Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12. Yanık Eller

@askilav

Doğrunun farklı formları olup olmayacağına dair şüphelere kapılmadım hiç. Çünkü eğer seçmek için birden fazla yolumuz olsaydı, sonsuz ihtimaller döngüsünde bir diğerini düşünerek yarını ziyan ederdik.

Bu yüzden seçilecek, üstüne gidilecek, sonu görülecek tek bir doğru sunulmuştu bize hayatta.

En azından benim için öyleydi.

Ancak Uygar, söylediklerinden sonra sanki aka kara demek kadar tuhaf bir ihtimalle yüzleştirdi beni. Doğru bildiklerim dışında kalan yanlış bir şeyi gerçekler uğruna seçersem de bizi eli kolu bağlı bırakacak olmasına rağmen doğruyu seçtiğim zamanki kadar dürüst hissedebilir miydim?

Kaşlarım Uygar’ın söylediğini anlama çabası içindeyken seyrek bir şüpheyle çatıldı. İstekle bekleyen yeşil gözleri hala üstümdeydi. Bana karşı bir umut büyüttüğünün farkındaydım, susması ve konuşma sırasını bana bırakması başka bir şey düşündürtmüyordu zaten.

Ama niye benden böyle bir şeye cevap vermemi bekliyordu?

“Neden?” diye mırıldandım.

Uygar dudaklarını sıkıca birbirine bastırırken çenesi de kasılmıştı, gözlerini hiç kaçırmadı ve kendinden emin görünen hali biraz daha pekişti. “Çünkü Belçin Hanım operasyonun Tufan’dan bir iz bulunduğu an biteceğini söyledi.”

Bakışlarımı, onun söylediklerini tasdiklemesi için Diren’e çevirdim çünkü benim böyle bir şeyden haberim yoktu. Diren de ondan bir cevap beklediğimi fark dince “Aynen öyle,” dedi sert bir sesle. “Uygar haklı, Belçin Hanım ceset bulunursa savcılığın dahil olacağını ve bizim geri çekileceğimizi söyledi.”

Bir rüzgâr esiyordu, saçlarım o rüzgârın etkisiyle geriye savruldu ve terli enseme ufak yağmur damlalarından sonra soğuk bir darbe değdi. “Tamam bu şekilde planlandıysa bu şekilde olur,” dedim bariz bir gerçekten bahseder gibi. Kaşlarımı da uyarırcasına havaya kaldırmıştım, bakışlarım hem Uygar’da hem Diren’de geziniyordu. “Sonuçta bu da bir emir, farkındasınız değil mi?”

“Emir değil, beklenti.” Bakışlarım tekrar Uygar’a çevrildi, öyle keskin bir ifadeye sahipti ki merdivenlerden inerken bana gösterdiği o adamı üstünden ne çabuk silip attığını fark ettim. Görevine odaklanmış haldeyken birkaç dakika öncesi gibi davranmıyordu, bu da beni bir yanlışa bulaşacağımız konusunda endişelendirmeye başlamıştı. “Belçin Hanım bize görevi bitireceğimiz çerçeve bir vakit sunmadı, yani operasyonu tam şu noktada bitirmek zorunda değiliz.”

“Sen kafana göre kendine plan belirleyemezsin.”

“Daha belirlemedim zaten,” derken Uygar’ın sözlerinde alay ve kinaye vardı. “Birazdan üstüne düşüneceğim.”

“Saçmalıyorsun Uygar.” Başımı yavaşça iki yana salladım, bir yandan da tekrar açık kanalizasyona yaklaşmıştım. “Emir dışına çıkamayız, cesedi saklamak ne demek?”

“Saklamayacağız zaten,” dediği esnada Diren de aramızdaki mesafeyi azalttı, yağmurlu havanın altında rengi açılan mavi gözleri Uygar’da olacağını sandığım hırstan daha fazlasını barındırıyordu içinde, halbuki onu böyle tanımamıştım. “Sadece bir gün müsaade et, yarın geceye kadar amacımızı tamamlayalım Yakut.”

Bu hiç içime sinmiyordu, göğsüm telaşla yükselip alçalırken gözlerimi aşağıdaki cesette gezdirdim. “Bir günlük suskunluğumuzun nelere mal olabilir düşündünüz mü hiç?”

Dürüstlüğümüzü yitirmenin yanı sıra aramızdaki güven duygusunu da zedelerdik; bu iş benim her şeyimdi, eğer şimdi başarılı olamazsam zaten kaybettiğim onca şeyin yanı sıra kendimi de kaybederdim. Hiçbir hırs, adil ve makul bir insan olmamın önüne geçemezdi.

Uygar’ın sesinde ise kelimeleri bile ezen yoğun bir güç vardı, aynı zamanda kendini yumuşak tutmaya çalışıyordu. Geri gidip yarım açık duran kanalizasyon kapağına eğilirken gözlerini benden kaçırmamak için uzun uzadıya uğraştı. En azından hala anlayışlıydı. “İlk önce kaybedeceklerini mi düşünüyorsun şu an?”

“Evet, öyle yapıyorum,” derken çatık kaşlarımla baktım Uygar’a. “Ama sen ne şimdi ne de sonra hiçbir zaman kaybedeceklerini düşünüyor gibi değilsin!”

“Çünkü hiçbir şey kaybetmeyeceğiz.”

“Nasıl bu kadar emin olabilirsin?” Yüzümü aceleci bir dehşet aldı, Diren de Uygar’ın peşinden diğer kapağı örtmeye koyulmuştu ama ikisi de bana bakıyordu. Biraz daha yanlarına yaklaşıp yakalanma riskini en aza indirdim. “Uygar, amirimizin bizden istediği tam şimdi cesedi bulduğumuzu ona iletmek çünkü doğrusu bu! Sen yanlış üzerinde diretip de hala şu özgüvenini nasıl koruyabilirsin?”

Kaldırma kolunu sıkarken hırkasının altında kalan kasları belirgin bir görünüm almıştı, kanalizasyon kapağıyla ilgilenmeyi hiç bırakmadan “Kimse bizim kadar ihtimamlı olmayacak,” dedi keskin bir mırıltıyla. “Niye başladığım işi başkasına bırakayım?”

“Çünkü bizden istenen bu!”

“Şştt Yakut,” derken çömeldiği yerden ayağını uzatıp dürttü Diren beni. “Sakin ol, tartışmanın sırası değil.”

“Hem beni bir ikileme bırakıp hem de tartışma mı diyorsunuz?”

“İkilemde değilsin.” Eğildiği yerden sertçe başını yukarı kaldırdı Uygar. “Eğer Belçin Hanım’a haber vermek gerçekten yatsaydı aklına,” dedikten sonra bir kumar oynar gibi hafifçe yutkundu, ademelmasında besbelli bir kıpırdama oldu. “Hemen şimdi konuşurdun onunla.”

“Hala diretiyorsun bak…” Elimi sakinleşmek için yüzüme sürdüm, belki düşüncelerinde haklıydı ama yöntemi doğru gelmiyordu. “Hiçbir şey sandığınız gibi yarım kalmayacak, savcılık da cesedi bulduktan sonra katili arayacak, o zaman gerçekler ortaya çıkmayacak mı sanıyorsunuz?”

“Sen neler öğrendin?” diye sordu Diren soluk soluğa kalan haliyle. “Açıklasana, aşağıda bir bombayla dört kişinin canını almış Tufan için sana ne gibi şeyler söylediler Yakut? Anlat bize, dinliyoruz.”

Hepi topu bir aşk hikayesi, üç taraflı… Başka da bir şey değil.

“Tufan Güllü’ye aşıktı ama bir yanda da Şehlevent vardı. Bunları öğrendin değil mi?” Diren başındaki şapkayı çıkartıp kenara koydu ve işine öyle devam etti. “Üç gündür buradasın, Şehlevent’in tuvalette yiyişmek dışında neyine şahit oldun?”

Gerçekler yaşanarak önüme sunulduktan sonra Diren’in kelimelerinde öfkeyle can bulurken düşünceler içinde dudaklarımı ıslattım. “Buna bize verilen emir doğrultusunda-”

Uygar sözlerimi kesti. “Stratejidir bu, politikacılar sık sık uygular bunu.” Önümde bağlı olan kollarımı indirip iki yanımda yumruk yaptım ellerimi, işiyle meşgul olan Uygar ise hareketimin onu dinlediğim manasına geldiğini biliyordu. Gözleri kollarımı kısa bir an iç çekerek seyrettikten sonra ciddiyetle kasılmış suratında aralık kalan dudaklarını hareket ettirip konuşmaya devam etti. “Sana seçenek sunarken birisini özellikle gözünü alsın diye parlatır.”

Hemen ardından Diren gerçeklerin farkında bir sesiyle “Ve ancak aptallar gerçekten saklanır,” diye mırıldandı. “Ahmet Akdeniz ona karşı şüphe etmeyelim diye yaptığı her şeyi açıktan yapmayı tercih ediyor, bir patlama bir cinayet ve yakın zamanda gerçekleşecek bir ziyaret… Ama ortada onu suçlayabileceğimiz hiçbir kanıt yok.”

“Bunlar onların oyunu, onların kuralları Yakut.” Başımı onaylarcasına aşağı yukarı salladım, Uygar da birkaç saniyeliğine duraksamıştı. “İçine dahil olmadığın zaman kaybedersin.”

“Belçin Ha-”

“O seni beni, hiçbirimizi riske atmak istemiyor sadece,” diye açıklarcasına fısıldadı Diren. “İlk görevimiz olduğu için bizi tutabileceği en geri yerde tutmaya çalıştığını kendisi söyledi sen içerideyken!”

“Haklı değil mi?”

“Korkaklık etme, bu görevi kaçmak için seçmedik biz.”

Büyük büyük sarf ettiği sözlere karşın göğsümü şişirerek derin bir nefes aldım, bu da burnumda ekşiyen ceset kokusunu yoğun bir şekilde duyumsamama sebep olmuştu. “Kendini korumak da bir görev ahlakıdır Diren, başkalarını riske atamayacağın gibi kendini de riske atamazsın.”

“Başkalarını riske atmamak için kendini yok sayman gereken bir noktadasın.” Tek kaşını uyarırcasına havaya kaldırdı Diren. Kapağı tamamen kapatmasına çok az kalmıştı ve ben vaktimizin daraldığını hissediyordum. “Bu kadar canına düşkün olma…”

“Canıma düşkün mü?” derken ağzım hayretle aralandı. “Saçmalıyorsun! Ben bir emirden bahsediyorum size.”

“İstihbarat ne gerektirir Yakut?” Uygar’ın sorusundan sonra bakışlarım ona dönmüştü, kapağı tamamen örttükten sonra ayaklandı ve iş eldivenlerinin yakılı olduğu ellerini birbirine çarparak silkeledi. Herhangi bir cevap vermediğim için sessizliği, sorusunu yineleyerek bozmuştu. “Yakut… İstihbarat ne gerektirir?”

Bakışlarım uzun uzun, ısrarcı yüzünde dolaştı. Her şeye rağmen Uygar’a beklediği yanıtı verdim ama yarım yamalak ayrıldı sözler dilimden. “Eğitim, deneyim ve…”

Devamını getiremedim, bu onu onaylamak gibi olacaktı. Ancak bildiğini okumak konusunda ısrarcı olan Uygar yarım kalan sözlerime hiç takılmadan kendisi tamamladı cevabı. “İnisiyatif gerektirir, bir istihbarat mensubu gerektiği yerde ve zamanda inisiyatif almayı bilmelidir.”

Artık bir karara varmam gerektiğinin bilincindeyken “İnisiyatif mi almak istiyorsun?” diye ben sordum bu sefer.

Şapkasını kaldırıp saçlarını geriye yatırdı ve “İstiyorum,” dedi hala süregelen istikrarıyla. “Buraya bizi eğitim getirir, deneyime ulaştırır.” Başka yerlerde gezinen bakışları yine beni buldu. “Bunun için de bazı kararların önceliğini almak zorundayız.”

“Senin için bir karar zaten çoktan verilmişti.”

“Sadece bakabilen gözlerin benim gördüğümle aynı şeyi bilmesinin imkânı yok.” Başını yana yatırdı ve sanki bir ava hazırlar gibi kendisini, ensesini hafifçe ovaladı. “Belçin Hanım’ın bizi riske atmamak için gösterdiği iyi niyeti anlarım ama geri çekilmeyeceğim, bu işe biz başladık bırak da biz bitirelim.”

Aramızda sarsılan bir şeyler vardı, ekibe katılırken ona sunduğum güven yavaş yavaş geri çekiliyor gibi hissediyordum. “Yanlış yoldasın Uygar,” dedim mırıltıyla.

“Onu bize zaman göstersin.”

Rahatlığı, umursamazlığından mı yoksa inancından mı bilmiyorum ama beni geriyordu. Kendime sakin olmam gerektiğini hatırlatırken “Pişman olacaksın,” dedim bu sefer suçlayan bir sesle, boğazıma sanki benim de pişman olacağıma dair bir ihtimalin nahoş sızısı yayıldı. “Gerçekten çok pişman olacaksın.”

“Şimdi hiçbir şey yapmadan burayı terk edersem evet,” diye tehlikeli bir tonda mırıldandı. “Çok pişman olurum.”

“Yaptığın şey emre itaatsizlik sayılır.”

“Bu sadece bir inisiyatif meselesi,” derken elini havaya kaldırdı, beni yatıştırmaya çalışan bir hali vardı. “Kimse bize verilen görevi hak ettiği şekilde ilerlettiğimiz için bizi suçlamayacak.”

“Yine de bu görev ahlakına uygun gelmiyor.”

Bir yanım hiçbir şeyin durmaksızın gözüme sokulan aşk hikayesi kadar basit olmadığına, bizi buraya kadar sürükleyen şeyin altında daha büyük ve kötücül emeller yattığına inanıyordu ama bir yandan da bizi riske atmak istemeyen Belçin Hanım’a karşı sır saklamak istemiyordum. Tek bir gün bile olsa dürüstlükten uzaklaşmak benim için zordu, kaldı ki burada kimseyle aramızda dostane bir ilişki yoktu. Ufak bir hatamızda ‘olsun bu da geçer’ diye sırtımız sıvazlanmayacaktı.

Ancak Diren de aynı ısrarla karıştı araya. “Yeraltı, tek bir ihmali boş geçmez Yakut, eğer olur da elinden kaçırırsan daha fazlasını yapacağına inanır. Kimsenin önünü açmayalım, özellikle Ahmet gibi adamların hiç açmayalım.”

“Bu hiç doğru değil,” derken başımı yavaşça iki yana salladım ama bir yandan da haklılık paylarını es geçemiyordum, bu işe biz başlamıştık ve biz bitirmezsek, hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Zaten onlara katılıyordum, bize parlatılan o seçenek kadar basit değildi hiçbir şey. Geri çekildiğimizde, bildiklerimizi savcılık ile paylaşsak bile tuhaflıklar çabuk fark edilirdi bu eşrafta. Muhakkak tedbirlerini alırlar, işin içine bir oyun karıştırırlardı. O yüzden “Ama…” diye mırıldandığımda başım yana eğildi, aynı noktadan Uygar’ın hala devam ettirdiği arzusuyla baktığını gördüm, kararlıydı ve tek bir geri adım atmayacaktı. Kısaca nefeslenip “Sadece tek bir gün,” dedim mırıltıyla. “Sadece tek bir gün sessizce devam ederiz ve sonrasında…”

“Sonrasında Belçin Hanım’a istediğin her şeyi anlatabilirsin.”

Az önce kinayeyle konuşan Diren’e “Evet, öyle yapacağım,” dedim bastıra bastıra. “Şimdi.” Yutkundum. “Planımız ne?”

“Ahmet Akdeniz buraya boşuna geliyor olamaz,” diye düşünceler içinde mırıldandı Uygar. “Muhakkak bir çıkarı var ki ateş hattına giriyor, onun için binayı baştan aşağı dolaşmamız lazım.” Dilini yavaşça dudakları üstünde gezdirdi, az önce irileşen yağmur damlaları tamamen kesilmiş ve usul bir güneş yer almıştı gri gökyüzünde. Birazdan hava açacak, etraf daha berrak olacaktı. “Onunla karşılaşsak daha iyi olurdu ama o zamana kadar vaktimiz yok-”

“Var.”

Uygar merakla bana baktı. “Var mı?”

“Yarın geliyor, Şehlevent onu Güllü’yle tanıştıracak.”

“Sanmıyorum öyle olduğunu,” dedi mırıltıyla Diren, bu esnada sakalsız çenesini parmak uçlarıyla ovalamaya başlamıştı. “Başka bir şey.”

“Bi’ karşılayalım kendisini.” Uygar başını çevirip geriye baktı, gördüğü yerde patronun odasının penceresi vardı. “Ama ilk önce, içeride şu an kim var?”

“Aşağıda gördüğünüz Ferhan abla var, temizlikle ilgilenen kişi o.” Elimi göğsüme bastırıp hafifçe ovaladım, birkaç adım geri çekilmiştim. “Tufan’la yakın arkadaşlarmış, Güllü’yü sevmiyor ve zaten Tufan’ı da ondan uzaklaşması için hep Ferhan abla iteklemiş ama bu kadar yakın arkadaş olup da patlama meselesinden hiç bahsetmemesi tuhaf geldi bana.”

“Ona ayrıca bakalım,” diye mırıldandıktan sonra yere eğilen Diren, alet çantasını tekrar açıp içinden çıkardığı silahı bana uzattı. Tabancayı kontrol ettikten sonra belime sıkıştırdım ve kazağımla üstünü örttüm.

“Peki, ayrıca Şehlevent ve Güllü de buradaydı ama Güllü tuvalette yere düşüp bedenini incittiği için güvenlik Sinan abi onu kucaklayıp dışarı götürdü, dönüp dönmeyecekleri belirsiz o yüzden aşağıda dikkatli olmamız lazım.”

Beni dinlerken ağır ağır başını salladı Uygar. “Fatih’e iletirim, ilgilenir.” Hemen sonra “Patronun odasından sesler geliyordu, orada da birileri var,” dedi düşünceler içinde.

“Evet ama ben burada kaçak çalıştığım için,” dediğim esnada hafifçe omuz silktim, Ferhan abla benim için henüz konuşmamıştı onlarla. “Onları göremedim, hiç denk gelmedik.”

“Oradan başlayalım.” Uygar da hırkasının önünü açıp omuzlarına taktığı silah kılıfından silahını aldı ve parmaklarını kuvvetle sardı, son bir bakış attıktan sonra bana yönelmişti kelimeleri. “Yarına kadar gürültü yapmayalım, Ahmet geldiğinde bir terslik olduğunu sezmesin o yüzden Ferhan’ı bir süreliğine saf dışı tutman lazım.”

“Tamam, ben aşağı gidiyorum o halde.”

“Şehleventler geri dönebilir demiştin, dikkat et onlara.”

“Ederim.” İkisine de son bir bakış attıktan sonra gözlerim sadece Uygar’da takılı kaldı. İnadı uğruna bizi mi bataklığa sürüklüyordu yoksa bataklığa bir yardım ipi mi uzatıyordu bilmiyordum. Tek isteğim tüm bu olanlardan dürüstçe sıyrılmaktı… Ve başarıyla. “Siz de dikkat edin,” mırıltımdan sonra Uygar’da belirgin bir gülümseme olmadı çünkü birkaç dakika öncesi gibi bakamamıştım ona.

“Bu ikimize miydi?”

Diren’in sorgu dolu mırıltısıyla bakışlarım aceleyle ondan tarafa çevrildi. “Tabi ki de ikinize, ne sandın?”

“Benimle alakası yok gibi göründü de,” derken burnunun ucunu kaşımış, ilgisiz bakışlarını başka yöne kaydırmıştı. “Neyse… Artık çıkalım.”

Hepimizin bakışları az önce indiğimiz, bizi kokmuş bir cesede götüren uzun ve dik merdivenlere değdi. Oradan sessizce çıktığım vakit Uygar’ın bu inisiyatif meselesinin daha çok parçası olacaktım. İstediğim şey, bunun doğru olmasıyken inancım tam tersini haykırıyordu sanki. Yanlışa bulaştın, yanlışa bulandın, yanlışsın.

Zaten kritik kararların kriz anlarında alındığına inanıyordum, bu yüzden Uygar’ın belirttiği şekilde sadece inisiyatif alamsıyla alakalı değildi bu, tercih etmekti. Ve biz belli sonuçlarla karşı karşıya kalacaktık.

Tekrar yukarı çıktığımızda Uygar ve Diren, içerideki hakimiyeti sağlayabilmek için hala içeriden konuşma seslerinin geldiği patron odasına yöneldiler. Ben de sessiz koridoru ilerlerken aşağıda Ferhan ablayla ilgilenmeye gidiyordum. Son bir bakıştan kaçındığım Uygar “Bekle,” diye fısıldadı fazla ilerlemeden, yavaşça geriye döndüm.

Bir an ‘tamam vazgeçtim senin için en doğrusu neyse onu yapalım’ diyecek sandım ama kısa bir soluklanmanın ardından “Acil olarak bir şeye ihtiyacın olursa Sevtap’la irtibat kur, o seni bekliyor,” demişti.

Boğazıma oturan çaresizlik yumrusunu geri ittim, görevinin insanı ol Yakut. Bırak da bu yol, az önce öngördüğünün aksine pişmanlığa çıkmasın.

Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım, bu esnada koluma değen Uygar bana kısa bir teselli vermek istedi ama kendimi yavaşça geri çektim. Artık buna müsaade edeceğim kadar hoş bir kıpırtı yaymadı içime dokunuşları, aksine bana suskunluğumuzun altında yatan yalancılığı daha net hissettirmişti.

“Öyle yaparım,” dedikten sonra arkamı dönüp aşağı indim.

Derin nefesler, birkaç göz açıp kapama ve telkinler…

Hazırım.

Usulca aşağı indiğimde Ferhan abla ortalıklarda yoktu, bir süre temkinli halde etrafta dolandıktan sonra onu tuvalet tarafından gelirken gördüm. Elindeki kovayı yorgunca bırakıp kirli görünen ellerini gözlerine sürdü, sonra sıkıntıyla oflamıştı. “Ne boktan bir koku ya geçmedi bir türlü,” derken bahsettiği şeyin, yakın dostunun cesedine ait olduğunu bilseydi böyle söylemeyeceğinin farkındalığı düştü üstüme.

Kaba bir dille kokusundan yakındığı şey gerçekten de arkadaşına ait çürük bir cesetti.

“Ferhan abla,” diye mırıldandım.

Beni görünce baş parmağını damağına vurup “Allah senin canını almasın,” dedi hayretle. “Ödümü koparttın İpek.”

Farklı bir isim duyunca gözlerimi açıp dikkatimi çoğalttım, artık İpek’ti adım. “Dalmışsın ama.”

“Ya ne bileyim, can sıkıntısına içeriyi temizleyeyim dedim hem de belki tesisat düzelmiştir diye düşündüm, görmemişim o sırada.” Üstündeki lekeli tişörtünü biraz havalandırdıktan sonra kakülleri önüne düşen terli saçlarını geri itti. “Oldu mu? Yaptılar mı bari?”

“İlgileniyorlar hala,” dedim içeriden çıkmadıkları için.

“Ay ne yapışkan arızaymış bu da.” Huysuzca yüzünü buruşturdu, sonra bozuk görünen bir sandalyeye tekme attı düzeltmek için. “İnşallah bir an önce geçer.”

“Umarım abla.” Kenarda duran temizlik malzemelerinden birisini göstermelik olarak ele aldım, Ferhan ablayı dedikleri gibi ortalıktan en tehlikesiz haliyle kaldırmam gerekliydi ve bunu düşünürken masanın üstünü silmeye başladım. Bu esnada o da benim yanıma yaklaştı.

“Ya bitince parasını nasıl vereceğiz ki? Benim üstümde hiç para yok, zaten geç ödüyorlar maaşı o da borca harca gidiyor hep.”

Bunu söylerken fazla yakınır bir hali vardı, gerçekten burada insani koşullarda çalışmadıkları belliydi. Bakışlarımı ona hiç çevirmedim çünkü yüzüme yayılan acıma dolu merhameti görsün istemiyordum. Fakat o elini omzuma koyup hafifçe yüzüme eğildi. “Ben en iyisi patronla konuşayım da alsın seni adam, direkt maaşından kessinler yoksa ustalara da beş parasız rezil olacağız.”

“Abla şimdi gerek yok ya…” Yukarı çıkarsa karşılaşacağı manzarayı bildiğim için elimden geldiğince endişeyle sızlandım ama bu endişem sadece habersiz çalıştığım için patronların beni kovma ihtimaline karşıydı. “Şimdi bir de istemezlerse beni? Tamamen işimden olmayayım?”

“Kızım sen zaten para almıyorsun, kovulsan ne olacak?”

“Of bilmiyorum ya.”

Gülüp eliyle hafifçe yanağıma vurdu. “Kız ne şapşosun sen, güldürdün beni.”

Kendim de zorlukla güldüm, bilse aklımdan neler geçtiğini. “Hiç işim olmadı ki maaşsız çalışsam bile kaybetmek istemedim bir an,” derken ufak kıkırtılar çıkmıştı dudağımdan, bu role artık daha çok alışmaya başlamıştım. Diren’in dediği gibi gerçekten saf ve alık mıydım acaba? “Sen yine de bugün söyleme patronlara bir şey, bende birikmiş para var biraz onlardan verelim ustaya.”

“Aa var mı birikmiş paran?”

“Var var.”

Başımı yan çevirdiğimde Ferhan abla da biraz ilgili bir hal görmüştüm, birikmiş para deyince gözlerinde değişik bir parıltı belirmişti sanki. Bunun, onu ortadan kaldırmak için iyi bir yol olabileceğini anladığımda ise direkt devam ettim anlatmaya. “Aslında ben de ondan endişe ediyorum biliyor musun? Nasıl saklayacağımı şaşırdım,” derken onu az önce güldürdüğüm şapşal ifadeyi takındım yine. “Burada fazla hırsızlık olayı olmuyordur herhalde?”

İlk an şaşırdı. “Çok mu ki sende para? Saklayamayacağın kadar?”

“İşte,” dedim mırın kırın.

Ferhan ablanın gözleri daha çok parlamaya başlamıştı. “Verecek misin şimdi ustalara peki?”

“Başka yapacak bir şey yok ki, vermek zorundayım.”

Eğildiğim masadan geri çekildim, binanın içindeki koku sanırım kanalizasyon açıldığından olsa gerek biraz azalmıştı ya da ben alışmıştım, emin değildim. Saçlarımı yorgunca geri itip yine omuzlarıma aldım, kulağımın görünmesini istemiyordum. Ferhan abla daha da incelercesine bakarken bana alt dudağını hafifçe içe yuvarladı. Sessizliği düşüncelere kapılmama sebep olduğunda “Hatta gidip alayım, tesisatçılar bitirirler işlerini az sonra,” dedim usulca. “Senin temizlik ne zaman bitiyor?”

“Biter,” diye mırıldandı sanki pek önemi yokmuş gibi. “Çok bir şey yok.”

“İstersen sen bırak,” derken beklenti içinde baktım Ferhan ablanın gözlerine, o da sanırım aşağıya benimle gelmek istiyordu. Birikmiş param aklını karıştırmış gibiydi. “Ben hallederim, sen çok yoruldun sabahtan beri.”

Gönlü olmasa bile “Sen de tuvalette uğraştın hep,” dedi bana ama emindim, artık bırakmak istiyordu.

“Ama ben zaten çalışmaya geldim, hem beni buraya sen aldın bırak da biraz iş yapayım.” Dudaklarımı kıvırıp güven veren bir tebessüm sundum ona, bunu bekliyormuş gibi rahatladığında omuzları aşağı düşmüştü. “Tamam madem, çok ısrar ettin.”

Beraber aşağı inmeye koyulduğumuzda Ferhan abla koluma girdi, başını da omzuma koyduğunda birden bu yakınlığına karşın tepkimi bozmadım. “Ah şu hayat bir gün benim de yüzüme gülecek, eminim.”

“Umarım…”

“Keşke benim yeni iş arkadaşım biraz fazla konuşsa.” Başını kaldırıp hafifçe kahkaha attı. “Var ya ileride kocam senin gibi olursa onu aç susuz bırakırım, benimle ne olur konuş ya! Benimle konuşun Allah rızası için! Yanımda susmayın! Böyle hayat mı geçer?”

“Özür dilerim,” derken dudaklarımda sakin bir gülümseme belirdi. “İnşallah sana diğer arkadaşlarını aratmıyorumdur.”

Gözlerimi hafifçe kaçırdım, tam şimdi istediğim şey Tufan’dan bahsetmesiydi, bunun üzerine hafifçe öksürünce konu oraya gelecek mi merak ettim. “Yok yok herkesin yeri ayrı,” dedi biraz kısılan sesiyle. “Senin yerin de farklı olacak elbet-”

Sözlerine devam edeceği noktada yukarıdan bir gümbürtü gelince irkildi Ferhan abla, kolumdan çıkıp merdivenin yukarısına bakmaya başladı. “Ay ne oluyor be? Bu ses ne?”

“Bilmem ki,” dedim yatıştırıcı bir mırıltıyla. “Tesisatçılardır herhalde.”

“Onlar kanalizasyona bakmıyor muydu?”

“En son öyleydi ama…”

“Neyse.”

Daha sonrasında herhangi bir gürültü tekrarlamayınca aşağı inmeye başladık, benim odama geçtiğimizde Ferhan ablaya karşı cüzdanımdan ne para çıkaracağımı bilmiyordum. Sevtap benim için çanta hazırlamıştı ama yüklü miktarda koyduğunu sanmıyordum. Bu yüzden odamın kapısını örtüp eşyalarıma merakla bakan Ferhan ablanın ardında ellerimi ovuşturdum.

“Sen bak işine canım, ben bekliyorum.”

O zaman içeriye kadar niye girdin ki, diye bir merak geçti içimden. Besbelli görmek istiyordu ne miktarda param olduğunu. Bu hali rahatsız edici de gelmiyordu, aksine zor durumuna karşın engel olamadığım bir anlayış vardı.

Yere eğilip “Tabi,” diye mırıldanırken içine asla göz boyayacak kadar çok paranın sığmayacağı çantamı elime aldım. Bu esnada fermuarı yavaşça açıyordum ancak eğilmenin yanlış bir savunma olacağını bildiğimden tekrar ayağa kalktım, Ferhan ablaya direkt yüzümü dönmüştüm. “Ne kadar isterler onu da bilmiyorum aslında, babam emekli olduğundan beri bu piyasanın işleyişini unuttum.”

Dalgın dalgın konuştuğum esnada aşağı eğik bakışlarım Ferhan ablaya kaydı, hala ilgili bakışları üstümdeydi. Kollarını da sabırsızca önünde bağlamıştı. “Sen çıkar ne kadarın varsa, ona göre bir hesabını yapalım, olmadı sorarız zaten.”

Yukarıdan yine bir gürültü geldi, sanırım Uygarların işlerini halletmesi epey ses getirecekti. Benim için sorun yoktu ama Ferhan abla işkilleniyordu. “Ay cidden ne oluyor ya?” derken kollarını açıp birkaç adım geri gitti. Hala uğraştığım çantama bakıp “Sen hazırla ben şunları bir kontrol edip geleyim, aksilik çıkarmasınlar başımıza,” deyince “Dur abla nereye gidiyorsun?” diye sormam gerekmişti. “İşlerini yapıyordur onlar.”

“Böyle iş mi olur kız? Sessiz sessiz halletsinler.”

Ardını dönüp kapıyı aralayacak gibi olduğunda zaten bir süredir ilgimi çeken çenesini seyrettim arkadan.

Hızlı bir hareket, çenenin ve başın ani sallantısı karşındaki kişiyi zayıf bırakmanın temel kurallarındandı.

Çantayı usulca yere bırakıp gözlerimi çenesinde gezdirdim, Ferhan abla kapıyı araladı ama tam olarak açmadı. İşte o an elimi uzatıp akademide öğrendiğim o tekniği çenesi ve başını sarsarak uyguladım, bu esnada kendisini kapıya çarptığını sanması da önemliydi. “Ah…” diye hızlı bir sızlanma gösterdi fakat sonra ağır bir hareketle kucağıma bayıldı. Kollarımda taşıdığım kadına nefes nefese bakarken “Bu kadar kolay mıydı?” dedim fısıltıyla. Oysa uğraştıracağını sanmıştım, anatomik olarak bayıltmayı biliyordum ama sadece görseller üzerinde bir bilgiydi bu.

Ve şimdi kollarımda baygın bir kadın vardı. Başımı yukarı kaldırıp sanki görebileceklermiş gibi sinirle baktım Uygar ve Diren’e. “Benim kadar sessiz olabilseydiniz şimdi bayıltmak zorunda kalmazdım kadını…” Başımı yavaşça iki yana sallayıp odanın kapısını açtım, bodrum katının son kısmındaki odaya geçerken tek düşüncem, en azından Ferhan abla uyanana kadar burada kalırsam ona kafasını kapıya çarptığını falan söylemekti, zaten insan ayıldığı ilk an ne olduğunu algılayamayacak kadar şuursuz oluyordu.

Onu yerdeki kuru yatağına boylu boyunca uzandırdıktan sonra baygın olmasının fırsatıyla eşyalarını karıştırmaya başladım, zaten Uygar’ın hala içeride kalmakla direttiği şey buydu, daha fazla şey öğrenmek.

İlk önce Ferhan ablanın üstünü aradım ama kıyafetlerinin cebi olmadığı için bir şey çıkmadı, sonra kenardaki çantasını aldım onda da birkaç nakit, kırışmış bir peçete ve üç farklı dudak nemlendiricisinden başka hiçbir şey yoktu. Çantayı eskisi gibi yerine bıraktıktan sonra bez dolaba ilerledim, fermuarı aşağı doğru açtığımda içinde askılara asılmış tek tip kıyafetler çıkmıştı.

Herhangi bir gizli bölmesi vardır diye dolabın her tarafına baktım ama herhangi bir ize rastlayamadım. Odada bunlardan başka bir şey de yoktu. Peki ya telefonu?

“Telefon kullanıyordur herhalde,” derken daha çok dikkat kesildim çevreye, çantasında üstünde ve dolabında bile yoksa neredeydi bu telefon?

Nefeslerim hızlanmaya başlamıştı, Şehlevent ve Güllü de geri dönecek diye daha diken üstündeydim. Çabucak yukarı çıksam ortalığa daha çok hâkim olurdum ama bir kez olsun Ferhan ablanın telefonuna da bakmak istiyordum. Tufan’ın saplantısından ve sonrasında gidişinden bahsetmişti ama asıl meseleyi hiç açmıyordu.

Tırnağımı dudağımda gezdirirken gözlerim Ferhan ablanın yattığı bazasız yatakta kaldı, oraya yaklaşıp sünger kısmı havaya kaldırdım ve altına bakındım, baş ucunda eski bir telefon vardı. “Buradaymış.”

Telefonu dikkatle aldım, dokunmatik bir telefondu ama eski modellerdendi. Ekranı araladıktan sonra karşıma çıkan şifre ise hayal kırıklığı olmuştu ancak şifrenin gerisinde beni duraksatacak daha ilgi çekici bir görüntü vardı, ekranda beliren fotoğraf.

Tufan ve kendisinin gülerken bir fotoğrafıydı.

Burada yalnızken onun arkadaşlığına çok değer vermiş olmalıydı, baygın haline çaresizce baktıktan sonra telefonu yerine geri bıraktım. Şimdi şifre açmaya çalışmak için vaktim yoktu.

Eğildiğim yerden kalkıp odanın kapısına geldim, oradaki delikte takılı kaldı gözlerim. Ferhan abla geceleri sarhoşlar tarafından rahatsız edilme riskine karşı kullanıyordu bunu, aynısından bende de vardı. Gece vakti ayılma ihtimaline karşı yine kimse onu burada rahatsız etmesin diye kapıyı kilitlediğim yalanını şimdiden hazırlayıp anahtarı birkaç defa çevirdim ve oradan ayrıldım, en azından Ferhan abla uyansa bile kilitli odadan ayrılamazsa bir süre rahatsız etmezdi.

Karanlık merdivenleri duvarlara tutunarak yavaşça çıktım, aslında Uygar ve Diren’in yanına gitmek istemiştim ama kapıdan kafasını kaşıyarak giren Şehlevent’i görünce elimi kalbime koyup duraksadım. İşi gücü yokmuş gibi sadece burada durması ona olan tiksintimi artırıyordu, eğer işletme sahibi olsa bu kadar alçalmazdı gözüme… Ama Şehlevent gerçekten bomboş bir adamdı.

Hafiften uzamış koyu buklelerini kıvırırken “Korkma kız,” dedi uyarıcı bir sesle. Sanırım tuvalette kayıp düştükleri çin kızgındı bana. “Maazallah bu sefer sen de merdivenden yuvarlanırsan bir tane sağlam insan kalmaz içeride.”

Dudağımın kenarını keyifsiz bir mecburiyetle kıvırdım. “Allah korusun.”

“Korusun tabi, işi ne?”

Söylediği şeyden sonra ifademi bozmamaya çalıştım ama tebessümümü biraz azalmıştı, o da saçlarını karıştırmayı bırakıp gevşek bir gülüş sundu bana. Tam bir geri zekalıydı. “Neyse, Ferhan nerede?”

“Dinleniyor,” dedim usulca. “Fenalaştı biraz.”

“Delireceğim, gerçekten kimsenin beli doğrulmuyor mu şurada ya?” derken elini alnına çarptı Şehlevent, sanki kendisi çok işe yarar birisiymiş gibi.

“Bir şey mi lazımdı? Ben yardım edeyim.”

Yüksek sesiyle “Siparişler gelecek!” diye bağırdı. “Yerleştirilmesi lazım.”

Göğsümü şişirip derin bir nefes aldım. “Ben hallederim, yaparım ben.”

Gözlerini devirmişti sözlerimden sonra. “Sen de üç gün halleder sonra kenara çekilirsin,” dediği esnada başını yan çevirdi sesini gizlemek için ama duymak zor olmadı benim için. “Derdiniz kaytarmak değil mi zaten?”

Söylediği şeylere rağmen yüzümde kabullenir bir tebessüm vardı ama bunun zorluğunu bir tek ben biliyordum. “Anlayamadım?” diye şapşalca sorarken aslında ne dediğini çok net anlamıştım, sadece kendimi sakin tutuyordum. Şehlevent ise elini savururcasına yüzüme salladı. “Öf bir şey demedim dış kapıya çık hadi, koliler gelecek.”

“Sinan abi de yardım eder mi acaba?” dedim son kez kontrol etmek amaçlı, onun ismini Güllü tuvalette düştüğü zaman duymuştum, binanın güvenliğini yapan iri yarı adamdı. Bakışlarım kontrol edercesine Şehlevent’te gezinirken “Tek başına yapamıyorsan ne işi var burada?” deyişi kulağımı tırmalamıştı, birden çatlayan sesine karşı suratımı buruşturmamak için kendimi zor tuttum. “Sinan Güllü’yü hastaneye götürdü, ne zaman geleceği belli değil.”

Yüzünü bana hiç çevirmiyordu, adım adım giderken yukarı çıkacak olduğunu anladım ama gitmemeliydi, burada kalmalı ya da dışarı çıkmalıydı. “Ee Güllü nasıl peki?” dedim çabucak seyreden bir merakla. “İyidir umarım?”

“İyi iyi,” derken başını bana çevirip bedenimi süzen bir bakış attı Şehlevent, bu hali rahatsızlığa sebep olurken ellerimi çaresizce önümde bağladım. “Sen habire soru mu soracaksın böyle?”

Yine şapşal gülüşlerimden birisini attım, ne salakça bir tavırdı bu? Ama iyi de yapıyordum, galiba yatkınlığım vardı. “Kusura bakmayın, Güllü çok sevimli birisine benziyor da kanım ısındı kendisine, ondan merak ettim işte.”

“Aynen pek sevimlidir kendisi,” dese de Şehlevent’te kendi söylediklerine inanır bir hal yoktu, bu yüzden imasını yakalayıp kenara bıraktım. Demek o bile şüphedeydi Güllü’ye karşı. Bakışları hala baştan ayağa bedenimde gezinmeye devam edince “Siz yukarı mı çıkacaktınız?” diye elimle merdivenleri işaret ettim, yani gitmemesi gereken yeri.

“Onu da sorman lazımdı çünkü,” diye huysuzca mırıldandı, sonra üstündeki beyaz gömleğin yakalarını geri itip “Aynen,” dedi lütfeder gibi. Keşke bir tane vursam o moron suratına… “Yukarı çıkacağım, selam mı söyleyeceksin?”

“Yok ne haddime,” dedikten sonra bir şey bilir gibi ilgiyle etrafıma bakındım, umarım yalanlarımın mayası tutardı. “Sadece şey, onlar çıktılar ve eğer sizi görürsem burada olmadıklarını size iletmemi söylediler bana.”

“Beni arayamadılar mı söylemek için?”

“Patron şarjının bittiğinden bahsetmişti, yoksa direkt sizi ararlardı herhalde,” derken masumluğumu ve inandırıcılığımı bozmamaya çalışıyordum. Sonra dudaklarımı ısırırken “Kusura bakmayın,” dedim ince bir mırıltıyla. “Ben sizi çok mu rahatsız ettim? Zaten tuvalette de kaydınız benim yüzümden. Sadece temizlik yapmak istemiştim, inanılmaz bir kokusu var binanın özellikle tuvalet katlanılmaz derecede.” Çünkü kanalizasyonda çürümesine izin verdiğiniz bir ceset var, diyemedim. Bahsettiklerim esnasında Şehlevent’te kokunun kaynağını bilir gibi mimiklerinde bir tatsızlık oluşmadı. “Faydam dokunsun istedim ama işte, bilemedim sizin geleceğinizi, yoksa asla böyle bir durum yaşanmazdı-”

“Tamam tamam,” dedikten sonra devamını getirecek gibi dudaklarını aralık bıraktı Şehlevent ama devamını getirmedi, bir süre lafı ağzında geveledikten sonra “Neyse kimse yoksa çıkıyorum ben o zaman,” demişti. Elini ensesinde dolaştırdı düşünceler içinde, aklını karıştıran muhtemelen Tufan’ın cesediydi. “Sen de kolilerle ilgilen, hepsini koridorun en sonundaki odaya yerleştir düzgünce.”

İşaret parmağını uyarırcasına kaldırmıştı, başımı aşağı yukarı salladıktan sonra “Tabi ki de,” diye cevapladım onu. “Hallederim ben.”

“Bak koridorun sonundaki oda, unutma.” Gözlerini iki yanda gezdirdikten sonra tekrar çıkışa yöneldi, gidişiyle derin bir nefes bırakıp ardından kapıya yaklaştım, Fatih henüz gelmemişti çünkü Sinan abi de burada değildi. Zaten aradan fazla zaman geçmeden sokağı dolduracak kadar büyük bir kamyon yaklaştı kapının önüne. Gözlerim merakla açık kasadaki kolilerde gezinirken şoför koltuğundan bir adam inmiş ve hızlıca bana gelmişti. “Selamın aleyküm,” derken başını öne eğip kısa bir selam verdi. “Ben siparişleri getirmiştim.”

“Ben alayım.”

“Siz mi alacaksınız?” İnceler gibi bir hali vardı, tereddüt etmişti.

“Evet,” dedikten sonra “Şehlevent Bey haber vermişti getireceğinizi,” diye ekledim, o andan sonra adam “Haa tamam,” diye anladığını belirtircesine mırıldandı. “O zaman ben indireyim buraya, siz yukarı çıkarırsınız.”

Adam kasadan kolileri indirmiş, ben de teker teker yukarı taşımaya koyulmuştum ancak Şehlevent’in bahsettiği koridorun sonundaki odaya bakınca bu kolileri her seferinde oraya götürmenin zor olacağını fark ettim çünkü sayıca fazlalardı. “Zaten yarın gece son,” diye mırıldandım, bakışlarım merdivenin sağ bitişiğindeki daha yakın olan odaya kaydı. “Oraya koysam bir şey olmaz herhalde.”

Bir tanesini yerleştirdikten sonra kolinin üstünü okudum.

Pofus – Doyasıya Temizlik

Bir temizlik markasıydı, her ihtimale karşı bantlı kısmı açıp içine baktım. Yan yana dizili bir sürü temizlik ürünü vardı ve hepsi de kolinin üstünde yazan markaya aitti. “Bu kadar kokuya ancak bir kasa deterjan etki eder zaten,” diye mırıldandıktan sonra ayağa kalkıp aşağıda kalan kolileri teker teker yukarı taşıdım. Biraz vaktimi almıştı ama yine de halletmiştim, sadece Şehlevent’in koymamı söylediği odaya koymamıştım ama olsun, nasıl olsa yarından sonra ne kadar sorumluluk sahibi bir çalışan olup olmadığımın hiç önemi kalmayacaktı.

Saat akşama varırken en sonunda Uygar ve Diren’in yanına geçebildim, kapıyı araladığımda ikisini de son bıraktığımdan farklı kıyafetlerle bulmuştum.

Diren siyah gömlek üzerine gri bir takım elbise giymişken Uygar ise tamamen siyaha bürünmüştü. Ve masanın ardında oturmuş bilgisayar ekrana bakıyorlardı, Diren büyük bir istikrarla önündeki tuşa basarken “Sistemin ucuzunu kurmuşlar,” dedi sinirli bir mırıltıyla. “Uğraştırıp duruyor, böyle güvenlik mi olur amına koyayım?”

Sandalyesinde oturan Uygar yavaşça doğruldu. Soluklarımı düzene sokmaya çalışırken kapıyı sıkıca örtüp yanlarına ilerledim, her an binaya birisinin gelme ihtimali varken burada fazla duramayacaktım. “Bir aksilik yok değil mi?”

“Hayır sadece kamera sisteminde sıkıntı var,” dedi Uygar yüzünü sıvazlarken, bu esnada bakışlarını benden hiç çekmedi. Yanlarına gidip elimi masaya koydum ve öne eğildim, bakışlarım halimi seyreden Uygar’daydı. Birkaç saat önce konuştuğumuzda sıkıntıda olduğumu görmüştü çünkü bana iyi hissettirecek bir karar almamıştık. Geçen her dakika, arka bahçede bulduğumuz cesedi sakladığımız bir dakikaya tekabül ediyordu sonuçta.

“Ne sıkıntısı?” diye yorgun bir mırıltıyla sordum.

“Görüntüler aylık olarak açılıyor, yani şu an mart sonunda olduğumuz için 1 Mart’tan itibaren başlayarak izlememiz lazım.”

“Hızlandırma seçeneği?”

Başını iki yana salladı Uygar. “Yok,” derken derin bir soluk bırakmıştı dışarı. “İlerletmek istediğimizde yine başa sarıyor bir de.”

“Ne olacak peki?”

“Reha gelip ilgilenecek, başka çare yok.” Sandalyenin kollarına tutunduktan sonra Uygar ayağa kalkınca gölgesi üstüme düştü, birkaç adım geri çekilemeden birbirimize yumuşak bir darbeyle çarpmış olsak da ondan tarafa hiç bakmadım. Hala bir sırrı taşımanın tedirginliğini yaşarken Uygar’ın yüzü eskisi kadar aydınlık gelmiyordu, belki maksadı iyiydi ama yöntemi bana hiç uygun değildi işte.

Kollarımı önümde bağlayıp başka yerlere bakmaya başladım, bu esnada yanıma yaklaşmıştı. “Aşağısı nasıl?” diye usulca mırıldandığında, aramızdaki buzu eritmeye çalıştığına göre onun da yanlış giden bir şeylerin farkında olduğunu anlamıştım. “Az sonra dolaşmak için inersem sıkıntı olmaz değil mi?”

“Hayır olmaz,” derken hala beni seyreden suratına çok ufak aralıklarla kaçamak bakışlar attım ama şu buruk tavrı atamıyordum üstümden. “Siz yukarıda nasıl gürültü yaptıysanız…” dedikten sonra yorgun bir nefes bıraktım dışarı. “Ferhan abla merak etti, az kalsın yanınıza gelecekti, ona müdahale etmek zorunda kaldım.”

“Bayılttın yani?” derken Uygar’ın dudağında hayali bir kıvrılma belirmişti, o da gülecek kadar cesur hissetmiyordu sanırım.

“Aynen bayılttım, sizin yüzünüzden.” Gözlerimi devirdikten sonra geri gittim, onların üstünde takım elbiseler varken ben pespaye kıyafetlerleydim, zaten günlerim hep temizlikle geçmişti, üstüne bir de onlarca koliyi üst kata taşımıştım. Bakılacak tek bir yanım yoktu, Uygar yanıma yaklaşmasa iyi ederdi yani.

Konuşmalarıma bir çeki düzen vermem gerekiyordu, bu yüzden kısa bir nefes alıp bıraktım. “Şehlevent geldi, o da yukarı çıkacaktı engel oldum ama bu akşam ya da yarın muhakkak geri döner o zaman oyalayacak başka bir şey bulun.”

“Hallederiz, Şehlevent’le ilgili sıkıntı çıkmaz.” Geri döndü ve Diren’e baktı Uygar. “Ben aşağı iniyorum, katları dolaşacağım gözden kaçan bir şey olmaması lazım. Reha az sonra yanına gelir, o zamana kadar kontrol sende.”

Diren “Her zaman,” diye dalgınca mırıldanırken hala dikkati ekrandaydı, elini kaldırıp gidin der gibi salladığından bile haberi yoktu hatta.

Kapıyı açıp odadan ayrıldığımızda önden gidip aşağıya baktım, ses seda yoktu. Her zamanki gibi bu saatlerde yoğun bir sessizliğe bürünürken birkaç saat sonra etrafın hareketleneceğini biliyordum. Tabi eğer Güllü hastaneden geri dönmezse herhangi bir hareketlilik de olmazdı.

Basamaklardan dikkatle inerken “Kimse yok,” dedim kısık bir mırıltıyla. “Gel.”

Uygar usulca peşime takıldı, adım seslerinin eşliğinde enseme vuran nefesini hissederken daha da dikkatle baktım aşağı. “Büyük ihtimalle Güllü geri dönmeyecek, çok çıtkırıldım bir kız yani kendini incittiyse bu akşam sahne almayabilir.”

“O zaman daha da şanslıyız.”

“Tabi ki de yarına kadar öyle.” Alt kata indiğimizde merdivenin tam ortasındaydık, ben aşağı giden karanlık tarafta beklerken Uygar da son basamağı inip etrafa daha dikkatle baktı. Bir ipucu bulabilmek için can attığının farkındaydım, eline geçirecekleri için aç bir kurt gibiydi Uygar. “Siz bu patronu ortadan kaldırdınız ama yarın başımıza bela olacak Uygar, eğer Ahmet Akdeniz gelir de görüşmek isterse ne yapacaksın?”

“Bunların hepsi küçük ayrıntılar,” derken ellerini pantolonunun ceplerine sokup dikkatle karanlık merdivenden aşağı bakmaya başladı. “Bir gün bu küçük ayrıntıları düşünmek için fazla kısa.”

“Harika bir iş çıkaracağına çok eminsin yani?”

Sırtımı duvara verip karanlık tarafa biraz daha geçtim, şimdi yüzlerimiz ışıksızlıkta kaybolmuş olsa da onu görebiliyordum. Ağır birkaç adımla tam karşıma geçti. “Eğer inanmazsam,” derken dilini kuru dudaklarında gezdirdi. “…eğer güvenmezsem neyi başarabilirim bu hayatta?”

“İnanç ya da güven değil seninkisi.” Hafifçe omuz silktim ona bakarken, sessiz binanın içinde sadece kendi soluklarımızı duyuyorduk ve az sonra güneş tamamen battığında, suretlerimiz de karanlığın içinde kaybolacak ve birbirimizden silinecekti. Her şeye rağmen var olduğunu hissettiren bir hali vardı Uygar’ın, korkum da onun silinmesiydi işte. “Daha korkutucu bir şey… hırs, hınç?” Kısaca yutkundum, devamını söyleyip söylememek konusunda endişelenmiştim ama yine de hızlıca dile getirdim. “Halbuki en başında abinle ilgili kızgınlığının bu meseleye karışmayacağını sen söylemiştin Uygar.”

Bir adımla daha yaklaştı, şimdi daha net görüyordum sert suratını. Bu ifadesi bana karşı değildi, eğer öyle olsaydı bana bakardı ama karanlıkta rengini yitirmiş yeşil hareleri yerde geziniyordu. “Eğer sandığın gibi bir durum olsaydı bu kadar sakin kalır mıydım? Hmm?”

“Sakin halin mi bu?”

“Burayı yakardım Yakut.” Bastıra bastıra söylediği şeyden sonra başı biraz daha eğildi bana doğru, soluklarında bir yavaşlık vardı. “Ama şu an elimden gelen tek şey beklemek, doğru anı kollamak.”

“Peki ya sessizliğin sonun olursa?”

“Kim sokuyor bu karamsar düşünceleri aklına?” Elini uzattı, az önce ondan kaçsam da şimdi dokunuşuna karşı bir direnç göstermedim. Baş parmağı yanağımda dolaşıp yavaşça aşağı kaydı, çeneme doğru indi. Tam dudak çizgimde beklerken “Sen her zaman en iyisini yapabileceğini bilen Yakut değil miydin?” diye mırıldandı.

“Kendine güvenmekle başkasına güvenmek aynı şey değil.”

“O zaman kendime mi güvenmiyorsun? Çünkü ancak kendine güvenmeyen başkalarıyla düşmekten endişe eder.”

Titrek bir nefes çektim içime, elimi kaldırıp omzuna koyduğumda son sözlerimden sonra onu itmeye hazırlanmıştım. “Bu kendine duyduğun güven seni fazla yükseklere çıkarmış Uygar,” dedim yankı yapmasın diye kısık tuttuğum konuşmamla. “Ve yüksekten uçanın düşüşü çok can yakar, unutma bunu.”

Biten konuşmamızın ardından ikimiz de sessizce dağıldık oradan.

Fikirlerimiz ayrıydı, inandığımız şey bizi ayrı kılıyordu. Eğer tek bir doğru varsa hayatta ve ikimiz de kendimizi en doğru görüyorsak, gerçek neydi?

O saatten sonra Güllü hiç geri dönmedi, Fatih güvenliğin yerine geçmiş ve içeriye kimseyi almazken binadaki sessizlik sürüyordu hala. Bu esnada her ihtimale karşı dışarıda kalan Sevtap olur da bir aksilik çıkarsa müdahale etmek için dışarıdaydı. Şehlevent muhakkak geri dönecek ve içeri girmek isteyecekti, bu esnada onu oyalayacak kişi de Sevtap olacaktı.

Reha kendi bilgisayarını kaptığı gibi yukarı koşmuş ve kamera kayıtları, depolanmış dosyalarla ilgilenmeye başlamıştı. İşi uzun sürecek gibi duruyordu, zaten öyle de oldu. O üst kattan inmeyecekti, bir aksilik olması durumunda müdahale etmesi için orada duracaktı. Ortadan kaldırdıkları patronların telefonlarını da Reha’ya bırakmıştık, bu esnada bizi çıkmazdan kurtaracak kişi oydu.

Ancak ertesi akşam Ahmet Akdeniz’in buraya Güllü ile tanışmak için geleceği vakitte içerisi kalabalıklaşmaya başladı, kalabalıkta kaybolmak kolay olduğu için Uygar ve Diren yakalanmayı dert etmeden etrafta geziniyorlardı. Zaten kapıya, dışarıya ve yukarıya birer kişi yerleştiği için güvende sayılırdık.

Geriye sadece Uygar’ın Ahmet Akdeniz ile iletişime geçmesi kalmıştı, kafasına koyduğu üzere bunu yapacaktı.

Ben eğlence alanın en ortasına bir masa hazırlarken Uygar elleri ceplerinde aralarda dolanıp bana bakmaya başladı, dün akşam birbirimize karşı soğukluk ilan etmiştik ama sanırım bunu isteyen tek kişi bendim.

Uygar gerçekten ona karşı güvenime ihtiyaç duyuyordu ama eğer güvenmeseydim hiç kabul eder miydim bu sırrı?

Bana bir zaruriyet yaşatıyordu, zaten tanıştığımızdan beri ona karşı aklımdan ne geçtiyse bir nevi kendimi ‘yaşamsal ihtiyaç’ duygularına kapılırken bulmuştum. Onu görmek, ona bakmak, onunla konuşmak, onu dinlemek, ona güvenmek… İçtiğim suyun tadını bile değiştirmişti o.

Nasıl oluyorsa?

Beklenti içinde dolanırken ona laf eteyim diye böyle yaptığının farkındaydım, yanaklarını sıkıntıyla şişirdi ve indirdi. Başka yerlere bakıyor ancak yeşilleri en sonunda beni buluyordu. Masayı hazırlarken dayanamayıp ağır adımlarla yanıma geldi, üstündeki siyah takım elbisesi ve siyah gömleği dikkat çekecek kadar yakışmıştı ona. Zaten kusursuzluklarını örten bir bütüncüllüğü vardı ya da bilmiyorum, ben bazı şeylere görmek istemeyecek kadar farklı bakıyordum ona. “Fazla uğraşma,” dedi huysuz bir mırıltıyla. “O şerefsiz için yorma ellerini.”

Eğildiğim yerden başımı geri çevirdim. “Sen de oturmayacak mısın burada?”

Dudaklarını içe kıvırıp kıstığı gözleriyle düşünceleler içinde bana baktıktan sonra “Benim için mi düzenliyorsun?” diye sormuştu.

“Peki o zaman sen de şerefsiz oluyor musun?”

Yaramaz bir çocuğa bakar gibi başını iki yana salladıktan sonra hala etrafta dolanarak vakit geçirmeye devam etti, elinden gelse cayır cayır yakacağı düşmanı az sonra buraya gelecekti ne de olsa. O yüzden gerginliğini dert etmedim, bir süre sonra bakışlarına da alışkanlık kazanmıştım.

Zaten artık kritik vakitlere geldiğimizde Güllü, zar zor yürüyerek içeri girdi. Bakışları heyecanla etrafta gezinirken bu hazırlığın kendisi için olduğunu biliyordu. İncinmekten dolayı daha da küçük kalmış haliyle içeriye girerken biraz ürkek baktı, minyon haliyle biraz çocuksu görünüyordu. Yaşını bilmiyordum ama belki de erken büyümek zorunda kalmıştı. Bu yüzden Ferhan ablanın kızdığı kadar kızamıyordum ben Güllü’ye.

Şehlevent’in yardımıyla kulise geçtiğinde biraz içeride oyalanıp ben de yanlarına geçtim, hemen sızlanmaya başlamıştı. Bu acısıyla sahneye çıkmak istemiyordu, belki de biraz nazlanıyordu bilmiyorum ama gerçekten yüzünde bir tatsızlık ifadesi vardı. “Bari biraz geç çıkayım,” dedi çocuksu bir mırıltıyla. “Ağrı kesici daha etki etsin.”

“Millet seni mi beklesin Güllü?” Şehlevent ise bunlara hiç tahammül edemez gibiydi, ellerini beline koymuş etrafta volta atarken “İyi ben diyeyim amcama o zaman o direkt yukarı çıksın,” deyince kollarımı önümde bağlayıp geri kaçtım. Yukarı mı?

Dalgın dalgın perde ardına yürüdükten sonra kulaklığıma dokunup dikkat çekmeden fısıldadım. “Reha işin bitti mi yukarıda?”

“Hayır, görüntüler uzun sürdü biraz, gelmesin kimse.”

Sıkıntıyla nefeslendikten sonra volta atıyormuş gibi tekrar içeri döndüm, neyse ki halimi fark etmemişlerdi. Şehlevent “Seni mi bekleyecek saatlerce burada?” diyerek Güllü’ye kızıyordu hala.

“Ama ağrılarım geçmedi diyorum ya…” Güllü sızlandığı esnada gözleri yaşlı haldeydi, o kadar narin bir hali vardı ki onun Şehlevent’in altında ezilip de bir yerinin acımamasının imkânı olmadığına kolaylıkla inanmıştım. Gözlerindeki yaşları sildiği esnada burnunu çekti bir de. “Of tamam çıksın madem, ben de oraya geleyim.”

“E yuh ama Güllü,” derken elini kaldırıp havada kınama tavrıyla salladı Şehlevent, halini şaşkınlık ve telaşla seyrediyordum. “Hadi amcam gidiyor da senin yüzünden kaybettiğimiz onca müşteri ne olacak? Para mı kolay mı kazanılıyor lan? Bir de yukarıda tanışalım diyor!”

“Bana mı diyorsun?” Haykırdıktan sonra bedenini hızla geri çevirdi Güllü ancak canı yanınca elini ensesine götürüp sızlanmıştı. “Ömrüm kendimi satmakla geçti be burada!”

“Hadi be satmışmış! Sanki bilmiyoruz senin de hoşuna gittiğini?”

Kollarımı sessiz kalabilmek için önümde bağladım ama öfkeli bakışlarım, halden anlamak konusunda sıkıntı çeken Şehlevent’teydi. Ferhan abla en başından beri Güllü’ye kızsa da onlar aynı zorluğu çekiyor sayılırlardı ve ona bir şey dememiştim ama Şehlevent İzgi’nin bu şerefsizliği sine çekilecek gibi değildi.

“Hoşuma gitmek zorunda çünkü karnımı doyuruyorum ya pezevenk herif?”

Bundan sonra Şehlevent “Ne diyorsun lan sen?” diye elini havaya kaldırdığında, hali içimde bir sızlamaya sebep olan Güllü ağlamalarını durdurup geri çekildi ve kendini korumak için ellerini önüne getirdi. Bir darbeye engel olmak için iğrensem bile Şehlevent’in kolunu tuttum hemen. Sesimde, kullanmak istemediğim bir anlayış vardı. “Levent Bey,” dedim dişlerimi sıka sıka. “Yapmayın lütfen.”

“O ağzını kapa, sus… Amcam da gidiyor yukarı, bir daha bok görürsen sen tanışmayı.”

Bu sözlerden sonra çaresiz kalan Güllü sarsılarak daha çok ağlamaya başlamıştı, beş para etmez bir herife tutunarak daha rahat edeceğini sanmış olmalıydı, bu yüzden her ne kadar bazen sinir bozucu davransa da içimde engel olamadığım bir şefkat belirmişti.

Duygularını kenara çek, gözlerini aç Yakut.

Ve tam o esnada Diren’in uyarıcı sesini duydum. “Siktir, Ahmet yukarı çıkacak… Reha daha inmedi!”

Aceleyle “Ben çıkayım sahneye,” dedim hızlıca. Bu fikir de nereden çıkmıştı böyle? “Amcanıza saygısızlık olmasın, o kadar bekledi, beni dinlesin!”

“Ne diyorsun sen be?” diye çıkışan Şehlevent yine sabahki gibi o iğrenç bakışlarını üstümde gezdirdi, aslında ne demek istediğimi çok iyi biliyordu ama hep anlamazlıktan geliyordu işte. Dilimi dudaklarımda gezdirip bariz bir gerçekten bahseder gibi “Müşteriler de gitmez hem, iyi olmaz mı?” dedim. Ahmet Akdeniz’in kesinlikle yukarı çıkmaması lazımdı ve benim elimden gelen şimdilik buydu. “Bir çare üretmeye çalışıyorum…”

“O nasıl çareymiş öyle bi’ bakayım?”

Kolumu tutup bu sefer saklaması olmadan bedenimi incelemeye devam etti, arkada ağlayan Güllü’nün bakışları kıskançlıkla kaplandığında gürültüyle burnunu çekmişti. Ona kaçamak bir bakış atıp Şehlevent’i kontrol ettim, aklına yatmış gibiydi.

“Bence güzel bir çare, hatta siz bir an önce misafirlere sahnenin işleyeceğini haber verin artık aksama olmasın.”

Düşünceli haldeydi, bekleme be adam, bekleme!

“Burada bekle.”

Bana son bir bakış attıktan sonra kulisten ayrılıp ön tarafa geçti, oradaki misafirlerin huysuz sızlanmaları buraya kadar geliyordu. Heyecan içinde beklerken her ihtimale karşın kıyafetlere bakınmaya başladım. Kaydırırken hepsinin fazla dekolteli olduğunu fark etmiştim, eğer Uygar ya da Diren içeride müdahale ettiyse bu fikrim bir saçmalıktan ibaret olacaktı ama yine de riske atmak istememiştim.

Neyse ki Güllü’nün sızlanarak ağlamaları esnasında geçen kısa süreden sonra Şehlevent İzgi hızlıca başını içeri uzattı ve “Çabuk giyin çabuk!” diye seslendi.

O andan sonra elim ayağıma dolaşa dolaşa orada gözüme çarpan, bana yakışacağını düşündüğüm kırmızı bir kıyafeti arka tarafta giyindim. Her ihtimale karşın topuklu ayakkabıları es geçmiştim, elbise zaten uzun olduğu için çıplak ayaklarım görünecek gibi değildi. Tek sorun kıyafetin fazla dekolteli olmasıydı, silahımı ince bir kemerle bacağıma bağladıktan sonra tekrar odaya geçtim.

Güllü hala bitiremediği gözyaşlarıyla el mecbur bir kâğıt uzattı bana. “Al,” derken sesi boğuk çıkmıştı. “Bunlardan birisini söyle sahnede.”

“Teşekkür ederim,” derken yaşlı gözlerine biraz hüzünle baktım, on sekiz yaşından büyük müydü acaba? Ağlayınca gerçek bir çocuğa dönüşmüştü çünkü. Burada, bu zorlukta her şeye göğüs gererken ona kızgın olmak zordu benim için, yine de kendimi dik tutup birkaç saat sonra buradan ayrılacağım gerçeğiyle “Dikkat et kendine,” dedim usul bir mırıltıyla. O da başını aşağı yukarı sallayıp gözyaşları içinde sandalyesine oturdu tekrardan.

Pavyon binasından bir türlü arınmayan kötü kokudan dolayı hala içimde ufak bir mide bulantısı vardı, bunun çok kısa süre içinde sonlanacağını ve Tufan’ın cesedinin gerçeklerle beraber ortaya çıkacağını bilerek ellerimi göğsüme yasladım ve derin bir nefes aldım. Yine kulaklığıma bir ses geldi, Uygar konuşuyordu. “Şimdi Akdeniz’in yanına oturacağım, umarım sen de bir aksilik olmadan ortaya çıkarsın,” derken isim vermese de o endişeli, sert sesinden bana söylediği belliydi.

Az sonra beni içeride beklerken en görünür yerde bulduğunda, ne düşünecekti acaba?

Üstelik kıpkırmızı, can alıcı bir elbisenin içinde hiç beklemediği şekilde çıkacaktım karşılarına.

Çıplak ayaklarımla zemine sertçe bastıktan sonra adım adım sahneye ilerledim. Yüzümde hem beni masum gösterecek hem de üstümdeki çekingenliği silip atacak değişik bir tebessüm vardı.

Geride kalan orkestraya yaklaşıp repertuvardan seçtiğim bir şarkıyı onlara ilettim, bildiğim tek tük şarkıdan birisiydi. Eskiden evimizde dinlendiğini hatırlıyordum ve sözleri de aklımdaydı.

Mikrofonu elimle sıkıp ışıkların üstüme parladığı yere geçtim ve Uygar, daha da tehlikeye bürünen bir sesle tekrar konuştu kulağıma. “Anlayamadım?”

Saçlarımı tutup düzeltirken gözlerim karşımda kalabalık halde oturan misafirlerdeydi, çoğunluğu bozuk takım elbiseleriyle kendilerini gizlemeye çalışan ve aç bakışlara sahip ipsiz sapsız adamlardı. Gözleri kemirecek bir et arar gibi üstümde gezinirken örtülü yırtmacım ve çıplak omuzlarımda gezinince aradıklarını buldular mı bilmiyordum.

İlk önce misafirlerin en ortasında, kendisine özel hazırladığım masada oturan Ahmet Akdeniz’e değdi gözlerim ama çok duramadım üstünde. Bana göre sağ tarafında kalan Şehlevent söz dinleyen bir evlat gibi otururken ikisinde de nasıl bir iş çıkartacağıma dair bir merak görmüştüm.

Müzik sesi, ince bir keman sesiyle başladı ve bakışlarım, parlak ışıkların altında yürürken ceketinin düğmesini açıp Akdeniz’in yanındaki boşluğa oturan Uygar’a değdi. İlk an şaşkınlığın tezahürü mimiklerine vuracak sandım ama kendisini kontrol etmekte zorlanmamıştı, bu yüzden çatık kaşlarının altındaki kısık gözlerinde tuhaf bir ifade belirmedi.

Sadece fark edebildiğim değişim, hareket eden ademelması oldu. Beni bu halde görünce derinden yutkunmuştu Uygar.

Bende hiç görmediği kadar açıkta kalmış omuzlarım, bazen esintiden ve hareketten dolayı havalanıp bacağımı açığa bırakan bir yırtmaç ve adım kadar kırmızı bir elbise… Beni hiç böyle tanımamıştı.

Bunu sadece onun için yapıyordum, sözüne uyduğum için, bir günlük sırrı üstlendiğimiz için. Yoksa burada olmak, yukarıda uğraşan Reha’yı kurtarmak, Belçin Hanım’dan bir şeyler saklamak benim doğrularım değildi.

Ve müzik sesi ilerleyip de sözlere sıra geldiğinde mikrofonu salınarak yukarı kaldırdım, gözlerimi keşke Uygar’ın üstünden çekebilseydim.

“Siliyor dünlerimi yine ah, bir başıma bırakıp da beni…” derken elim çaresizlik içinde titredi, ilk kez sahneye çıkan bir genç kızın acemiliğini gösterdim onlara. Aç bakışlara katlanmaya çalışan, korkak bir kızdan başkası değildim şimdilik. “Duymazlıktan geliyorsun bak, yapamazsın olmaz ama yalnız kalırsın,” dedikten sonra mikrofonu indirip kısa bir nefes aldım ama devam etmem gerekiyordu. Kalbim hızla gümbürderken kendime iyi gittiğimi hatırlattım, burada ben insanların dikkatini oyalarken Reha usulca aşağı inip kalabalığa karışacaktı. Diren tetikte bekliyordu, Uygar ise Ahmet Akdeniz’le benim şarkıma rağmen iletişim kurma peşindeydi ancak çok bir süre yeşil gözlerini benden ayıramadı.

“Geri dönemez misin o günlere, yanmaz mısın ah? Sabahı getirsem yine bıraksam koynuna sarılmaz mısın yar?” Sesim bir fısıltı gibiydi, herkes beğensin diye özellikle bu tonu kullanırken eğer ilgi çekmek için biraz daha yükseltsem dinlenebilir bir halim kalmamış olacaktı, farkındaydım. Oysa fısıltımı da dinlemezler sanıyordum ama dikkatleri birden üstümde toplamıştım. “Atsam önüne sevgimi bağrına basmaz mısın yar? Bu kadar kalpsiz olamazsın… Ama yanlış yoldasın.”

Şarkının son sözlerini ifade ederken kaşlarım bir istek mahiyetinde havaya kalktı. Beni duygular konusunda bir uçurum kenarında sallandıran Uygar, sadece bana değil hiç kimseye karşı o güveni kırmamalıydı. Olur da buradan bir hüsranla ayrılırsak insanların gözünde kazandığı o itibarı yitirmesinden endişe ediyordum.

Onu hep dimdik görmek istiyordum.

Onu bir aşktan arınmış şekilde, güven içinde seviyordum.

“Ne halden anlarsın sen ne sorarsın, hainsin…” derken usul hareketlerle sahneyi dolaştım, başka yerlere de bakmak istemiştim ama karanlığın altında beni kendine çekebilen bir tek o vardı. Siyah takım elbisesinin içindeki siyah gömleğinin yakasını tutup hafifçe çekiştirirken bu görüntümden dolayı zor bir hal sezdim onda.

Gözleri hızlı fakat zamanın içinde sıkışacak kadar yavaşça üstümde geziniyordu, yutkunuşu geçmiş ve hareketsizlik kalmıştı bedeninde. Nefes alıyor muydu acaba? “Bir boşlukta kalmışsın, acımazsın… Vurdumduymazsın, gözü doymazsın aman, anlamazsın anlamazsın.”

Sözleri tekrarladım, bu esnada arka tarafta Diren etrafı kontrol eden bakışlarıyla birkaç adım attı. Uygar ise eğilip sonunda Ahmet Akdeniz’le konuşmaya başlamıştı, aralarında geçenlere hâkim değildim ama şarkıyı devam ettirerek onlara zaman sağladım.

Neden geldiğini öğrenmeden ayrılmayacaktı buradan, bu yüzden bilmediğim bir çabayı gösterirken saçlarıma dokunup daha gerçekçi bir görünüş kattım üstüme. Kalbimin gümbürtüsü içerideki gürültüyü bastıracak dereceye geldi, içimden defalarca buradan çıkmamızın sonuçlarını hesapladım.

Sanki hiçbir şey olmayacak, bize sunulmuş bir güveni yitirerek zamanımızı sonsuza dek onu tekrar inşa etmeye çalışarak geçirecekmişiz gibi hissetmiştim. Korkum kendime olduğu kadar Uygar’a karşı da artıyordu.

Şimdi gözlerinde taşıdığı o hırs yalnızca abisinden mütevellit olamazdı, yine de aile olmanın gereğini hakkıyla taşıyordu üstünde. Ben onun kadar anlayabilir miydim intikamı? Onun kadar sevebilir miydim bir gün, bir bütün olmayı?

Ne oluyorsa Uygar’ın yüzündeki ifade sohbet ilerledikçe daha da sertleşiyordu, konuşmaların seyrini merak etsem de yapacak hiçbir şeyim yoktu. Tekrara alınmıştı şarkı, bundan dolayı müşterilerin canını sıktığımın farkındaydım ancak geriye dönüp başka bir şey için orkestrayla konuşursam odağımı kaçırmaktan endişe ediyordum, bu yüzden istifimi bozmayıp “Geri dönemez misin o günlere, yanmaz mısın ah?” diyerek benim için bir görevde rol yapmaktan çok daha fazlasını anlatan şarkıya devam ettim. “Sabahı getirsem yine bıraksam koynuna sarılmaz mısın yar?”

Dakikalar geçti, artık konuşmaya Şehlevent İzgi de katılmıştı. Yüzündeki aptal ifadeyi asla saklayamıyordu, babası kadar hin bir adam değildi o, daha çok budala bir hali vardı.

“Atsam önüne sevgimi bağrına basmaz mısın yar?” dediğim esnada Şehlevent’in dudaklarını kıpırdatıp bir şey söylemesiyle Ahmet Akdeniz’in yaşlı suratında hoşnutsuz bir değişim oldu, Uygar ise rahatça konuşmak için eğildiği yerden hafifçe geri çekildi, artık aralarında ne seyrettiyse sadece bana bakıyordu. “Bu kadar kalpsiz olamazsın… Ama yanlış yoldasın,” dememle, Uygar’ın dudaklarında karşı koyulamaz bir kıvrılmanın belirmesi denk düştü.

Rahatlık. Rahatlık vardı onda.

Kalbim birden daha da hızlandı, Uygar başını çevirip de barın arka tarafında bir gölge gibi bekleyen Diren’e baktığında onun ellerinde yükselen silahı gördüm, kolayca nişan alıp Ahmet Akdeniz’in en tepesinde kalan şatafatlı avizeyi hedef aldığında az sonra burada yoğun bir karmaşa yaşanacağını anlamış oldum.

Ancak aklından farklı şeyler geçiren yalnızca biz değildik, Ahmet Akdeniz de başındaki fötr şapkayı çıkarıp yan tarafındaki adamlara aceleyle bir şey söylediğinde avize ortadaki masaya büyük bir hengameyle düşüverdi.

İşte çatışma böyle başladı.

Kopan gürültüden sonra haykırmalar alıp başını giderken yaşanan tek kaza bu olmadı, Diren çeşitli yerleri nişan alarak etrafı darmaduman ederken ben de mikrofonu bir kenara fırlatıp sahnenin ucuna yaklaştım. Elbisemin altındaki silahı aceleyle çıkarırken herkes kaçışmaya başlamıştı bile. Bu esnada hareketlenen insanların arasından sıyrılarak masadan kalkan Uygar çabucak sahneye geldi, ellerini bana uzattı. Kendim de inebilirdim ama o belimden tutmuş, beni kolayca sahneden aşağı almıştı. Elimi kavradı, gürültü ve izdiham arasında her dokunuşu güvenimle şüphemin çatışmasına sebep oluyordu. Beni merdiven tarafına götürürken “Sipariş mi geldi buraya?” diye sormuştu.

“Ne siparişi?”

“Buraya hiç sipariş geldi mi?”

Biraz düşündüm, evet temizlik malzemeleri gelmişti. “Geldi,” dedim farkındalık dolan bir sesle. “Bir sürü koli geldi, hepsini ben taşıdım yukarı!”

“O siparişler için buraya gelmiş Ahmet Akdeniz! İçinde alması gereken bir şey var! Şehlevent ağzından kaçırdı, o siparişlere ihtiyaçları var!”

Bakışlarım dehşet içinde Uygar’a döndü. “Konuşturabildin mi gerçekten?”

Sadece birkaç şarkı söylemiştim, en fazla yarım saat ederdi o da belki zorlarsam… Ve bu süreç içinde gürültüye karışan kelimeleriyle Uygar bir ipucu yakalayacak kadar atik davranmıştı yani.

“Onları tanıyorum Yakut,” derken koşturduğumuz için derin nefesler alıp veriyordu. “Beni tehlikeye atamazlar çünkü ben onları tanıyorum!” Kelimelere bastırdı. “Ama onlar beni tanımıyor!”

Hızlıca yukarı yönelmek istediğimizde Ahmet Akdeniz’in korumalarından birisi çoktan kalabalığı alıp yukarı yönelmişti. “Gidiyor!” dediğimde dar koridorda büyük bir yarışa girmiş gibiydik. Uygar silahını kaldırıp koridorun sonundaki odaya, yani siparişe koşan adama ateş etmek istese de kolunu tuttum. “Ateş etme bırak!” derken neyi aradığını öğrenmek istediğim adamın peşinden daha hızlı koştum. “Sen arkayı kontrol et Uygar!”

O söylediğim üzere arkamızı kolaçan ederken ben Şehlevent’in siparişleri dizmemi söylediği koridorun sonundaki odaya giren adama diktim gözlerimi. Hızla içeri adımlamış ve ben kapı kuluna tutunduğum esnada “Nasıl lan hani nerede bunlar?” diyerek, tam da tahmin ettiğim üzere o kolileri aradığını belli etmişti bana. “Bulamadın mı? Tüh… Neyse artık.” Bana atılacak gibi olduğunda silahımı kaldırıp bacağına nişan aldım, adam acı haykırışla yere düşerken kapıyı da üstüne kapattım.

Aşağıdan çok ses geliyordu, hatta yoğun bir duman yükseldiğini görüyordum. Uygar koridorun ortasındayken henüz yukarı çıkmayan birisi bir şeyler fırlatıp koridoru ateşe vermeye başlamıştı. O tarafa koşturup kapısının altından sızan odaya ilerledim, orası uzağa gitmeye üşenip de kolileri dizdiğim yerdi. Uygar ise bilmediği için sırtını duvara verip “Neredeler?” diye sordu, silahını önünde kaldırmıştı.

Elbisemi yukarı kaldırdım, birkaç yeri yanmış olsa da çabuk sönmüştü. “İçerideler,” diye soluk soluğa mırıldandıktan sonra “Yangını kim çıkarıyor?” diye dehşet içinde sordum.

Başını geriye çeviren Uygar kapıyı açmamı seyrederken “Ahmet Akdeniz kendisi yaktırıyor,” dedi öfkeli bir sesle. “Battığını o da biliyor, bu yüzden kundaklama gibi gösterip mağdura oynayacak! Her zamanki taktiklerinden birisi!”

Gerçekten de tanıyordu onu… Zaten abisi de bir yangında can vermişti, büyük ihtimalle oradan biliyordu.

Neyse ki henüz alevlerin yukarı yükselmediği kapıyı ittirdim ama içerideki koliler alt taraflardan çabucak tutuşmaya başlamıştı. Elbisemin eteklerini tutup içeride koşturdum. “Hangisinde bulacağız biz aradığımız şeyi?”

O da düşünceler içinde acele ederek kolilere bakıyordu.

Bütün etrafımızda Pofus diye bir marka yazarken artık beynimde dönen şey sadece ‘Doyasıya Temizlik’ sloganıydı. Alevler gitgide sararken “Bekleme şansımız yok,” dedi Uygar elini ateşler arasında kalan kolilerden birisine uzatıp. Yanmayı umursamadan içlerini açarken ona katılmak zorunda kaldım. “Kendileri bu kadar uğraşmazlardı biliyorum,” derken sesinde büyük bir sinir vardı, hepsini açıp bakamazdık, zaten yanıyorlardı. “Bir işaret koymuş olmaları lazım! Bir işaret muhakkak koymuşlardır! Bu kadar koliyle uğraşmazlardı!”

“Ellerin…”

Ona uzandım, bir alev sıçramıştı tenine.

Ancak tutmama izin vermeden “Kendini koru,” dedi bana, bakışlarını kısa süreli de olsa her çevirişinde gözlerinde daha büyük bir ateş görüyordum. Yanan her şeyden daha çok yanıyordu o.

Kalbim hızla atarken “Bir işaret,” diye mırıldandım. Koliler tutuşuyor, üstüne üstlük içlerinde deterjanlar da kapılıyordu bu ateşe. İçeriyi kimyasal kokusu sararken elimi ağzıma örttüm. “Uygar zehirleneceğiz!” derken hafifçe öksürdüm. “Burada olduğuna emin misin?”

“Eminim! Başka sipariş gelmediyse eminim!” Elindeki koli tamamen kül olunca onu yere fırlatıp bir diğerine geçti ama bunlar teker teker açmakla bitmeyecek gibiydi. Kulaklığıma Sevtap’ın sesi ilişti o an. “Çıkın artık bina kül olacak!”

Etrafıma bakınırken ateşler daha da yükseliyor gibiydi, saçlarımı önümden iterken elimde bir acı fark ettim ama o kadar kötü değildi. “Bir işaret,” dedim mırıltıyla. “Onların da bulabileceği bir işaret…”

Oysa görebildiğim tek şey üstünde ‘Doyasıya Temizlik’ yazan çoğu yanmış karton koliydi.

O sırada yan çevrilmiş bir kutu fark ettim, kenarına kadar yanan kısmında ‘Hediyemizdir’ yazıyordu, onun da yarısı yanmıştı. “Uygar orada!” dediğimde bakışları kalktı ve işaret ettiğim yere baktı. “Hediye yazıyor, ona bak!”

Aceleyle oraya yöneldi ama alevler çoktan o kutuya sıçramıştı, her şeye rağmen elini uzatıp yana yana kutuyu almaya koyulduğunda aceleyle yanına ilerledim. Kutuya uzanmaya çalıştığımda “Sen dokunma!” demişti bana.

“Kes sesini! Zaten beraber yanmak istememiş miydin?”

Sıcak artıyordu, saçlarım enseme yapışırken “Yanmayı bu kadar istediğini bilmiyordum,” dedi solukları arasında, farklı bir mırıltıyla. Hem değişik değişik konuşuyor hem de kutuyu yanmayan bir kısmında açmak için çeviriyordu, yine de tenimizde büyük kızarıklıklar belirmişti. “Aklını oraya ver!” dedim dişlerimin arasından. “Yanmak falan…”

Ayıplar gibi söylediğim şeye karşın “Önümüzde cayır cayır yanıyor her yer,” dedi, solukları kelimelerini bölmüş olsa da anlamıştım onu. “Ama senin aklın benim seni yakmamda mı yoksa?”

Yine bir yerden tutup beni gafil avlamasıyla ters bir bakış attım Uygar’a. Dikkati gerçekten de gitgide kül olan kutudaydı, içindeki deterjanlar da yanmış plastik kokusunu etrafa yayarken hafifçe öksürdüm.

Ve çok geçmeden uzanıp yardımcı oldum ona. Ortak bir ateşte eriyen tenlerimiz yine küller arasında buluşacak kadar uzak duramamışlardı birbirlerinden. Tıpkı buldukları her fırsatta karışan soluklarımız gibi, dudaklarımı takip eden gözleri ve zaman mekân dinlemeksizin aklımı karıştıran gözleri gibi.

Olmayacağını anlayınca ceketini çıkarıp hızla koliye örttü ve ateşi zorlukla da olsa sona erdirdi, diğer sorun etrafımızın daha da sarılmasıydı. Bir süre sonra kolinin üstünü geri açtığında yarısı yanmış deterjanların altında beyaz bir kâğıt göründü, onun da birazı küle dönmüştü ama hala okunur bir yanı vardı. “Aradığımızı bulduk,” dedi sonunda zaferi tatma hazzını yaşayan bir hırsla.

Bu duygu, o dinlenesi güzel sesine tam oturmuştu.

Bir süre kâğıda göz attıktan sonra onu cebine sıkıştırdı, ben ise arkamdan vuran ateşle cebelleşiyordum. Halimi fark edince hızla ayağa kalktı ve elimden tuttu. “Gidelim artık.”

Ancak kapıdan geçmemiz mümkün değildi, orası tamamen alevlerle sarılmıştı. “Ne yapacağız?” diye sorduğumda beni korumasına alarak pencereye doğru götürdü Uygar. “Buradan çıkmak zorundayız.”

Direkt aşağı baktım, sınırda bir yüksekliği vardı. Atlarsan canlı kalırdık ama bir yerimizi kırma ihtimali de vardı. Ancak kapıdan geçip yanmaktansa mantıklı olan burayı seçmekti, aşağı atlayacaktık.

“Hazır mısın?” diye mırıldandı Uygar, hemen dibimde beklerken pencereyi açtı ve sıcağın arasında kaybolan nefesleri yine hedefi tutturur gibi beni buldu. “Senin yüzünden her zaman,” dediğimde keyifle gülümsemişti.

Kaşlarım huysuzca çatıldı, yanık ellerimizi sıkıca birbirine sararken “Gülünce çok sinir bozucu oluyorsun,” dedim, üstümde değişik bir rahatlık vardı. “Yapma bunu!”

Kendini yukarı kaldırıp pencereye çıktı, oraya oturduğunda “Dayanamıyorsun değil mi?” dedi, sonrasında elimi saçlarıma uzatmıştı, hiç ses edemedim. Önceden olsa korkardım fakat o anki hissim rahatlığın getirisiyle bir kabulleniş sergiledi. Uygar elini geri çektiğinde ise avuçlarında kalan saçlarımın hafiften yanan tellerini gördüm, arkadaki yangın daha da yükseliyordu. “Bana karşı hiç dayanamıyorsun Yakut?”

Elimi beline koydum, sanki içeride bir karmaşadan kaçmamış gibi “Atarım bak seni buradan!” diye bağırdığımda bu oyunuma ayak uydurup güldü. “Bir daha bana saçma sapan konuşacak mısın söyle! Hayır de, yoksa atarım seni buradan!”

“Ben de sana dayanamıyorum,” dedi o karşı koyulamaz gülüşü arasında.

Düşüşünü yumuşatmak için biraz daha kaydı aşağı, içerisi cayır cayır yanarken neden birden bu oyuna kapıldık bilmiyordum ama içimdeki hisse engel olamıyordum.

Ama zaten yanmıştık yanacağımız kadar.

Bu yüzden onu hafifçe ittirip aşağı düşmesine yardımcı oldum, eğilip baktığımda onu hiç düşmeden doğrulmuş halde bulmuştum. Direkt kollarını iki yana açtı gelmem için. Siyah gömleğinden açıkta kalan kolları beni tutmak için öylesine hazırdı ki… “Kendim atlarım aptal, çekil şuradan!”

“Güzelim benim,” dediğinde bunu ondan ilk kez duyuyordum. “Senin sonun her zaman benim kollarım olacak.”

Uzaktan bile o hafif gülüşü belli oluyordu, kendine güvendiğinde her şeyi başardığının farkındaydı çünkü. Ardımdan derin bir ateş yükselirken kırmızı elbisemi çekip çıplak ayaklarımı aşağı sarkıttım ve kendimi kollarına bıraktım. Tek başıma da atlardım ama fazla sarsılmadan beni tutması iyi gelmişti. Teninden ayrılamadan kulağıma “İşte olman gereken yerdesin,” demişti soluk soluğa.

Yine huysuz bir yanıtla ona karşılık vereceğim sırada yukarıdan bir silah sesi geldi, yan tarafımıza da bir kurşun değdi. “Gidelim!” demek zorunda kaldım, yanık ellerimiz yine buluşmuştu. Değince acıyor gibiydi ama sızısı farklıydı, ilk kez böyle yanmıştım zaten.

Beton bahçe arasında uzun uzun koşturduk, bu yol arka sokağa çıkıyordu ama sanki arkamızdan birisi daha geliyor gibiydi çünkü silah sesi henüz sona ermemişti. “Acele et!” dedim. “Ölürsek ikimizin de sonu mezar olacak yoksa!”

Koştururken hızlı nefesleri arasında “Ölmezsek?” diye sordu bana.

Dehşet içinde bakışlarım ciddiyetle arkasını kontrol eden Uygar’a döndü ve hınçla bağırdım. “Ne bileyim ölmezsek?”

Elimi daha sıkı kavradı, elbisemi ayaklarıma takılmasın diye toparlarken tabanıma çoktan birkaç taş batmıştı bile. “Ölmezsek bir akşam yemeği ye benimle,” dediği esnada kolunu kaldırıp arkamızdan takip eden bir kişiye ateş etti Uygar, kumral bukleleri önüne dağılmıştı ve dikkatini orantıyla bir peşimizden gelen adama bir bana pay ederken alt dudağını ısırdı.

“Başka arzun var mı Uygar?”

Yol bitmeden bir silah sesi daha duydum, Uygar arkaya bakarken önü ben kontrol ettiğim için ardıma dönemiyordum. O ise tabancasını hiç indirmeden “Ve kırmızı bir elbise giymeni istiyorum!” dedi.

Karşıda sokağın sonu vardı, yanan binanın yan tarafından geçtiğimizde yola çıkmış olacaktık. Konuşmaları dikkatimi dağıtmaktan öte gerginliğime iyi gelen bir şeydi, bu yüzden ona kızamıyordum da… Aptal, aptal! “Reddedildi! Rüyanda görürsün sen bunları!” diye bağırdım, tam o an sokağa siyah transit arabamız yaklaştı, kapısı açıldığında içeriden Sevtap ve Diren beraber yükselmişti. “Çabuk!” derken Diren’in yine nişan alıp ardımızdan gelenlere ateş ettiğini gördüm.

Başımı öne eğdiğimde bir kurşun tepemden geçer gibi oldu, Uygar da bedenini üstüme gerip beni arabanın içine nazikçe itti, soluk soluğa kendimizi koltuğa bıraktığımızda Diren hemen kapıyı örtmüş ve ön tarafta kalan Fatih de hızla yola koyulmuştu.

Sarsılmamak için koltuğa tutunduğumda bir elimi göğsüme yasladım. Uygar ise kulağıma eğilip “Görüyorum zaten,” diye kışkırtıcı şekilde mırıldandı.

Ona ters bir bakış attım, hiç bozuntuya vermedi ve önüne döndü. Eliyle yüzünü sıvazlarken “Gerçekten yanmışsınız!” demişti Sevtap, Uygar’ın parmaklarını kavradı ve kontrol etti. “Neyse fazla değil yine de, geçer geçer, bir şey olmaz. Yakut sen?”

Sevtap yükseldiği yerden bana eğildi, ellerimi kontrol ederken her zamanki gibi kontrolcü havasındaydı. Ellerimi evirdi çevirdi, sonra mavi gözlerini bana kaldırdı. “Seninkiler az yanmış?”

“Çok mu yansaydı?”

“Kaytardın galiba, ondan sordum,” derken oyunbaz bir gülüş vardı suratında.

Ben de başımı yana yatırıp yorgunca tebessüm ettim, ellerimi kendime çektiğim esnada Sevtap yerine geri oturmuş ve Reha da çantasından çıkardığı suları bize uzatmıştı. Yüzünde onda nadiren şahit olduğum bir gülüş vardı, soğuk suratına oturan gülüşü Uygar’a doğrulttu. Uzun dalgalı saçını geriye yatırırken “Sonuç ne?” dedi, hala dudağının tek tarafı kıvrıktı. “Var mı kayda değer bir şey?”

Uygar sudan birkaç yudum aldıktan sonra kapağını örtüp kenara bıraktı, sonra cebindeki yarısı yanmış kâğıdı ortaya çıkardı. “Ahmet Bey’in hususi siparişi? İşe yarar mı?”

Keyfi daha da artan Diren ise elini yumruk yapıp Uygar’a uzattı. “Yarasın bakalım kardeşime.”

Avucuma döktüğüm sudan enseme sürerken sırtımı geriye verdim, Uygar biraz göz atmıştı işe yarayacağını biliyordu ama içindekilerin uzun uzun incelenmesi lazımdı.

Gözlerim yorgunca cam tarafa çevrildi, biraz daha giderken geride kalan binayı gördüm, yanan kısmını seyrederken soluklarım gitgide yavaşladı.

İçeride kimler vardı, kimler yandı? Bilmiyordum ama ne de olsa gece sona erecek ve her şey görünür bir hal alacaktı. Şimdi yapabileceğim tek şey bizden sonra olay yerine intikal eden ekiplerin ceset üzerinden nasıl bir yol izleyeceğiydi.

Loading...
0%