Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11. Küçük Yağmur Damlası

@askilav

Bana güvenebilir misin, diye sorduğunda zaten hayatım boyunca ona tam tersini söylemiş olsam bile içten içe sonsuz bir güven duyduğumu, bundan dolayı yapmam dediğim pek çok şeyi yaptığımı unutmuş olmalıydı. Uygar zaten elini göğsüme daldırıp orada çürüttüğüm güvenimi fütursuzca çekip almıştı benden.

Şimdi göğsüne yaslı silaha karşı gözünü bile kırpmaması hala aynı biz olduğumuza inandığındandı sanırım.

Ama ben iki şey konusunda hiç emin değildim; ya ben başkasıydım ya da o, muhakkak değişen bir şeyler vardı aramızda.

Gözlerinin içine bakmadığım zamanlar ise kararlarımda kesindim, ailemi sildiğim gibi ruhuma kazınmış bu amansız aşkı da yarım bir yüreğe sahip olma riskine rağmen silebilirdim fakat bu esnada gururuma büyük bir darbe vuruyordu Uygar, gözlerimin önüne bir perde çekip geçmişte ne yaşandıysa hepsini teker teker hatırlatıyordu bana.

Zamanında onu tanıdığımı sanmıştım, bir gün ansızın gerçekleşen patlamadan sonra Belçin bana karar vermem için süre tanıdığında Uygar’ın ekipte olmasının onayını veren ben olmuştum mesela. Merak ediyordum, eğer o gün kendime fazla güvenmeyip onu tanıyamadığımı kabullensem ve Uygar Ankara’ya dönse şimdi bu kadar yanar mıydı canım?

Yoksa kader bağları her zaman tek bir şekilde mi çözülürdü?

Birbirimizi yine bulur muyduk?

Ya da sonsuza dek silseydik izlerimizi birbirimizden, bir başka hayat da bu kadar hatırlanabilir olur muydu benim için?

Beş yıl öncesinde, dışarıda sağanak bir yağmur vardı. İri damlalar arabanın ön camına hızla çarparken Fatih silecekleri çalıştırıp görüşünü açmaya çalıştı. Bize tahsis edilen transit arabadaydık; arka taraftaki karşılıklı koltuklarda ben, Sevtap, Reha ve Direncan’la otururken direksiyonu ise Fatih kullanıyordu. Az sonra beklediği noktadan Uygar’ı aldığımızda ekip tamamlanmış olacaktı.

Onun şimdi ne halde olduğunu ve ne hissettiğini merak ediyordum. Bu hem bizim ilk saha görevimizdi hem de Uygar’ın abisinin intikamını alma şansını kaybettiğini sandığı anda kazandığı bir fırsattı. Fırsatını ne kadar iyi değerlendirirse ben de verdiğim kararın arkasında o kadar çok duracaktım.

Birbirimizi bu kadar özdeşleştirmek istemesem de farkında olmadan onun intikam duygusuna kapılıp gitmiştim işte. Abisine, dolaylı olarak ailesine bu kadar bağlı oluşu benim için farklı bir şeydi ve yardımcı olabilirsem onun bir parçası olacak gibiydim. Aynı zamanda Uygar’ın yüzümü talan eden gözlerini, kalbimde tarifi mümkün olmayan izler bırakan sözlerini ve tüm bunlarla beraber düştüğüm o yabancı boşluğu hatırlayınca… Hatırlayınca adeta ‘uzak dur’ dedi bana.

Elimdeki telefonu gizliden gizliye kontrol ettim. Babaannemleri aramıştım, bu evden kaçtıktan sonra onlarla görüşmek için ilk teşebbüsümdü ama ‘Benim Yakut’ dememe kalmadan arama yüzüme kapanınca geriye beklemekten başka çarem kalmamıştı.

Reha bilgisayarını rahatça bacaklarına yaslayıp Mobese görüntülerini bize gösterirken “Bu son,” diye fısıldadım kendi kendime. Bir daha aramayacağım, bu son… Gizlice arama tuşuna basıp telefonu kimsenin görmeyeceği şekilde kulağıma yasladım fakat o sırada dikiz aynasından Fatih’le göz göze gelmiştim. Mavi hareleri bir yolda bir üstümde dolaşırken her zamanki gibi ifadesiz ama bir yandan da rahatsız ediciydi.

“Tufan Kula,” diye mırıldandı hemen yanımda oturan Reha. Toplantı odasında Belçin Hanım’la konuştuklarımızın üstünden geçecektik. Onu dinlerken kulağımda bekleyen telefon hiç çalmadan meşgule düştü, ikisini birden dinlemeye çalışıyordum ama cevaplanmayan arama yüzümün düşmesine sebep olmuştu. Dudaklarımı seyrek bir hüzünle dişleyip ekranı kapattım ve bu arama işine tamamen son verdim ancak titreyen dizim, sıklıkla kütlettiğim parmaklarım gerginliğimin bitmesine yardımcı olmuyordu.

Evden kaçarak gerçekten çok kötü bir şey mi yapmıştım acaba?

Keşke yapmasa mıydım?

“Otuz dört yaşında, on dokuz yaşından beri aynı eğlence mekânında piyanist şantör olarak çalışıyor, Ahmet Akdeniz’in finanse ettiği söylenen mekândan bahsediyorum.”

“On beş sene,” dedi dalgınlıkla Diren, karşı koltukta otururken görüntüleri ve bilgileri tabletten takip ediyordu. “Bir adım bile ilerleyememiş mi işinde?” Kendi sorusunu kendi cevapladı. “Hayır, aksine geçen sene kısa bir ayrılığı olmuş ama yine geri dönmüş, ne çekiciliği var ki bu siktiğimin pavyonunun?”

“İş bulamamıştır,” derken rahatça bir bacağını diğerinin üstüne attı Sevtap. Üstünde dar siyah bir kot vardı ve ince bacakları siyah botlarının arasında daha da belliydi. Daha sonra ellerini ceketinin ceplerine soktu ve hafifçe omuz silkti. “Mevzuya bağlı düşünürsek, şantaj derim tabi.”

Ekrana biraz daha yaklaştım, bombanın patladığı anın görüntülerinde Tufan denen adam bile yaptığından ürkmüş gibi görünüyordu. “Ben hem iş bulamadığını hem de şantaj olduğunu düşünüyorum.”

“O niye?” Reha başını bana çevirdiğinde ben de ona baktım, gözlerinin içi saatlerce ekrana baktığından olsa biraz kızarıktı ama soğuk tavrı bu yorgunluğunu hiç belli etmiyordu.

“Baksana cesur birisi değil,” dediğimde elimle işaret ettiğim yere kaydı dikkati hemen. “Kendisi bile korkmuş patlamadan.”

Sözümün devamına müsaade etmeden Diren karıştı. “Doğru diyor, bu adam pavyon gecelerinde iki çalgı çalmanın rahatlığını bırakıp bir şantiyede ırgatlık yapacak birisi değil.”

Sevtap başını Reha’nın diğer taraftaki omzuna bırakıp öyle bakmaya başlamıştı ekrana. “Kolay da kandırılır duruyor açıkçası.”

Şimdi nerede olduğunu bilemediğimiz Tufan Kula’nın bir doksanı geçkin duran boyu ve yüz civarında bir kilosu vardı, gördüğüm kadarıyla bunu anlamıştım. İri yarı haline rağmen kameraya yansıyan ürkek tavırları fazla belliydi.

Reha ekranda tekrarlayan görüntüyü dikkatle incelerken açıklamasına devam etti. “Sağlam bir malvarlığı yok ama kayda değer bir vukuatı da yok adamın. Adına ilişkin kaçma teşebbüsü, otogarlarda ya da havalimanında ona dair bir iz… Hiçbirisi yok. Otoyol görüntüsüne de ulaşamadım.”

“Görüldüğü en son yer neresi peki?” diye sorduğumda Reha bilgisayarda bir iki tuşa bastıktan sonra ekrana başka bir görüntü gelmişti.

“Pavyonun arka sokağına çıkan bu kapı.” Parmağını ekrana değdirip işaret etti. “Oradan çıktıktan sonra bir daha görülmemiş, muhtemelen ön taraftaki Mobeselere yakalanmamak için bu yolu tercih etti ve tercihlerine de haklı çıktı.” Sıkıştığımız koltukta bana değen kolunu geriye çekerken ben de onun bu tavrından rahatsız olup yana kaydım biraz. “O sokağın bağlantılı olduğu yerlerin görüntülerini takip ettim ama hiçbirisinde bulunmuyor, muhtemelen kör noktada kılık değiştirip devam etti yoluna, o saatlerde cadde epey kalabalıktı zaten.”

Ensemi sıkıntıyla sıvazladım. “Ama patlamadan sonra pavyona geri döndüğü konusunda eminiz.”

“Adam caddenin ortasında bomba patlatıp dört kişinin canını aldıktan sonra kaçmak yerine gidip de çalıştığı yere sığınıyorsa…” diye hırsla konuştu Diren, bir elini gergince kumral saçlarına daldırmıştı. “Bak hiç mantıklı değil bu, Ahmet Akdeniz gibi yeraltı adamları adını kirletecek herifin götünden kan alır lan, o kadar kolay mı bunu yapmak?”

“Sorun zaten şu Direncan.” Sevtap başını yasladığı yerden kaldırdı, Diren’in ismini ifade ederken yaramaz bir çocuğa seslenir gibi konuşmasına karşın Diren de gözlerini kısıp “Bana bak kızım düzgün söyle şu adımı,” diye memnuniyetsiz halde mırıldanmıştı.

“Nereden kızın oluyorum ben senin be?”

Diren umursamazca başını yana yatırıp kütletti, ondan gördükten sonra ben de parmaklarımı bastırmaya başlamıştım. “Konumuz bu değil,” dedi pervasız bir mırıltıyla.

“Konumuz senin ilkokul zorbası adın da değil.” Diren’in elinden tabletini alıp kendisi ilgilenmeye başlarken “Bu bir terör eylemi de değil,” demesiyle dikkatini bu kadar çabuk toplayabilmesine odaklama çalıştım kendimi ancak Diren bana bakıp Sevtap’ı işaret etti. Dudaklarını kıpırdatıp sessizce ‘gördün mü’ diye sormuştu bir de, o da şaşırmış olmalıydı.

Başımı aşağı yukarı sallarken hafifçe tebessüm ettim, bu esnada Sevtap konuşmaya devam etti. “Eğer öyle olsaydı bu kadar rahat dönmezdi mekâna.”

“Yani demek istediğin bunun mafyayla bir alakası olmadığı mı?” diye mırıldandım hafifçe, saçlarımı geriye itip ensemi sıvazlamıştım. Sevtap hışımla bana döndü, çatık kaşlarının altındaki mavi gözleri dışarıdaki kapalı havadan dolayı pek parlak değildi. “Asla!” derken sertçe omuzlarını silkti. “Eğer bir mafyanın adı bir skandalla anılıyorsa bağlantısının olmamasının imkânı yok, ben sadece patlamanın dışarıdan bu kadar farklı görünmesini sorguluyorum.”

Diren de öne eğilip düşünceli halde Sevtap’ın ellerindeki tablete bakmaya başladı. “O zaman Tufan’ın pavyona geri dönmesinin asıl sebebi büyük patrona ulaşmak değil.”

“Değil,” dedi Sevtap başını kaldırırken. “Ama münferit bir olay da diyemeyiz buna, durup dururken hangi vukuatsız bir adam bombalı saldırıya karışır ki?”

İhtimaller çok fazlaydı, onca alınan eğitim ve üstüne çalışılan projelerden sonra bir gerçeği yaşamak daha kafa karıştırıcı gelmişti ama bunun da üstesinden gelecektik.

Araba bir süre sonra gitgide yavaşladı, eğildiğim yerden gerince kalktım.

Az sonra kapı açılacak, Uygar içeri girecek ve karşıma oturacaktı. Diren’in tam ortasına yerleştiği koltukta kenara kayıp yer açmasından belliydi.

Ve kapı aralandı, bir süredir görmediğim Uygar ilk kez şahit olduğum haliyle arabaya bindi. Üstünde siyah, normal bir pantolon ve siyah deri ceket vardı. Dışarıda yağan yağmurdan kendini sakınmazken onun bu nemli haline biraz hoşnutsuzlukla baktım, yağmuru hiç sevmezdim.

O ise başını eğip kapıdan geçtikten sonra koltuğa oturdu, kumral saçlarındaki ıslaklığı elleriyle karıştırıp hiç rahatsız olmadan dağıttı. Farkında olmadan suratına kaydı bakışlarım, geçen gün akademideki soyunma odasındayken bu mesafeden daha kısası vardı aramızda… Çok yakınımdaydı.

Düşünmek bile tenimin sızlamasına sebep olunca, dalgın bakışlarımı bu halinden çektim hemen. Ayağımın ucunu yere sürterken Sevtap bacağını uzatıp Uygar’ın dizine bir tekme atmıştı. “Hoş geldin!” derken sesinde hem büyük bir gurur hem de diri tutmaya çalıştığı bir ciddiyet vardı, hepimizden daha çok mutlu olmuştu Uygar’ın ekibe katılmasına.

Uygar öne eğilip dirseklerini dizlerine yasladı, bu tekme onda pek bir tepki uyandırmamıştı. Yalnızca başını öne eğip hoş geldin sözlerine karşın başını eğerek kısa bir karşılık verdi. Sessizliğini neye yoracağımı bilmiyordum, bakışlarının bana dönmemesi ise sebep aramayacağım kadar huzurlu bir şeydi çünkü onun bana bakması rahatımı bozuyordu.

Bana bakınca başka şeyler hatırlıyordum, hiçbir zaman arkadaş olamayacağımızı söylerken ardına eklediği o arzunu hatırlıyordum.

Alt dudağımı içe kıvırıp farkında olmadan yine ona kaymış bakışlarımı uzaklaştırmaya çabaladım, dikkatimi konuşulanlara vermeliydim. “Sen gelmeden önce,” dedi Diren uzaktan bir sesle. O da Uygar’ın ekipte olmasına hoşnut yaklaşmamıştı ama Fatih’in huysuz suratına rağmen daha profesyonel yaklaşıyordu duruma. “Tufan Kula’dan bahsediyorduk, patlamadan sonra hemen niye pavyona dönmüş mesela?”

Diren’in gözlerinde fazla inceler bir hal vardı, eminim ki Uygar’ın nasıl birisi olduğunu takip edecekti. Gergince parmaklarımı sıktım, kulağım ise Uygar’ın söyleyeceklerindeydi. “İletişim kanalı olarak kullanmak için değildir,” dedi kendinden emin bir sesle, parmağını çenesine sürterken bakışları tek bir yere dalmış olsa da hemen toparladı dikkatini.

Başarılı olmasını, hatta bu görevde benden bile daha iyi olmasını istiyordum onun.

Sonra düşüncelerini aktarmaya devam etti. “Dışarıdan bakınca terör eylemi gibi görünmüyor, buna dikkat çekmek istediklerine adım kadar eminim.”

“Yine de şu Ahmet denen adamla hiçbir bağlantısı yokmuş gibi görünmesi için her şeyin tamamen Tufan’la bağlantısı olması gerekmez miydi?” Bunu diyen Reha’ydı. Bilgisayarın ekranında başka şeylerle uğraşırken aynı zamanda bizimle de konuşuyordu. “Polisler ev aramasında bomba düzeneğine dair iz bulamamışlar, adamın bir mafyanın hakimiyetinde olan bu pavyon dışında hiçbir yerle alakası yok.”

“Bunu öğrenmek için Tufan’ı bulmamız gerek zaten,” dedi bir süredir sessizce arabayı süren Fatih. Bu esnada öne doğru eğilen Uygar toparlandı ve sırtını koltuğa yasladı, dikkatini Fatih’e vermişti. Ben de onun direksiyon kullanan halini dikiz aynasından takip ediyordum. “Adam gençliğini orada geçirmiş dememiş miydin Reha?”

“Tam on beş yıl,” diye mırıldandı Sevtap dalgın halde. “Ufak bir ayrılığa rağmen hiç kopmamış oradan.”

“Korkak aynı zamanda, dış dünyada tutunamamış.”

Fatih’in mavi gözleri dikiz aynasında beni buldu yine. “Belki de sahip olduğu şeylere sadık bir adam… Elimizde ihtimal çok.”

“Saplantılı?” derken Uygar şüpheyle kaşlarını çattı.

Varsayımlarımız bitecek gibi değildi, Diren “O zaman biz şöyle bir kontrol edelim şu mekânı,” demenin ardından Sevtap’tan geri aldığı tableti açtı. “Klasik bir planlaması var, zemin kat müşteriye açık alan. Şu sol taraf tuvaletlere giderken sağ taraftan da üst kata çıkılıyor. Mekânın patronunun odası şurası.” Tableti çevirip eliyle işaret etti. “Hemen yanında iki kanatlı geniş kapılardan var, bu kapı diğer binalarla pavyon binasının ortasındaki boşluğa çıkıyor, orayı da genelde arka bahçe olarak kullanıyorlarmış.”

“Patronun odası bizim için önemli mi diyorsun?” derken bakışlarımı yukarı kaldırdım, Diren soruma karşın hafifçe omuz silkmişti. “Deneyip göreceğiz,” dedi dikkatli bakışları binanın planlamasında gezinirken.

Tam o sırada bacaklarını ileri uzatan Uygar’ın ayakkabısı bana çarpmıştı, ona bakmadan kendimi geri çektim hemen. Sonra sesi ulaştı kulağıma ama hala ondan tarafa bakmıyordum. “Mekânın çalışanlarına bakınca bir tane temizlik görevlisi olduğunu söylemiştin değil mi Reha?”

“Öyle, temizlikten sorumlu tek bir kadın var, bütün binayı o temizliyor.”

“Yetişebileceği kadar var mı?” diye şaşkınlıkla sordum, binanın planlamasına bakılırsa zorlanıyor olmalıydı. O sırada Uygar hala uzun uzun tabletteki görüntüyü incelerken “Yetişmesi önemli değil,” diye mırıldandı. “Fazla ayak bağı olmasın yeter.”

Sonrasında sırtını koltuğa verip kısık gözlerini yere eğdi, ben ise ardı sıra dizilen sözlerimizden dolayı bakışlarımı üzerine çevirmiştim.

Acaba şu an ekipte olmasını sağlayan kişi olduğumu biliyor muydu?

Muhakkak, ekibe alınmamışken birden kendini görevin tam ortasında bulmanın sebebini merak etmiş ve en sonunda da öğrenmiş olmalıydı. Sevtap ya da Reha’nın bu gerçeği ona ileteceğinin farkındaydım, sadece tepkisi ne onu kestiremiyordum.

Kızgın görünmüyordu, mutlu görünmüyordu.

Sadece ciddiydi işte.

Bu sefer dikkatimi “Büyük ihtimalle,” diyen Reha’ya verdim. “Zaten bu yüzden yetişemiyormuş hiçbir şeye, müşterilerin kullandığı alan ve tuvalet de onun sorumluluğunda olduğu için defalarca yanına başka bir yardımcı istemiş ama kimse bir adım atmamış bu konuda.”

“O halde birimiz temizlik görevlisi kontenjanını dolduracak.” Bakışlarımı Sevtap’a çevirdim, eliyle ikimizi işaret ediyordu. “Sen ya da ben.”

Fakat bir fikir belirtmeme kalmadan Diren hemen “Yakut olsun,” demişti, gözlerim ona kaydığında kararında kesinlik belirten bir ciddiyet gördüm üstünde. Sevtap’ın hayretini bile hiç umursamamıştı.

Öyle ki Sevtap “Bunun emrini senden almayacağız,” diye karşı çıktığında bile ondan tarafa bakmamıştı Diren.

Neden beni öne sürdüğünü anlayamadım ama itiraz edecek değildim, Sevtap da itiraz etmezdi ama Diren’in yönlendirme yapması hoşuna gitmemiş olmalıydı.

“Benim için problem yok,” deyip herhangi bir sıkıntıyı önlemeye çalıştım. Saçlarımı ucunu kıvırıp oyalanırken Sevtap’ı kontrol ediyordum, bu emrivaki hiç hoşuna gitmemişti ama fazla tepki vermedi.

“Olamaz da zaten.” Burnundan derince ve hızlı hızlı nefeslendi, sakince onun bu tartışmayı daha da alevlendirmesini bekliyorduk, öyle ki Diren “Ağlayaca-” diye alayla bir şeyler söyleyecekti ki Sevtap hızlıca “Benim için de problem olamaz,” dedi gayet kabullenmiş bir şekilde. “Arka planda kalırım.”

“Peki.” Diren eliyle beni işaret etti. “Zaten dinlersen bunun mantıklı bir sebebi var. Yakut sana göre daha sakin, biraz masum görünüyor.”

Gözlerim şaşkınlıkla açıldı, duyduğum şeyden sonra saçımı parmağımın ucuyla geri tararken hareketlerimin duraksadığını hissettim. İlk kez birisinden hakkımda böyle bir şey duyuyordum, iltifat almış gibi sevinmiştim buna. Uygar sürekli saldırgan ve hırçın olduğumu ifade etsin dursun… Başkaları öyle düşünmüyordu neyse ki.

Fakat sevincimi yaşama müsaade etmeden “Masum derken…” diye ucu açık şekilde mırıldandı Diren. “Biraz alık ve salak görünüyorsun, ondan bahsetmiştim öbür türlü anlama.”

“Git işine ya,” derken bu sızlanışım içeridekilerin gülmesine sebep oldu. Başımı onların aksi yönüne çevirmek istedim ama hemen karşımda Uygar oturuyordu, gözlerim onun herhangi bir gülüşe katılmayan ciddi ve inceleyici suretine değdi. Parmaklarımı yine gergince kütletmeye başladım, bu sefer yeşil gözleri belli belirsiz ellerime kaymıştı.

Tek bir bakışı hareketlerimin sendelemesine yetiyordu, inkâr edemeyeceğim kadar büyük etkileri vardı Uygar’ın. Belki o farkında değildi ama o pürüzsüz sesinden çıkan tek bir kelimeyle içimde bir kıvranış başlatabilirdi… Bu yüzden ona çok kızıyor, bir yandan da ailesiyle bile bağ kuramamış nankör kalbimi böyle ele geçirebildiği için bazen saygı duyuyordum.

Geri zekalı, aptal.

“Salaksın, alıksın falan ama-”

Diren hala bana karşı konuşmaya devam edeceği sırada Uygar sessizce başını ona doğru çevirmişti, az önce bende ifadesizce gezinen bakışlarında artık keskinlik vardı ve bu Diren’in sözlerini yarıda kesmesine sebep oldu ama korktuğu için değil, sadece gerginlik çıkmaması için sustuğu çok belliydi çünkü mavi gözlerini uzun bir süre Uygar’ın üstünde tuttu.

En başta Belçin Hanım’ın bizi bir araya getirmesini çok saçma bulmuştum, sözde harika bir ekip ortaya koyacaktı ama aramızda bir uyum sağlayamamıştı. Belki teker teker iyi olabilirdik fakat karakterimiz gereği bir aradayken fazla uyumlu görünmüyorduk. Şimdiyse o kadar da kötü görünmemişti bu birliktelik.

Gitgide alışıyorduk ve ufak pürüzler dışında herkes susması ya da konuşması gereken yeri öğreniyordu. En azından Diren ve Uygar arasında gereksiz bir kavga çıkmamasından bunu anlamıştım. Hafifçe boğazımı temizlediğimde Diren de baygın bakışlarını sabırlı kalabilmek için yavaşça arabanın içinde gezdirdi, en sonunda Sevtap’a döndü. “Neyse, böyle yerlerde senin gibi dik başlı kızları tehlike olarak görürler ondan bahsedecektim,” diye mırıldandı kısık bir sesle.

“Anladım Direncan,” derken Sevtap hala bu ismi bir dalga amaçlı kullanıyordu.

Diren kısa bir iç çekti. “Diren be oğlum,” dedi ellerini yanaklarına sarıp. Gözlerini kapatmış ve kendi haline bürünmüştü. “Diren, direnebilirsin, bir sarışın için gününü mahvettiğine değmez.”

“Hadi be oradan!”

“Evet.” Sıkılgan bir sesle bu konuşmayı Reha böldü, koltukta yükselip ön tarafa bakarken Fatih’e seslenmişti daha sonra. “Geldik mi Fatih? Ne kadar yolumuz kaldı?”

“Birazdan park edeceğim.”

Ve dediği gibi dakikalar sonra araba pavyon binasına yakın, kuytu bir bölgede durdu. Üstümü toparlayıp kalkarken Uygar da aynı anda kalkınca ilk önce kimin ineceğine dair bir karmaşa hissettim içimde. O elini kapıya atmış beni arkada bırakacağını belli ederken kaba haline karşı göz devirdim.

Ama Uygar beni hemen şaşırttı ve açtığı kapıyı eliyle işaret etti. Fazla yakınımda olan yeşil gözlerinde hala koruduğu sakinliği vardı. Hani neredeydi Fatih’in üstünde direttiği o hırs, o hınç ve o duygusallık? Oysaki ben Uygar’da sadece yoğun bir metanet görüyordum.

“Geçebilirsin,” dedi mırıltıyla.

Kokusu burnumdan içeri sızarken bakışlarım son kez yüzünde, gözlerinde ve dudaklarına gezindi, inmem gerekliydi ama herhangi bir adım atamamıştım. Fakat tam o an Diren “Beklemekteyiz hala,” diye imalı bir sesle konuşunca herhangi bir cevap veremeden derince nefeslenip arabadan indim.

Bastığım yer, artık çiselemeye başlamış yağmurdan dolayı ıslanıp çamurlaşmış bir yerdi, bu bana fazla rahatsız hissettirmişti. “Of…”

Elimi başıma siper edip hızlıca bir ağacın altına ilerledim. Diğerleri benim kadar aceleci değildi ama ben gerçekten yağmurun ıslaklığından nefret ediyordum. Sorunlu birisi görünmemeye çalıştım ancak kendisini rahatça yere bırakan Reha’ya karşı ifadesiz durmak o kadar mümkün değildi, suratım istemsizce buruştu. Bilgisayarını kucağına alırken bakışlarını bana çevirmese bile “Mekânın en sakin zamanları,” diye seslendi bana. “Yakut bir an önce gitse iyi olur yoksa kalabalıkta dikkat çekemez, geceye kalırsa da kimse ilgilenmez zaten.”

Fatih arabanın bagajını açıp oradan çıkardığı bir valizi yavaşça önüme attı, sonra da sırtını benim gibi ağaca verdi. “İhtiyacın olacak şeyleri buradan al.”

“Peki.”

Valizi aralayıp içine bakındım hızlıca, değişik tarzlarda doldurulmuş kıyafetleri karıştırıp içinden uygun olanları seçerken bir yandan da Diren ve Uygar’ı dinliyordum, çabucak kafa kafaya vermiş ve içeri girmem üzerine kurdukları plan hakkında konuşmaya başlamışlardı. “Yakut tek mi olacak içeride?” diyen Uygar’dı.

“Beklememiz lazım, temkinli adım atalım içeri eğer bir aksilik olursa dışarıdan destek gerekir.”

Çok geçmeden Sevtap da yavaş adımlarla yanıma eğildi, kıyafetleri karıştırırken başı sürekli bana dönüyor ama konuşmuyordu. Defalarca bir şey söyleyecek gibi oldu ama pek ses etmedi. En sonunda sözü ben açmak zorunda kalmıştım. “Bir şey mi söyleyecektin?”

İnce dudaklarını araladı, mavi gözleri sorgularcasına üstümde geziniyordu. Sinirimi bozacak bir şey söylemesini istemiyordum, zaten hepimiz gergin sayılırdık. “Temizlik yapmayı biliyor musun?” dedi birden.

İlk başta şaşkın kaldım, dışarıdan pis mi görünüyordum acaba?

“Biliyorum,” derken sesim biraz tereddütlü çıkmıştı.

Sevtap yine at kuyruğuyla oynamaya başladı. “Sizin aile… Yalınkılıçlar, evde hiç temizlik yapmana müsaade ettiler mi ki?”

Keyifsizce güldüm, elbette yaptırmışlardı. “Kimse beni fanusta büyütmedi Sevtap, kaldı ki fanusta büyütseler bile insan zaten yaşadığı yeri temiz tutmak ister.”

“Seninkini sen mi temiz tuttun işte onu soruyorum?”

Bu soruyu mantıksız bulduğumu belli eden sesli bir nefes bıraktım dışarı. “Ben tuttum, evet.”

Sevtap da oyalandığı saçını arkaya savurup bakışlarını tekrar bana döndürdü. “İyi güzel, içeride temizlikle ilgili hiçbir şey bilmemenden endişe ettim işte.”

“Güzel bir iş çıkaracağım, endişen olmasın.”

Mavi gözlerini alaycı bir tavırla kıstı. “Bak şimdi aklıma geldi, inşallah tuvalet temizletirler sana.”

Hayretle dudaklarım aralandı. “Ne alaka ya?”

İnce dudakları keyifle iki yana kıvrıldı, çömeldiği yerde dengeyle sallanırken omuz silkmişti pervasızca. “Eğleniriz… Sen değil ama bak, biz eğleniriz.”

Eğer gerekirse tuvalet temizliği de yapardım ama şimdi böyle dualara gerek olduğunu düşünmüyordum. Sevtap ise söylediklerinden sonra dalgınca karıştırdığım kıyafetleri elimden çekip almaya koyuldu. “Bunu giymeyeceksin herhalde?” derken sözlerinde bir küçümseme sezdim.

“Ne varmış kıyafette?”

Üzeri baskılı kahverengi kazağı ve eskimiş görünen düşük bel kotu havaya kaldırdı. “Bayağı kötü Yakut, ne biçim tarzın var senin.”

“Kendi tarzım değil o, içeride uyumlu göstersin diye seçmiştim.”

“Zenginler alt tabakadan insanların tarzı ve zevki olmadığını sanır her zaman,” şeklinde bir yorum da hala başımızda bekleyen Fatih’ten gelmişti. Çömeldiğim yerde sıkıntıyla alnımı sıvazlayıp kendimi sakin tutmaya çalıştım, her seferinde ailemin maddi durumuyla ilgili gereksiz bir sözde bulunacaktı demek ki.

“Çıkarımın için sağ ol şimdi başımızda sosyolog gibi takılmanın zamanı değil Fatih,” derken hala kıyafetleri karıştırıyordu Sevtap, sesi dalgındı ve onun pek umursadığını sanmıyordum, ben de sakin kalabilmek için derinden bir nefes çektim, yere çömeldiğim için toprak kokusu fazlasıyla yoğun gelmişti burnuma. “Şunlar iyi gibi, baksana sen de.”

“Bakayım.” En sonunda bana uzattığı iki parça kıyafeti alıp baktım, benim seçtiklerime az çok yakın ama daha güzel kıyafetlerdi gerçekten de. “Güzel duruyor, deniyorum ben bunları.”

“Tamam arabaya geç o zaman, bakmaya geleceğim az sonra.”

Kıyafetleri de alıp arkamı döndüm, giyinmek için ilerlerken bakışlarım arabaya yaslanmış halde konuşan Diren ve Uygar’a değdi, gerçekten bu kadar uzun ne hakkında konuştuklarını bilmiyordum, en başında asla anlaşamayacaklarını ve Uygar’ın aramızda ‘benim hatam’ olarak bulunacağını sanmıştım ama o her zamanki gibi bir şekilde kendisini kabul ettirmeyi, sadece kabul ettirmeyi de değil sevdirmeyi başarmıştı.

Tamamen yanlarına vardığımda Uygar üstüne yaslı olduğu arabadan doğruldu, birkaç adım geri gitmiş ve iç taraftaki eliyle önünü kapattığı kapıyı araladıktan sonra kolunu havaya kaldırmıştı geçmem için.

Biraz eğilip sessizce kolunun altından geçmeye koyulurken başımı usulca ona çevirdim, gördüğüm ilk şey ceketinin içindeki siyah tişörtü olmuştu, sonra bakışlarımı biraz daha yukarı kaldırınca onu gördüm. “Sağ ol,” mırıltım kısık sesli olsa da onun dudaklarımı takip eden gözleri eminim ki ne söylediğimi anlamak konusunda yanılmayacaktı. Gizil bir gülüşle başını hafifçe yana yatırırken aklından neler geçtiğini merak ettim.

Ne düşünüyorsun? Bana bakarken çok daha fazlasını gördüğünü tahmin ettiğim gözlerin neler düşünmene sebep oluyor?

Ancak sadece “Rica ederim,” dedi o da boğuk bir tonda.

Sanırım bilmemem gereken şeyler düşünüyordu.

O an birbirimize teşekkür ve rica ederek upuzun bir konuşma gerçekleştirdiğimizi hissettim ve bunu bizden başka kimse anlayamadı.

Sıkışan göğsümü rahatlatmak için arabaya girdim, ben gittikten sonra ise filmli camdan Uygar’ın Diren’i birkaç adımla oradan uzaklaştırdığını görmüştüm. İçeriyi göremiyorlardı ama yine de buradan uzaklaşmaları benim için hoştu, engel olamadığım bir tebessümle içeride beklerken en azından günün ilk karşılaşmasında Uygar’ın yansıttığı o tutukluğun benim kuruntum olduğunu fark ettim. “Aptal ya,” dedim ince ince. “Gerçekten aptalın teki.”

Başımı arkaya atıp gözlerimi usulca örttüm. “Of… Salak.”

Toparlanabilmem için derin derin nefeslenmem gerekmişti, onu da hallettikten sonra üstümdeki siyah pantolonu ve bej rengi kazağı sıyırıp diğerlerini giyindim, tam o esnada cam tıklatıldı. Bakışlarım hızlıca oraya kaydı, filmi camdan görünen kişi Sevtap’tı. Alnını sıkılgan halde cama yaslamıştı ve açıkçası biraz komik görünüyordu. “Yakut giyindin mi?” dedi yüksek bir tonda seslenerek.

Beni görsün diye kapıyı açıp arabadan indim, Sevtap da geri çekilmiş ve dikkatli gözlerle üstümdeki buz mavisi dar kot pantolona ve gri düz kazağa bakmıştı. “İyi güzel hoş,” dedi onaylayan bir şekilde, mavi gözlerinde memnun bir ifade vardı.

Sonrasında koluna taktığı çantayı indirdi, onu bana uzatırken “Bakın!” diyerek birkaç adım ötemizde bekleyen Uygarlara seslendi. “Yakut hazır!”

“Hani,” diyerek Diren’le beraber geldiklerinde Sevtap’ın uzattığı çantanın sapını elime dolamıştım ben de, gözlerim bir kendimde geziniyor bir de onların tepkisini kontrol ediyordu.

“Ben giydirdim, nasıl olmuş?”

“Tamam uygun işte.” Diren’in cevabından sonra Uygar’a döndüm, ona bakmayı geciktirmiştim ama o bu geçen zamanın hıncını çıkarır gibi “Hiç şüphem yok,” dedi ağırca sarf ettiği kelimelerle. “Gayet güzel.”

Onun cevabından hemen sonra hala fazla dikkatle üstümde dolanan yeşil harelerinden dolayı, belki de etrafıma karşı açılan algımdan dolayı, bilemediğim bir sebeple burnuma dolan ıslak toprak kokusunun beni rahatlattığını hissettim. Hemen ayağımın altındaki çamur daha basılır bir yer haline geldi, kesinlikle batmaktan korkacağım yumuşak bir bataklık değildi zemin. Ağaç dallarındaki yapraklara tutunmuş küçük yağmur damlaları da benden uzaktayken güzellerdi.

Küçük yağmur damlaları… Güzellerdi.

Sevtap Uygar’a karşın hevesle “Biliyorum,” diye cevap verdikten sonra bana döndü. “Çantayı da lazım olur diye ayarladım, dikkat çekecek bir şey yok merak etme.”

“Tamamdır.”

Sesim mi kısılmıştı?

Hafifçe öksürüp boğazımı açtım, sonra da omuzlarımı dikleştirip daha dinç bir hale getirdim kendimi.

“Reha da ekipmanını taksın o zaman.”

Yan tarafıma döndüm, Reha hala yerde oturmaya devam ediyordu, yanında da Fatih vardı. Hala görüntüleri izleyip olasılıklar üzerine konuşuyorlardı. Beni fark ettiklerinde Reha ayağa kalkmadan başını çevirdi sadece. “Ekipman?” diye sordum ona.

“Bir dakika.” Yan tarafına eğilip çantasını karıştırmaya başladı, o sırada Diren “Tamamen hazır mısın?” diyerek karşıma geçmişti. “Giyim kuşam olarak değil de kafan hazır mı?”

“Tabi ki de,” derken görev farkındalığımla doldurdum kendimi, hazır olmaktan başka şansım yoktu.

“Silahsız olacaksın Yakut, bir tehlike çıkar diye düşünmüyorum ama her ihtimale karşı güvenliği istiyorsan verelim bir tane?”

Kısaca nefeslendim, bir risk alıyormuşum gibi görünse de ortamı değerlendirdiğimde silahsız olmam daha doğru gelmişti. “Ne kadar az yüküm olursa iyi benim için.”

Diren beni germemek maksatlı gülümsedi. “Peki, meşhur yumruklarının tadına bakarlar artık o zaman.”

Onun sözlerinden sonra anlamayarak güldüm. “Meşhur?” dememden sonra Diren hemen başını aşağı yukarı salladı. “Dövüş dersinde Uygar’ın burnunu kıran sen değil miydin?”

Sevtap huysuzca göz devirdi. “Hatırlatma o günü ya…”

“Kırmadım burnunu!” diye sızlansam da “Hırpalamışsın,” dedi Diren. Ellerini ceplerine sokmuş sinirimin keyfini sürerken başımı iki yana sallayıp ona bunun fırsatını vermeyeceğimi belli ettim. “Yok öyle bir şey.”

“Basbayağı haşatını çıkarmışsın adamın.”

“Direncan… Sabrımı sınıyorsun farkındayım ama ben,” dediğim esnada elinde tuttuğu ekipmanı gerimde bekleyen Uygar’a fırlattı Reha. Dikkatim dağılmıştı birden. “Ben hiç şey değilim,” diye geveledim, gözlerim ise havada yakaladığı kulaklıkla mikrofonu bana takmak için bekleyen Uygar’da geziniyordu. Onun gözlerinin içine bakarak “Saldırgan ve hırçın değilim,” dedim. “Hiç öyle dürtülerim yok.”

“Onu içeride göstereceksin Yakut.” Diren birkaç adım geri çekilip çenesiyle Uygar’a işaret verdi. “Tak bakalım kulaklığı.”

Niye o takıyordu ki?

Yavaşça Uygar’a ilerledim, karşısına geçtiğimde hazırladığı ekipmanı havaya kaldırdı. Kulağımı açmak için saçlarıma yönelecek olduğunda istemsizce “Dur,” diye mırıldanıp geri çekildim, esen meltem zaten tutamları geriye ittirmişti ama yine de kendim toparlayıp havaya kaldırdım. Bu esnada Uygar “Dokunmayacağım,” dedi tok sesiyle.

Boyumuz arasında kısa bir mesafe vardı, muhtemelen Uygar bir seksen yedi ya da bir doksana yakın boylardaydı. Bu yüzden onu görmek istediğimde bakışlarım yukarı kaymıştı. Reha’nın benim için ayarladığı minik kulaklığı biraz daha yaklaşıp boynumdan geçirirken sadece saçlarım değil tenime bile değmemişti.

“Teşekkürler,” diye usulca mırıldandım.

Bu esnada Uygar bana asla bakmadı ama sessizlikten faydalanarak ben onu uzun uzun seyrettim. Yanaklarının içe göçük hali yüzünü daha kemikli gösteriyordu, bir ara kuru dudaklarını hızlıca yalayıp ıslatınca dikkatim oraya kaydı.

Aptal… Beni öpmek istediğini itiraf etmişti, eğer bunu yapsaydık muhtemelen kendimi bir ölü kadar yok hissederdim, kolaylıkla silerdi beni dünya üzerinden.

Nefeslerim düşüncelerin arasında gitgide titrek bir hal aldı, benim duygularım buna nasıl dayansın? Ama inanıyorum ki zaman onları da yıkılmaz hale getirecekti, eğer Uygar’ın birkaç gün önceki sıcaklığı ve şimdiki sessizliği arasında bocalamazsam bunu başarmış olacaktım.

Yalnızca kötü adamlar değildi sınavım, aynı zamanda iyi bir adama karşı da savaş veriyordum. Ve Uygar benim için çatışması en zor kişilerden birisiydi.

Saniyeler sonra sabırsızca iç çekti ve “Bakma şöyle,” dedi pürüzsüz sesiyle. Her defasında bu kadar dinlenesi bir sese sahip olmasına şaşırıyordum. Ne kalın ne de ince bir tondu bu, bazen karşıdaki kişinin nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu konuşması ve sesinin uyumundan bile anlayabilirdiniz ya, ben Uygar’ı hiç tanımadan dinlesem onu tam da böyle bir konumda hayal ederdim.

Kibar, ağırbaşlı ve bu ağırlığını ne zaman kenara bırakacağını bilen bir adam.

O buydu.

Taktığı kulaklığı yerine iyice yerleştirirken “Nasıl bakmayayım?” dedim çabucak, gözlerim onun bir türlü bana dönmeyen bakışlarında takılı kalmıştı.

Birden sızlanmama karşın Uygar yakama gizlediği mikrofondan kayan parmağını usulca köprücük kemiğime sürttü. “Sessiz ol,” derken gizlemeye çalıştığı bir şeyler vardı sesinde.

En sonunda gözleri bana dönmüştü, sonra boğazını temizleyip daha yüksek bir sesle “Eğer tehlikede hissedersen kulaklığı imha edebilirsin,” dedi, bunu diğerleri duysun diye yaptığına emindim, görevle ilgili konuştuğumuzu sansınlar istiyordu.

“Anlaşıldı,” derken tıpkı onun gibi başka bir şeyden bahsettim ben de, sonra bir adım öne atıp aramızdaki mesafeyi azalttım ve yakamı işaret ettim. “Şurası olmadı sanki biraz düzeltebilir misin?”

Uygar gizli bir gülüşle yakama eğildi, kulağı tam dudaklarımın hizasında olunca oraya yaklaştım. “Bazen gerçekten söylediğin hiçbir şeyi anlamıyorum, aynı dili mi kullanıyoruz biz?”

“Anlamadığın halde hemen sinirleniyorsun,” dedi o da kısık bir mırıltıyla, hala yakamdaki ekipmanla oyalanıyordu ve bu bizim diğerlerinden uzaklaşmak yerine onların bizi gördüğü bir anda kendimizi görünmez hale getirmek için seçtiğimiz ufak bir taktikti. Bir şapşal gibi gülümsememek için dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım, bu esnada Uygar da konuşmaya devam etti. “Peki anlamıyorsan neye sinirleniyorsun gelincik?”

“Anlamadığım için sinirleniyorum işte!”

Gözlerimi yana kaydırdığımda belli belirsiz kıvırdı dudaklarını, diğerleri fark etmezdi ama ben farkına varmıştım. “Anlatayım o zaman.”

Göğsüm tekledi birden, o gülüşün altından benim için iyi bir şey çıkmayacaktı. “Hayır hayır… Hiç uğraşma, anladım ben!”

“Ne anladın?” Bakışlarıyla tepkimi kontrol etti, hızlıca kulağına yaklaşıp onu susturmak istedim ama “Bana uzun uzun baktığında kendimi tutamayacak hale geldiğimi mi anladın?” diye birden konuşunca bana fırsat kalmamıştı.

“Sen gerçekten berbat bir adamsın,” diye sinirle mırıldandım.

Yine o hoş sesiyle hafifçe güldü. “Gözlerini benden çekemediğinde seni buradan çok uzaklara götürüp…”

Sözlerine devam etmesine izin vermedim. “Sus, seni mahvederim Uygar!”

Ama nedense beni mahveden oydu.

Bir elimle ceketini sıkıca kavramıştım, içimden ona defalarca vurmak geçiyordu ama az önce inkâr ettiğim kişi gibi davranmayacaktım. Sakinim, usluyum ve hiç de saldırgan dürtülere sahip değilim.

Fakat Uygar’a yetmemiş olmalı ki bu sefer elini kulaklığıma attı, onunla ilgileniyor gibi davranırken parmak uçları boynuma değiyordu. Açık hava hiç iyi gelmiyordu, nefeslenmek bile şu an yeterli değildi. Üstelik “Onu çoktan yaptın,” dedi mırın kırın, kimse duymasın diye sadece bana sarf ettiği sözleri keşke ben de duymasaydım.

“Daha kötüsünü yaparım!” Sıkıca kavradığım ceketini sarstım, kaçamak gözlerim etrafta gezindi. Herkesin dikkati başka yerdeydi, sonra tekrar hızlıca Uygar’a baktım. Soluklarımız usul usul esen rüzgâra rağmen birbirine karışıyordu. “Sakın işimi baltalamaya kalkma, ben sana böyle mi davrandım?”

“O gün soyunma odasındayken beni bu görev için tanımak isteyen sen değil miydin?” Haberi vardı demek ki, olmaması imkansızdı zaten. Hızlıca kuru dudaklarını yaladı, şimdi biraz ciddileşmişti. “Ben de sana kendimi tanıtıyorum.”

“Bitti o iş, tanıdım ben yeterince.”

Diğerlerinin bizi fark edeceğini sandığım bir an başını iyice bana çevirdi, yine o tehlike sınırını geçmiştik, yine kurtuluşu olmayan bir çaresizliğe kapılacaktık. “Yetmesini istemiyorum Yakut,” dedi usulca. “Daha çok tanı.”

Gözlerimi kırptım hızlı hızlı. “Ama sen de çok şey istiyorsun,” derken yalvarır gibi baktım ona fakat Uygar yine öne eğdiği başını diğerlerinden gizleyip yalnızca benim görebileceğim şekilde hafifçe güldü. Utanmasam şu halimle bir yatağa kapanıp sarsıla sarsıla ağlardım, o derece yabancı bir duyguyla yüzleştiriyordu Uygar beni.

“Eğer bir sorumluluk aldıysan onu en iyi haliyle yerine getirmen lazım.” Parmaklarını işkence ettiği tenimden çekince saçlarımı kavrayıp kulaklığı gizleyecek gibi olmuştu ama asla dokunmadı. “Görevime, abimle ilgili kişisel hırslarımı karıştırmayacağımı ve fevri bir harekette bulunmayacağımı biliyorsun.”

Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım, onu anlamıştım. Gözlerimi ondan hiç çekemezken Uygar ise yeşil harelerini siyah saçlarımda tutuyordu ve en sonunda o da bakışlarıma karşılık verdi. “Ama o bakışlarının işimizi tehlikeye attığını bilmiyorsun,” derken tekrar yakama gizlediği mikrofonu tuttu, işi uzattıkça uzatıyordu. “Bunu da bil.”

Dudaklarım sessizliğin zorluğuyla titredi, konuşmak da bir o kadar güçtü. “Bitir artık şunu,” dediğimde söylediği şeyi yok saymaya çalıştım ama Uygar gözlerimin içine baka baka az önce taktığı mikrofonu yerinden söküp aldı rahatça, sanki bir problem varmış ve inceliyormuş gibi elinde evirip çevirirken hayretle aralandı dudaklarım.

“Oyunbozanlık yapma şimdi, fark edecekler Uygar!” derken sesimi sadece o duysun diye tekrar kulağına yaklaştım, sanki kulaktan kulağa fısır fısır dedikodu yapıyor gibiydik ancak o yine kimse dudaklarının kıpırtısını okumasın diye bana dönünce görüntümüz endişe edeceğim bir hal aldı.

Sadece aptallar mı dünyanın ortasında fütursuzca uzanırdı yoksa birbirine karşı koyamayanlar mı?

Biz ya aptaldık ya da karşı koyamadığımız bir şey vardı. Yoksa bana, arkadaş olmamamız için sebep sayarken itiraf ettiği o şeyi… Ben de isteyemezdim bu kadar.

Sus sus, istemiyorsun.

Derinden yutkundum, Uygar ise “Neyi fark edecekler?” dedi. Mikrofonu yakama iliştirirken “Sana yardım ettiğimi mi?” diye bir ‘iş arkadaşı’ gibi konuşmuştu. Kaşlarım küskün bir tavırla çatıldı, sabrımı sınıyordu, tahammül noktamı zorluyordu. “Görev başındayız,” dedim hatırlasın diye.

Ama Uygar “Ne yapıyorum ki?” diye sordu, hala o aptal yaka mikrofonuyla oynuyordu.

İtiraf etmeyeceğim, benden beklediği şeyi ona vermeyeceğim. “Hiçbir şey,” dedim hafifçe öksürüp boğazımı temizlerken. “Sadece yardım ediyorsun işte.”

Elimi kaldırdım, yakamdaki eline koydum. Kimseye fark ettirmeden parmaklarını parmaklarıma doladı ve “Aynen öyle,” dedi beni onaylayarak. “Sadece yardım ediyorum.”

“Şimdi bırak elimi.” Çatık kaşlarımın altındaki bakışlarımı ona çevirdim, duyguları konusunda endişe etmiştim ama sanırım ben ondan daha beterdim, ne çabuk aşmıştı sınırlarımı öyle…

Ancak elimi bırakmadan “Son bir şey,” dedi fısıltıyla, dudaklarımı içe kıvırıp söyleyeceği şeyi bekledim. Artık oyalandığımız bir yaka mikrofonu ya da kulaklık olmadığı için diğerlerinin dikkatini çekmekten çok korkuyordum, göğsüm titrek nefeslerle havalanıyordu ama farkındaydım, eğer şimdi Uygar’la birbirimize karşı koyamazsak daha kötü bir durumda dağılarak yıkılırdık. Ve Uygar da bunun farkındaymış gibi “Eğer tam şimdi aramıza birkaç adım mesafe koyabilirsek kimse bizi güçsüz görmez,” diye mırıldandı.

Güzel bir ders.

“Yaparım,” dedim kendimden emin şekilde.

Ve beni daha da kışkırtmak istedi. “Yap hadi.”

Derince nefeslenip geri çekildim, aramıza dediği o birkaç adımlık mesafeyi koymuştum ve bu bile başarı hissiyle, kendime dair bir güvenle ve rahatlıkla dolmama sebep olmuştu. Dudaklarım istemsizce iki yana kıvrıldığında hafifçe omuz silktim.

O da bu halime karşın ağırlığını bir bacağına verdi, omzunu tatlı serseri bir havayla omzuna yatırmıştı. Bu hareketi onun için bir kozdu ve bu kozu bence hiç kimseye karşı kullanmamalıydı… Ya da bana. Sadece bana. “Başarılar dilerim,” derken tokalaşmak üzere elini uzattı.

Artık görevimize zarar verme ihtimali olan şeyi bitirmek maksadıyla ben de elini tuttum, bakışlarımız birbirine kenetliyken “Ben de sana fazlasıyla başarılar dilerim,” diye mırıldandım.

Ama sonra “Yine aynı şeyi yapıyorsun,” diye kısıkça konuştu.

İstemsizce kaşlarım çatılmıştı. “Ben…”

Elini ondan yavaşça ayırdım, Uygar’ın ise göğsünü derince şişirip nefeslenirken kendini tutmaya çalıştığını fark etmiştim. Bu hali dudaklarımın içini ısırıp çekingen halde etrafı kontrol etmeme sebep oldu. Nerede olduğumuzun ve ne hale düştüğümüzün hiç farkında değildik gözlerimiz birbirini bulduğu sürece.

Parmaklarımı gergince kütletirken Uygar “Benim kaderime de bir çift kara bakışa sabretmek yazılmış işte,” dedi, sonrasında başını arkaya yatırıp gözlerini kapatarak beklerken kendi kendine gülümsemişti.

En sonunda tamamen toparlandı, hala dudaklarımın içini onun haline tebessüm etmemek için hırsla ısırıyordum. “Benim kadar iyi değil misin yoksa?” dedim müstehzi şekilde, gülmek istiyordum kahkahalar atmak istiyordum ama şu an o kadar imkansızdı ki bu.

Uygar ise bana kendini zorladığı ters bir bakış attı ve sonrasında çabucak önüne dönüp Reha’ya seslendi. “Kardeşim, şu yan taraftaki kırmızı montu yollasana.”

Hemen ardından Reha yanındaki valizde bekleyen kırmızı montu “Tut!” diyerek fırlatmıştı, onu havada rahatça yakalayan Uygar tekrar bana doğru geldi. Bir adım geriye gittiğimde “Kaçma,” demişti intikam alır gibi.

“Ne kaçacağım senden ya?”

Gözüme hoş görünen kırmızı montu giymem için havaya kaldırdı Uygar, elinden almak istediğimde ise müsaade etmedi. “Giy hadi.”

Kabullenerek kolumu geçirirken ona sırtımı dönmüştüm, tamamen giydiğimde ise sabırsız halde yüzümü çevirdim. Elini uzatıp fermuarı kavradı, bir de onu geçirmeye koyuldu. Fermuar yukarı doğru kayarken Uygar’ın gözleri de aynı doğrultuda ilerliyordu. En sonunda önüm tamamen kapandığında içime sıkışan saçlarımı çıkardım. “İşte şimdi oldu,” deyince kendimi kontrol ettim, hiç kırmızı bir montun bana yakışacağını düşünmemiştim ama benim de içimi ısıtan tuhaf bir görünüm belirmişti üstümde.

“Güzelmiş, sağ ol.”

“Rica ederim, ne demek.”

Bir beyefendi taklidiyle sarf ettiği sözlerden sonra ondan saklamaya çalıştığım ufak gülüşümle “Artık gidiyorum,” diye mırıldanıp geri geri adımlamaya başladım, Uygar da hafifçe öksürüp elleri ceplerinde ağır ağır beni takip etmeye başladı. “Git bakalım.”

“Gittim.”

Yüzümdeki allak bullak ifadeyi silip yerine ciddi bir ifade koyduktan sonra önüme dönmüştüm, bu esnada ardımda kalan Uygar “Temizlik görevlisi az sonra çöp atmaya çıkacak,” diye seslendi rahat şekilde, çabuk toparlamıştı kendini. “Yakut yerini alsın mı?”

Oturduğu yerden kalkan Reha “Bir dakika,” diye ciddiyetle mırıldandı, zaten soğuk bir yapısı vardı ama şimdiki halinin sebebini “Yakut buraya bak,” diye bana seslenip ekranı çevirdiğinde anladım, Belçin Hanım’ın görüntüsüydü bu. Düzgünce taranmış küt beyaz saçları kıpırtısızdı ama “Merhaba Yakut,” diye selam verince canlı olduğunu fark ettim.

Neredeyse hazır ol diyebileceğim bir pozisyona geçtim birden. “Merhaba Belçin Hanım.”

İnce dudağının kenarını hafifçe kıvırdı. “Hazır olduğunu görüyorum, doğru mu?”

Farkında olmadan elim kulağıma gitti, oradaki gizli kulaklığı parmak ucumla yokladıktan sonra “Öyleyim,” dedim güçlü bir sesle. “Az sonra içeri girmiş olacağım.”

“Pekâlâ, önceliğinin Tufan Kula’yla ilgili bilgi edinmek olduğunu unutma.” Gülüşünü biraz daha arttırmıştı, gözleri kısıldı ve hiç görmediğim kadar destekleyici bir hale büründü. “Onu bulduğumuzda sorularımızın cevapları da ortaya çıkacak zaten.”

“Elimden geleni yapacağım Belçin Hanım, emin olabilirsiniz.”

“Harika, sana başarılar diliyorum o zaman.”

“Sağ olun, teşekkür ederim.”

Bir süre gülümseyerek bekledikten sonra görüntüsü ekrandan kaybolunca derin bir nefes bıraktım dışarı, gözlerim beni seyreden Sevtap, Diren, Reha, Fatih ve Uygar’da gezindi, hepsinde bu ilk görevimize karşı meraklı bir hal vardı. Onları tereddüde düşürmemek için duruşumu dikleştirip “Tamam gidiyorum artık,” dedim duyulur bir sesle, geri geri adımlarken başımı bir kere öne eğip kısa bir selam verdim.

“Dikkatli ol,” diye seslendi Sevtap, yüzündeki keskin ifadeye rağmen elini kaldırmıştı.

Usulca tebessüm ettim, diğerlerinin de dikkat etmem yönündeki dileklerini duymuş olsam da sessiz kalan sadece Uygar’dı, kısık gözleri gitgide uzaklaşan görüşümde bile yeşillerini kaybetmezken bu sükunetinin altında iki kelimeden çok daha fazlasının yattığını biliyordum.

Bizim konuşlandığımız kuytu bölgenin fazla uzağında değildi pavyon, diğer izbe apartmanların ortasında genişçe yer kaplıyor ve epey dikkat çekiyordu. İlk başta daha köhne bir yer görmeyi beklemiştim ama aksine, sahibinin şöhretine yakışır bir göz alıcılığı vardı.

İlk işim binanın arka tarafına gitmek oldu, ön taraftan geçerken kendi halinde bekleyen güvenlik görevlisini gizliden gizliye izlemiş ama dış görünüşü ve dikkatsizliği dışında pek fikir edinememiştim. Biraz yürüdükten sonra arka tarafta çöpü atmakla uğraşan temizlik görevlisiyle tanıştım, ona iş aradığımı söylediğimde yüzü aydınlanmıştı, arabada söyledikleri gibi galiba gerçekten de yanında ona yardımcı olacak birisine ihtiyacı vardı.

İsminin Ferhan olduğunu söyleyen otuzlu yaşlarındaki kadını o fark etmese de ben uzun uzun inceledim. Benimle konuşurken dikkati çok çabuk dağılıyor, hep başka yerlere bakıyordu ama yalnızlığından olsa gerek pek çok şey anlatmıştı bana.

Çökük gözaltları yorgunluğunu fazla belli ediyordu, pavyonda ona nasıl bir iş yükü bıraktılarsa Ferhan abla benim iş aradığımı duyunca patrona bile sormadan direkt kabul etmişti. Amacımın ilk kısmını tamamladığımı hissediyordum, içeride kaçak çalışmak bile işime yarayacaktı nasıl olsa.

Onca yakınmadan sonra en sonunda “Ay valla yorgunluk hiçbir şeye müsaade etmiyor,” dedi Ferhan abla terli alnını silerken. “Adın neydi bu arada? Soramadım canım.”

Bir şey uydurmam gerekliydi, aklıma gelen ilk fikirle “İpek,” diye mırıldandım.

O andan sonra Ferhan ablanın dikkati yine dağıldı, başka yerlere bakarken “Anladım,” demişti. Üstünde ter lekeleri barındıran siyah kazağı, çamaşır suyuyla açıldığı belli olan salaş eşofmanıyla gerçekten epey yorgun görünüyordu, yanında ben olmasam uyuyacak gibiydi. “Kusura bakma,” dedi en sonunda beyazlarına kan çökmüş gözlerini bana çevirip. “Gece beşten beri uyumadım, o saatten beri dip köşe temizlik yapıyorum biliyor musun?”

Yüzümü acıma dolu bir hale bürümeye çalışmasam da hali gerçekten korkunçtu, bu yüzden suratım istemsizce kasıldı. “Hiç yardımcı almıyorlar mı yanına gerçekten?”

“Yok be, zengin malından azaltır mı hiç?” Oyalanma maksadıyla salladığı toz bezini önümüzdeki masaya fırlattı, loş mekânın en ortasındaydık. Karşıda hafiften yüksek bir platform vardı ve erken vakitlere rağmen minyon görünen bir kadın elinde taşıdığı hayali mikrofonuyla şarkı söylüyordu. Gözlerim onda gezinirken Ferhan ablanın yakınmalarını dinledim. “Asla birisine yardımım dokunsun demiyorlar, ben de ağzımı açıp laf edemedim ama canımdan bezdim artık… Gidip konuşacağım senin için.”

Bakışlarımı tekrar Ferhan ablaya çevirdim, yüzümü iş arayan bir gencin hevesi kaplamıştı. “Gerçekten mi?”

“Evet tabi, benimkisi de can canım! Üç kuruşa boklarını temizliyorum da beni düşünen yok hiç.” Gözleri sulandı birden, ağlayacaktı. Elini boğazına yaslayıp ovaladı, bu çaresiz haline karşın burada yalnızca görev icabı bulunmam garip hissettirdi ama yapabileceğim bir şey yoktu, bu pavyon gerçekten de pis bir çukurdu demek ki. “Aha şu da Güllü,” dedi çenesiyle sahneyi işaret edip. Sesi ağlama isteğinden dolayı titrek çıkmıştı. “Geceleri şarkı türkü söylüyor, uçkursuz adamları eğliyor. Normalde olsa ona da benden fazlasını vermeyecekler ama…” Kısaca iç çekti Ferhan abla. “Onun orospuluğu da olduğundan patronların gözünde değerli sayılır.”

“Öyle mi?” diye rahatsızca mırıldandım.

Sandalyelerin ortasında genç bir adam oturuyordu, sırtı bize dönüktü ama havada bekleyen kolunu görebiliyordum, içkisini yudumluyordu. Az sonra Güllü şarkı provasını bitirdiğinde gevşek halde alkışladı onu. Bu esnada Ferhan abla kulağıma yaklaştı. “Şu da fiyakalı uçkursuzlardan, adı Şehlevent. Bizim büyük patronunun ahbabının oğludur kendisi, gece gündüz içer sıçar bir de kadınlara sarkar… Aman deyim İpek, uzak dur ondan, sakın yaklaşma yanına.”

Demek akademide babası üzerine çalışma yaptığım adamdı o. Şehlevent İzgi.

Bir gün karşılaşacağımızı hiç düşünmemiştim, şimdiyse bana sırtı dönük halde sadece biraz ilerimde oturuyordu. İçimde engel olunamaz bir nefret belirdiğinde kendimi sakin tuttum. “Yok yok yaklaşmam,” dedim korkak çıkmasına dikkat ettiğim bir mırıltıyla.

Hiç işim olur muydu benim onunla?

Sıcakladığım için üstümdeki kırmızı montu çıkarmak istiyordum ama mikrofonun belli olma riskini göze alamadığım için hiç yeltenmedim buna, o anda Ferhan abla kolumdan çekiştirip götürmeye başladı. “Bir de şu tarafa gel, sana birkaç şey soracağım.”

“Dinliyorum abla.”

Müşterilerin eğlendiği kısımdan ayrıldıktan sonra Diren’in arabadayken bahsettiği tarafa gelmiştik, burası tuvaletlere giden yerdi ve neredeyse kapının ardına taşan iğrenç bir kokusu vardı. “Bak burası adamların kullandığı tuvalet, duyuyor musun ne kadar pis kokuyor.”

Yüzüm rahatsızca buruştu, sanki tuvalet değil de başka bir şeydi… Daha iğrenç bir şey.

“Çok ağır değil mi bu koku?”

“Piçin biri taşırmış işte, geceden beri işim yokmuş gibi onunla uğraştım yemin ederim.”

Sıkıntıyla iç çekti Ferhan abla, oysaki bunu yapmaması gerekirdi çünkü koridor nefes almamız gerektiği kadar leş

kokuyordu. Elimi istemsizce burnuma götürdüğümde onun dikkatini çektiğimi fark ettim. “Rahatsız mı oldun?” dedi yorgun bir mırıltıyla.

“Yani… Biraz rahatsız ediyor.”

“Ama orayı temizlemen gerekecek.”

Az önce içime çektiğim ufak nefesi titrekçe dışarı bıraktım, Sevtap’ın duasının bu kadar hızlı kabul olmasına gülsem mi ağlasam mı bilememiştim. Tedirginliğimi belli etmek istemesem de umurumda değildi, kim olsa bu teklife hemen evet diyemezdi zaten. Bu yüzden biraz beklesem de “Yaparım herhalde,” dedim kendimden emin tuttuğum sesimle. “Geçinmeye ihtiyacım varken iş seçecek halim yok ya.”

“Tabi canım,” derken eliyle bir kez sırtıma vurdu Ferhan abla, boyu benden biraz kısaydı. Sonra yorgunca geri döndü, koridordan ayrılmaya koyulmuştu. “Ama zaten ben bugünlük hallettim, senin mesai yarın başlar.”

Peşinden ilerledim hemen. “Yapılacak başka bir şey yok mu?”

“Biraz erken gelseydin şurayı burayı sil derdim.” Geriye dönüp güldü halime ama gözlerinden belliydi, içten içe keşke erken gelseydin diyordu. “Ama şimdilik yok, kalacağın yeri göstereyim mi sana?”

“Var mı kalacak yer?”

Devam eden sorularıma rağmen Ferhan abla hiç bıkmış gibi davranmadı, bir yardım eden olmasını ne kadar beklediyse her sorduğumu özenle cevaplıyordu. “Var tabi, olmaz mı?”

Bu sefer binanın sol tarafına geçtik, orada yukarı giden güvenlik önlemleri alınmış ve nispeten geniş bir merdiven vardı ama aşağı giden merdiven onun aksine epey dardı, Ferhan abla o karanlık koridora adımladığında temkinle ilerledim ardından. Görüşüm iyiydi, etrafı seçmek zor değildi ama yine de dikkat ediyordum.

Terliklerini pat pat vurarak inen Ferhan abla başını hiç çevirmeden bana seslendi. “Dikkatli bas güzelim, düşme sakın.”

Elimi her ihtimale karşın duvara yasladım, sürekli geriye bakarak ardımı kontrol ediyordum. Neyse ki merdivenler fazla uzun sürmemişti, bir süre sonra cılız lambayla aydınlanan bir bodrum kata geldik, sırayla dört oda vardı burada da. En baştakinin kapısı yarım aralıktı ve içerisi boş görünüyordu. Orayı geçtikten sonra ilerledi, ikinci kapının önünde durdu. “Şu en sonda ben kalıyorum,” diye açıklamıştı. “Sen de burada kal, içeride kuru bir yatak var sorun olmaz değil mi?”

“Yok, hiç olmaz.”

“Valla kiralar iki bine fırlayacak diyorlar, o kadar parayı eve vermektense burada bir yatakla idare ediyorum ben, sen de edersin artık.”

“Ederim, ederim, sıkıntı depil.” Çantamı kolumdan indirip elime aldım, ceketimi omzundan sıyırırken Ferhan abla “İyi madem,” diyerek geri çekildi, o da terli tişörtünü çekiştirmeye başlamıştı. En sonunda hala bodrum katın ortasında olmamıza rağmen sıyırıp attı kıyafetini üstünden. Geriye yalnızca krem rengi sütyeniyle kaldığında bakışlarımı kaçırdım. Geldiğimden beri halime ilk kez gülmüş ve “Utanma,” diye uyarmıştı beni. “Valla insan erkeksiz bir yer buldu mu soyunası geliyor be, malum bu orospu çocuklarının arasında çarşaf giysek yine fayda etmeyeceğinden…”

“Haklısın abla.”

“Hadi madem sen de içeride soyun, rahatla. Akşama çok gürültü olacak, zor dinlenirsin o saatten sonra. Bir de akşam vakti yukarı çıkma bak, sonra sarhoşları başına bela edersin haberin olsun canım.”

Yine sırtıma dokunup beni az önce açtığı kapıya itekledi, dediğini yapıp yavaşça içeri girdim ve kapıyı ardımdan kapattım. Neyse ki fazla sert görünmese de bir kilidi vardı, onu sessizce çevirdim ve yerde duran yatağa ilerledim. İnsancıl koşullar değildi bunlar, içim burkulurken rahatlamak için derince nefeslenmeye çalıştım ama fayda etmedi.

Yukarı tuvaletin iğrenç kokusundan dolayı zaten bunalmıştım, burası da oradan farksız şekilde rutubet kokuyordu. Her ne olursa olsun kabullenerek yatağa oturdum, sırtımı duvara verdiğimde kırmızı montumu düzgünce katlayarak kenara bırakmıştım. Tam o sırada kulağıma bir ses geldi. “Halloldu mu? Yerini alabildin mi?”

Elim usulca kulaklığıma gitti, gözlerim kapalı olsa bile kapıda gezinirken saçlarımın üzerinden küçük kulaklığa dokundum, konuşan kişi Diren’di. “Evet, bana kalacak yer ayarladılar.”

“Tamam, göze batan başka bir şey var mı peki?”

Oturduğum yerde toparlandım, odanın en orta kısmına geçerken tek isteğim fısıldasam bile sesimi kimsenin duymamasıydı, bu yüzden epey kısık mırıltılarla konuşuyordum. “İçeride Şehlevent İzgi’yle karşılaştım,” dedim dikkatle. “Şarkıcı bir kız var, onu dinliyordu, genelde burada takılıyormuş.”

“Bunu iletiyorum.” Çok geçmeden geri döndü Diren, net sesiyle “Gözden kaçırma Yakut,” diye uyarmıştı. “Orada olması sebepsiz değildir.”

“Tamam ben takipte olacağım.”

Yukarıdan ya da yan taraftan herhangi bir ses gelmezken kulaklık da kesilince kendimi geri bıraktım, dikkat çekmemek için bir süre burada dursam iyi olacaktı ama zamanı nasıl geçireceğimden emin değildim.

Zaman gerçekten bir kuru yatakta beklerken zor bir hale büründü benim için. Akşam eğlence başlamış ve eğlencenin gürültüsü bütün binayı sarmıştı. Ferhan ablanın uyardığı gibi sarhoş adamlardan başıma bela etmek ve işimi riske atmak istemediğim için sabaha değin küçük ve rutubetli odada bekledim.

Saat sabah beşe gelirken ise odamın kapısı tıklatıldı, hiç uyumadığım için bunu duymak zor olmamıştı. Yine de her ihtimale karşın yatağa uzanıp bir süre bekledim, Ferhan ablanın beni uyurken bulması uyanıkken bulmasından iyiydi. Çok geçmeden “İpek!” diye seslenmeye başladı, başka bir isim olunca alıştığım sandığım o garipliği yaşamıştım.

“Hmm?” diye mırıldandım duymasa bile, evden kaçtığımdan beri yalnız yaşıyordum bu da kalabalığı ve gürültüyü özlememe sebep olmuştu. Oysaki kabile gibi yaşadığımız evden ayrılırken yalnızlığımdan bir daha hiç kopmayacağımı düşünmüştüm. Şimdi ses seda özlüyordum bir nebze de olsa.

“Kızım kalk hadi, iş başlıyor.”

Gece boyunca yukarıda eğlence dönmüştü, buna rağmen Ferhan ablanın horlamalarının sesi duvarı aşıp bana kadar gelmişti. Güzel bir uyku çektiği için dinçti sesi bu kadar. “Kalktım,” diye huysuzca mırıldandıktan sonra mahmur rolüme devam ettim, az sonra toparlandığımda iş için ne kadar hazır olduğumu görecekti. Üstümü düzelttikten sonra odadan ayrıldım, Ferhan abla da yaslandığı pervazdan çekilip beni üstünkörü süzdü. “Uyuyabildin mi kız?”

“Az çok kestirdim.” Miskince esnedim, sonra umursamazca omuz silktim. “Zaten insan bir süre dayanamayıp bayılıyor gerçekten.”

“İyi tamam o zaman, yukarı geçelim etrafı bok götürüyordur şimdi.”

Dediği gibi yukarı çıktığımızda etraf gerçekten Ferhan ablanın dediği kadar vardı. Hatta bir iki kişi masada uyukluyordu. “Bu ne böyle? Niye burada uyuyorlar?” diye hayretle mırıldandım.

Ferhan abla ise el süpürgesini alıp bana uzatırken “Boş ver,” dedi pervasızca. “Bazen hır gür çıkmasın diye ellemiyor güvenlik, nasıl olsa kontrol eden yok diye salıyorlar ortalığa… İşte sen ben böyle uğraşıyoruz be kızım.”

Sıkıntıyla nefeslendim, gerçekten berbat koşullardı bunlar. Masaların olduğu kısmı temizlerken sandalyeleri kaldırmak, üstüne bir de uyuklayan adamla uğraşmak ve gereğinden fazla kirletilmiş yerleri toparlamak bir süre sonra asla tükenmeyecek bir pisliği temizliyormuşum gibi hissettirmişti.

Ferhan abla galiba ben orada bulunduğumdan olsa gerek çabuk yoruldu, saat öğlene gelirken belini tutmaya başlamıştı. “Ah valla çıktı belim çıktı…” sızlanmaları arasında vileda sopasını bırakıp bir masaya yaslandı.

Yavaşça yanına yaklaştım. “İyi misin abla?”

“Valla tükendim be kızım.” Elini göğsüne yasladı, aslında genç bir yaşta olduğunu biliyordum ama hayat onu erken yormuş olmalıydı. Dayanamayıp masaya oturdu. “Of sıçayım böyle işe, daha tuvalet var ya!”

“Tamam ben hallederim,” dedim elimden başka hiçbir şey gelmeyeceği için.

Hevesle baktı bana. “Çok fena kokuyor var ya kesin yine taşırdı birisi, sen yapabilir misin ki?”

Koridora bile taşan o kokuya nasıl katlanacağımı bilmiyordum ama işimden erken kovulmamak için “Yaparım yaparım, sıkıntı yok,” dedim.

En azından odama inmek yerine mekânda dolanmak için bir bahane olurdu bu da benim için. “Valla iyi ki geldin be kızım,” derken başını yorgun halde masaya koydu, koyu gözleri ıslak halde yüzümde gezinirken yalnızca kurnazlık etmediğini biliyordum, demek ki gerçekten ihtiyaç duymuştu bana. Burada sonsuza kadar kalamayacağımı bildiğim için istemsizce haline üzüldüm, görev sonlandığında ben de ayrılacaktım ve o benim nerelerde olduğumu hiç bilemeyecekti.

Birden masada uyuklamaya başladı, o böyle yapınca çaresizce çevreme bakındım.

Alttan alta etrafı inceliyordum, elimdeki bezi tozlu gördüğüm yerlere dokundurarak bakınırken bütün mekânı dolaştım ama öyle yoğun bir sessizlik vardı ki gece boyu süren o eğlencenin sanki hiç yaşanmadığını düşünecektim. Gide gide en sonunda tuvalete geldim, koku daha da artmıştı. Kazağımın yakasını sıyırıp yukarı kaldırdım ama pek fayda etmiyordu, oysaki Ferhan abla dün temizlediğini söylemişti.

Kabinleri dolaştığımda en sondakinin temizliğe ihtiyacı olduğunu gördüm. Memnuniyetsizce sızlandığımda kulağıma Uygar’ın sesi geldi. “Yakut?”

Kulaklığı unuttuğum için irkildim birden ve kimsenin burada kendi kendime konuştuğumu sanmasını istemediğim için “Hmm?” diye mırıldandım.

“Bir aksilik mi var yoksa?”

“Hayır.” Elimi dudaklarıma örttüm, kabinden çıkıp içeriyi kontrol ettim herhangi bir hareketlilik yok gibiydi. “Sadece tuvalet temizliyorum.”

Umarım Sevtap bunu duyardı ve vicdan azabı çekerdi ancak yalnızca keyifli gülüşü ulaştı kulağıma.

İçinde olduğum kabinin duvarının üst kısmında cama baktım ama sıkı sıkı kapalıydı, onu açamıyor olmak canımı sıkarken Uygar’ın “Sevtap,” diye uyarırcasına konuştuğunu duydum, sonra dikkatini tekrar bana verdi. “Üstünkörü yap Yakut, senin asıl işin değil o.”

“Tamam ama…” Hem Ferhan ablanın haline üzüldüğümden hem de bu koku tüm binaya yayıldığından dolayı içimdeki temizlik canavarı uyanmıştı birden. “Göze batmamak için yapmam bunu da lazım,” diye kabinin içine saklanırken mırıldandım, eğer konuşmayı bitirirsek temizlik odasına gidip deterjanlardan alacaktım. “Biraz bekle.”

Kapıyı aralayıp çıkmak istedim ama tam o an tuvaletin dış kapısı açıldı ve içeri başkaları girdi, kendimi tekrar kabine sakladım. Giren kişilerin kim olduğunu ilk başta anlayamadım ama seslerden anlaşıldığı kadarıyla uygunsuz bir an yaşayan iki kişiydi. Sadece öpücük sesleri duyuluyordu. Elimle burnumu kapatıp kulağımı kapıya yaklaştırdığımda mırıltılar arasında “Aşkım baban gelmeyecek mi peki?” dedi Güllü, onu tanıyabilmiştim. Gece boyu güzel sesiyle şarkılar söylemişti ve konuşması da hoş bir tona sahipti. “Onunla tanışmayacak mıyım hiç?”

“Yavru kuşum babam yurt dışında diyorum ya sana.” Diğer kişi Şehlevent miydi? Sesini tanımıyordum ama dün gördüğüm kadarıyla burada Güllü’yle ilgilenen kişi oydu. “Ama bak bekle birkaç gün sonra Ahmet amcam gelecek,” deyince şüphem doğrulandı. Ahmet amcam dediği kişi Ahmet Akdeniz olmalıydı. “Onunla tanışırsın.”

“Ya ben patronu zaten tanıyorum ki!”

“Ama gülüm, bu sefer gelin olarak tanışacaksın.”

Nazlandı Güllü. “Yok istemem, gelmesin…”

“İlla gidip başkasını mı çıkarayım karşısına Güllü?”

“Ya öyle mi dedim ben?”

Kazağımı sıyırıp yüzümü sardım, Ahmet Akdeniz’in sadece Güllü için gelip gelmediğini düşünürken birden konuşma arasında Tufan Kula’nın isminin geçmesiyle dikkatim tekrar oraya kaydı. “Başkasına yerimi verecek olsam hiç kabul eder miydim seni?” derken sesi daha da hırsa bürünmüştü Güllü’nün. Sonra “Tufan bile köpek oldu peşimde de dönüp göz ucuyla bakmadım,” dedi.

“Atma şimdi Güllü, ben onla kırıştırdığını bilmiyor muyum hiç?”

Heyecanlı nefeslerim boğazıma dizildi, niye burada konuşulan şey yalnızca bir aşk meselesiydi? Güllü “Ne alakası var aşkım?” diye birden cilve yapmaya başlayınca kaşlarım çatılmıştı, gerçekten de aralarında bir şeyler olmuştu demek ki, yalan söylemek konusunda pek usta bir sese sahip değildi ya da benim inanasım gelmedi. “O hep iftira attı bana, sen bunu çok iyi biliyorsun. Gözü dönmüş onun gözü…”

“İftira mı orasını bilemem.” Şehlevent’in sözlerinin arasında bir hırlama sesi geldi, bunu pek iyi niyetle düşünemedim, daha çok mide bulandırıcı bir sesti. Hırlamayı gürültülü öpücük sesleri takip ettiğinde tuvaletin iğrenç kokusuyla beraber elimi karnıma yasladım, midem bulanmıştı. “Ama hangi deliğe girdiyse bir daha dönmese iyi olur.”

Hangi deliğe girdiyse… Gerçekten bilmiyor muydu yoksa Güllü’ye karşı bilmezlikten mi geliyordu?

Merakım biraz daha arttı ve buradan nasıl çıkacağımı düşündüm, onların pis seslerini dinlemek istemiyordum. Zaten içerisi kötü kokuyordu, daha fazlasını midem kaldırmayacaktı. Neyse ki Güllü dakikalar sonra “Levent ya…” diye nazlandı. “Çok pis kokuyor burası, çıkalım hadi!”

“Bir dur be…”

“Ya aşkım alla kusacağım!”

“Of Güllü of!”

Çok geçmeden bu ufak tartışmayı bir kapı sesi takip etti, her ihtimale karşın içeride bekledikten sonra kabinin kapısını dikkatle araladım ve oradan çıktım. Kaşlarım düşünceler içinde çatıktı hala, lavaboya yaklaşıp musluğu açtıktan sonra ellerimi dalgınca yıkadım.

Aklım, neden bu bina göze batarken Ahmet Akdeniz’in manevi yeğeninin sevgilisiyle tanışmak için bile olsa buraya gelme riskini göze aldığı gerçeğini tartışıyordu. Ve neden Güllü’yle Şehlevent Tufan’dan sanki bomba patlatmış gibi değil de torpil patlatmış gibi bahsediyorlardı?

Dışarı çıkıp deterjan kutularını alıp getirdikten sonra tuvaleti uzun uzun temizlerken bunları düşündüm, kulaklığımda mırıltıları dolaşan Uygarlara ise ancak akşam eğlence başlayıp da odama çekildiğimde anlatabilmiştim her şeyi.

Biraz daha beklememiz gerekiyordu, sağlam adımlar atabilmek için bir gün daha tanımak zorunda kaldık kendimize.

Bu sefer uyuklayarak geçirdiğim geceden sonra Ferhan abla üstümde engel olamayacağım bir baskı kurarak tuvalete yolladı beni, bina birkaç gündür düzenli olarak temizlenen tuvalete rağmen pis kokunca yapamayacağımı söyleyemedim ona. Yerde köpürerek dağılan deterjan içimi rahatlatırken sadece ikinci günümde bu işten bunaldığımı hissettim. Diren ise “İçeride dolanman gerek,” diyerek uzaktan da olsa azarladı beni. “Tuvalete sıkışıp kalmasana Yakut, Tufan’la ilgili bir şey öğrenmeni bekliyoruz burada.”

Sıkıntıyla gözlerimi devirdim. “Ortalık bu saatlerde çok sessiz ne yapabilirim? Zaten lazım oldu mu Güllü’yle Şehlevent geliyor buraya.”

“Her seferinde onların işi pişirmeye gelmesini mi bekleyeceksin?”

Bir süredir sessizliğini takınan Fatih yine aynı şeyi söyledi. “Sandığımız kadar büyük bir şey çıkmayacak bundan, ben söylüyorum.”

“Şehlevent bile ayrılmıyor buradan,” diye uyarırcasına konuştum, elimden geldiğince kısık tutuyordum sesimi. “Evet belki basit görünüyor olabilir ama kesinlikle değil, daha Tufan bile ortalıkla yok.”

Dışarıdan bir rüzgâr esti, havalandırmadan içeri yoğun bir hava girince serinlik tenimi okşamış ama burnuma yine o iğrenç koku gelmişti. “Kahretsin,” diye sızlandım. “Temizliyorum ama gitmiyor bir türlü, ne biçim bir koku bu ya!”

“Yakut çık artık oradan,” dedi Diren bezmiş halde. “Benim bile midem bulandı seni dinlemekten.”

“Tamam az sonra çıkacağım.” Zaten uğraşmaktan yorulmuştum, bu koku hiçbir halükârda çıkacak gibi durmuyordu. “Midem bulandı iyice, hayır ortalıkta bir şey de yok… İki gündür dip köşe temizliyorum ama başka yerden geliyor herhalde.”

Göğsüme rahatsız edici kokudan dolayı kekremsi bir sancı yayıldı, yüzümü sıkıntıyla buruşturdum. Kulaklığımda da bir süre sessizlik olunca kaşlarım endişeyle çatıldı. “Kusura bakmayın.”

“Yakut.” Tereddütle mırıldanan Uygar’dı. “Nasıl bir koku bu?”

“Tasvir mi edeyim şimdi?”

Sızlanışımı hiç şakaya vurmadı. “Anlat,” dedi ciddi bir tonda.

“Ağır,” dedim mırın kırın, burnum alışmıyordu da bir türlü. “Ve rahatsız edici… Kötü bir koku işte.”

Bir süre aramızda yine aynı sessizlik geçti, bu sükuneti neye yormam gerektiğini düşünürken Uygar beynimde şimşekler çaktıracak bir yanıt verdi bana. “O koku tuvaletle alakalı olmayabilir.”

“Hayır… Hayır, hayır!” Hayret dolu mırıltımdan sonra “Ceset kokusu mu yoksa?” dedim saklamaya çalıştığım sesimle.

Tüm mide bulantıma rağmen burnumu kaldırıp kokladım, her yer deterjan doluydu ve tuvalet de o kadar pis görünmüyordu ama her şekilde kokuyordu işte. Çünkü buna sebep olan daha çürük bir şeyler vardı, hala bir yerlerde var olmayı sürdüren bir ölümün kokusuydu bu.

“İçeri geleceğiz, bekle.”

Kaybolan seslerinden sonra ben de ayrılmak isteyerek temizlik eşyalarını toparladım, ıslak kalan yerlere dikkatle basıp ilerleyecektim ki yine dünkü gibi tuvaletin kapısı açıldı ve içeri, uygunsuz halde Şehlevent ve Güllü girdi. Ancak benim dikkatle bastığım yeri onlar fark etmediği için deterjandan dolayı kayarak yere düşmüşlerdi. Güllü, Şehlevent’in altında ezilirken “Ah!” diye tiz bir çığlık attı. “Ah sırtım!”

Yanlarına yaklaşmak istedim ama kendim de düşmemek için olduğum yerde kalmıştım, bir elim istemsizce dudaklarıma kapandı. “Çok özür dilerim,” dedim sahte bir hüzünle. “Yeni temizlemiştim, gerçekten özür dilerim!”

Şehlevent İzgi “Dirseğimi çarptım ya,” derken çabucak doğruldu. Yalnızca koluna bakıyordu ve hala yerde bekleyen Güllü’nün farkında değildi.

“Levent çekilsene bacaklarımdan!”

“Kızım kalkamıyorum ki yerler ıslak!”

“Böyle mi bekleyeceksin? Kırıldı her yerim…” Yüzünü buruştururken başını yana yatırmıştı Güllü, o esnada sinirli bir bakış attı bana. “Beceriksiz! Bir işi düzgünce halledemedin mi?”

Üstlerine gitmek istemedim ama rahatsız bir hisle çatıldı kaşlarım, işini doğru yerde halletmek yerine burada bana çıkışmasına karşı kendimi savunsam bile anlayacağını sanmıyordum. Bu yüzden gözlerimi kaçırıp “Kusura bakmayın,” desem de “Sus be!” diye bağırdı bana.

Az önce farkına vardığımız gerçeklerden dolayı zaten gergindim, üstüne bir de Güllü bağırınca sinirim biraz daha çoğaldı, kendime hakim olmak için yutkundum. “Yapabileceğim bir şey var mı?” diye yanlarına yaklaşmak istediğimde “Of ya…” diye çocukça sızlandı Şehlevent’e. “Aşkım kaldır beni buradan!”

“Yavru kuşum benim de kolum mahvoldu ya nasıl kaldırayım?”

Durumdan yırtmaya çalışan Levent’e rahatsızca baktım, her haliyle berbat bir adamdı ve Güllü’yü yerden kaldırmaya asla yanaşmıyordu. Yavaşça yanlarına yaklaştım, bana sinir olsa bile Güllü’yü kolundan tutup kaldırırken Levent yine hiçbir şekilde yardım etmedi. Ellerim arasında kırılacak kadar minyon bir bedene sahip olan Güllü gerçekten canı yanarcasına ağlamaya başladı birden. “Sırtım, sırtım, sırtım… Of çok acıyor!”

“Tamam yavaşça kaldırıyorum seni.”

“Levent sen de yardım etsene!”

“Kızım dirseğimi incittim dedim ya!”

Ancak rahatça yerden kalktığında gayet dinç olduğunu gördüm, Güllü’yü kaldırmaya hiç yanaşmadı, en sonunda gürültüye gelen güvenlik görevlisi hala yerde bekleyen kızı kolaylıkla kucakladı. “Ne oluyor burada? Levent Bey iyi misiniz?”

“Bana sorsana Sinan abi!” diye çığırdı Güllü, iri yarı adamın kucağına beklerken daha da minyon bedeni daha da küçük görünmüştü gözüme. “Ben çok kötüyüm, of ya yarın Ahmet Bey gelecekti bir de! Nasıl çıkacağım bu halde karşısına?”

“Yavru kuşum düzelirsin o zamana kadar.”

Demek ki Ahmet Akdeniz yarın buraya geliyordu, dikkatimi ikisi arasında gezdirirken özenli adımlarla ben de tuvaletten ayrıldım. Malzemeleri temizlik odasına düzgünce bırakıp tekrar orta mekâna geçtim, Ferhan abla temizlediği masadan kalkmış ve merakla Güllü’ye bakmıştı.

“Ben tuvalette temizlik yaparken kayıp düştü.”

“Allah’ın şımarığı,” dedi memnuniyetsiz bir ifadeyle. “İlla mağdur olacak bir yer çıkarıyor kendine.”

“İyi birisine benziyor aslında,” derken dedikoducu birisi gibi görünmemeye çalıştım, bu Ferhan ablada daha büyük bir sinir oluşturdu. “Ne iyisi ya? Kaç kişiyi aynı anda götürüyor sen bir bilsen…” Sonra başını yan tarafa çevirip boş çalgı aletlerini işaret etti. “Ha şurada bir tane org var görüyor musun?”

Oraya bakındım, onun sahibinin aradığımız adam olduğunu biliyordum.

“Gördüm,” dedim gerginliğini yok etmeye çalıştığım bir sesle.

Sonra Ferhan abla anlatmaya devam etti. “Orada benim dostum oturuyordu, Tufan adı. Çok uzun zaman beraber çalıştık burada, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi bizim.”

Elimi masaya yaslanıp dikkatle dinlemeye devam ettim onu. Yüzünü hüzünlü bir ifade almıştı şimdi. Önüne düşen saçlarını geri ittiğinde birkaç tutam kolaylıkla kopup yere düşmeye başladı. “Belli zaman önce Güllü de bizimle çalışmaya başlayınca Tufan gönlünü ona kaptırdı.”

Bunları zaten biliyordum fakat yine de şaşkınlıkla baktım ona. “Yaa?”

“Ya işte,” dedi bariz belli bir şeyden bahseder gibi. “Güllü de bir bizim Tufan’la Şehlevent Bey’le takılırken artık onu böyle görmek canıma tak etti, yolladım buradan git başka yerde çalış dedim.”

Demek o kısa süreliği ayrılığı bir aşk mevzusuydu, rahatsız hissederken Fatih’in küçümsediği sonuca ulaşmaktan endişe ediyordum. Gerçekten de her şey o basit noktaya çıkıyordu. “İyi olmuş işte, kurtulmuş,” dedim hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranırken.

Ferhan abla kızgınlıkla baktı bana. “Ne iyi olması kız? Geri döndü Tufan, dayanamadı geldi kapandı kızın ayağına ben sensiz yapamıyorum falan filan bin türlü söz etti. Güllü de sever ilgiyi, yine ikisini beraber götürmeye devam etti.”

“Ciddi misin?”

“Tabi kız.” Sonrasında suçlu bir ifadeyle yutkundu. “Ben de bayağı kızdım şuna prim verme diye, çok gazladım.”

“E sonra ne oldu? Nerede şimdi?”

Sabırsız geçen saniyelerden sonra “Bilmiyorum,” dedi Ferhan abla. Gözlerini kaçırmıştı benden. “Ay çok konuştum ya,” dedi sonra rahatsız bir tavırla, gerçekten de fazla konuştuğu için utanmış ve yanakları kızarmıştı. Niye o patlamadan bahsetmemişti ki?

Dikkatli gözlerim üstünde gezinirken kulağıma yine Uygar’ın sesi geldi, elimi masadan çekip doğruldum. “Tesisatçı çağırdığını söylemen lazım kadına.”

Boğazımı temizlemek için sessizce öksürdüm. “Aa abla bu arada,” dedim sanki aklıma yeni gelmiş gibi. “Bu tuvaletin kokusu gitmedi bir türlü, tesisatçı çağırdım ben de, gelip bir baksınlar.”

“Kız patrona sormadan neden çağırdın?”

Etrafıma baktım şaşkınlıkla. “Ama kimse yoktu ki.”

“Olsun ya…”

Uygarlar içeri girecekti, bu planı aksatmamak için yeni yalanlar düşündüm hemen. “Abla benim babam da tesisatçıydı, ben az çok anlıyorum bu durumdan o yüzden çağırayım dedim.”

“Tamam kızım sorun o değil, sorun şu ki habersiz yapmayacaktın bu işi.”

“Dedim ya o sırada soracağım kimse yoktu.” Kuruyan boğazımı rahatlatmak için hafifçe yutkundum. “Gerekirse maaşımdan kessinler parasını sorun değil, yeter ki şu leş koku gitsin bir an önce. Temizlemekle çözülecek gibi değil.”

Ancak çürük cesedi ortadan kaldırarak düzelebilirdi bu.

“İyi sen bilirsin,” dedi mırıltıyla. “Ben hala senin için patronla konuşamadım ama haberin olsun.”

Birkaç gün göze çarpmadan idare etsem yeterdi. “O da hallolur,” dedim içime kaçan bir sesle. “Ben şu tesisatçılara bir bakayım.”

Binanın kapısına gittim, etrafa bakındığımda kimseyi görememiştim, güvenlik görevlisi de yoktu. En son Güllü’yü taşıdığı için hala onunla ilgileniyor olabilirdi. Kollarımı önümde bağlayıp sabırsızca bakındıktan sonra binanın önünde bir araba durdu ve içinden Uygar’la Diren indi, üstlerinde iş tulumları vardı.

Bu hallerini garipsediğimde ne tepki vereceğimi bilememiştim. Dikkat çekmemek için normal adımlarla bana yürürlerken başlarındaki şapkanın altından etrafa kontrol edercesine baktılar ve çabucak içeri girdiler.

Konuşmak için Uygar fazla yaklaştığında “İyi misin?” diye fısıldadı bana. Suratında beni merak ettiğinden dolayı sert bir ifade vardı. “Bir sorun çıkmadı değil mi? Sana bir şey olmadı?”

İki gündür burada, yabancı bir yerdeydim. Kulaklık yardımıyla iletişime geçsek bile hiçbirisi onun bana bakan yeşil gözleri kadar iyi hissettirmiyordu. Başımı yavaşça iki yana salladım. “İyiyim,” dedim gizli bir mırıltıyla, sonra da Ferhan abla duysun diye sesimi yükselttim. “Şu taraftan gidelim, tuvalet orada.”

Mekânın tam ortasından geçerken Ferhan abla da sandalyenin altını süpürmeyi bırakıp bize baktı ve “Hoş geldiniz, kolay gelsin,” diye seslendi. “İnşallah hallolur şu rezalet bir an önce.”

“Umarım abla.”

Tuvalet kısmına geçtiğimizde kapıyı ittirdim. “Dikkat edin içerisi ıslak olabilir.”

Botlarıyla dikkatle basarken ilk önce Diren girdi içeri, ben biraz olsun alıştığım için hala rahatsız edici kokudan onlar kadar etkilenmedim ama ikisinin de yüzü buruşmuştu.

“Annem adli tıpta çalışırken hep bahsederdi bu kokudan.” Diren havalandırmaya doğru yaklaştı, parmak uçlarında yükselirken kaşları rahatsızca çatılmış haldeydi. “Ben de hep merak etmiştim ama gerçekten kötüymüş.”

Endişe içinde dışarıyı kontrol ederken “Nasıl bulacağız peki?” dedim usulca.

“Fazla yoğun gelmiyor.” Diren’le ikimiz konuşan Uygar’a baktık, o ise sıkıntıyla alnını sıvazlıyordu. “Buralarda bir yerlerde olmalı ama çok yakında değil.”

“İçeri girerken de rahatsız edici bir koku vardı.” Alet çantasını bıraktığı yerden alan Diren “Tek bir ceset bu kadar koku yayar mı?” diye sorduğunda ellerimi hayretle alnıma koydum. “Hayır öyle bir yerde ki kokusuna engel olmak mümkün değil.”

Uygar’ın yeşil hareleri üstüme çevrildi, ikimiz de ciddiyetle gözlerimizin içine bakarken sessizdik çünkü bir cevap arıyorduk. En sonunda dolgun dudaklarını yavaşça yaladı ve “Kanalizasyonda,” dedi mırıltıyla.

Başımı sanki doğru bir şeye ulaşmış gibi aşağı yukarı salladım, Diren ise Uygar’ın sırtına sertçe vurmuş ve “En başta seni ekibe almak istemeyen aklıma sıçayım ben,” demişti suçlu bir sesle, mavi gözleri saygı dolu bir hayranlıkla Uygar’da geziniyordu.

Ben de tebessüm etmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım ama eğer tahminleri isabetli çıkarsa… Ona karşı çektiğim seti daha fazla nasıl sağlam tutacaktım bilmiyordum. “Arka tarafa geçelim,” diye pürüzlü sesimle mırıldandıktan sonra tuvaletin kapısını açıp çıktım, şimdi Ferhan ablaya kanalizasyon için nereye gitmemiz gerektiğini soracaktım.

Neyse ki o da durumdan işkillenmemiş ve bize yukarıyı işaret etmişti, oraya çıktığımız zaman gördüğümüz iki kanatlı kapı arka bahçeye geçiyordu, kanalizasyon kapağı da oradaydı. Yavaş ve sessizce orayı çıktıktan sonra koridordaki kapılara bakındım, plana bakarken Diren’in bahsettiği patron odası çaprazımızdaydı ve bizim aradığımız kapı da onun yanındaydı.

Usulca önünden geçerken kulağımıza orada konuşan birilerinin mırıltısı geldi ama çok kısık olduğu için hiçbir şey anlaşılmıyordu. Bu yüzden beklemeden ilerleyip büyük kapıyı ittirdik, karşımıza bu sefer aşağı inen dik merdivenler çıkmıştı, sol taraftaki duvarın ardında da iki tane kanalizasyon kapağı vardı.

Diren önden giderken Uygar yalnızca birkaç basamak inmiş sonra da “Gel,” diyerek elini arkaya uzatmıştı, sanırım dik merdivenleri inemeyeceğimi düşünüyordu. Ona göz devirip “Yok artık,” diye mırıldandım. “Kendim inebilirim herhalde.”

Ancak sözlerim o yokken sahip olduğum güçlü ve cesur halimi bir çırpıda sildi, istemsizce kendi adımıma takıldım ve düşmemek için Uygar’ın geniş omuzlarına tutundum. Bu halime kızgınlıkla gülerken ona olan yakınlığımı fırsat bilip elini belime sardı ve bir çırpıda yerden havalandırdı beni. “Her zaman böyle düşmüyorum,” dedim uyarırcasına.

Merdiveni kontrol ettikten sonra, şu an bir ceset aramamıza rağmen parlayan gözlerini üstüme dikti. “Sadece ben varken düşüyorsun yani…” derken sesinden benimle eğlendiğini anlamıştım. “…seni tutayım diye.”

“Bıraksaydın da senin gibi çıkarcı bir adamın insafına düşeceğime yere düşseydim keşke!”

“Asla bırakmam.” Sonra eğilip dudağıma çok yakın bir noktaya ufak bir öpücük bıraktı. O kadar usulca gerçekleştirmişti ki bunu zamanın duraksadığını hissettim, sanki bambaşka bir yerdeydim. “Bu da benim düşüşüm,” deyişi ise aramızda yükselen gerilimin onda sebep olduğu boğuk ses tonunda, canımı yakarcasına güç bulmuştu.

Sıkıca kavradığım iş ceketini bıraktığımda merdivenden inmiştik ve ayaklarım beton zemine bastı ama o belimi bırakmadı.

Kaşlarım çatık haldeydi, göğsümde zapt etmem gereken bir sancı vardı.

Zamanı değil, zamanı değil, zamanı değil…

Titrek bir soluk bıraktım dışarı, sonra küskünce baktım ona. Sanırım kader beni hep Uygar’ın karşısındayken mızmız bir çocuğa dönüştürecekti ama oyunumu bozduğu için değil, kalbimin ritmini bozduğu için kızacaktım tam da şimdi.

Çaresizce yutkunduktan sonra belimdeki elini ittim ve “İşine odaklan,” diye mırıldandım.

Arkamızda Diren vardı, kesinlikle bir tuhaflık olduğunu fark etmişti ve biz yakında herkesin diline düşecektik. Birkaç adımla geri gittim ve Uygar’ın gizliden gizliye keyifle sırıtan suratına ters bir bakış atıp tamamen arkamı döndüm.

Alet çantasını aralayan Diren yere eğik bakışlarını bize kaldırdı, oradan çıkardığı kaldıracı kanalizasyon kapağına sabitlemişti ve nefes nefese haldeydi. “Burası daha berbat kokuyor,” dedi hırıltılı sesiyle.

Gerçekten de bahsettiği kokuyla yüzüm buruştu, kapağa yaklaştıkça o berbat koku daha da çok ulaşıyordu burnuma. “Sadece ceset kokusu değil bu, boru falan patlamış olmalı.”

Uygar da kendi kaldıracını diğer kanalizasyon kapağına ayarladıktan sonra ikisi birden açmaya koyuldular, ben de geri çekilip sabırsızca etrafı kontrol ettim, yukarıda patronun odasını gören pencereler vardı ama biz duvarın arkasında kaldığımız için yakalanma ihtimalimiz yoktu.

Rahat bir nefes bırakıp tekrar yanlarına döndüm, bu esnada Uygar kaldıracı hareket ettirirken dişlerinin arasından konuştu. “Tufan Kula neredeyse iki metro boya sahip.” Kısaca nefeslendi, kapak gerçekten ağır görünüyordu çünkü, sonra konuşmaya devam etti. “Kilolu, iri yarı bir adam.”

“Patlattı değil mi? Boruları patlattı!” Diren’in sesinde de büyük bir hırs belirmişti. “Açıl lan açıl artık!”

“Buradaysa niye burada?” Uygar’ın sesiyle ona döndüm, kaldırma koluyla uğraşırken çenesini sıktığı belliydi. “Cesedi saklayacak başka yer yok muydu? Niye tüm dikkatleri üstlerine çekiyorlar anlayamıyorum!”

“Aşağıda onun hakkında konuştuk,” dedim hızlı bir açıklamayla. “Kimse bu patlama işinden bahsetmiyor, sanki tek mevzu Tufan’ın Güllü’ye saplantılı aşkı gibi bir şey… Üstelik üçgenin bir tarafında Şehlevent olunca üzgünüm ama aklıma kişisel intikamlardan başka bir şey gelmiyor.”

“O kadar basit değil.” Uygar başını hızla iki yana salladı, şakağındaki damarı ortaya çıkmıştı ve kaldırma kolunu hızla indiren kolundaki kasların ceketini gerdiğini fark ettim. “O kadar basit olduğunu kabul etmeyeceğim.”

Gözlerim çaresizce bir sağda bir solda gezindi. En sonunda Diren kapağı tamamen açmış ve kendisine doğru çekmişti. Aşağıyı görebilmek için hızlıca yanına yaklaştım, titrekçe açılıp kapanan kirpiklerim gördüğüm görüntüyle donup kaldı ve burnuma sızan koku daha da yoğunlaştı.

“Hassiktir…” dedi Diren de kapağı ayağıyla tamamen kenara ittirdikten sonra.

Göreceğim şeyi zaten biliyor olsam da ellerim hayretle açılan dudaklarıma kapanmıştı. Kapağın altından görünen karanlık boruların üstünde bir elini sağa bir elini sola uzatmış, bacaklarını da aynı pozisyonda açmış ölü bir adam vardı. Fotoğraflardan ve kamera görüntülerinden gördüğümüz kadarıyla tanıdığımız kişiydi o.

“B-ben,” diye zorlukla mırıldandım, geri döndüğümde aşağı bakan Uygar’la karşılaşmıştım. Kaşları isabetli tahmininden mütevellit çatık ve yüzü epey sertti. Sonra arka cebinden çıkardığı ufak feneri aşağı tuttu, artık Tufan’ın cesedi daha net görünüyordu. Çürümeye başladığı için şişen karnındaki kazak geriye çekilmişti ve açıkta kalan teninin yeşilliği az çok belliydi.

Diren dayanamayıp geri çekildi, kendini duvara yaslayıp rahatsız edici kokudan dolayı derince nefeslenirken ben de bakışlarımı ne yapacağımı bilemeyerek Uygar’a çevirdim. “Bu şey… Ne olacak şimdi?”

Başını gergince iki yana salladı, hala aşağıyı seyrediyordu, yutkunduğunda ademelması belirgince oynadı ve “Bilmiyorum,” dedi pürüzleşen sesiyle.

Gördüklerim artık benim için de bir eziyete dönüştüğünde rahatsızca geri çekildim, Diren de sırtını duvara verip yere oturmuştu.

Elimi karnıma bastırıp “Belçin Hanım’a haber vereceğim,” diye zorlukla mırıldandım.

Ve tam o an beni bir yol ayrımında bırakacak şekilde, cesedi seyreden sert gözlerini benden tarafa çevirdi Uygar. Feneri kapatıp cebine koyarken eğildiği yerden doğrulmuştu. “Hayır,” dedi bunu yapmamı istemez şekilde. “Haber verme ona.”

Bu söylediğini anlayamadığım için Diren’e baktım, eminim o da bunun sebebini soracaktı Uygar’a. Ama düşündüğümün aksine hiç ses etmedi, oturduğu yerden kalkıp adım adım açık kanalizasyon çukurunun başına geldi ve beklenti içinde bana bakmaya başladı. Kaşlarım çatılırken dudaklarım aralanmış ama herhangi bir şey söyleyememiştim.

Hava birden tekrar çiseleyen halde yağmaya başladı ama bu sefer huzursuz hissetmeme sebep olan şey yalnızca saçlarıma tutunan küçük yağmur damlaları değildi

Loading...
0%