandım hırsla karışmış bir yorgunlukla, elimdeki silahın farkında değil miydi? "Sakın..."

Gözlerini benden hiç ayırmadı. "Hiçbir zaman kanıtlayamazsın."

"Sus."

Teslim olur gibi bir hali yoktu. Omuzları dik duruyordu, gözleri sabit haldeydi ve benim kadar güçsüz sarf etmiyordu sözlerini. Canımı yakıyordu, ona yapamadığım şeyi kolaylıkla bana yapıyordu. Tekrar parmaklarını bana uzatıp bileğimi sardı, oysa bunu yaptığında bir düşmanlık sezmeliydim ama farklı bir his uyandırıyordu içimde. "Sadece o suçlu adamı sevdiğin için değil, aynı zamanda kendi ellerinle tutuklattığın o adama güvenmekten başka çaren olmadığı için yapamazsın bunu."

"Sana mı güveneceğim?" diye soluklarım arasında mırıldandım, bedenim yine zapt edemediğim bir ağırlıkla öne doğru büküldü. Elimi karnıma koydum yavaşça... O da koydu. Kendi kendime sormuştum ya acaba düşersem tutar mı diye, galiba bu bir kurtarıştı ikimiz arasındaki derin uçurumda yalpalayan ruhum için.

Tam kalbine koyduğum silahı biraz daha derinden bastırırken yüzü biraz daha yaklaşmıştı, bakışlarımı yukarıya doğru kaldırıp ıslak gözlerimin ardından cüretini bürüdüğü yeşil gözlerine uzun uzun baktım çünkü ancak bu kadarını yapabiliyordum, sadece bu kadarına izin vermişti. "Başka hiçbir çaren yok," diye mırıldandı beni kendime göre ağır bir imtihandan geçire geçire. "Kendi suçladığına güvenmek zorundasın şimdi, bunu yapabilir misin?"

Hayat her zaman iki seçenekten ibaret oldu benim için, bir seçenek her zaman en kötüsüyken diğeri hiçbir zaman en iyisi olmadı. Bir seçenek hep en kötüsüyken diğeri hep makul olandı, idare edendi, katlandığımdı ancak hayatımda bir kere var olabilecek en iyi şansa eriştiğimi düşündüm, o da beni benimle tanıştıran Uygar'dı.

Şimdi hem onunla hem de kendimle tekrar tanışmak zorundaydım çünkü kader bir kere daha gösterdi, yaşanan ne varsa hepsi birer yalandan ibaretti, her zamanki gibi.

*

Loading...
0%