Yeni Üyelik
14.
Bölüm

13. Dördüncü Yalan

@askilav

Yorgun geçen gecenin devam eden sürecinde Belçin Hanım’a beni rahatlatacak bir izahat vermiştik. Durum bildirilince o da söylediği gibi ekiplerin dahil olmasını sağlamış, böylelikle cinayet hakkında soruşturma başlatılmıştı.

İlk önce teşkilat binasında sıcağı sıcağına bir analiz toplantısı yapıldı, ardından savcılıktan gelecek malumata kadar Belçin Hanım bize bir günlük istirahat tanıdı. Yatağımda yalnız ve sessiz bir gün geçirmiştim. Onca hareketlilik ve kalabalıktan sonra sığındığım bu boş ev ilk başta yüreğime garip bir his bıraktı. Oysaki ben sessizliği ve yalnızlığı her zaman sevmiş, hatta bunun için evden bile kaçmıştım. Bu yüzden garip hissin yaydığı huzursuzluğa aldırmamaya çalıştım ama istirahat vakti boyunca o duygu başucumdan ayrılmak bilmedi.

En sonunda ertesi gün kurumdan bir çağrı geldi, üstümdeki pasaklı hale bir son verip oraya gitmek üzere tekrar hazırlandım. Giyindiğim dar siyah elbise ve arkada hafifçe tutturduğum siyah saçlarım geçen günlere nazaran özenli duruyordu. Aynada birkaç defa yan dönerek kendimi kontrol ettikten sonra evden ayrıldım.

Kuruma geldiğimde içeri girerken Gökçe’yle karşılaştım, o da beni görünce dağınık kaküllerini sallaya sallaya yanıma geldi. Bir süredir hiç konuşmadığımız için heyecanlı görünüyordu, onun bu hallerini seviyordum. Fakat herkesin içinde samimi bir karşılaşma yaşayamadan aramıza mesafe koyduk ve beraber yürümeye başladık. “Döndün sonunda,” derken alt dudağını dişledi Gökçe, içinde saklayamadığı bir kıpırtı her zaman vardı. “Çok merak etmiştim seni.”

Turkuaza benzeyen parlak gözlerine bakıp savsak bir tebessüm ettim. “Evet geldim.”

Gökçe tek kaşını usulca havaya kaldırdı, sesinde ciddi değil sadece aksine muzip bir ton vardı. “Biraz yorgun görünüyorsun ama?”

“Yoo değilim,” dedim hemen, yorulduğumu hiçbir zaman kabul etmeyecektim.

Tekrar imalı bir bakış attı, bir yandan da gülüyordu. “Sallama şimdi Yakut, duyduğuma göre gece çok yoğun geçmiş?”

Sözleri epey yaramazdı, ben de gülerek göz devirdim. “Hmm… Bayağı ateşliydi.”

Başka zaman olsa benden duyamayacağı şekilde konuşmamın ardından Gökçe de dudaklarını aralayarak şaşkınca baktı bana ama gülüşü hala devam ediyordu. Açılan kapıdan asansöre binip en arkaya ilerledik, önümüzde birkaç personel daha vardı ama bizi duyacak gibi değillerdi. “Şimdi şakası bir yana,” derken gülüşünde yavaş bir azalma oldu, artık kulağıma yaklaşıp fısıltıyla konuştu Gökçe. “Ahmet Akdeniz cidden alevler arasında kalmış, bu sizinle alakalı mı kaza mı oldu?”

“Yok bizzat kendisi yaktırdı, mağdur görünmek için kurduğu bir oyun sadece.”

“O zaman andavalın teki olmalı.” Gökçe sırtını arkaya verip bana biraz daha yaklaştı. “Çünkü vücudunda ikinci derece yanıklar varmış, hastanede tedavi görüyormuş şu an.”

“Psikopat herif.” Kollarımı önümde bağlayıp bedenimi gerdim, kendisi oynadığı kadar başkalarını da dahil ediyordu çembere, sinirimi bozan buydu. “Keşke bir başına acılar içinde geberse.”

Gökçe de keyifsizce güldü. “Hiç mümkün değil, baksana pavyonun arka bahçesinden bir ceset çıkartıldı bile, üstelik beklemekten çürümüş, daha yangında can verenler de var.”

“Onların açıklaması henüz yapılmadı,” dedim Belçin Hanım’ın bizi buraya çağırmasını hatırlarken, sonra sıkıntıyla alnımı sıvazladım. “Bilmiyorum… Açıklansa bile bu suçları kabul edecek gibi durmuyor o adam.”

“Kabul etmek için bir kanıtı yok zaten,” derken yüzünü kızgınlıkla buruşturdu Gökçe, sonra iç çekti.

İnmemize az kalmıştı, az sonra toplantıya katıldığımızda Belçin Hanım bizi bilgilendirecekti, bundan dolayı “Neyse bir Belçin Hanım konuşsun bakalım,” dedim mırın kırın.

Toplantı odasına geçtiğimizde, geniş masadaki boş iki yere oturduk Gökçe’yle. İnceleyen bakışlarım içeride dolaştığında geçen gece yanlarından ayrıldığım Sevtap, Fatih, Diren, Reha ve Uygar’ı bıraktığımdan daha farklı bulmuştum. O gecenin yorgunluğu eminim ki geride birer hayalet gibi bekliyordu ama yine de hepsi bugünün gerektiği dinçlikteydi.

Bakışlarım yine, her zaman olduğu gibi Uygar’da takılı kaldı, aklına koyduğunu dün gece hallettiğinden olsa gerek vakur bir ifade görmeyi beklemiştim onda. Dün gece giydiği o siyah gömlekli takımın aksine bugün beyaz bir gömlek ve resmi bir kravat giymişti, yani artık herhangi bir çekincesi yoktu, istediği gibi davranabilirdi ama gözlerinde yer edineceğini umduğum kibirden eser bulamadım.

Boş kürsüde gezinen bakışları yavaşça öne çevrilip bana kaydığında ciddi ifadesini seyrederken yakalanmıştım ama Uygar bu duruma hiç o karşı koyulamaz gülüşlerinden birisini atmadı beni sinir edecek şekilde. Geçen gece peşimizdeki silahlı adamdan kaçarken bana akşam yemeği teklif edeceği kadar özgür olmadığını biliyordu, şimdi susmak zorundaydı.

Fakat sadece benim anlayabileceğim şekilde, kışkırtıcı yeşil gözleri ağırca üstümde dolandı ve en sonunda masaya koyduğum ellerimde durdu.

Parmaklarımı sıkıca birbirine geçirdim, tenimdeki yanık izler birbirine sürtününce hafifçe sızlamıştı. Ben de bu hisle beraber Uygar’ın ellerinde kalan yaralara baktım.

Müşterek bir ateşin bizde bıraktığı bu ufak armağanları ikimiz de bir süre seyrettik ama hiçbir tepki veremedik.

Göz göze gelmenin de benim için ağırlığı vardı, kendimi korumam gerektiğini bildiğimden ellerimi sıkıca yumruk yaptım ve masadan geri çektim.

Zaman çok geçmeden herkesin yerini aldığı toplantı odasında tek eksik Belçin Hanım’dı, o da fazla bekletmemiş ve toplantı odasına giriş yapmıştı. Kısa topuklu ayakkabıları yerde hızlı tıkırtı sesleri bırakırken, tam dizlerinde biten dar eteği büyük adımlar atmasına izin vermiyordu. Zaten boyu da kısaydı, bu yüzden kürsüye kadar giden yolu küçük adımlarla hızlıca tamamladıktan sonra yüzünde yorgun bir ifade belirdi.

Ancak bu sadece hızlı yürümenin bir belirtisi değildi. Derince nefeslenip yerimde doğruldum. Belçin Hanım parmağının ucunu hafifçe beyaz küt saçlarına sürdüğünde yüzü açıldı, her zamanki gibi donuk bir ifadeye sahipti ama hafiften kızaran yanakları saklayamadığı heyecanının eseriydi.

Kısa bir selamlamanın ardından bilgilendirmelere başladı, söze bu kadar çabuk girmesini çoğumuz seyrek şaşkınlıklarla seyrettik. “Dün gece geç vakitlerde Ahmet Akdeniz’in de içinde bulunduğu eğlence mekanının yangınının ardından harekete geçen savcılık ekipleri, içeriden birden fazla ölü ve yaralının çıkarıldığını tarafımıza bildirmiştir.”

Birden fazla… Ölü ve yaralı.

Belçin Hanım’ı dinlemeye devam ettim. Kürsüye yasladığı, mavi damarların belli olduğu beyaz elleri bile donuk haldeydi. “İvedilikle sorguya alınan şüpheliler doğrultusunda Yıldız caddesinde gerçekleşen ve halkımızdan dört canın yitmesine sebep olan patlama olayının sebebi ilk önce belirlenememiş fakat sonrasında polis ekiplerinin dikkatli çalışmaları sonucunda yangın enkazından, eğlence mekanının temizlik görevlisi Ferhan Kanık’a ait bir itiraf mektubu bulunmuştur.”

Nefeslerim gitgide daralıyordu, parmaklarımı sıkıca masaya değdirdim. “Bu doğrultuda tekrardan incelenen güvenlik görüntüleriyle, Tufan Kula tarafından gerçekleştirilmiş patlamanın o esnada mevkide bulunan ve husumetlisi olduğu Güllü Aksoy’dan almak istediği şahsi bir öçten dolayı gerçekleştiği de savcılık tarafından açıklığa kavuşturulmuştur.”

Salonda bulunan kişilerin yüzünde, belli etmemeye çalıştıkları bir hayal kırıklığı belirdi. Bu açıklamayı ben de beklememiştim, haliyle aynı duyguyu yaşadım. Bu keyifsiz hissin tezahürü yüzüme yayılırken başım istemsizce çevrildi ve hemen karşımda oturan Uygar’a baktım, sonra da Diren’e. İkisinde de olacakların farkında bir ifade vardı, biliyorlardı… Haklılardı. Bunun en başından şahsi bir meseleye evrileceğini öngörmüşlerdi.

“Daha sonrasında yangınla kullanılamaz hale gelen eğlence mekanının arka bahçesinde kanalizasyondan bir ceset çıkarılmış, ilk tanımlamalara göre cesedin patlama sorumlusu Tufan Kula’ya ait olduğu ve üç bıçak darbesiyle hayatını kaybettiği belirtilmiştir.” Belçin Hanım başını kaldırdı, omuzları dik duruyordu. Bu açıklanan olayların ona da aynı hicap duygusunu yaşatıp yaşatmadığını henüz anlayamamıştım ama her halükârda kötü bir şey hissedecekti. “Soruşturma süreci hala devam etmekte olup şüphelilerin sorgusu tamamlanınca Kula cinayeti de aydınlığa kavuşacaktır, bilginize sunarım.”

Başım düşünceler içinde öne eğildi, arka tarafta gevşek halde tutturduğum siyah saçlarımın bir kısmı da gözlerime ulaştığında oradaki birkaç tutamın orantısız şekilde kısa olduğunu gördüm. Geçen geceki yangının bende kalan başka bir hatırasıydı saçlarım, ellerimdeki izler ve oradaki kirli hava, daha sonrasında burnumda ekşiyen bir ceset kokusu… Hepsi karışıp da midemi bulandırdığında gözlerimi bir kez kapatıp açtım.

Belçin Hanım ise “Bu sürecin sizlerde hayal kırıklığını uyandırdığının farkındayım,” diyerek sözlerine devam etti, açık konuşmasını daha dikkatli dinledim. “Sonuç sizlere bir yanılgı, bir talihsizlik olarak görünüyor ve haliyle nasıl olabileceğine dair çok fazla meraka kapılıyorsunuz.”

Bu sefer onun sesinde de bir kırılma oldu, salondaki gergin hava çoğalıyordu. Operasyona içten ve dıştan destek veren herkesin içinde bakışlarım tekrar Uygar’a kaydı. Zaten belli olan elmacık kemikleri biraz daha belli etmişti kendini, muhtemelen dişlerini sıkıyordu çünkü öfkeliydi; ne olduğunu henüz bilemediğimiz karanlık bir maksadın üstünün bambaşka bir sebeple süslenmesine kızgındı.

“Ancak yaşananlar ne yanılgı ne de bir talihsizliktir,” dedi Belçin Hanım üstüne basa basa, sanki yanlış düşüncelere kapılmamamız için bizi uyarıyor gibiydi. “Hiç kimseyi riske atmadan,” derken bakışlarını tek bir yere sabitledi, Uygar’a bakıyordu. “Olacakların önü ve arkasını düşünerek, sağlam adımlarla, olası bir tehlikeyi önleme maksadıyla gerçekleştirilmiş bu operasyon en sonunda kayda değer bir sonuç sunmamış gibi görünse de bizim için yanılgı ve talihsizlik değil sadece ve sadece çıkarılması gereken bir derstir.”

Parmaklarımı alt tarafa alıp kütlettim, günlerce gösterilen emek ve harcanan kaynaklar ders çıkarmış olsak da boşuna gibi görünüyordu. “Bir daha tekrarının yaşanmayacağı konusunda sizlere haklı olarak bir temenni sunsam da eminim ki beklenti içinde olacaksınız,” derken Belçin Hanım bakışlarını önüne düşürüp bir süre düşündü. “Ama yaşananlar üst kurulda da analiz edilecek, gerekli aksiyonlar alınacaktır, bu konuda endişeniz olmasın.” Üstündeki ceketin yakasına hafifçe dokunup geri çekildi. “Daha sağlam adımlarla yeni operasyonlarda tekrar birlik olacağız, bu süreçte yapmanız gerektiği şekilde metanetinizi koruyacağınıza inanıyorum.” Yavaş yavaş geri çekilmeye koyuldu. Bu esnada kenarda bekleyen Yaşar onun elindeki dosyaları almış ve taşıdığı çantaya koymaya başlamıştı. “Hepinize iyi günler dilerim.”

Hızlıca salonu terk ettiğinde geride yalnızca meraklı bir uğultu kalmıştı. Ellerimi koltuğumun iki yanına yaslayıp Gökçe’ye döndüğüm zaman “Ne oldu şimdi?” diye şaşkınca sorduğunu duydum. “Tamam ders çıkaracağız da…” dedikten sonra iç çekip susmayı tercih etmişti. “Ah neyse.”

“Onun da eli kolu bağlı gibi,” dedim mırıltıyla.

“Anlıyorum ama yine de kafamda olduramıyorum ben bunu.”

Beraber kalktık, toplantı salonunda birkaç kişi durmuş kendi aralarında konuşuyor birkaç kişi de ayrılıyordu. Biz de çıkıp koridorda, cam kenarında duraksadığımızda Sevtap, Diren, Reha ve Uygar’ın bizden tarafa geldiğini gördüm. Sarı saçlarını en tepede sıkıca toplayan Sevtap yanımıza yaklaşırken tokasını çıkardı ve tutamları omuzlarına yaydı. “Şaşırmadım,” demişti kızgın bakışları üstümüzde gezinirken. “Belliydi böyle olacağı.”

“Yanılgıymış,” derken dişlerinin arasından tükürür gibi konuştu Diren, bir yandan da kravatını çekiştirmeye başlamıştı. “Benim için yanılgı falan değildi.”

Sevtap elini uzatıp kravatı çekiştirmemesi konusunda engel oldu. “Yapma şunu.”

“Bırak ya.”

Olası bir gerginliği önlemek için Reha hemen “Sakin,” diye fısıldayarak Sevtap’ı yanına çekti, sonrasında kısık sesini yükselmişti. “En başından zaten tahmin edilmişti bunun olacağı, adamın suçunu Tufan ve Güllü’nün ilişkisiyle örtbas edeceklerdi.”

Diren sabır diler gibi gözlerini kapatıp açtı, keskin bir öfkeye sahipti onu anlayabileceğim kadar. “İyi örtmüş...” Ardından ağzının içinde bir küfür mırıldandı ama onu dinlemek yerine kıyafetimin ucundaki tozu çekiştirip aldım. “Belçin Hanım’ın söylediği gibi işte, çıkaracağımız dersler var bundan,” derken aklım bir yandan da Uygar’ın ele geçirdiği ipucundaydı, henüz onun üzerine konuşmamıştık.

“Ders mi?” Sevtap kabullenemez halde dudağını kenara kıvırdı. “Ders alma zamanı olduğunu mu düşünüyorsun? Bu olsa olsa…” Sonrasında kötü bir söz etmemek için ince dudaklarını birbirine bastırdı. “Başka bir şey olur.”

Hırslanıyorlardı, yapmamaları gereken bir şeyi yapıyorlardı şu an. Kendimi mecbur hissettiğimden “Belçin Hanım ortalığı alevlendirmek istemiyor sadece,” diye bir şeyler söylemeye çalıştım fakat Sevtap hoşnutsuz bakışlar attığında, benim de gerginliğimde ufak bir hareketlenme oldu. Serçe dişlerimi sıktım. “Bana öyle bakma Sevtap, herkes bu şekilde fevri davranırsa biz nasıl düzgün yol alacağız?”

“Kimse fevri davranmıyor, sadece Belçin Hanım’ın bu kadar-”

Yanlış bir şey söyleyecek gibi olduğunda kendini usta bir şekilde susturdu ve sakince geri çekildi. “Bu kadar ne?” diye üstünde ısrar ettim, en kenardaydık ve kendi aramızda kısık sesle konuştuğumuz için kimse duymuyordu. Yine de Gökçe kolumu tutup beni geri çekmeye çalıştı. “Tamam sakin ol Yakut.”

“Kendi bildiğiniz konusunda inat edip durmayın.” Bu tavır bana babaannemi hatırlatıyordu, haliyle ürperiyordum. Her zaman kendi bildikleri konusunda direten o kadın gibi olmaktan hızla kaçıyordum. “Bırakın biraz sakinleşsin ortalık.”

“Bırakalım sakinleşsin mi?” derken tek kaşını havaya kaldırdı Diren, sanırım hoşuna gitmemişti.

“Evet Direncan,” dedim üstüne bastıra bastıra, sonra bakışlarım sessizce bekleyen Uygar’a döndü. O bu bakışın ne olduğunu eminim ki anlayacaktı. “Bırakın sakinleşsin, Belçin Hanım zaten yaşananların yanılgı olduğunu açıklamışken üstelemenin bir anlamı yok.”

“Sen de mi yanılgı diyorsun yani?”

“Öyle değil…”

Ancak konuşmama izin vermedi, elini kumaş pantolonunun cebinden çıkarıp beni işaret etti. “Uygar’ın çabası için de mi aynısını düşünüyorsun yoksa?”

“O apayrı bir konu,” derken hafifçe yutkundum, Uygar’ın kısık gözleri merakla üstümde geziniyordu, sanırım fikrimi merak etmişti. “Henüz üstüne konuşulmadı bile, değil mi?”

“Hiç-”

Diren’in sözlerini tamamlamasına izin vermeden Uygar “Doğru daha konuşmadık,” dedikten sonra bir dalgınlıktan sıyrılır gibi dudaklarını aralayıp bir nefes çekti içine, ciddi ifadesini hiç sonlandırmadan başını öne eğdiğinde bir karara varır gibiydi. “Belçin Hanım’la görüşeceğiz bunu.”

En azından benimle aynı fikirde olan birisi daha vardı, bunun rahatlığıyla Diren’e döndüğümde onu Uygar’a bakarken bulmuştum. “Öyle mi?” dedi kısık bir mırıltıyla, mavi gözleri uzun uzun Uygar’da kaldı. “Ben de işte Belçin Hanım tekrar aynı riski almak istemez, bu yüzden reddeder diye düşünmüştüm aslında.”

“Niye reddetsin?” Omuzlarım merakla havaya kalktı. “Tamam bazen fazla temkinli adımlar atıyor ama o kadar da değil, elbette bu ipucunu kale alır.”

Bir ihtimali düşünür gibi başını yana yatırdı Diren, sonrasında “Bakacağız artık,” demişti. “Neyse,” derken derin bir soluk bıraktı dışarı, sanki pes eder gibi omuzları düşmüştü. “Bir an önce gidelim mi Uygar? Belçin Hanım ile konuşmaya?”

“Bir dakika,” diye karşı çıktı Sevtap. “Uygar emniyete gitmeyecek miydik? Güllü’nün sorgusu olacaktı ya hani bugün?”

Uygar elini alnına yaslayıp yavaşça sıvazladı. “Doğru…” Sonrasında yüzünü geri açtı. “Siz Reha’yla gitseniz olur mu? Dediğim gibi Belçin Hanım’la konuşmamız lazım, ne kadar erken yol alırsak o kadar iyi.”

“Benim akademide biraz işim var,” dedi Reha, hatta ayrılmak için an kolluyormuş gibi bir adım geri çekilmişti. “O yüzden gelemeyeceğim.”

Sanki bu durumu biliyormuş gibi hiç ses etmedi Uygar, ellerini ceplerine sokulup birkaç adım arkaya gittiğinde onun yerine Diren sordu merakla. “Neden? Sen ilişiğini kesmedin mi daha?”

“Hayır, Kerim abi bir şeyler görüşmek için çağırdı onun yanına gideceğim.”

Sessizce yanımda dikilen Gökçe’de bir hareketlenme oldu bu sefer. “Tamam biz eşlik edelim Sevtap’a,” derken birden ortaya attığı fikirle dikleştim, aslında Güllü’nün sorgusunu dinlemek iyi olurdu. “Olabilir,” diye mırıldanırken Sevtap ise memnun kalmamış gibi yüzünü buruşturdu ama itiraz etmedi. “Yalnız da giderim,” dese bile her an pes etmeye hazır görünüyordu.

“Yok geleceğiz,” dedikten sonra kucağında taşıdığı trençkotunu üstüne geçirdi Gökçe, elbisesinin dar kıvrımlarını yok etse bile hala güzelliği yerli yerindeydi. Dağını kaküllerine dokunup düzeltiyormuş gibi yaptı ama yine aynı şekilde kalmıştı tutamlar. “E hadi çıkalım madem, vakit kaybetmeyelim, herkes bir an önce işine odaklansın.”

Fakat gitmeden önce “Hastaneye de uğrayalım mı?” diye kısık bir sesle mırıldandım, gözlerim Sevtap ve Gökçe arasında dolaşıyordu. Sanırım ölü ve yaralıları görmem gerekliydi, içimi derin bir merak sararken önüme listesi ulaşsa bile en iyisinin gözümle şahit olmak olduğunu düşünmüştüm.

“Tabi,” diye beni onayladı ikisi de.

En sonunda koridoru ilerlemeye başladığımızda Reha alelacele yanımızdan ayrıldı, Sevtap ve Gökçe güzergâh konusunda ufak bir tartışmaya dalarken ben de Uygar ve Diren’in yanında sessizce ilerliyordum. “Ölü ve yaralıların listesi ulaştı mı?” diye sordum dakikalar sonra, bunu söyleyebilmek için derin bir nefes bırakmam gerekmişti.

Gerginliğim yüzümden değil de büyük ihtimalle kaskatı kesilmiş bedenimden okunuyordu. O an, mekân konusunda kısıtlandığını bilen Uygar yanık izlerinin kabartısını hissettirecek şekilde elini elime değdirdi. Kaçamak bir dokunuştu bu. Özgür olduğumuz zamanlardaki gibi belimi sarmamış ya da kolumu tutmamıştı. Yalnızca ufak bir dokunuş. “Evet,” dedi çatık kaşlarının altındaki buğulu bakışları koridoru seyrederken. “Altı ölü.”

“Altı?”

Bir algılama problemi değildi sorum, yalnızca tekrar etmem gerekmişti. “Bu adamlar son nefeslerini hiçbir zaman yalnız vermez,” derken Diren’in sesinde kontrollü tutmaya çalıştığı bir kızgınlık vardı. “Hatta son nefesini vermemek için, çalabildiği kadarını çalar başkasından.”

Başımı yan çevirdim, şimdi ikisinin suratını da rahatlıkla görüyordum. İntikam değil fakat kızgınlık vardı suratlarında, ellerinden kaçıp gitmiş üstüne üstlük asla suçlanmamış bir adama karşı elbette böyle hissedeceklerdi. Benim tek istediğim bunun tehlikeli bir öç duygusuna dönmemesiydi. Aslında Diren’i de en başta benim gibi olacak sanmıştım, gerçi o Uygar gibi kişisel bir intikama da kapılamazdı çünkü bu operasyonda bağ kurabileceği hiçbir durum yoktu, yalnızca gerçek hayatın tadına varıyordu. “Bu kadar ihtiyaç duyuyorsa yanmaya, işin ucunda kazanacağı başka bir şey var,” dedikten sonra koridorun sonunu seyreden bakışlarını yere eğdi Uygar, hala düşünceler içindeydi.

Az önce bana yaptığı gibi elimin yanık kısmını yanlışlıkla değdirmişim gibi sürttüm tenine, fikirlerin bir çarpışma yaşadığı hareleri bana döndüğünde bir şey söylemek için dudaklarımı aralasam bile susmuştum. Sanırım ona cesaret vermek gelmedi içimden, çünkü olur da kendine güvenirse… bir şeyleri başarmak konusunda çok istekli oluyordu ancak unuttuğum bir şey dei ufak dokunuşların ikimize her zaman yeteceğiydi.

-

Uygarlar ile ayrılıp da emniyete geldiğimizde bizimle Sevtap’ın daha önceden görüştüğü Burak komiser ilgilenmişti. Güllü’nün sorgusu henüz başlamadığı için bir önceki sorgu kayıtlarını izlerken hepimiz sessizdik, Şehlevent de dahil olmak üzere yangından sağ çıkan kişilerin Tufan’ın katili olarak Güllü’ye dair suçlamalarda bulunmasından dolayı yaşadığımız şaşkınlığın sessizliğiydi bu.

Tufan’ın Güllü’yü rahatsız ettiği, en son gerçekleşen bombalı saldırının ise artık bir patlama noktası olduğunu ‘tahmin ederek’ Güllü’yü Tufan’ın canını almakla suçluyorlardı, daha doğrusu düşünceleri bu yöndeydi. Henüz kesin bir kanıt olmadığı için kimse karara varamasa da işin sonunun nereye gideceğini biz anlamıştık.

Hatta öyle ki Ferhan ablanın geride bıraktığı itiraf mektubunda bile aynı fikirler yer ediniyordu, bu yüzden Sevtap sinirle “Ağız birliği yapıyorlar,” diye mırıldandı. “Yemin ederim ağız birliğinden başka bir şey değil bu, Güllü’yü göz göre göre harcayacaklar.”

Elimi düşünceler içinde alnımda gezdirirken odada ağır ağır yürüyen Sevtap’ın aksine yerimde durdum, Gökçe de hemen yanımda masaya eğilmiş Burak komiserin omzunun üstünden kayıtlara bakmaya devam ediyordu.

Sevtap sarı saçını yavaşça kulağının ardına sıkıştırırken birkaç adımla yanıma yaklaştı. “Yakut sen bir şey söyle,” derken sesi kısıktı. “İçeride az çok gördün, bunu yapamaz değil mi?”

Kısa bir nefes bıraktım dışarı, Sevtap’ın mavi gözleri kıpır kıpır üstümde gezinirken “Yapmaz diye düşünüyorum,” dedim mırıltıyla. “Çünkü gördüm; tuvalette kayıp düştüğünde Şehlevent de üstüne devrilmişti ama ağır bir şeyi yoktu, ona rağmen iki gün sahne alamadı Güllü.”

“Değil mi?” Başını hevesle aşağı yukarı salladı. “Değil mi? Zaten güçsüz bir kız olduğu belli, iki metrelik Tufan’ı nasıl öldürsün o?”

“Suç ortağı?” diye yine ben de kısık bir sesle sordum.

Gökçe elini kaküllerine sürerken eğildiği yerden doğruldu. “Bu adam bir şey biliyor olabilir mi?”

Başımı yavaşça geri çevirdim. “Kim?”

“Şu…” Gözlerini kısıp bir daha baktı ekrana. “Adı Sinan.”

Yanına yaklaştım, Güllü tuvalette düştüğü gün Şehlevent yardım etmek yerine geri çekildiğinde Güllü’yü rahatça kucaklayıp götüren güvenlikti o, zaten bu haliyle Tufan’ı da ancak o devirebilir, üstüne kanalizasyona o atabilirdi. “Mekânın güvenliğiydi Sinan.”

“Her kimse hali çok tedirgin, bir Şehlevent’e bak bir de ona.”

Dediği gibi tekrar ekrana döndüğümde Sinan’ın yüzünde donuk bir ifadeyle karşılaştım, bir benzeri Şehlevent’te de vardı. Ancak Gökçe yanlış bir düşünceye kapılmama izin vermeden “Komiserim,” dedi kibarca. “Az önceki açıya çevirir misiniz acaba? Bacakları görünsün lütfen.”

O an anlayarak başımı aşağı yukarı salladım. Sorgunun açısı değiştiğinde, Sinan’ın aşağıda kalan bacaklarında yoğun bir kıpırdama görüldü. Diğer herkes gibi suratına hâkim olabiliyorken bacaklarına sahip çıkamamıştı. Eğer tüm vücudunu bu şekilde kullansa belki bunu rahatlığına verebilirdik ancak gergin suratında hiçbir ifade yoktu, ayakları ise gereğinden fazla hareketliydi.

Alt dudağımı yavaşça dişledim, bu söylemek istediklerimi sakınmama yardımcı olan bir tepkiydi, Sevtap da gördüklerinden sonra homurdanmaya başlamıştı. Bakışlarımız birbirini bulduğunda aynı düşünceye sahip olup olmadığımızdan emin olamadım. “Diğerleri kadar rahat değil,” dedi en sonunda Sevtap, keskin ifadesine rağmen usul usul konuştuğu için yanına yaklaştım. “Ayrıca Tufan’la başa çıkabilecek kadar cüsseli görünüyor. Güllü gidip de yüz kilodan fazla bir adamı kanalizasyona tek başına öyle isabetli şekilde atamaz, sen söyle Yakut, atabilir mi?”

Başımı yavaşça iki yana salladım. “Sanmıyorum, ya bunu onun yerine başkası yaptı ya da suç ortağı.”

“Eğer suç ortağı olsaydı onu da açık ederlerdi, sonuçta birkaç basit çalışan değil mi bunlar için?”

Bu gerçekten de bir kamufleden başka bir şey değildi, Sevtap’ı haklı buluyordum. Tam bir şey söyleyecek olduğumda ise koridordan ağlamaklı bir ses ulaştı içeri, bizim için fazla tanıdık bir sesti. “Sanırım sorgu başlıyor,” deyip eğildiği masadan doğruldu Gökçe. Önündeki Burak komiser de kayıtları kapatmış, ellerini masaya yaslayıp yerinden kalkmıştı. “Geçelim bakalım sorguya.”

Ben önden giderken Sevtap geride kaldı, oysa hızla sorgu odasına gideceğini sanmıştım ama arkamdan yürüyordu. Daha sonra “Güllü’nün sorgusu niye bu saate kaldı?” diye sert bir sesle sorduğunu duydum, Burak komisere söylemişti bunu.

Ancak Burak komiserden hiçbir cevap gelmedi, düşünceler içinde sakalını sıvazladığında Sevtap başka bir soruyu dile getirdi bu sefer. “Yangından sonra bir kaçma girişimi mi oldu yoksa?”

“Hayır.”

“Peki o zaman niye bu kadar geç vakte bıraktınız sorguyu komiserim?”

Son hitabı saygı dolu görünse de aslında imalıydı, yavaşlayıp bana yetişmelerini beklerken Gökçe’de de meraklı bir ifade olduğunu gördüm, koluna aldığı trençkotunu dalgınca düzeltirken bir cevap bekliyordu.

Burak komiser en sonunda söyleyebileceği başka hiçbir şey yok gibi “Bize bu şekilde söylendi,” dedi tok sesiyle.

Bu cevaptan sonra Sevtap’ın keyifsizce kıvrılan dudaklarının ardından mavi gözleri Gökçe’yle ikimizde dolaştı, kaşlarını havaya kaldırıp indirdikten sonra “Anladım,” diye mırıldandı.

Bizden önce Güllü’nün geçtiği kapıya koridordan yaklaşan bir başkası daha vardı, son derece ulaşılmaz bir tavırla gelen kişi büyük ihtimalle savcıydı. Sorgu odasının önünde beklediğimizi görünce kaşları ilk başta çatılsa da sonradan çabuk düzelmişti. “Hoş geldiniz savcım,” diyerek ilk önce Burak komiser karşıladı onu.

“Hoş buldum.” Savcının sorgu dolu bakışları üstümüzde gezinirken “Hazır mı Güllü?” diye sordu ama bize hitaben söylememişti.

“Hazır, içeri geçebiliriz.”

Hep beraber odaya girdiğimizde Sevtap bir şey söylememek için dudaklarını kemire kemire kenara sindi, ben de yanına ilerledim.

Filmli camın ardında kalan Güllü’yü net bir şekilde görebiliyorduk şimdi. Fazla ürkek haldeydi, sandalyede oturmuş yalnızca masayı seyrederken pavyonda takındığı o süslü halinden geriye, onu en son gördüğüm hasta hali kalmıştı. Bu korkaklığıyla daha küçük, daha savunmasız göründüğünü düşünürken Sevtap kulağıma eğildi. “Onu en son gördüğünde böyle miydi?”

“Biraz morali bozuktu ama bu kadar berbat görünmüyordu,” dedim mırıltıyla. Savcı içeri girmişken Gökçe de arkamızda Burak komiserle bir şeyler konuşuyordu. Ben de Sevtap’a doğru tekrar eğildim. “Onu bilerek mi beklettiklerini düşünüyorsun?”

“Psikolojik üstünlük yaratmak istiyorlar,” dedikten sonra “…bence,” diye ekledi. Yansımalarımız filmli camda belli belirsizdi, ikimiz de kafa kafaya vermiştik. “Yoksa aynı muamele Şehlevent’e de yapılmalıydı, sonuçta babası yurtdışına kaçmış olan o, aralarında en tehlike arz eden o.”

Düşünceler içinde camın ardındaki Güllü’yü izlemeye devam ettim, ellerini kucağında bağlamış kendisine sorular soran savcıya verebildiği tek cevabı verirken belki de az sonra çıldıracak kadar sakindi. “Bilmiyorum,” dedi. “Ben yapmadım, bilmiyorum…”

Cam yansımada fazla silik olan Sevtap’ın gölgesini seçtiğinde gözlerim, başımı da ona çevirdim. Güllü’nün haline içi acır gibi bakışları kısılmış ve kaşları çatılmıştı. Ona baktığımı görünce “Hayatını bir kere kurtaramazsan,” dedi fısıltıya yakın bir mırıltıyla. “…bir daha o şans çok zor buluyor seni.”

Güllü de bunun hayalini kurmuştu, Şehlevent ile evlenip daha iyi bir hayatı düşlemişti hep, ancak şimdi beklediklerinin ötesine, bir suç çemberinin içindeydi.

“Ve sonrası için zamanını bekleyen başka bir şansın varsa bile umudun çoktan terk etmiş oluyor kalbini.”

Sevtap’ın sözlerinden sonra kısaca nefeslendim, ben o şansı bir kere değerlendirmiştim ve umudum yitmeden kaybetmek istemiyordum. Camın ardından sorguyu dikkatle takip eden Sevtap’ın kolunu tuttum usulca, buna izin vermesi şaşırtmıştı biraz. “Bu operasyonu daha net adımlarla yürüteceğiz,” dedikten sonra dudaklarımı içe kıvırıp bekledim bir süre. “Sadece Uygar Belçin Hanım’la bir konuşsun…”

O da tüm bedenini bana çevirdi. “Belçin Hanım bu görevi çoktan aldı bizden ve gördüğün gibi,” derken kaşlarıyla camın ardını işaret etmişti. Masanın diğer tarafındaki savcı evrak çantasından bir dosya çıkartırken “Evin polis ekiplerince arandı,” dediğinde Sevtap da “…kimse bizimle aynı düşüncelere sahip değil,” demişti.

Savcı konuşmaya devam etti, suçlamalar gitgide kesinlik kazanıyordu. “Ve suç aleti dairende bulundu. Bir bıçak… Tufan’ın bedenindeki yaralarla eşleşiyor. Doktorun ilk tanımlamalarına göre dibine kadar batırmak suretiyle tam üç kere saplanmış bıçak.”

Sorgu odasına tüyler ürpertecek kadar içli bir ağlama sesi yankılandı, Güllü sarsılarak masaya düşerken onu tutacak kimse olmamıştı. Kollarını kendine sardığında küçüldü ve Sevtap, o umutsuz sözleri bir daha tekrarladı. “Bitmiştir, bu saatten sonra kurtuluşu yok.”

“Sevtap…”

“Bir tane de suç ortağı uydururlar, yazdıkları hikâyeyi oynarlar Yakut.” Kaşları çatıldığında kızgınlıkla bakıyordu artık bana. “Sen de prosedür diye tuttur burada.”

Tam da Uygar’la Diren’in öngördüğü noktadaydık, ya Ahmet Akdeniz ismini kullanarak bu işi lehine çeviriyordu ya da bir aşk üçgeni gerçeği asıl gerçeğin üstünü örtmek üzere tıkır tıkır işliyordu. Her halükârda kendimi çizginin üstünde tutmalıydım, geçen gece Uygar’ın sözünü dinlediğim zamanki kadar sorumsuzluk etmeyecektim. “Başına buyruk mı davranacaksın yani?”

“Yoo,” dedi rahat bir mırıltıyla. “Sadece işimi yapacağım.”

Büyük ihtimalle Güllü’ye karşı bir merhamet, bir acıma duygusu belirmişti içinde. Kalpsiz değildim, benzerlerini ben de hissediyordum ama onun kadar yoğun çarpmıyordu hiçbirisi yüreğimin duvarlarında.

Usul usul yüzünü takip ederken “Bak,” dedim uyarırcasına, sorgu odasında hala Güllü’nün ağlama sesi vardı, şarkı söylerken güzel kullandığı o ton konuşurken ve ağlarken de güzeldi.

“Asıl sen bana bak.” Elini kaldırdı, işaret parmağını yavaşça göğsüme değdirdi, herhangi sert bir tavrı yoktu ama yine de içinde daha hırçındı Sevtap, kıpır kıpır hareket eden mavi gözlerinden belliydi. “Eğer bu dava böyle kesin sonuçlanacaksa, ben buna belli bir şeylerin üstünü örtüyorlar derim.”

“Ben de tam tersini söylemiyorum zaten.”

“Tam tersini söylemiyorsun ama kararan hayatların da farkında değilsin Yakut,” derken eliyle olduğumuz yeri gösterdi. Bir kanalizasyonda aşağılanmış halde can veren Tufan, yalanları koluna kelepçe gibi taktıkları Güllü, şimdi ne halde olduğunu bilemediğim Ferhan… Belli ki güç yetirdikleri herkesin üstünde tepinip amaçlarına ulaşacaklardı ama… İşte benim için bir aması vardı. “Elini çek,” diye mırıldandı tehlikeli bir sesle. “Ve her şeyin nasıl tepetaklak yıkıldığını gör.”

Kulağımda o sözler, birkaç defa yankılandı: Her şeyin nasıl tepetaklak yıkıldığını gör.

Sorgu artık bir itiraf meselesine döndüğünde, Sevtap deri ceketinin fermuarını tamamen çekip ellerini ceplerine soktu. “Ben gidiyorum, siz hastaneye uğrarsınız,” dedikten sonra yanımızdan çekip gitmişti.

Yavaşça Gökçe’ye döndüm, Sevtap’ın ardından bakmış ve sonrasında Burak komiserin yanından ayrılıp bana yaklaşmıştı. “Nereye gitti o?”

“Kafası nereye estiyse oraya,” dedim istemsizce çoğalan sinirimle, Sevtap’ı böyle görmek beni de huysuzluğa itmişti. Karakterlerimiz çok çarpışıyordu, o da benim gibi terslenmeye fazla müsaitti. Ben son zamanlarda Uygar’la biraz bir sükûn bulsam da bazen kendimi tutamayacak gibi hissediyordum. Gözlerimi bir kez kapatıp açtıktan sonra Gökçe’ye döndüm. “Ne konuştunuz siz?”

“Burak komiser de hastaneye gidecekmiş Ahmet Akdeniz’in ifadesini almak için.”

“Öyle mi?”

“Öyle,” derken küllü kumral renkteki düz saçlarını hafifçe kulağının ardına sıkıştırdı. “Ama aynı istikamete gideceğiz çünkü ölü ve yararılar Ahmet Akdeniz’in kaldığı hastanede bekliyorlarmış.”

“Tamam çıkalım o zaman, hem şu adamı da belki görmüş oluruz.”

Onaylarcasına başını aşağı yukarı salladıktan sonra ne ara içtiğini bilmediğim karton çay bardağını buruşturup çöpe atan Burak komisere baktı Gökçe. “Çıkıyor musunuz komiserim?” derken sesi bana konuştuğundan bile kibar ve sevecendi.

Burak komiser bu tarafa pek bakmasa da kenarda duran ceketini alırken çok kısa göz gezdirmiş ve sonra yine önüne dönmüştü, odaya başka bir polis memuru girdiğinde biz oradan ayrılmıştık. “Evet çıkacağım şimdi,” dedi tok sesiyle.

“E biz götürelim o zaman sizi?”

“Sağ olun teşekkürler, arabam var.”

“İki hafta sonra benzine zam gelecekmiş,” dedikten sonra dudaklarını birbirine bastırıp kaşlarını merakla havaya kaldırdı Gökçe, söylediklerine karşın garipser bir ifade belirmişti bende de.

Burak komiser de bu tuhaf muhabbetin altında kalmayıp “On yedi kuruş,” diye bilgi geçince Gökçe “Aynen,” diyerek onaylamıştı onu. “Ama bir kuruş bile olsa müsrif olmamak gerek diye düşünüyorum ben.”

“Tabi.”

“Yakında su kıtlığı, yemek kıtlığı falan başlayacak. Zaten nüfus aldı başını gidiyor, böyle olursa kime yetecek kaynaklar değil mi?”

“Doğru.”

“Artık aile evinden çıktığın zaman zarardasın, önceden özgürlük harika derdik de ayrı ev büyük dert bence. Ya da en iyisi evleneceksin ki yalnızlığın bir anlamı olacak.”

“Yani…”

Gözlerim irileştiğinde Gökçe de aynı tavırla bana döndü, ne dediğinin fazlasıyla farkında bir hali vardı. Dilini yavaşça dudaklarına gezdirdikten sonra usulca dişledi. Kapıya geldiğimiz zaman yüzümüze esin serin havayla irkildi Gökçe. “Kısacası,” dedi cebinden anahtarını çıkaran Burak komisere emin bir bakış atarken. “Biz sizi de bırakabiliriz hastaneye, aynı yer sonuçta.”

“Eyvallah sağ olun,” deyip başını öne yatırdı Burak komiser, sonra hiç gülmeden başını başka tarafa çevirdi. Biraz gerideydim ve yalnızca Gökçe’nin yanıma gelmesini bekliyordum. “Kendin giderim.”

“İyi peki, siz bilirsiniz.”

Hiçbir hayal kırıklığı belirtisi olmadan yüzünde ufak ve hoş bir tebessümle yanıma yaklaştı Gökçe. “Kabul ettiremedim,” derken bozulmuş gibi değildi, Burak komiserin o sert ifadesine bile takılmamıştı. Ben olsam bu kadar sabırlı kalmazdım herhalde.

“Gökçe ne yaptın sen?” diye şaşkınlıkla sorduğumda arabanın kapısın açtı ve içeride omuz silkti. “Ne yapayım, hoşuma gitti işte.”

“O bayağı belli.” Başımı iki yana salladıktan sonra “Keşke ozon tabakasından da bahsetseydin,” dedim, o tuhaf sohbetinden dolayı dalga geçmek istemiştim.

Gökçe ise elini üzüntüyle alnına vurdu. “Allah kahretsin nasıl unuturum ya? O zaman kesin dayanamazdı o zaman.”

Arabayı çalıştırdı, yola koyulurken hüzünlü ifadesini çabucak bozmuş ve artık daha çok gülmeye başlamıştı. Kızarmış yanaklarından sandığım kadar rahat olmadığını anladım, uzun bir süre elini yüzüne yelledi. Sonrasında “Sevtap da çekti gitti resmen,” dedi ciddi bir şekilde. “Bence Güllü’nün durumuna biraz içerledi.”

“Farkındayım,” diye mırıldandıktan sonra sıkıntılı bir nefes bıraktım dışarı. “Uyarmaya çalıştım ama beni dinlemedi.”

“Bir yandan da haklı aslında, kızı düşürdükleri hali görmedin mi?” Direksiyonda parmaklarını vururken Gökçe’nin bakışları yolda gezindi. “Kendileri büyük vurgun yaparken böyle daha güçsüzler harcanacak, sonrasında onlar kurtulmanın keyfini yaşayacaklar, zerre sızlamayacak vicdanları.” Hemen ardından kendini tutamayıp “Böyle işe sokarım ya,” dedi Gökçe.

“Ben bu kadar duygusallaşmasını doğru bulmadım yine de.”

“Duygusallaşmak da değil ki bu.” Sıkıntıyla yüzünü buruşturdu sözlerinin arasında. “Empati bence.”

“Her ne oluyorsa artık.”

“Ama zaten hiçbir şey hissetmezse, ona ne kadar insan diyebilirsin?”

İçimde gizlenen bir şaşkınlıkla Gökçe’ye döndüm, bakışları hala dikkatle yolda gezindiği için ifademi görmemişti. “Hissettiğini yönetemiyor Gökçe,” dedim kısılan bir sesle. “Bu şekilde alıp başını gitmemeliydi, bir emre tabiyiz biz.”

“Bak bu konuda haklı sayılırsın ama herhangi bir suç işlemediği sürece araştırmada bulunmak yanlış bir şey değil.” Kırmızı ışıkta dursa da dikkatle yola bakmaya devam etti, sanki bir şey arıyor gibiydi. “Hem unutma, gerçeklerin izi çabuk silinir.”

“Gerçekleri ararken kendine hâkim olursa…” Isırdığım dudaklarımı serbest bıraktım. “Benim için de sıkıntı olmaz.”

Gökçe buna da çabucak itiraz etti. “Burada kimse duygularını yönetemeyecek güçsüzlükte değil,” derken büyük bir inançla sarf etmişti sözlerini. “Bence iyi idare ediyorlar, hem biraz duygunun mantıkla çarpışması iyidir insana aradığı gücü verir.”

“Yapma lütfen…” derken keyifsizce gülmüştüm. “Ne gücünden bahsediyorsun?”

“Ne gücü mü?” En sonunda bakışları bana döndü, artık onda da ufak bir hayret vardı. “İnsanı ayakta tutan şeylerden bahsediyorum; aşk, arkadaşlık…”

“Ne aşk ne arkadaşlık ne aile,” dedikten sonra başımı bir defa aşağı yukarı salladım. “Bunların hiçbirisi insanı ayakta tutmaz, bizim gibi insanlar mantığıyla var olurlar.”

“Bence sen hiç sınanmadığın için böyle söylüyorsun Yakut.”

“Ben duygularımın beni yönetmesine izin verecek kadar güçsüz değilim.”

Sözlerimin hemen ardından ufak bir kahkaha attı. “Sana bir şey söylemiştim, hatırlıyor musun?”

Kaşlarım huzursuzca çatıldı, içimde bir hırs kaynarken derin bir nefes alıp kendimi çabucak sakinleştirdim. “Ne söylemiştin?”

“Pozitif korelasyon, Uygar’la ikiniz için.”

“Hayır,” dedim hızlıca. “Alakası bile yok.”

“Eskisi kadar hırçın davranmıyorsun ona.”

Göze mi çarpıyordu bu? O zaman acilen kendime çekidüzen vermem gerekiyordu, eğer Gökçe Uygar’la yükselip onunla battığımı düşünüyorsa yanlış bir yoldaydım, bu hal beni istediğim kişilikte birisi yapmazdı. “Onunla aramda hiçbir şey yok,” derken itirazımı elimden geldiğince sertçe dile getirdim, oysa geçen gece Uygar benimle uğraşırken şimdiki kadar ciddi değildim.

“Olabilir Yakut, niye sanki olmaz kesinlikle olmamalı demişim gibi davranıyorsun? Uygar’la aranda istediğin her şeyi yaşayabilirsin, benim demek istediğim şu: Duyguların istediğin şekle bürüyeceğin kadar itaatkâr şeyler değiller, buna itiraz etme.”

“Etmiyorum,” dedim en sonunda kabullenmiş halde. “Belki dediğin gibi Uygar’la aramda bir şeyler de yaşanabilir ama hiçbir halükârda ben ona göre şekil almam, ben bundan bahsediyorum. Eğer olur da bir gün Uygar yüzünden duygularım beni yanlış yola götürürse, götürmesine izin vermem.”

“Bak orası ayrı işte.”

“Kesinlikle.”

“Ama o zaman aranızda bir şey var?” derken gafil avlamak ister gibi öylesine hızlı konuşmuştu ki… Üstelik şapşal bir tavırla havaya kalkan kaşları, gülmemek için birbirine bastırdığı dudaklarıyla benden beklediği cevabı almayı umdu bir süre. “Gökçe.” Kaşlarımı çatıldı, ters bir bakış attım ona.

En sonunda bir şekilde orta yolu bulmuş olsak bile aklımı karıştıran şeyler vardı hala.

Yanlış hareket ettiklerini düşündüğüm bir aileden kopmak kolaydı, buralara onları ardımda bırakıp gelmiştim… Şimdi arada yoklayan bir pişmanlık duygusu beliriyordu içimde, acaba yapmasa mıydım diye sorgulatıyordu.

İyi ki de yapmıştım.

Ama Uygar’da da aynısı olur muydu? Ardımda bir yangın varken gözlerimin içine o ateşten daha büyük kıvılcımları barındıran gözleriyle bakan bir adama karşın, yine sandığım kadar dirayetli davranabilir miydim?

Belki de en başından müsaade etmemeliydim ona.

Gökçe’yi belki sözlerimle onaylamış olabilirdim ama hayır, inancım bu yönde değil; ben duygularıma ket vurabilirim.

-

Hastaneye vardığımızda Burak komiser ifadesini almak üzere başka yöne gitmiş, biz de Gökçe’yle morga inmiştik.

Hayatını kaybedenlerin altı kişi olduğundan zaten haberim vardı; sonradan ayrıntısı geçildiği üzere bunlardan üçü pavyonda çalışanken iki kişi de o gün orada olan müşterilerdendi. Zaten geriye kalan bir kişinin de Tufan’ın çürümüş cesedi olduğunu biliyorduk.

Bize bilgiler veren doktor, aynı zamanda morg ünitesinin kapaklarını açmış ve dört kişi çıkarmıştı. Toksikoloji raporuna göre karbonmonoksit zehirlenmesi yaşamışlardı, bir kişi az miktarda yanıklar barındırsa da herkes dumandan etkilenmişti. Buna rağmen Ahmet Akdeniz’in ikinci derece yanıklar barındırması, onun mağdur görünme çabasını daha da ortaya seriyordu. “Bize altı kayıp olarak iletildi,” derken bakışlarımı tekrar cesetlerde gezdirdim. Aralarında Ferhan ablayı da görmeyi beklemiştim ama yoktu, acaba kapıyı kırıp kaçmış olabilir miydi?

“Evet,” dedikten sonra doktor yan tarafa kayıp ünitenin başka bir dolabına elini koydu ama kapağı açmadı. “Bir kişi zehirlenme değil intihar vakası olarak kayıtlara geçti, onu eklemeyi unutmuşum.”

“İntihar vakası mı?” Gökçe’yle birbirimize baktık, şaşkınlıkla mırıldandığım şeyden sonra bir daha döndüm doktora. “Yangından bahsediyoruz, değil mi?”

Doktor ise “Ferhan Kanık,” diye açık açık belirtti, sonrasında dolabı açıp içerideki bedeni çekti. “Dediğim gibi, o intihar vakası.”

“Ama…” Yavaşça oraya yaklaştım, doktor üstündeki örtüyü iyice aşağı sıyırıp Ferhan ablanın solmuş cesedinin kollarını açıkta bıraktığında ansızın tüylerim ürperdi. Sadece birkaç gün öncesinde bir görev maksadıyla iletişim kurduğum kadın şimdi gözleri kapalı halde karşımdaydı. Onun içeride, ateş ve duman arasında kalmasından endişe etmiştim ben fakat o daha farklı bir ölümle can vermeyi seçmiş gibiydi. “Gördüğünüz gibi jilet kesikleri var. Zehirlenme sürecinin öncesinde kan kaybıyla hayatını kaybettiğini doğruluyor otopsi.”

Çaresizlik içinde yutkundum, bu da mümkün değildi ki. Ne söyleyeceğimi bilemeyerek Gökçe’ye baktım tekrar, o da epey şaşırmıştı. “İntihar etmezdi,” dedim ufak bir mırıltıyla. “O gün bana hayatla ilgili planlarından bahsetmişti, intihar etmezdi.”

“İtiraf mektubunda Tufan’ı kendisinin kışkırttığını yazmış,” derken sakinlik vermek istercesine koluma dokundu Gökçe. “Yazdırmış olabilirler, aralarındaki bu intikam meselesini daha da pekiştirmek için belki de zorla yazdırdılar bilemeyiz.”

Evet, bana zaten Tufan’ın gittiğinden bahsetmiş ama böyle bir suça karıştığını hiç söylememişti. Bu ihtimal Ahmet Akdeniz’in ekmeğine daha çok yağ sürüyordu. Kuru dudaklarımı yalayıp gözlerimi uzun uzun Ferhan ablanın cesedinde, jilet kesiklerinin olduğu kollarında dolaştırdım.

Kulağımda onun zor hayatına rağmen sarf ettiği gelecek hayalleri dolaşıyordu; kocasının benim gibi sessiz birisi olmasını istememişti mesela, konuşkan birisini istemişti ileriki hayatında. Bunlar intiharına karşı gösterilecek bir kanıt olabilir miydi? Yoksa her şey bizim sezgilerimizden mi ibaretti?

Kendimizi bir oyun içinde olduğumuza o kadar çok inandırmıştık ki sürekli bir şeylere karşı kanıtlar sunma çabası içindeydik, yoksa gerçek tamamen bu muydu?

Gökçe benim yanımdayken ardına döndü tekrar. Doktora hitaben “Peki ya Tufan Kula?” dediğinde suratını görebildiğim doktor, başını iki yana salladı. “Maalesef şu an onu göstermem mümkün değil, ceset fazla beklediği için vücutta deformeler olabiliyor ve bu da otopsiyi uzatıyor.”

“Peki, teşekkürler.” Kolumdan tutan Gökçe beni yavaşça dışarı çekti. “Size kolay gelsin,” diyerek morgdan ayrıldıktan sonra çabucak telefonunu çıkardı. “Şimdi Diren’i arayacağım ve buraya gelmelerini söyleyeceğim.”

“Niye?”

Başı telefona eğikken turkuaz gözlerini yavaşça bana kaldırdı. “Ferhan’ın intihar etmeyeceğini sen söyledin Yakut.”

“Bu benim düşüncemdi,” derken epey umutsuz çıkmıştı sözlerim, kendi bildiğini okuyanların çemberi gitgide genişlerken ben de bir şekilde kendimi içine dahil olmuş şekilde buluyordum. “Ayrıca Tufan’a olan kızgınlığından hep bahsederdi Ferhan abla, gerisini getirmezdi, belki de doğrudur o itiraf mektubu.”

“Onun doğruluğunun kanıtlanması için yazının ayrıntıyla tahlil edilmesi gerek, bu da birkaç gün kayıp olur.” Bana rağmen telefonu çabucak kulağına koydu, geri çekilip çaresizce kollarımı önümde birleştirdim. “Şimdilik bu ihtimal üzerine gitmemiz lazım.” Dilini dudakları üzerinde gezdirdi ağır ağır. “Ve hepsini bir araya getirince, büyük resmi görmüş olacağız.”

-

Bir iki saat sonra Uygar ve Diren’le hastanenin bahçesinin kuytu bir köşesinde, dikkat çekmeyecek şekilde buluştuk. Gökçe önden gidip açıklama yapmaya başladığında tereddütlü bakışlarım Uygar’la kesişmişti, o da bir kulağı Gökçe’deyken elini yanlarına gelmem için uzattı. Usulca aralarına karıştığımda sanırım Uygar elini tutacağımı düşünmüş olmalı ki bir süre merakla suratıma baktı ancak ona istediğini vermedim, o da anın sıcaklığıyla durumu üstelemedi. “Hemen konuya giriş yapıyorum, Ferhan Kanık yani temizlik görevlisi yangından zehirlenme değil intihar vakası olarak çıkarılmış.”

“İtiraf mektubu bırakmıştı o değil mi?” derken Diren’in sorgu dolu bakışları beni buldu. Başımı aşağı yukarı sallayıp onayladım. “Evet, Tufan’ın Güllü’den intikam alması için kendisinin dolduruşa getirdiğini yazmış, yani bir nevi bombalı saldırıyı kişisel yöne çekiyor bu.”

“Kamera kayıtlarında da zaten Güllü ve Şehlevent’in de saldırı esnasında orada olduğunu gördük.”

“Aynı zamanda Tufan’ı yaralayan bıçak da Güllü’nün evinden çıktı,” diye devam ettim sözlerime. “Diğerlerinin ağız birliği sonucunda Güllü’nün itirafı bekleniyor şu an ama biz onun yapmadığını, daha doğrusu yapamayacağını düşünüyoruz çünkü tek başına gücü yetmez Tufan’ı kanalizasyona öyle isabetli şekilde atmaya.”

Ardından Gökçe ekledi. “Mekânın güvenlik görevlisi Sinan’da bir tedirginlik vardı, bir şeyler bildiği kesin.”

“Tamam, bu kaçıncı yalan?” diyerek araya girdi Uygar, kaşları öfkeyle çatıktı. “Tufan Güllü’den intikam almak için onu bombalı bir saldırıyla öldürmek istedi, bu bir; çünkü Kerim abi ve Reha saldırıda hayatını kaybedenlerin listesini araştırırken bunun gerçek olmadığını kanıtladılar.”

“Nasıl?” diye sorduk Gökçe’yle ikimiz de.

Uygar bir adımla yaklaştı. “Kerim abi arşivde dolaşırken birkaç dosyaya denk gelmiş, epey eski şeyler. Reha’yı da bu yüzden akademiye çağırmış, bir süre üstüne çalışmışlar; en başından beri halktan diye bahsettikleri o dört kişiden biri, Ahmet Akdeniz’in sonradan işten çıkarttığı eski bir çalışanıymış.”

“Haberleşme birimi bunu es mi geçmiş yani?”

“Es mi geçtiler yoksa bir aksaklık mı oldu bilmiyorum, her halükârda operasyonun kilit noktasını başka yöne kaydırdılar ama bundan dolayı soruşturma geçireceklerini söyledi Belçin Hanım, ilgilenecek yani.” Uygar ensesini sıvazladıktan sonra derin bir nefes bıraktı dışarı. “İşte bu ilk yalan, Tufan Güllü’den intikam almak istedi deseler bile o gün belli ki Akdeniz bir sebepten dolayı eski çalışanını öldürmek istedi.”

“İkinci yalan da Güllü’nün kendisini korumak istediği için Tufan’ı öldürmesi,” derken yerde duran gözlerini bize kaldırdı Diren. “Öyle bir şey yok, sadece Tufan’ın intikam meselesini daha sağlam bir temele oturtmak istediler.”

Kendi bildiğimi dile getirdim. “Ferhan ablanın Tufan’ı dolduruşa getirdiğini itiraf edip sonrasında suçluluk duygusuyla intihar etmesi de üçüncü yalan.”

“Bence, Tufan’ı saklamak için başka yöntemler varken onu kanalizasyona atmaları da bana başka bir yalanmış gibi geliyor,” derken şüpheyle gözlerini kıstı Gökçe. “Onu parçalayarak yok etmek de bir fikir, belki de yakarak… Bunlar daha kesin sonuçlar sağlardı.”

Diren merak içinde Uygar’a döndü. “Acaba o gece Ahmet Akdeniz kundaklama yaparak cesedi yok etmek istemiş olabilir mi?”

“Hayır, öyle olsa kundaklamayı arka cepheden başlatırlardı.” Saçlarımı kavrayıp geri iterken gözlerim düşünceler içinde yere çevrildi. “Eğer tamamen yok etselerdi, suçu Güllü’ye nasıl atacaklardı? İlgiyi o yöne kaydırmak için cesedi yok etmemeleri daha mantıklı aslında.”

“Bilmiyorum ama.” Gökçe kollarını önünde bağlayıp bana döndü, Uygar etrafı kolaçan ederken Diren de konuşmamızı dinlemek için bir adım bize yaklaştı. “Savcı bıçaklamadan dolayı Güllü’yü suçluyor, hatta olayın itirafı bekleniyor şu an. Doktor da vücut deforme olduğu için otopsi devam ediyor diyor. Eğer otopsi devam edecekse ya Güllü’yü suçlamayacaklar ya da Güllü’yü bu kadar net suçlayacaklarsa otopsi sona ermiş olmalı, yoksa ben mi yanlış düşünüyorum?”

“Hayır doğru düşünüyorsun,” dedi Diren kendinden emin bir sesle. “Eğer açıklığa kavuşturulamayan bir şey varsa devam eder otopsi, suçlaması yapılmış bir cinayet için emin değilim.”

“Ahmet Akdeniz bu hastanede miydi?”

Uygar’ın birden sorduğu soruyla ona döndük, bakışları uzaktaki adamda dolaşıyordu. Fötr şapkası ve bastonuyla çıkışa yürüyen kişi arkadan anlaşıldığı üzere Ahmet Akdeniz’di. “Evet,” dedim mırıltıyla. “Yangından sonra buraya getirilmiş.”

“Özel hastaneye götürmek yerine buraya mı getirmişler?” derken sesi küçümsüyor gibi değildi, aksine ciddiyetle sorguluyordu.

“En yakın burasıydı,” dedi Diren de usulca. Sonra daha dikkatli bakmak için bedenini biraz geri çekti. “Herhalde şu anda sevk ettirmiyordur kendisini, yürüyen adamı niye sevk etsinler zaten?”

“Her zaman her şeyin en iyisini tercih eden adam, iki gündür devlet hastanesinde mi tedavi görüyor? Üstelik ağrılı yanıklara sahipken?” Uygar bir türlü düşüncelerin eksilmediği suratını bize çevirdi, aklında o kadar çok şey vardı ki ona yetişemeyeceğim için endişe ediyordum. “O gün kendisini yaktırdı, arka bahçede bir ceset olduğunu bile bile yaktırdı çünkü beraber getirildiler buraya.”

“Evet,” derken nafile bir şey mırıldansam da beklenti içinde baktım Uygar’a. Söyleyeceklerinin bir devamı vardı. “Ayrıca herkesin cesedi gösterildi ama suçlama yapıldığı halde otopsisi bitmeyen Tufan’ın cesedini size göstermediler.” Elini boynuna atıp ensesine doğru kuvvetle sıvazladı. “Çünkü tek siparişi o kolideki kâğıt değildi.”

Sanki bir farkındalık yaşar gibi Uygar’ın gözleri daha da bulanık bir hal aldı, kendimi keskin bir akıntı içinde uçuruma doğru yüzer gibi hissediyordum ve ancak atlarsam kurtulurdum. “Ne vardı o kâğıtta?”

“Reha şu an kriptolojiden birisiyle incelemesini sürdürüyor,” diye pürüzleşen sesiyle mırıldandı Uygar, etraf bizim için birden sessizleşmiş geriye yalnızca şüphelerimizin uğultusu kalmıştı. “Ama büyük ihtimalle bir harita.”

“Şiir yazıyordu oğlum onda!” Diren’in hayretle mırıldandığı şeyden sonra kaşlarım çatıldı. “Ne şiiri?”

“Kendi aleminizdesiniz üçünüz de.” Şiiri okumanın hemen ardından Diren ve Uygar göz göze geldi. “Şiirin aslında üçünüz değil ikiniz yazıyor, yani bu da Ahmet ve Mürsel’in yanında üçüncü bi’ kişi olduğunu gösterir.” Sonrasında şiire devam etti. “Kimse bilmez, ey ruh; uçurumlarını senin; sırlarınız daima, daima içinizde.”

“Dördüncü yalan,” dedi Uygar tehlikeli bir mırıltıyla. “Tufan’ın cesedinden kurtulmak değil, onu saklamak istediler… çünkü içinde, sırları içinde. Ne alacaksa aldı, şimdi de buradan siktir olup gidiyor.”

En başında bunun bize bir başkaldırı ya da bir gözdağı olarak iletildiğini hatırladım; hayatını kaybedenler için üzülmüş, Tufan’ın niçin bunu yapacağını düşünmüştük. Yaşananlar bizim için saplantılı bir aşk üçgeninin de ötesindeydi, bunun farkındaydık zaten… Yine de yalanların gerçeğini düşünene kadar onlar bizi oyaladıkları üçgenden sıyrılıp çoktan yol almışlardı.

“Ben Ahmet’in peşine düşeceğim,” diye hızlıca konuştu Diren, eliyle Uygar’ın koluna dokunduktan sonra “Siz de bu sırada Tufan’ın cesedini kontrol edin, boş bir düşünceye inanmış olmayalım.”

Diren’in uzaklaşmasının ardından Gökçe ve Uygar’la arka kapıdan hastaneye girdik. Gökçe doktoru oyalayacağını, bu esnada Tufan’ın cesedini kontrol etmemizi söylediğinde ilgi çekmemeye çalışarak otopsi salonuna doğru yürüyorduk.

Tereddütlü bakışlarım ona döndü. “Kâğıtta yazan şey gerçekten bir harita mı?”

Uygar ise düşünceler içindeydi; ifadesine yayılan sinir, öfke, aynı zamanda sakin kalmak için gereken ufak bir anlayış, metanet… Hepsi karmakarışık halde olduğu için kesin bir duygu seçemiyordum ondan. Sadece düşündüğünü görebiliyordum, çok düşünüyordu. “Farklı bir teknikle şifrelenmiş bir şiir, gece boyu uğraştım ama kâğıdın yarısı yandığı için bitiremedim, sonra da kriptolojiden birisiyle halledeceğini söyleyerek Reha devraldı.”

Cevabından sonra bakışlarımı ondan bir türlü çekemedim, koridorda yürürken Uygar da uzun uzun ona baktığımı fark etmiş olmalı ki yeşil gözlerini bana çevirdi. “Bir şey mi oldu?” diye kısık sesiyle sorduğunda kısaca iç çektim. “Peki Belçin Hanım’la konuştun mu bunu?”

“Konuştum.” Kravatını ve ceketini çıkarmıştı, kollarını kıvırdığı ve üstten bir düğmesini açtığı gömleğiyle daha günlük hayata uygun dursa da dikkat çeken bir yanı vardı her zaman. Aceleden dolayı öne düşmüş kumral buklesini hiç geri itmedi, yeşil gözleri kaçamak bakışlarla bana dönse de otopsi salonuna ilerledikçe sıklığı azalıyordu bakışlarının. “Üst kurula ileteceğini söyledi, son olaylardan sonra yetkilerinde kısıtlama olduğu için bu kadarını yapabiliyor sadece.”

“Anladım.” Hemen karşı kapıdan çıkan Gökçe ve doktoru görünce Uygar’ı kolundan tutup yavaşça kenardaki boşluğa çektim, elimden geldiğince normal davranmaya çalışıyordum ancak beklediğimiz boşluk ıssız bir yerdi, o yüzden Uygar da başını bana doğru eğmekte bir sıkıntı görmedi. “Yakut… aramızda soğukluk mu var?”

Aynı zamanda otopsi salonunun kapısını da kontrol ediyorduk, bu yüzden dalgın çıktı sesim. “Bizim aramız mı var?” Biraz uzaklaşsın diye elimi göğsüne koydum, yine çabucak tuttu. “Sadece iş arkadaşıyız biz,” dediğimde, salonun önünü kontrol etmeyi bırakıp birbirine geçen parmaklarımıza baktı, sonra da kısık yeşil gözleri beni buldu. “Ben de ona göre davranıyorum, sen de aynı şekilde davran.”

Korkunç bir şeydi bu; birine kendini teslim etmek, akan suda onunla yol almak, belki de onun akıntısına kapılmak… İşin sonunda boğulmaktan başka bir şey yok gibiydi. Bu yüzden erken vazgeçmenin, hatta vazgeçmeyi bırak, hiçbir zaman onunla olmadığını kabullenmenin daha doğru olduğunu düşünüyordum.

Beni bu zamana kadar yükseğe taşımış bir adam, elbette en sonunda kanatlarını açıp en dibe bırakacaktı. Bu yüzden şimdi yeşil harelerinde karanlık bir tavrın dolaştığı Uygar’a karşı aramıza set çekiyordum. Yapmadığımız vakit o da kaybedecekti, ardına ateşi almış bir şekildeyken bile yüreğini bana çeviriyorsa o da kaybederdi.

Ellerimizi usulca ayırdı, bakışları mecburen diğer yana döndüğünde uzaklaşmıştı benden. Gölgesi geri çekildiğinde ardından gitmeye koyuldum, aramızda fazla mesafe yoktu bu yüzden az önceki sessizliğini sona erdiren yanıtını kolaylıkla duymuştum. “Akşam sana geleceğim.”

“Çağırmadım,” derken sesim epey kızgın ve huysuz çıkmıştı, şimdi sadece arkasını görüyordum. Gömleğinin gerildiği omuzlarını rahatlamak için bir defa hareket ettirdikten sonra kimsenin olmadığı koridorda Gökçe’nin doktoru uzaklaştırmasını fırsat bilip otopsi salonuna girdi.

“Haberin olsun diye dedim.”

“Kapıyı açmayacağım sana.”

Soğuk salonda adım adım yürüdük, Uygar içeriyi kontrol ederken aynı zamanda bana cevap da yetiştiriyordu. “Açma, ben yine de sana geleceğim.” Hemen sonra bir ameliyat masasının olduğu kısmı bulduğunda “Burada,” dedi mırıltıyla, morgdan ayrı kalmış kapıyı açıp içeri girdi.

Burada da yoğun bir koku vardı yine ama bu pavyondakinden farklıydı, cesedin temizlendiği anlaşılır şekilde dezenfektan kokuyordu.

Tufan’ın ameliyat masası üzerinde bekleyen cesedine yaklaştığımızda ilk gördüğüm o yeşillenmiş bedenden geriye daha soğuk bir hal kaldığını gördüm, açık gözleri kapanmıştı ve artık mide bulandırıcı bir ölü değil ürkütücü bir ölüydü. Yalnızca yaşayan haliyle değil, bu nefes alamayan halinden de faydalanmışlardı. İnsan bazen farkında olmadığı şekillerde de aşağılanabiliyordu demek ki.

Etrafında yavaşça dolaştım ve en sonunda kenara alelacele bırakılmış olan evrağı aldım, otopsi işlemiyle ilgili bir formdu ve tamamen doldurulmuştu. “Forma bakınca otopsi tamamlanmış gibi görünüyor.”

“Bir de cesede bakalım o zaman.” Uygar adım adım diğer tarafa yürüdü, artık Tufan’ın başındaydı. Saçlarını hafifçe geri çekti, orada görmeyi beklediği şeyi göremeyince “Baş kesiği yok,” diye mırıldanmıştı, hemen sonra eliyle göğsünü işaret etti. “Göğüs muayenesi yapılmamış.”

Otopsinin devam ettiğini duyunca ve tamamlanmış bir form görünce haliyle bunların yapılması gerektiğini düşünmüştük. “Yalnızca karın açılmış.” Uygar tam oraya sürdü elinin tersini; açılmış bir yarık dikişle kapatılmıştı, kenarda bekleyen belirgin üç bıçak darbesi de Güllü’yü suçladıkları şekilde oradaydı.

Tufan’ın nefessiz ve solgun bedeni üzerinde gezinen bakışlarımız yavaşça doğruldu; ikimiz de birbirimizi bulduğumuzda ifadesizdik, fakat duygularımız belirgindi. Dördüncü yalan, tam da düşündüğümüz üzere Tufan’ın ölü bedeninde gizlenmişti.

-

Bunu ayrıntısıyla konuşmak için Gökçe ve Uygar’la akademiye geri döndüğümüzde Kerim abi, Reha ve onun kriptolojiden bir arkadaşı kütüphanede oturuyorlardı. Kerim abi araştırma çalışmalarına devam ettiği için hala akademideydi, istihbarata daha çok bilimsel yönden yaklaşıyordu çünkü.

Kütüphanenin tam ortasındaki masaya yerleştiğimizde Reha “Hoş geldiniz,” diyerek çıkarabildikleri haritanın kayda değer kısmını Uygar’a uzattı. “Bu kadar oldu, yanık kısımların diğer parçalara da etkisi olduğu için bazı kısımlar eksik kalıyor.”

“Zaten haritanın nereye ait olduğu bile belirsiz,” dedi Uygar sinirle, haklıydı. Elinde uzun uğraşlar sonucunda oluşturulmuş yarım bir harita vardı ama henüz nereye ait olduğu belli değildi. “Bu kadarına da eyvallah kardeşim, sağ olun.”

Bu sözlerden sonra Reha’nın arkadaşı eşyalarını toplayıp gitti, artık biz bize kalmıştık. Kerim abi öne eğilip gülümseyerek bana baktı, her zamanki gibi çok babacandı. Benden önce yanına oturan Gökçe’yle konuşmuştu zaten ama beni de es geçmedi. “N’aber kız?” dediğinde kendimi gülümsemeye zorladım, keyfim o kadar da yerinde değildi sadece ilerliyordum işte. “İyiyim abi, sen?”

“Ben de iyiyim ama sen daha çok iyi gibisin.”

Bu sefer daha samimi bir gülüşle ters bir bakış attım ona.

“Ne yaptınız peki, neler buldunuz?” diye sordu çok geçmeden, buna cevap verme hakkını Uygar’a bıraktım. “Tufan’ın cesedini inceledik,” dedikten sonra dirseklerini öne yaslayıp masayı seyretmeye başlamıştı fakat en sonunda gözlerini yukarı, yani bize kaldırdı Uygar. “Üstünden bir şey taşıdıklarını düşünüyorum, büyük ihtimalle midesinden.”

“Hadi canım…”

“Öyle,” diye onayladım ben de Uygar’ı. “Doktor otopsinin devam ettiğini söylemişti, hatta orada tamamladığını gösteren bir form da bulduk ama yapması gereken işlemleri yapmamış, sadece karnını kesmiş cesedin.”

“Ve ayrıca Ahmet Akdeniz’in de kendisini özel bir hastaneye sevk ettirmek yerine orada devlet hastanesinde tedavi gördüğünü unutmayalım,” derken elini kaldırıp uyarırcasına salladı Gökçe. “İlk müdahale yapıldıktan sonra muhakkak ki giderdi, sonuçta para babası bu adamlar.”

“Doğru, giderdi.”

“Peki midesinden alındıysa,” dedikten sonra biraz bekledi Reha, keçi sakalının bulunduğu çenesini kaşırken düşünceler içindeydi. “Bu adam hiç tuvalet ihtiyacını gidermemiş ki taşımış içinde artık ne varsa? Bir yerden illaki çıkarırdı.”

“Büyük ihtimalle ölüm saatiyle içinde taşımaya başladığı an arasında kısa bir zaman var.”

Uygar’ın söylediği şeyden sonra Kerim abi iyi bir fikir attı ortaya. “Yine de Reha hastane kayıtlarını kontrol etsin, belki de ameliyat vasıtasıyla yapmışlardır.”

Reha da “Kontrol edeceğim,” demişti. “Hatta bombalı saldırıdan önceki tüm görüntülerine bakacağım, içinde taşımaya başladığı vakitle ilgili bir açık bulmak zor olmaz.”

Parmaklarımı birbirine geçirip ellerimi masaya yasladım. “Eğer insan vücudu aracılığıyla taşıdılarsa, kendileri için epey önemli bir şey olmalı.”

Düşünceli bakışlarımı diğerlerinde gezdirdiğimde Gökçe’yi yarısı çıkarılmış haritaya bakarken bulmuştum. “Bir yerin anahtarı olması o kadar muhtemel ki… Kimsenin ele geçirmemesi gerekiyor, Tufan o gün Akdeniz’in işten çıkardığı eski çalışanını öldürdü ki büyük ihtimalle işin içinde casusluk meselesi olabilir.” Sonrasında eğildiği yerden kalktı ve dağınık kakülüne dokundu. “Öldürdüğü o adam da kesinlikle Tufan’ın içinde taşıdığı şeyi ele geçirmek istiyordu.”

Keyifsizce güldü Uygar. “Plana bak,” dedikten sonra neredeyse küfredecekti ki ona baktığımı görünce kendini tutup dudaklarını birbirine bastırdı, sonra kaçamak halde yaladı. “Dışarıdan bakan herkes Tufan’ın Güllü’den intikam almak istediğini, Güllü’nün de kendini korumak için onu öldürdüğünü düşünürken adam alttan alta sevkiyat yapıyormuş.”

“Sevkiyat da ne sevkiyat ama…”

Gökçe’nin bu hayret dolu mırıltısından sonra Reha “O zaman ben kalksam iyi olacak,” dedi yavaşça, hatta masaya tutunup ayaklanmıştı bile. “Sevkiyat bitti, herkes alacağını aldı. İzini sürmek bize kaldı.”

“Doğru,” diye mırıldandıktan sonra Gökçe’ye baktım, alan alacağını almıştı ama biz bunu bilmek dışında bir şeye sahip değildik. “Biz de kalkalım, burada beklemenin anlamı yok.”

Ayağa kalktığımda ellerimi elbiseme sürttüm ve hafifçe düzelttim, ceketimi ve çantamı masadan alırken bakışlarım inceleyici bakışlarını bende gezdiren Uygar’a değdi, geçen geceki kadar canlı değildi belli ki onun da keyfini sömürmüştüm ya da belki de bugün öğrendiklerimiz yüzünden bu haldeydi.

Her halükârda daha fazla konuşacak durumda değildik, zaten akşam geleceğini de sanmıyordum.

Gün olur herkes nefret ederdi birbirinden; buna bazen birkaç yıl etki edemezken bazen birkaç dakika yeterdi, o da bana karşı nefretine uzanacak rahatsızlık yoluna girmişti işte.

-

Akşam gün sona erdiğinde eve taşınan bir iş yüküyle baş başa kalmıştım. Bir süre gün içinde yaşananları düşündükten sonra hayat beni kendimle baş başa bıraktı, sessiz dairemin salonunda koltuğa oturup evin güneş alan penceresinin kenarındaki mavi ortancaları seyrettim. Uygar’ın benden özür dilemek için verdiği çiçekleri… Sehpada ise bir süredir okumak için çabaladığım kitabım vardı.

Satırlarla aram pek iyi değildi, ilgimi çekse bile kurgu kitaplara henüz alışamamıştım. Araştırmayı ve öğrenmeyi sevsem de okumaya dair bir şevk geliştiremediğim için utanıyordum kendimden.

Sebebi bir daha aklıma düşünce, o günün sıkıntısıyla yüzüm buruştu.

Dilim damağım birbirine yapışana kadar bana sesli kitap okuma cezası veren, hatta bazen bunu sırf inadına tekrarlayan babaannemi hatırlatmıştım birden. Tuhaftı ki şimdi güldürüyordu bu anılar… Ne kadar zor olabilirdi ki?

Bir kitaba başlamak, bitirmek, unutmak… Ve yeniden başlamak.

Şimdi bana kendimi bahşeden sessizliğim ve yalnızlığım da bir zamanlar hiç benim olmayacak gibiydi. Oysa o soğuk evde başlayan hayatımı bitirmiştim, unutmak da gitgide kolaylaşıyordu.

Yeniden başlayalı ise aylar olmuştu; iyi bir işe ve az çok başarıya sahiptim, nihayetinde ilk görevim bana büyük bir tecrübe katmıştı.

Hala doğruyu ve yanlışı ayırt edebilen bir yanım da vardı, tuhaf cezalar vermek konusunda kitap karakterleriyle yarışabilecek obsesif babaanneme nazaran ben hala iyi bir insandım. O ise telefonlarımı asla açmamış, beni ‘acaba pişman mı oldum’ diye bir tereddütle yaşamak zorunda bırakarak nasıl birisi olduğunu çok iyi göstermişti.

Onu düşünmenin faydası olmayacağını bilerek “Tamam unut,” dedim kendime. “Adını aldın, kaderini almayacaksın… Sen ondan çok farklısın.”

Koltuktan doğrulup sehpada bekleyen kitabı çekip aldım, ilk sayfayı araladıktan sonra devamının olacağını biliyordum; her ne kadar çok basit bir fikir olsa da her şey başlamakla alakalıydı, başlarsan bitirirsin Yakut… Başla da bitsin.

Bir süre hızla akan kitap, düşüncelerimin aksine umutsuzluğumu katlıyordu. Bu kadar çabuk okuyacağımı da düşünmemiştim, ancak satırların durağanlığına rağmen resmen içine çekilmiştim. Öyle ki kitap da bunu anlatıyordu; özgür bir ruhun hayatı sadece kumdan ibaret olan bir kadınla tanıştıktan sonra tutsaklığa kapılması, hatta gitgide bunu kabullenir hale gelmesi.

Kendimi bir an o tutsaklığı kabullenen kişi gibi hissedince, istemsiz gözyaşları pınarlarıma yerleşip de aşağı düşmek üzere titreyince kitabı örtüp sol taraftaki cama bakmaya başladım. Hava kararalı çok olmuştu, kapalı pencerenin ardında yağan yağmur tam sokak lambasının önüne denk geldiği için fazlasıyla belirgindi. Kitabı sehpaya geri bıraktıktan sonra oraya yaklaştım, hatta nefret ettiğim yağmura rağmen camı araladım.

Neden bu kadar ağlamakla dolduğumu bilemedim; belki de o durağanlığı nefretle yaşayan adamın en sonunda o durağanlıktan vazgeçemeyen birisi haline gelmesi, kaçtığım şeylere rağmen benim de içten içe o kişiliği sürdürdüğümü düşündürtmüştü bana… Korkmuştum, şimdi gerimde eski bir hatıra olarak kalan ailem gibi olmaktan çok korkmuştum.

Islak koku artık daha çok ulaşıyordu burnuma, bedenimi daha fazla uzatmadım çünkü damlaların bana değmesini istemiyordum fakat cama çarpanlar bir şekilde üstüme sekiyorlardı, saçlarımı geriye ittirip yağmur damlalarını temizlediğim esnada başım öne eğildi ve ansızın orada bekleyen kişiyi gördüm.

Uygar.

Yağmurun altında nemlenmiş saçlarına parmaklarını daldırıp hafifçe önünden çekti, bardaktan boşanırcasına yağmadığı için berbat halde değildi fakat ben yağmurdan bu kadar nefret ederken o kadar katlanılası bir görüntü de değildi benim için.

Elinde telefonunu tutuyordu, aramızdaki mesafeye rağmen bakışlarının bende olduğunu anlama zor olmadı. Ve gözlerimin içine baka baka telefonu kulağına yasladığı an kenardaki sehpada bekleyen telefonum da onun numarasıyla aydınlandı.

Telefonu alıp aramayı cevapladım ben de. Kalbim sabahki kızgınlığımdan olsa gerek çok hızlı atıyordu, bu yüzden konuşamadım. Ne var ki o da gelişine ve aramasına rağmen bir şey söylemeye tenezzül etmedi. Bir sessizliği kucakladık ikimiz de.

En sonunda dayanamayıp “Gelme demiştim,” dedim, sesimde az önce birkaç damla gözyaşı döktüğümden dolayı boğukluk olsa vardı ve umarım Uygar bunu sinirime yorardı. Pencereye geri döndüm ve yağmurun altında ıslanan halini seyrettim, bedenini hafifçe gerisindeki arabaya yasladığında elini de dizine koymuştu, bir şey bekler gibi bir hali vardı.

Bana nedense, özgürlüğümü yutacak bir durağanlığa hapsolduğumu değil de; onun özgürlüğünü paramparça edecek durağanlığın ta kendisi olduğumu düşündürttü bu haliyle. O her an hoş bir gülüşle sürdürürken hayatını, ben belki de içtenlikle gülmek ne demek onu öğreniyordum. ‘Hayır sen umutsuz bir hayat nasıl sürdürülür onu öğretiyorsun,’ dedi içimdeki bir ses.

Başını hafifçe omzuna yatırdı Uygar, böyle yapınca acaba beni çıldırttığını biliyor muydu? “Sana kapıyı açmasan da geleceğimi söylemiştim.”

“Zorbalık mı yapacaksın yani?” diye mırıldandım.

Normalde olsa gülerdi, bu sefer o hoş tınısını duyamadım Uygar’dan. “Yapar gibi bir halim mi var?”

Sırf inat olsun diye konuşuyordum artık, ona değil de kendime. “Psikolojik baskı uyguluyorsun, ıslanırsan sana kapıyı açarım sandın herhalde?”

“Açmaz mısın?”

Fısıltıya yakın sarf ettiği sözlerden sonra “Açmam,” dedim. “Arabana bin, git buradan.”

“Gidemiyorum.” Çehresinde zaten zamanı daha katlanılır kılacak bir ifade yoktu ve bu mırıltısından sonra “Gidemem, seni daha yakından görmem lazım,” dedi büyük bir arzuyla. Geniş omuzlarına gitgide yapışan gömleğini izlerken en azından bir ceket bile giymediği için kızgındım ona, gerçi ben Uygar’a karşı hep öfkeliydim, bunun bir kurtuluşu yok gibiydi.

“Senin yakınlarından nefret ediyorum.”

Elim aramızdaki mesafeyi tanır gibi cama gitti, bu uzaklıkta olmasaydık ona tutunurdum mesela. “Daha da yakından nefret et, uzaktan hıncını çıkaramazsın.”

Yağmur kokusu usul usul dudaklarımın arasından geçti, kabul edersem ne kadar aptalsam diğer yanım reddedersem bir o kadar aptal olacağımı söylüyordu. Bir süre sessiz kaldığımda Uygar bunu kabul ettiğime yormadı, hala arabaya yaslanmış halde bekliyordu. Telefon vasıtasıyla kulağıma ulaşan nefes seslerini dinlerken “Evime gelmiş olman bizi olduğumuzdan daha yakın yapmayacak,” dedim mırıltıyla.

“Bunu böyle uzaktan konuşmayalım bence.”

“Uygar,” diye kızgınlıkla mırıldandım.

“Bekle biraz daha yakından kız bana.”

Ağırca doğrulttu bedenini arabadan, adım adım evime yürüdüğünü gördüğümde camı örtüp avucumu şaşkınlıkla dudaklarıma kapattım, sonra da hızlıca dış kapıya gidip apartman kapısının düğmesine bastım. Dakikalar sonra merdivenleri tamamladığında ona açmayacağımı söylediğim kapımın ardında olacaktı, ben de verdiğim sözlerin tam karşısında.

Her şeye rağmen kapının kulpunu indirdim, telefonu da kapattığımda kulaklarım artık yağmura karışan nefes seslerini değil de basamaklarda yankılanan adım seslerini işitiyordu. Saniyeler sonra eğilerek kontrol ettiğim merdiven boşluğunda onun yeri seyretmek için eğilmiş başını gördüm, ıslak tutamları daha birkaç dakika önce geri itmiş olsa tekrar haylazca dağılmışlardı.

En sonunda evimin olduğu katı tahmin etmiş olmalı ki başını ilk basamakta kaldırdı ve bana baktı; çıkık elmacık kemikleri, dolgun dudakları, kısık gözleri sabahın aksine daha dingindi. Aslında gün içinde olayların peşinde koştururken ikimiz de gergindik fakat ben onun kadar rahatlayamamıştım.

Kapımın önüne geldi, ayakkabılarımı içeri çıkardığımı gördüğü için direkt adım atacaktı ki kapıyı biraz örtüp önüne geçtim, çarpmamak için duraksadığında kader böyle bir şey ya; yine yüz yüze, göz göze ve nefesimi kesen şekilde dip dibe gelmiştik. O kadar da sorun etmedim, yüreğine karşı koyamayan oysa acıyı da o çekerdi. “İçeri girdiğinde,” dedim üstüne basa basa. “Aramıza koyduğum mesafeyi asla aşmayacaksın.”

“Şu anki gibi mi?” derken geldiğinden beri ilk kez keyifle kıvrıldı dudağı, bu onun en iyi yaptığı şeydi.

Uyarırcasına havaya kaldırdım tek kaşımı. “Dalga geçmiyorum.”

Uygar hafiften örttüğüm kapıya elini yasladı ama ittirmedi, omzunu pervaza verdiğinde bu halinden sıkıntı duyuyor gibi durmuyordu. “Ben de… Mantıklı açıklamalar sunarsan sözüne uyarım.”

Bu işi bir oyuna ya da inada bindirmek istemediğim için kapıyı tamamen açtım, yaslandığı pervazdan geri çekilip içeri girdi. Ayakkabılarını kenara düzgünce çıkarırken etrafı kirletmek istemiyor gibiydi. Hatta saçlarını tekrar arkaya yatırdığında su sıçratmamaya bile özen gösterdi.

Parmaklarımı askılı tişörtümden açıkta kalan koluma koyup birkaç saniye sıvazladım, sonra da ona başımla içeriyi işaret ettim. “Yürü.”

Bana kısa bir bakış attıktan sonra etrafı inceleyerek salonuma ilerledi, içeri geçtiğinde koltuğa oturmasını beklemiştim fakat bunu yapmadı. İlk önce bana döndü. “Pantolonum ıslak değil,” dedi malumat geçer gibi.

Hafifçe omuz silktim, bu hali evimdeki düzenin farkında olduğu içindi. Ve içimde bir gülme arzusu dolduğunda, bir daha kötü hissettim. Neden ona karşı bu kadar çabuk çekiliyordum, yalnızca suratı değildi ya beni bu hale düşüren şey? Yoksa Uygar’dan yakışıklıları da vardı etrafta, düşünsem sayardım belki de… Fakat yalnızca o aşabiliyordu beni.

Gülmemek için yanaklarımın iç kısmını hızlıca ısırırken “Tamam,” dedim ama sesim epey boğuk çıkmıştı.

Bu onaylamamın ardından gömleğini üstünden tuttu ve hafiften salladı. “Ama gömleğim için aynı şeyi söyleyemem.”

“Kurur birazdan, sıkıntı değil.”

İnatlaşacağımızı biliyordu ve aptal ya… Gerçekten keyif alıyordu bundan. Dudağının kenarında o gizli gülüşlerinden birisi belirdi. Üstten ilk düğmesine dokunduğunda ben çoktan eğilip koltuktaki dağınık yastıkları düzeltmeye başlamıştım. “Çıkarmayayım mı yani?”

Bir tane yastığı alıp vura vura düzelttim. “Ben mi dedim yağmurda bekleyip ıslan diye?”

Birden “Tamam,” deyip hızlıca kabullenmesine karşın bakışlarımı elimdeki yastıktan alıp ona çevirdim. “Ne tamam?”

“O zaman sarılırken ıslak gömleğime değmiş olursun, bu da benim sorunum değil.” Az önce açtığı tek düğmeyi de kapattı, uslu birisi gibi davranırken bile alttan alta beni çıldırmasına karşın keyifsizce güldüm. “Ne münasebet? Niye sarılayım sana? Ben daha kapıda mesafeni koruyacaksın demedim mi Uygar?”

“Mantıklı sebeplerin olursa korurum demiştim.”

Kalbim hızlanırken tatlı bir kuruma hissettim boğazımda, yutkunmak istediğimde bu biraz zorlamıştı ve haliyle konuşmak da pek kolay değildi. Kollarımı iki yana bırakıp sesli bir nefes verdim. Bu esnada o da klasik bir Uygar gibi davranmaya başladı; elleri ceplerinde, o inceleyici gözleriyle evimi seyrederek salonumda adımlarken gitgide yanıma yaklaşıyordu. “Öncelikle biz seninle iş arkadaşıyız,” dedim üstüne basa basa. “Bundan ala mantıklı sebep mi var?”

“Hmm,” diye mırıldanırken sehpamdan aldığı kitabın kapağına baktı, bu esnada kendi kafamda uydurduğum mesafeyi de çoktan aşmıştı zaten.

Yastığı koltuğa fırlatıp tamamen Uygar’a döndüm, ellerimi sorgu dolu bir tavırla belime koymuştum. “Ciddiye almayacak mısın söylediklerimi?”

“Sözlerinden önce,” dedikten sonra kitabı tekrar yerine bırakıp tam olarak gözlerime baktı. “Gözlerine bakıyorum ne söylediğini anlamak için… Ve ben orada birkaç gün önceki sıcaklığı göremiyorum Yakut.” Boştaki elini koluma koydu, parmakları nazikçe bileğimde sarıldığında baş parmağı tenimde gezinmişti usul usul. “Niye birkaç gün öncesinde bu kadar soğuk bakmıyordun? Ne oldu da birden sadece iş arkadaşı olduk biz?”

“Her zaman öyleydik.”

Başını yavaşça iki yana salladı, artık o da ciddiyetle bakıyordu. “Ben gördüğümü anlayamayacak kadar aptal mıyım Yakut?”

“Belki de,” dedim mırın kırın, zaten içimden ona hep aptal olduğunu söylerdim. “Belki de öylesin.”

“Her şeyi yanlış mı anladım?”

Başım yavaşça öne eğildi. “Hı hı.”

Diğer eli, ondan kaçırdığım ifademi görmek için çenemden tutup başımı kaldırdığında “Gözlerime bak,” demişti, biliyordu çünkü öyle yaparsak artık birbirimizi anlamamak için hiçbir engelimiz kalmazdı. “Bak… Bana bakmanı gerçekten çok seviyorum.”

Nemlenen gözlerim, korkuyla ve titrek şekilde ona kaydı. “Ben o kadar seviyor muyum peki sana bakmayı?”

“Sevmiyor musun?”

Usulca mırıldandığı şeyden sonra içimdeki dürüst taraf ‘korkuyorum’ diye resmen haykırdı, sadece ben duyabilmiştim. Ancak Uygar içimdeki sesi işitmek konusunda beceriksiz değildi, gözlerime bakıp beni okur gibi “Korkuyor musun yoksa?” diye sordu. Gözlerimi kaçırıp tekrar titrek bir nefes çektim içime.

“Yanlış geliyor,” dedim saniyeler sonra, bu sanırım ona karşı en büyük itirafımdı. “Çok yanlış bir şeymiş gibi geliyor, böyle olmak… Dokunmayı bırak, gözlerini bana çevirmen bile yanlış hissettiriyor Uygar.”

“Doğrusu ne peki?”

Uzak durmak diyemedim, sessizce bekledim. Bu esnada çenemdeki eli belime kaydı, tam şimdi o dokunuşuna müsaade etmeyip gitmek istedim. Hatta arkamı bile dönmüştüm fakat parmakları karnıma sarılıp yavaşça beni kendine çektiğinde yerini bilir gibi çenesi boynuma yaslandı, bir kolunu karnımdan uzatıp kolumu kavradığında; bunu bir gün sonunda birbirinde dinlenen iki insanın yaşaması gereken özel bir an gibi hissettim. Biz de hak ediyor muyduk o özel anı?

“Ben sana söyleyeyim mi?”

“Söyleme.”

“Söyleyeceğim.” Israrından dolayı bana sardığı kolunu sinirle çimdikledim, bundan dolayı hafifçe gülmüştü hoş sesiyle. “Sen hep böyle benim hırçın Yakut’um olarak mı kalacaksın?”

Başımı yan tarafa çevirip yüzünü görmek istedim ama bunu yapmam için, sırtımı daha çok yapıştırmam gerekti göğsüne. Fırsatçı ya Uygar, o da an kolluyordu sanki daha sıkı sarılmak için. Mesafeler… neredeler? “Hırçın değilim ve senin de değilim,” derken epey güçsüz bir itiraz olmuştu bu.

Uygar ardımda ufak tebessümünü sürdürürken “Bana mı karşı çıkıyorsun yoksa Freud’a mı?” diye sordu.

“Niye kötü içgüdüyü alıyorum ki ben?” Başımı yana yatırdığımda Uygar’la göz göze geldik. “Belki bende diğeri vardır, sen hırçın diye diye saldırgan içgüdüye sahip olduğumu uyduruyorsun bence.”

“Hmm…” Mırıltısından sonra sesi keyifli bir hale geldi. “Freud diğerine libido demiş ama? Onu mu istiyordun?”

Dirseğimi geriye itip karnına vurduğumda gülüşü sesli bir hale gelmişti, aramızda apaçık bir oyun sürdürürken kendimi sıcak göğsünden ayırıp ona çevirdim, böyle yapınca siyah saçlarım dalga dalga omzuma dağılmıştı. “O kadar keyif alıyorsun ki benimle dalga geçmekten!”

Kızgın değildim, hayır kızgındım… Sanırım yanaklarım kızarmıştı biraz. Saçlarımı kulağımın ardına sıkıştırıp geri geri giderken Uygar da başını omzuna yatırıp halimi seyretti, alt dudağını işe yuvarlamıştı ve gerçekten bakışlarının bende nasıl bir tezahürü olduğunun farkında değildi. “Sadece seninle gülmeyi seviyorum,” dedi sonra. “Doğrusu bu, seninle gülmek.”

Dudaklarımın iç kısmını ısırırken “Benim güler gibi bir halim mi var?” dedim huysuzca.

“Sen de böyle asık suratınla bir şekilde gülüyorsun işte.”

Doğruluğuna karşın gözlerimi devirdim. “Aptal…” Sonra saniye saniye düştü gülen ifadem, kaşlarım hüzünle çatıldığında “Niye bu kadar açık sözlüsün?” demiştim.

“Niye olmayayım?”

“Bilmem… Olma işte.”

Farkındalığa erişememiş bu cevabımdan sonra yutkundu, hareketlenen ademelmasına anbean şahit oldum. “Açık konuşmamak için, kaçmak için ne sebebim var benim? Bu saatten sonra sevdiğim kadına, onu sevdiğimi söylemezsem ne kazanırım Yakut?”

Belki de acı bir kayıp yaşadığı için bu kadar cesur hissediyordu kendisini, yoksa kimse böylesine cüretkâr olmamalıydı. Zaten daha önce hiç denk gelmemiştim, insan bazen annesini sevmek konusunda bile tereddüde düşerken, o nasıl olur da duygularını böyle kendinden emin şekilde kabullenebilirdi? “Sevmiyorsun beni,” diye itiraz ettim.

Uygar’ın dudaklarında şaşkın bir gülüş belirdi. “Ne yapıyorum peki?” derken gerçek bir cevap beklemediği belliydi.

Ayağımı çapraz hale getirip kendi çıplak kolumu sararken “Eğleniyorsun,” dedim mırın kırın, ne saçma bir cevaptı bu… Ama en mantıklısı da buydu. Birkaç komik çatışmayı yanlış adlandırmış olabilirdi kendince.

“Sevdiğim kadınla oturup ağlamalı mıydım?”

Kaşlarım hızla çatıldı. “Sevdiğim deyip durmasana!”

“Yalancı değilim ki ben,” derken gülerek kollarını iki yana açtı, sanki o anlamda söylemiştim ben. “Gizlim saklım da yok, kaçtığım korktuğum bir şey de yok.”

“Keşke biraz utanman olsa,” dedikten sonra hızlanan nefeslerim yüzünden elimi dudaklarıma örttüm, burnumu sıkıp soluklarımı keserken gözlerimi de kapatmıştım. O halde ardıma dönüp gitmeye koyuldum, elim hala dudaklarıma kapalı olduğu için “Ben uyumaya gidiyorum,” demem biraz boğuk duyulmuş olmalıydı dışarıdan.

Sanırım o da peşimden geliyordu, adım seslerinden bunu anlamıştım. Nefessizlik beni kendime getirdiğinde odamın kapısının önünde durup Uygar’a bakmak için arkama döndüm. Bu esnada onu çoktan çıkardığı gömleğini kemikli parmaklarının arasında usul usul katlarken bulmuştum. Normal bir şey yapıyormuş gibi gömlekteki bakışları bana döndü. “Bir şey mi oldu?”

“Sana üstünü çıkarma demiştim!”

Artık hiçbir kıyafetin olmadığı çıplak üstüne bakarken deli gibi etkilenmedim bu halinden, o zaten tüm tesirini bakışları ve sözleriyle uyguluyordu. “Böyle uyuyamam Yakut,” dedi hala normal anı devam ettirir gibi.

“Uyuma Uygar,” derken şaşkınlıkla güldüm. “Bana ne.”

“Çok yoruldum bugün, daha da yorulacağım.” Yaklaştı ve açık kapımın önünden odama baktı. “Tüh, sadece bir yatak mı var?”

“Çok komiksin.” Elimi pervaza koyup geçmesini engelledim, o da kolunu bir üst tarafa yaslayıp çatık kaşlarının altından gerçekten incelercesine odama bakmaya başladı. “Yatağı paylaşacağımızı mı sandın?”

“Endişe etme, paylaşmayacağız.” Bileğimi tutup indirdikten sonra engelimi çabucak aşmıştı, ne yapacağını merak ettiğim için dilimi dişlerimin arasına kıstırıp onu seyrettiğim an içeri girdi Uygar. Sonra yavaş adımlarla yatağıma yaklaştı, kendini geri bırakıp oraya uzanmasıyla ben de sırtımı pervaza verip onun bu rahat halini seyrettim.

Hayatımda hiç Uygar gibi birisi olmamıştı, buna rağmen iyi tahammül ediyorduk birbirimize.

“İyi kalk o zaman,” dedim mırıltıyla.

“Tamam bekle.” Birkaç saniye bekledikten sonra kollarını iki yana yaslayıp az önce uzandığı yatağımdan doğruldu, sonra elini atıp yastığımı aldı. Onu da götürecekmiş gibi kolunun altına sıkıştırdığında “Yastığımı bırak!” dedim hızlıca. “Ben yastığım olmadan uyuyamam.” Dikkatimi Uygar’ın bu evde uyuma çabasından alıp yalnızca yastığıma kaydırmam o an benim için de beklenmedikti fakat o bu eve benden başka giren ilk kişiydi; sessizliği ve yalnızlığı kırışı birkaç dakika bile olsa o huzursuz hissi silip almıştı üstümden. Belki de sandığım kadar sükunete aşık değildim.

“Dua et Yakut seni almadım,” derken mahmur adımlarla yanıma yaklaşmıştı. Her zamanki gibi sırf inat olsun diye “Çok alırsın zaten,” dediğimde Uygar olduğu yerde duraksayıp derin bir nefes bıraktı dışarı, bu esnada gözlerini saniyelik olarak kapatıp açmıştı.

Ciddi ifadesinden dolayı hiçbir şey söylemeden odadan ayrılacak sanmıştım fakat o yanımdan geçtiği an, birden elini belime sardı ve beni havaya kaldırıp yanında götürmeye başladı. “İyi bak şimdi seni de aldım,” demişti benimkine benzeyen bir inatla.

Bir elimle çıplak omzuna tutundum, diğer elimle de sabırlı kalmak için alnımı sıvazlıyordum. Bu kesinlikle bir sinir değildi ama yine de her ne duygu olursa olsun, sabrımı korumak zorundaydım. Yan taraftan hala ciddi duran suratını seyrettim salona geçene kadar. “Çok güçsüzsün, düşeceğim şimdi.”

Bu sözlerimden sonra kuvveti bakınca bile olan, fakat abartı bir kasa sahip olmadığı kolunu biraz daha sardı belime. Yine de bu inatlaşmayı sürdürüp “Tamam biraz daha çalışırım,” demişti.

“Yok kalsın, düşmeye razıyım.” Sözlerim esnasında huysuzca yüzümü buruşturduğumda Uygar da hiç bozmadığı ciddiyetiyle burnunu çekti, salona geldiğimiz için çatık kaşlarıyla koltuğa bakıyordu. Gerçekten burada kalacaktı yani… Büyük ihtimalle o benden istifade ettiğini sanıyordu ama aslında bunu yapan bendim. Bu evde öyle yalnız ve sessiz günler geçirmiş, üstelik bunun benim mutluluk arayışım olduğuna inandırmıştım ki şimdi onun içeriyi dolduran varlığı itiraz edemeyeceğim kadar hoş görünmüştü gözüme.

Bu yüzden Uygar’ın koltuğun kenarına gelip yastığa bir uca fırlatmasını, ardından kendisi oraya uzanırken beni de belimden çekip göğsüne yaslamasını sabırla bekledim. Elini uzatıp kolumun üstünden beni sardığında onu ittirip kendi kolumu üste aldım. “Benim kolum üstte olsun.”

O da sessizce inat etti, yine tamamen sardı beni. Kolumu çekip yine üste bıraktım, bunu birkaç defa sürdürdükten sonra Uygar pes ederek duraksadı, sonra başını arkadan biraz daha yaklaştırdı bana. “Bundan sonra bana soğuk davranma,” dedi üstüne basa basa.

“Davranacağım,” diye direttim, bundan daha fazlasını bilmiyordum. Kendi hallerim bazen fazla rahatsız edici, bazen sinir bozucu, bazen çocuksu hissettiriyordu; kendime dair tüm eleştirilerin farkındaydım ama o alanı terk etmek çok zordu.

“Benimle inatlaş,” dedi Uygar da, o hiç rahatsız olmuyor muydu? Ancak içimde şüpheye rağmen sözlerini devam ettirdi ısrarla. “İstediğin kadar hırçınlaş karşımda…” Dudakları gitgide boynuma kayıyordu, sıcak nefesleri zaten çok önceden gelmişti. Tırnağımı çaresizce belimdeki koluna bastırırken uyarıcı sözlerini dinledim. “Cümle aleme benden nefret ettiğini söyle ama ne olur, öyle yüz çevirme bana tamam mı?”

Dudaklarım titrerken gözlerimi kapattım, daha farklı bir şey söyleyebilirdim. Onun beni anlamaya çalıştığı gibi ben de onu anlamak için başka şeyler sorabilirdim Uygar’a. Fakat aptalca birkaç kelimeden daha fazlası çıkmadı dudaklarımdan. Güçlü tutmaya çalıştığım fakat güçsüzlüğünün sadece benim farkında olduğum bir tonda “Niye sen salak mısın?” diye sordum.

O da çok anlamlı bir cevap vermedi zaten. “Evet.”

“İyi.”

İçerisi gelirken ışığı kapattığımız için karanlıktı. Örtülü pencereye yağmur damlaları çarpıyor, tıkır tıkır sesler çıkarıyordu. Bir de bizim soluklarımız vardı içeride, az sonra üst komşu sandalyesini yere sürte sürte bir yerlere götürdü, bu sessizliğimizi kıran bir gürültü olmuştu.

Saat de fazla geç değildi.

Fakat ikimiz de birkaç günün yoğunluğundan ve gelecek günlerin bizi daha da yoracağını bildiğimizden erken dalınmış bir uykuya dalacaktık. Kucak kucağa, onun hep sonum olarak gördüğü kolları arasında. Dudakları ise hala hareketliydi Uygar’ın, kaydı kaydı ve en sonunda çenemle boynumun birleştiği noktada durdu, oraya dudaklarını bastırırken ve hatta koklarken uzun uzun öptü gibi geldi bana ama geri çekilince, ne kadar kısa sürdüğünü fark ettim. “Çok iyi uykular gelincik,” dedi kısık bir mırıltıyla.

Kapalı gözlerimin üstünden kirpiklerime dokundum. “Umarım sen berbat bir uyku geçirirsin.”

Güldü ve sonra yavaşça fısıldadı. “Bu haldeyken zor.”

Onun karşısında bugün hiç kapatmadığım gözlerim sanki kapatmamama rapmen açılır gibi oldu, dört buçuk sene önce kollarında uyuduğum ilk uykunun ağırlığı mı desem yoksa benim hiçbir zaman kabullenemediğim o yenilgim mi bilmiyorum, bir şey çöktü omuzlarıma… Ve silahı tuttuğum elim tir tir titredi. “Yapamam,” dedim mırıltıyla. “Yapmayacağım.”

“Ama daha önce yaptın.”

“Artık yapmam!” Hala maskesini taşıdığı suratı benim gözlerimde bir türlü örtülmüyordu, ona bakarken sesini duymak bile tüm suretini düşlememe yetiyordu. “Güvenmem,” dedim kesin bir sesle. “O zaman bir hata ettiysem bile tekrar etmem aynı hatamı, bir daha sana güvenmem Uygar.”

“Peki Uygar’dan başka kime güvenirsin?” derken başını hafifçe yana yatırdı, öyle bakmasını sevmiyordum. O hali sadece benim tertemiz tanıdığım adama aitti, sabırla bir yalan büyüten bu yabancı adama değil. “Sana kim doğruyu söylüyor?”

“Sen değil mesela…” Burnumu çektim hızla. “Sen doğruları söylemiyorsun, sen yalancısın.”

“O gün de bir yalan dinlemiştin aslında.” Kollarında, yalnızlığımı yok ederek dingin bir uyku uyuduğum zamanın sonrasından bahsediyordu. Şimdi hatırlamalı mıydım o zamanları bir daha? “Ve kendini o çok yanlış sulara sen de bıraktın Yakut,” dediğinde, sesinde bir kırılma sezdim. Galiba anımsamak yalnızca beni güçsüz düşürmüyordu. “Hatırlasana o günü,” diye aklıma zorla getirir gibi mırıldandı ama zorlamasına gerek yoktu, ben hep düşünüyordum zaten. “Hatırla, şimdiden ne farkı var?”

Loading...
0%