Yeni Üyelik
15.
Bölüm

14. Sınır

@askilav

Sakın… hatıralarıma el sürme.

Amcamın kısa bir zaman önce yüzüme karşı haykırdığı gibi, uyumsuz olduğum o evden yıllar önce ayrılmak benim dönüm noktamdı. Ya mutlu olmadığım bir yerde sonsuza dek sündürülmüş bir zaman geçirir gibi yaşayacak ya da kendi kararlarım neticesinde, ellerimle açtığım bir çukura düşecektim.

İnsanın bitişi aslında çok bilmesiyle başlarmış.

O evde mutsuz muyum? Kolaylıkla terk edebilirim.

Bu işi mi seçtim? Ben en adil kişiyim.

Canımdan çok sevdiğim adam bir hain mi çıktı? Ona gereken cezayı verebilirim.

Ben her şeyi en doğru şekliyle yapabilirim, bir zamanki aklımla yapabilirdim. Eğer doğru adımları takip edersem mutlu olmaktan başka bir sonuç çıkmazdı karşıma. Ama hayat işte tam da böyle tatminsiz bir yer… Hangisinin sonunda en mutlu ben oldum?

Korkuyorum.

Artık nefes almanın bile beni mutlu etmeye yetmemesinden çok korkuyorum.

Ama karşımda, aldatıcı sözleriyle konuşarak dikilmekte ısrar eden Uygar’a itiraf edemedim eskisi gibi. En mutlu günlerimin, onunla bir sabah didişerek uyandığım zamanlar olduğunu, eğer tekrar aptal gibi kanacaksam o günlere bir daha dönmek istediğimi söyleyemedim. Ve böyle acımasızca silerse hatıramdan; son mutlu günlerimi de kaybedeceğimi, artık bir nefesi bile ziyan etmekten çekineceğimi ona söyleyemedim. Galiba… Çok tatminsiz biriyim diyemedim.

“O gün öyle birisi değildin,” diye mırıldandım inatla, değildi çünkü. Gün sonunda körpe yüreğimi yerinden eder gibi, şimdi çok uzağımda kalan dudaklarını ıssız tenime değdiren adamın da bir yalancı olduğuna inanırsam, dönüp baktığımda hiçbir zamanımı, bu zamana kadar yirmi yedi yıllık hayatımın tek bir gününü bile doğru geçirmediğimi bilirsem, utanacaktım kendimden. “Yalancı değildin… Sakın anılarımı kirletmeye kalkma, o gün öyle birisi değildin.”

Gözlerim yeni bir gün için yavaşça açıldığında hava henüz aydınlanmamıştı; buna rağmen saçlarıma değen sakin birkaç dokunuşla beraber kirpiklerim daha kuvvetli aralandı, salonumun koltuğunda uyuduğumu evin karanlığına rağmen kolaylıkla fark ettim.

Farkına geç vardığım tek yabancı şey üstümdeki örtüydü; ne zaman örtüldüğünü bilmediğim örtüyü parmaklarımla sıkıca kavrayıp göğsüme bastırmıştım, onu serbest bırakıp kıpırdandım koltukta. Bu esnada sırtım çıplak ve sıcak göğsünü tamamen bana yapıştırmış halde uzanan Uygar’a değdiğinde, aynı anda saçlarımı okşayan dudaklarının teması da kesilecek sandım fakat öyle bir şey olmadı.

Bir bağ arayan bebeğin annesinin göğsüne sokulması gibi yakın hissettiren halimize şaşırmadım, bu anı yaşayacağımızı bile bile dün gece Uygar’ın kollarında bir sözü çiğneyen bizzat bendim zaten.

Demek ki uyanmıştı, dudakları evin karanlığında kaybolan krem rengi halımı uzun uzun seyretmeme sebep olacak şekilde siyah saçlarımı öperken daha öncesinde hiç böylesine garip bir sabaha uyanmadığımı fark ettim. Hiçbir zaman aitlik hissedemediğim ailemle gözlerimi araladığım günlerden tek bir gün bile annem öpmemişti saçlarımı, ki ben de kimseye dokundurtmazdım zaten… Fakat bu sefer Uygar’a ‘yapma’ diyemedim.

Soğuk ve sessiz kahvaltıların edileceği sabahlardan da çok nefrettim, hatta yemek sofrasına sadece birkaç parça peynir atıştırmak için bile olsa oturmak istemediğim için çok ağladım. Şimdi hayatın içinde yer edinirken henüz fark ediyordum akışta gerçekleşen pek normal şeylerden hazzetmediğimi… Saçlarıma kimse dokunmamalı, gözlerime kimse uzun uzun bakmamalı, kahvaltıdan koşa koşa kaçmalı; yaşamak çok uzun bir uğraş, bu yüzden kimse kimseyi sevmemeli.

Düşünceler içinde dudaklarımı kemirirken gözlerimi yavaşça kaldırıp konsolda duran dijital saate baktım; gece erkenden uyuduğumuz için saatin dört buçuk olması uykusuzluğumu tırmalamadı, gayet dinç hissediyordum. Zaten şimdi uyanmasam bir saat sonra muhakkak uyanacaktım, bu yüzden tekrar uyumak gibi bir isteğim yoktu.

Bir elimi dalgınlıkla karnıma koyduğumda bana sarılmış olan Uygar’ın eline çarptım, aslında bu onu kendimden uzaklaştırıp eskisi gibi bir sabaha uyanmak içindi fakat o parmaklarını benimkilere geçirince ben de bahanelerimi yitirip sessiz sessiz uzanmaya devam ettim koltukta. Şimdi her zamankinden daha farklı bir sabah oldu.

Nasıl olsa saat de erkendi. Bu onunla yan yana kalmaya yeterdi.

“Günaydın,” dedi mahmur bir tonda, kulağıma değen soluğundan dolayı gıdıklanıp boynumu eğdiğimde Uygar fırsat bilip daha çok bastırdı dudakların tenime. Sanki güneşin altında kalmış gibi ısınmıştım ve bundan sonra “Yapma…” diye fısıldamam bile onun tenimde sürdüğü hükmü engelleyemedi, engelleyemezdi.

Parmaklarımı istemsizce sıktığımda gözlerim de kapanacak gibi oldu. Uyanmam gerekirken kirpiklerimi böylesine örtmesine karşın yavaşça alt dudağımı dişledim, hala fütursuzca boynumu talan eden dudaklarından dolayı sıkı parmaklarım tenine biraz daha gömüldü.

Uygar gerçekten dediğim dedik, başına buyruk, üstelik karşı koyulması güç bir adamdı. Dışarıdan görünen ağırbaşlı halinin altında sakladığı ve nadiren sergilediği sıcaklığının yalnızca bana karşı olduğunu bilince kendimi çoğunlukla özel hissediyordum; üstelik duygularını asla saklamıyor, bir endişesi olmadan korkusuzca ifade ediyordu her şeyi.

Ve bir kurşuna göğüs germekten daha çetindi duyguları kabullenmek, bu yüzden Uygar durmaksızın ulaşılmaz bir yere yükseliyordu gözümde, ben de çoğu zaman onu yükseldiği yerden indirmek istiyordum.

“Sen günaydına böyle mi cevap veriyorsun?” derken kısık sesi salonumdaki sessizliği kırmaya yetmedi, buzdolabımın ince uğultusu net duyuluyordu, dışarıdan birkaç kuş sesi dışında da hiçbir şey gelmedi.

Hafifçe yutkundum. “Sen de böyle mi uyandırıyorsun insanları?”

Uygar aramızdaki sıcaklığı hiç bozmadan örtüyü biraz daha çekti. Nisan ayına giriş yapmıştık ama havalar hala serin olduğu için yorgan altında uzanmaktan keyif alıyordum, bu yüzden Uygar’ın örtüyü çıplak omzuma kadar örtmesine sessiz kaldım.

Sanki zorlukla uyanıp evdeki atıştırmalıkları çaldıktan sonra erken vakitte yayınlanan çizgi filmleri seyrettiğim bir sabahta gibiydim. Fakat işin doğrusu, bizim evimizde televizyon bile yoktu bu yüzden başkalarından duyduğum o çocuksu güzellikteki sabahı şimdi ilk kez yaşamış oldum.

“Sen birisinin böyle uyandırıldığını nerede gördün?”

Elimi kaldırıp geriye attım, o yalnızlığımın içindeki ilk kalabalıktı. Uzandığımda elimin değdiği her zamanki boşluktan çok daha farklıydı. “Uyandırmıyorsan ne yapıyorsun o zaman?”

“Aklını karıştırıyorum,” diye mırıldandı hala sabah uğultusunu bozmazken.

Oyunbaz haline usulca güldüm, Uygar bunun keyiften olmadığının farkındaydı. “İşe yaramıyor ki.”

Yarıyor ama o bunu bilmesin.

“Hmm?” Dudakları usulca kulağımın ardına yaklaştı, sessizliği asla bozmak istemez gibi bir hali vardı bu yüzden kısık sesini dinlerken daha da kapanıyordu gözlerim. “Ne işe yaramıyor?”

Gözlerimi kapatıp başımı yastığa biraz daha bastırdım, bedenimi hafifçe yukarı çevirdiğimde tişörtüm sıyrılmış ve Uygar da bu sefer geniş avucunu çıplak belimin kıvrımına yaslamıştı. “Ne mi?” diye mırıldandım ben de, gözlerimi kapattığım için artık ufak siyah bir lekenin olduğu beyaz tavanımı görememeye başladım ama nerede olduğumu biliyordum.

Bir sabah dokunuşlarıyla uyanmanın beni daha çok uyuttuğu adamın kollarındaydım.

“Evet,” diye sabah mahmurluğuyla pürüzleşen sesinden sonra kulağımın üstündeki saç tutamları hareketlendi, gıdıklandım ve bu ufak bir gülüşe sebep oldu dudaklarımda, hızlıca sakladım. Güldüğümü de görmesini istemedim. “İşe yaramayan ne, söyle bakalım.”

Birkaç saniye sonra uykudan dolayı acıyan gözlerimi aralayıp başımı yan tarafa çevirdim, Uygar’ı yastığıma yaslı halde görmek bir garipti. Üstelik hiçbir yabancının başka bir yabancının evinde olmaması gereken saatte, saat dördü otuz yedi geçe, o beni kollarında tutmayı tercih etmişti. “Bilmem… Unuttum,” dedim mırıltıyla.

Sanırım gerçekten bir noktada Uygar’ın istediği gibi aklım karıştı.

Uygar da az önce uyanmış olmanın getirisiyle kısık duran gözlerini ağır ağır kırparken dudağının tek tarafını kıvırdı. Sabahımın serseri gibi. Tam bir aptal. “Tamam, şimdi bu sabah çok daha güzel oldu işte.”

Üstünde hala yanık izlerinin olduğu elim Uygar’ın belime uzanan kolunda gezindi, gerilen kasları parmaklarım altında daha bir sertleştiğinde beni yakınında tutmak için ekstra bir çaba sarf ettiğini fark etmiştim. Karanlıkta gizlenen kısık bakışlarına çok kısa tutulduktan sonra hafifçe öksürdüm ve sonra onu kolundan itip doğruldum, bu kadarı bile bizim için fazlaydı. “Ben kalkıyorum,” dedikten sonra üstümdeki örtüyü hala uzanan Uygar’ın üstüne attım. “Sen de ne yaparsan yap, sanki beni çok dinliyormuşsun gibi…”

Fakat sözümü tam bitirdiğim an örtüyü ittirip birden üstüme gölgesini düşürdüğünde irkildiğim için “Ay!” diyerek aceleyle koltuktan kalktım. Elim göğsümde kalakaldı öyle. “Ne yapıyorsun ya?”

Fazla geçmeden Uygar da koltuktan kalkıp tamamen ayaklandı, elini pantolonunun beline atıp hafifçe düzeltti. “Benim de uyanmam gerekiyordu.”

Dağılan saçlarımı kulağımın arkasına iterken kızgın bir bakış attım ona. “Üstüme geliyordun az kalsın!”

“Bu utangaçlık ne şimdi?” derken Uygar da merakla kaşlarını çattı ama o benim aksime aynı zamanda gülüyordu. “Bir dakika, yanakların mı kızardı senin?”

Parmaklarımı yanaklarıma dokundum fakat kollarım zaten çoktan diken diken olmuştu. “Abart… Niye kızarsın yanaklarım?”

Hemen sonra duruşumu bozup kollarımı önümde bağlayarak geri geri gittim, Uygar da adım adım üstüme geldi. Gözleri keyifle suratımda ve bedenimde dolaşırken sanki ilk kez karşılaştığı bir şeye bakıyor gibiydi. “Değil mi? Sanki bütün gece benimle uyumamış gibi sabah niye utanacaksın?”

Geriye dönüp elimi yüzümü yıkamak için banyoya ilerlemeye başladım ama bu esnada hayretle alt dudağımı dişlemiştim. Ben gerçekten de onunla uyumuştum… Daha yapmam dediğim ne kalmıştı ki Uygar’a dair? “Seninle uyuduysam ne olmuş?” diye rahatça sorarken banyo kapısını ittirdim, bu esnada Uygar da tam arkamdaydı. En azından gömleğini giyseydi, böyle çok ‘evimden’ gibi görünüyordu. “Uykum var diye uyudum işte, başkası olsa başkasıyla da uyurdum.”

Musluğu açtım ve elimi yüzümü yıkamaya başladım. Uygar da gerimde durmuş ve ellerini iki yanımdan lavaboya yaslamışken aynadan bakıyorduk birbirimize. Suyu yüzüme yayıp saçlarımı arkaya ittirirken onun mahmur halini seyrettim, bu haline tanık olmak daha farklıydı.

Bir kere derli toplu değildi, dağılan saçları ve uykudan dolayı kısılmış gözleri de onun hiç şahit olmadığım bir yanıydı.

Hala ardımdayken başını ağır bir hareketle bana çevirdi, aynadan görebildiğim kadarıyla kaşları da çatılmıştı. Az önce söylediğim şeye karşın “Anlamadım?” dedi sert bir tonda.

“Neyi?”

Aynı keskin tavırla bir daha sordu Uygar. “Kiminle uyurdun?”

Aynadan bakmayı kesip ben de yavaşça başımı ona çevirdim, seyrek bir kızgınlık belirmişti suratında. “Başkasıyla,” diye usulca mırıldandım.

Sert sesinde kıskanç halde can buldu bu sefer ismim. “Yakut…”

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım, demek o da beni kızdırdığında aynı böyle keyif alıyordu. “Uykusu gelen uyur,” derken tekrar önüme dönüp banyo dolabının kapağını açtım. “Sen uyumaz mısın?”

Oradan diş fırçam ve macunumu almak için uzandığımda bir an sessizliğe bürünmesiyle kaşlarım çatıldı fakat geri çekilirken açılan belimde gıdıklayan dokunuşlarını hissedince, bu sessizliğinin altında daha oyunbaz bir sebep yattığı ortaya çıkmıştı. Bedenim gıdıklanma hissinden dolayı birden iki büklüm oldu, şaşkınlıkla gülerken “Ne yapıyorsun?” diye seslendim, saat de çok erkendi bağırmamam lazımdı. Zaten gıdıklanmayı da sevmezdim ki ben. “Uygar dur!”

O ise sanki az önceki sözlerimin intikamını alır gibi huysuz suratıyla beni gıdıklamaya devam etti. “Kızım sana beni deli et dediğimde bundan mı bahsettim ben?” diye homurdanışı gülüşümü biraz daha arttırdı hatta. Kolunu kavrayıp kendimden uzaklaştırmaya çalıştım, sabah sabah böyle gülmek planlarımda hiç yoktu. “Uygar bıraksana!”

Arkadan sardığı kolları belimde ve karnımda dolaşırken ön tarafa kaçmak istedim, ufak banyoda öyle bir oyun kurmuştu ki bana kaçmak da zordu. Artık gülmekten kıvranırken omuzlarım da sarsılıyordu, nefesimin kesilmesinden korkuyordum. “U-Uygar!” derken yanaklarım zaten çoktan ağrımıştı. “Uygar bak hiç hoş değil, n’olur gıdıklama…”

Kaçmak için son çabamı sarf ettiğimde Uygar da neyse ki merhamet edip bıraktı ve sırtımı hızlıca banyoda duvarına yasladım. Derin derin nefes alıp verirken bendeki halin bir benzerini o da yaşıyordu, gizil bir gülüşle soluklarını dışarı bıraktı ve aceleyle dudaklarını yaladı. Ellerini de otoriter halde beline koymuştu. “Bir daha diyecek misin öyle şeyler?”

“Bir daha demek mi?” diye hayretle seslendim, sesim fayanslar arasında ufak bir yankı yaptığında alt dudağımı dişleyip susturmam gerekmişti kendimi ancak sözlerim bir türlü bitmedi. “Bir dahakine bizzat yapacağım aptal!”

Elleri hala beline yaslı haldeydi, başını yana yatırdığında yaramaz bir çocuğa bakar gibi bakmaya başlamıştı. “Yakut bunu düşünmek bile istemiyorum lütfen kışkırtma beni,” derken sakin tuttuğu sesindeki huysuzluğu çok iyi tanıyordum. Artık bir tehlike olmadığını anlayınca tekrar Uygar’ın yanında yerimi aldım ve ufak bir yumrukla omzuna vurdum: “Ben de sana az önce yalvardım ama sen bırakmadın beni…”

Açık dolaba uzanıp oradan hiç kullanılmamış diş fırçamı rahatça alırken sanki normal bir şeyden bahseder gibi “Güzel gülüyordun,” dedi mırıltıyla.

Birden söylediği şeyle tek kaşımı havaya kaldırıp gözlerimi kıstım. “Pardon?”

“İlk kez,” dedi sakin bir sesle, diş fırçasının zaten açık olan kısmını tamamen yırtıp içinden çıkardı sonra da bana baktı. “…gerçekten ilk kez böyle güldüğünü duydum.”

Saçlarımı toparlayıp tamamen sırtıma bıraktım, bakışlarımı kaçırmam gerekmişti çünkü bazen söylediklerine nasıl tepki vereceğimi bilmiyordum. “Aptal gibi gıdıkladın ya beni?” diye kısık bir tonda cevapladığımda sadece sessiz kalmamak için konuşmuştum aslında.

“Keşke böyle güldüğünü duymak için gıdıklamam gerekmese işte yavrum, onu söylüyorum.”

“Gülünecek bir şey olsa zaten gülerdim.”

Uygar musluğu açıp ellerini yıkamaya başladı. “Peki böyle somurtacak ne var?”

“Sen varsın ya aptal.” Ve birden, gerçekten içten gelen bir dürtüyle kalçamı hafifçe ona doğru vurdum. İstendik bir şey değildi, haliyle ikimiz de bunu beklemediğimiz için şaşırmıştık.

Diş fırçası ağzımda kaldı, gözlerim de Uygar’ın gülmemek için zor duran halinde takıldı kaldı. “Ne bakıyorsun?” diye homurdandıktan sonra hızlıca arkamı dönüp banyo kapısına bakmaya başladım şaşkınca, ne zamandan beri sözlerimi böyle sevecen tepkilerle tamamlıyordum ben?

Çatık kaşlarımın altındaki kısık gözlerimle banyo kapısını seyrederek dişlerimi hırsla fırçalamaya devam ettim, çıldırmamak için zor duruyordum. Yüzünü yıkamayı bitiren Uygar elini belime atıp beni tekrar geri çevirmeye çalıştı ama bu esnada gülüşüne engel olmaya çalıştığından dolayı sesi epey boğuk çıkmıştı. “Tamam dön hadi, bir şey görmedim ben.” Keyif alıyordu işte, çok keyif alıyordu.

Diş fırçasını çıkarıp elimi ağzıma örttükten sonra homurtuyla konuştum, umarım anlaşılırdı sözlerim. “Bir şey yapmadım zaten!”

“Aynen öyle güzelim benim,” derken ıslandığı için öne düşen bir tutamı eliyle geriye yatırdı Uygar, kumral saçlarında nadiren beliren bukleleri gerçekten çok güzeldi. Çatık kaşlarımın altından çok kısa onu seyredip hızlı hızlı dişlerimi fırçaladıktan sonra lavaboya eğildim, yine çaresizce hızlanmıştı nefeslerim.

Bir an önce banyodan çıkmam, daha doğrusu Uygar’dan uzaklaşmam lazımdı. Sessizce ağzımı çalkaladıktan sonra utanç içinde geri kalktım, arkamda durmuş dişlerini fırçalayan Uygar’ı aynadan gördüğümde ondaki ifadesizliğe rağmen yanaklarıma kırmızılık yayıldı.

Temiz diş fırçamı hızlıca kutusuna geri koydum, ellerimi havluya sildim, bu esnada tekrar ona bakmaktan kaçındım ancak en sonunda Uygar’ı buldu bakışlarım, o da ne söyleyeceğimi merak eder gibi bakıyordu.

Titrek halde nefeslendim hemen. “İşini bitirdikten sonra fırçayı çöpe at.”

Ve banyodan çıktım, aceleci adımlarla odama geçtiğimde aynadan kendime bakasım bile gelmemişti. “Aptal Yakut beraber uyumak senin neyine…” dedim kıyafetlerimi hazırlarken, saçlarımı da sinirle geri ittim. Sadece yarım saat içinde bana sayısız duygu yaşattığı için karmaşaya düşünce Uygar’a mı kızsam kendime mi kızsam bilememiştim; sadece kalbimin hızının azalmasını, hatta gitgide durmasını istiyordum. “Döveceğim seni Uygar,” diye mırıldanırken kıyafetlerimi çıkarıp kenara koydum. “Döveceğim seni, döveceğim, döveceğim…”

Ancak bunu art arda söylemek bile işe yaramadı, tüm gece ona sarılışımın izleri parmaklarımda birer titremeye dönüşmekte ısrarcıydı. Çıplak kollarımı kendime sarıp “Of!” diye sızlandım, Uygar’ı aklımdan çıkarmak için hızlı hareket edince erken hazır hale gelmiştim ama utancım ve sinirimi sona erdiremedim bir türlü.

Bu hayatımda yaşadığım en… Hayır, bu hayatımda yaşadığım en güzel sabah değildi; bu benim ilk sabahımdı.

En son saçlarımın ön kısmını arkada siyah bir tokayla hafifçe tutturup uzayan perçemlerimi düzeltirken aynadan kendime bakmak zorunda kaldım; dudaklarım titriyordu, onları birbirine bastırıp içimde telaşı bitirme gayretine düştüm… Yine, nafile.

Tamamen hazır olunca odamın kapısını açıp salona geçtim, yüzümdeki sert ifadeyle içeriye bakınırken Uygar’ı pencere kenarındaki mavi ortanca çiçeklerimin yanında, onları seyrederek gömleğini iliklerken bulmuştum. Çıplak adımlarımın parkede bıraktığı ufak sesi duyunca geriye döndü ve ciddi bakışlarını üstüme yapışan siyah elbisemde ve ceketimde dolaştırdı, ancak en sonunda gözlerimde durdu.

Ciddiyetle bakıyordu, ben de öyle.

Fakat Uygar çok geçmeden gömleğinin kapattığı son düğmesine kaparak usulca gülmeye başladı, kıyafetiyle işi bitince yavaşça adımlayıp karşıma geçmişti. “Yakut,” dedi yanaklarımı avuçları arasına alıp.

O yakışıklı yüzüne güleç bir ifade koymuşken ben hiç gülmedim, zaten onu güldüren de bu oldu. “Bir gün çıldıracağım senin yüzünden,” derken gözleri hızlı hızlı yüzümü dolandı.

“N’olur çıldır.”

Keyifsiz mırıltımın ardından Uygar eğilip dudaklarını tam dudak çizgime değdirdi. Bunu operasyonda olduğumuz gün de yapmıştı. Bir sınırı vardı kendince, orayı hiç aşmıyordu; biraz daha kaysa sanki ateşe dokunacakmışız gibi temkinliydi, ne var ki beni de ısrarla peşinden sürüklüyordu.

Hayatıma hiç uğramamış bir arzunun kıskacında, sonuçlarını bilmediğim yolları yürümek istiyordum sadece onun yüzünden… Uygar yüzünden. İstemsizce, çaresizce bileğini kavradığımda “Böyle hiç gülmezsen,” diye mırıldandı. “…ben güldürene kadar öpmek isterim seni.”

Tamam.

Hızlıca nefeslendikten sonra başımı yana yatırıp aceleyle konuyu değiştirmeye çalıştım. “Sen attın mı diş fırçasını çöpe?”

O da başını benim gibi boynuna eğdi. “Hayır, atmadım.”

“Ben sana at demiştim.”

“Sakladım onu.”

“Niye?”

“Bir daha geldiğimde kullanacağım.”

“Aptal…” dedim titrek bir mırıltıyla, konuyu değiştirmek sanırım biraz işe yaramıştı. “Ben onu bi’ bulayım!”

“Asla bulamazsın.” Uygar yine fazlasıyla kendinden emin haldeydi, ona ters bir bakış attıktan sonra mutfağa geçtim. Peşimden geldiğini biliyordum, adım sesleri çabuk ulaştı kulağıma. “Nereye sakladın ki?” derken öğrenmeyi gerçekten isteyen masum bir merakla çıktı sesim.

Belini tezgâha yaslayıp ellerini de arkaya koyduğunda hala gülüşü sona ermemişti. “Bilmem unuttum, ama sonraki gelişimde hatırlarım. Yine beraber uyandıktan sonra hatırlarım.”

Dişlerimi hızla alt dudağıma geçirdim, Uygar bunu gülmemek için yaptığımı çok iyi anladı hem de çok iyi… Gardımı düşürmemi bekleyen sabırsız ifadesinde aynı zamanda yoğun bir sessizlik, sakinlik vardı. Sanki meydan okuyordu. Yine de burnumdan derin bir nefes bıraktıktan sonra “Neyse,” diye mırıldandım. “Ben sana bi’ kahvaltı hazırlayayım, belki boğazında falan kalır.”

Bunun için gerçekten buzdolabına yönelmiştim ki Uygar telefonunu çıkarıp saate baktıktan sonra “Bir şey yemeyeceğim,” dedi dalgınlıkla. Ben de genelde kahvaltı etmezdim ama Uygar’ı böyle bırakmak istemiyordum, belki o çok seviyor olabilirdi. “Sen kendine hazırla sadece.”

Dolabın kapağını tamamen örttüm. “Ben de yemeyeceğim ama sen niye yemiyorsun?”

“Pek vaktim yok, biraz sonra çıkmam lazım.” Telefonu cebine atıp kaşlarıyla buzdolabını işaret etti bana. “Sen otur ye.”

“Yok ben sevmem kahvaltı etmeyi.” Sonrasında tezgâha yaklaşıp kahve makineme dokundum. “Sadece kahve içeceğim, sana da yapıyorum?”

Başını bir kere öne eğip kaldırdı. “Olur, kahve içerim.”

Hızlı birer kahveden sonra rafta duran iki kupama baktım, birisi sık kullandığım kaktüslü bardağımdı diğeri de eve ilk taşındığımda öylesine kullanmak için mecburen aldığım yeşil bardaktı. İkisine de kahve doldurduktan sonra kaktüslü olanı “Bu en nefret ettiğim bardağım,” diyerek Uygar’a uzattım, sonra da yeşil olanı kendime aldım. “Afiyet olsun.”

“Ellerine sağlık.”

Tezgâha yaslanmış halde ikimiz de kahvelerimizi yudumlarken, Uygar sıcak olmasına rağmen hızlı hızlı içiyordu. “Çok mu acelen var?” diye mırıldandım peçeteyle dudağımı silip.

“Biraz.” Yine telefonunu çıkarıp saati kontrol etti. “İlk önce eve uğramam lazım, sonra…” Sözlerinden sonra biraz bekledi, gitgide aydınlanan hava yüzünü daha net bir hale getirirken Uygar da sabahın aksine şimdi daha düşünceli haldeydi. “Birkaç yere gideceğim.”

“Üstü kapalı konuşsan da gideceğin yerlerin neyle ilgili olduğu çok bariz.”

Başını yavaşça bana çevirdi, bu esnada keyifsizce güldü. “Öyle mi?”

“Davanın peşini bırakmayacaksın değil mi?” Bardağın yüzeyinde parmaklarımı dolaştırdım usul usul. “Sevtap da dün senin gibiydi, kızdım ona biraz… Gerçi o sırada senin Belçin Hanım’la konuştuğunu bilmiyordum.” Gözlerim tekrar yukarı kalktı. “Sonradan içim rahatladı sayılır tabi, sen konuştuk deyince.”

Uygar son yudumunu içip bardağı tezgâha koydu ama elini üstünden çekmedi. Tenindeki yanık izleri fazlasıyla belliydi, o benden daha çok yanmıştı. “Belçin Hanım müsaade etmese sen hiçbir şey yapmaz mısın bu dava için?”

“Bana söylenen her şeyi yaptım zaten,” derken hafifçe omuz silktim. “Biliyorum, her şey çok şüpheli görünüyor. Kanalizasyona ceset saklamaları, kundaklama meselesi, Güllü’nün suçlamasındaki sakatlık, otopsi bile yarım yamalak halde. Bunlara bakınca dediğin gibi altında daha karanlık bir maksat arıyorsun ama bir noktada emir komuta zincirindeyiz Uygar, elbette Belçin Hanım’ı dinlemek zorundayım, zorundayız.”

İfadesizce tezgâha baktı ve dalgınca başını aşağı yukarı salladı, kesinlikle içindeki o intikam hissini atamıyordu. Her ne kadar inkâr etse bile gözlerindeki tehlikeli parıltıdan ancak bunu anlayabildim. “Yoksa,” diye mırıldandığım esnada yeşil gözleri yavaşça bana kaydı. “Bunların hepsi senin için yalnızca bir görev değil mi?”

“Ne demek istiyorsun?”

“İnkâr ediyorsun ama ben abinin meselesinin seni çok etkilediğini düşünüyorum.”

“Bunu inkâr etmedim.” Kaşları çatılırken yüzüne sert bir ifade oturdu, yutkununca ademelması hareketlenmişti. “Edemem, onun için bir şey yapmam yanlış değil çünkü.”

Bitmeyen kahvemi ben de tezgâha bıraktım, biraz şaşırmıştım çünkü ilk kez bu kadar net konuşuyordu bu konu hakkında. “Nasıl yanlış değil?”

Sesi gitgide kısıldı, huzursuz bir ton aldı. “Sen intikam istemez misin Yakut?”

“İstemem,” dedim üstüne basa basa. “Beni yanıltacak, yanlış yere götürecek hiçbir şeyi istemem zaten.”

Özellikle de ailem içinse bu daha zor gelirdi benim için.

Gözlerim mutfak halısının dalgalı deseninde dolaşırken dizim gerginlikle titremeye başladı, aklıma birden kendi ailem gelmişti. Bir gün, henüz on üç yaşımdaydım. Amcam evi yeni terk etmişti, herkes olabildiğince suskun ve gergindi. Ölüm dileklerimin yazdığı gizli defterim ortaya çıktığı için daha az sevilir olmuştum. Liseye yeni başlayan abim, Mete ve Umay okuldaki bir hoca hakkında sohbet ederken onlarla konuşabileceğim hiçbir şey yoktu, bu yüzden arka tarafta tek başıma yürüyordum.

Eve girdikten sonra herkes akşam yemeğine kadar dinlenip toparlanmak için odasına çekilirken annem kolumu tutup bir duvar kenarında sıkıştırdı beni. O gün kıyafetinin kollarının ve hatta üstündeki diz boyundaki eteğin bile yer yer ıslak olduğunu hatırlıyordum. İlk başta buna bir sebep üretemedim ancak sonradan babaanneme banyo ettirmeye çalıştığından bahsedince her şey oturdu yerine.

Yaşlı Yakut yıllar geçtikçe tek başına yıkanamaz hale gelmişti, bu yeni düzen bizi zorlarken elimden geldiğince kaçıyordum. Ancak o gün kaçamadım, babaannem annemin kendisini kibarca yıkayamadığını ve canını acıttığını söylediği için beni çağırmıştı.

Kayınvalidesinin isteklerini yerine getiremeyen hırslı bir gelin olduğu için annem de ağlamaklı olmuştu, uğraşsa bile babaannemin gözüne girmek çok zordu çünkü. O her zaman son derece huysuz ve mutsuzken kimse onu yetemezdi.

Ama ben de istemiyordum. “Yıkanmasın, pis pis koksun hatta odasından çıkmasın hiç!” diye itiraz etsem bile annem yapacak başka hiçbir şey olmadığı için beni babaannemin yanına yolladı, koridorda durup çaresizce bakan babama da kızmıştım o gün.

Evdeki herkese kızgındım. Benim gibi işini iyi yapan birisi olmadığı için uyuşuk Umay’a, ellerini daha kibar kullanamadığı için kovulan anneme ve yengeme, beni koruyacak bir güce sahip olamayan saf babama… Herkese kızgındım, suçları olmasa bile evin hizmetlilerinden de nefret ettim.

Kızgınca buhar dolu banyoya girip babaannemin buruşuk sırtına bakarken kenarda bekleyen kekik kokulu özel sabundan, kahverengi liften, oturduğu konforlu sandalyeden, duvarı kaplayan fayanstan bile midem bulandı. Geldiğimi fark edince babaannem başını hareket ettirmiş ama hiç konuşmamıştı, lifi alıp duş başlığından çıkan suyla ıslattım. Bir yandan da aklımdan şunları geçiriyordum: Öl artık, öl… Öl de kurtulalım.

Sıcak banyodaki ağır buharı yanlışlıkla içime çekince daha da midem bulanmıştı, köpüklü lifi babaannemin ufak sırtına sürmeye başladım. O halde fazla savunmasızdı ama tekrar bastonuyla etrafta dolanmaya başladığında o gaddar haline bürünecekti. Her şeyi vardı, gerçekten her şeyi vardı.

Dünyalar kadar parası, ona sadık bir ailesi, yaşına göre sağlıklı da sayılırdı. Ama bir türlü doymuyordu, mutlu olmuyordu. Kendisinden kaçırttığı herkese rağmen aynı inatla devam ediyordu hayata. Kaşlarımın çatıklığı başıma ağrılar sokmaya başlamıştı artık.

Babaannem “Biraz da sağ tarafa sür,” dediğinde elimi kaydırdım. Lifi fazla bastırmıyordum ama yumuşak da değildim, işimi bitirmek için acele ediyor fakat sonra başıma ekşimesin diye eksiksiz yapıyordum her şeyi. “Böyle iyi mi?” diye soğuk bir sesle sorduğumda Yaşlı Yakut başını biraz daha öne eğdi. “İyi.”

Onun sesi de sertti. Biliyorum, hiç teşekkür etmeyecekti, ben onu bu haliyle görmek zorunda kaldığım için özür de dilemeyecekti. Bir gün tıpkı defterime yazdığım gibi gideceğim bu evden diye içimden hayatımın tek dileği geçti. Hayır, buna gitmek bile diyemezdim; ben ailemden hiç ardıma bakmadan kaçmak istiyordum.

Öyle de yaptım, bu yüzden şimdi ne Uygar’ın ne de bir başkasının bana tezat düşen bağlılığına dayanamaz haldeydim. Çünkü ben yapmazdım işte, ben olsam bakmazdım ardıma.

Zaten sevsek bile risklere karşın kendimizi korumak zorundaydık.

Uygar belini tezgâhtan çekip yalnızca elini yasladı, hafifçe öne eğildiğinde gözbebekleri iki yana kaymış ve gözlerimi taramıştı hızlı hızlı. “Ben sana yanılacak, en sonunda yanlış bir yere gidecek gibi mi görünüyorum yoksa?” Kısacık nefeslendim, onu dinlemiştim ama bir cevap vermem için zaman bırakmadı Uygar bana. “Bana güvenmiyor musun Yakut?”

“Sadece,” demenin ardından ben de kuru boğazımı yatıştırmak için yutkundum. “Farkında olmadan yaş tahtaya basmandan korkuyorum, dayanamayıp-”

“Yakut beni buraya kadar getiren şey abim değildi.” Burnundan derin bir nefes bıraktı dışarı. “O olmasaydı da ben yine aynı şekilde karar alır, aynı şekilde davranırdım. Zaten bu mesleği seçmeyi ilk istediğimde,” derken bir süre bekledi Uygar, o kısa bekleyişin ardından konuşmaya devam etti. “…abimle konuşmuyorduk bile.”

İtiraf ettiği şeyden sonra bir süre duraksadım, hiçbir şey söyleyemedim ve en sonunda sessizliği yine Uygar kırdı. “Akademiye hazırlanırken, çok daha iyi olabilmek için elimden gelen her şeyi yaparken o daha şehit düşmemişti.” Yeşil gözlerinde beliren kırgın duygunun geçmişteki pişmanlığı için olduğunu anlamak zor olmadı. “Beni istihbarata getiren şey sadece devlete çalışmak istememdi, başka bir şey değil.” Onu dinlerken elimi yumruk yaptım, Uygar’ın sesi ilk kez bu kadar açık ve savunmasızdı. “Abimi kaybetmemse aksine daha temkinli adımlar atmama sebep oldu, eski Uygar’ı uslandırdı.”

Fazla üstüne gidip onu gücendirmek istemedim, zaten bir şeyler açıklamak zorunda kaldığı için kırılan sesinden belliydi yorgunluğu. İlk sabahımı, sabahımızı, mahvetmek istemediğim için tekrar mantığımı devreye soktum. Toparlan ve toparla. “Anladım,” diye mırıldandığım esnada Uygar tezgahtaki elini bana doğru kaydırdı, ateşte kavlayan tenlerimiz usulca birbirine sürttüğünde bir daha tekrar ettim. “Anladım.” Eğik başımı tekrar yukarı kaldırdığımda bakışlarıma Uygar’ın beni takip eden gözleri çarptı. “Yine de biliyorsun, eğer hepimiz aynı hassasiyette olsaydık ekip olmanın anlamı olmazdı.” Hafifçe omuzlarımı silktim. “Bir noktada kuralları ve sınırları hatırlatmam lazım.”

“Hatırlat ama suçlama.” Toparlanarak geri çekildi Uygar, az önce bıraktığı bardağını alıp yıkamaya başlarken dalgın halde konuşmuştu yine. “Bunu zaten herkes yapıyor.”

Bardağı düzgünce yıkadıktan sonra kenardaki bulaşıklığa bıraktı, ellerini tezgâhtan aldığı peçeteye kurulayıp onu da çöpe attıktan sonra tekrar karşıma geçti. Kaçmanın bir anlamı yoktu, bu yüzden kolumun altından sıyrılıp belime uzanan dokunuşuna tutundum. Gözlerindeki kararlılık beni ürkütmeli miydi yoksa sonuna kadar güvenmeli miydim?

Uygar’a karşı harekete geçen yoğun duygularım bana çok hoş hissettiriyordu ancak azalan bir güven hiçbir şeyi olduğu gibi bırakmazdı yerinde, yakar yıkardı… Bu yüzden ürkmek yerine güvenmek daha doğru göründü. “Eğer güvenimi ve inancımı boşa çıkarırsan,” derken yumruk yaptığım elimle göğsüne vurdum hafifçe, serseri bir gülüş edinip “Hmm?” diye mırıldanmasıyla dudaklarımı içe kıvırıp birbirine bastırdım.

Çünkü Uygar gitgide eğildi, parmaklarını da çeneme sarmıştı. Araya karışan sessizliğim esnasında eğilip bu sefer işkence etmek ister gibi dudağımın kenarından öpmedi beni. Dudaklarını şakağıma hatta tam gözümün kenarına değdirdi.

Aslında titrek parmaklarımı boynuna sarıp Uygar’ı kendime çekmeyi ve sonra bizi kıvrandıran o sınırı aşmayı delicesine istiyordum, yine de o yapana kadar bunu yapmaya cesaretim yoktu.

Fakat şimdi ayak ucumda yükselsem ve… Hayır.

Elim omzundaydı, sonra boynuyla ensesi arasındaki kısmı çekingen halde kavradım, bu esnada Uygar da yanağını elime doğru yatırıp öyle bakmaya başladı bana. Yarım kalan bir uyarım olduğu için onu hatırlatmak üzere dudaklarımı araladım. “Bir daha yağmurun altında kalıp ölene kadar ıslansan da seni evime almam.”

Güldü ve gözleri gitgide aşağı kaydı, bana bakarken aklından ne geçtiğini öğrenmek istesem de gülüşüne rağmen çehresinde bulunan ciddi ifadenin karmaşası bana bunu asla başaramayacağımı hatırlatmıştı. “Sen bana gelirsin o zaman.”

Kısa bir bekleyişin ardından şaşkınlıkla güldüm. “Aptal,” dediğimde yeşil hareleri bir dalgınlıktan sıyrılır gibi çabucak hareketlendi, kendini toparlamak için yutkununca ademelması belirgin bir kıpırtı kazanmıştı. “Gitmem lazım,” diye mırıldanınca aslında bunu kendine hatırlattığını anladım. Tuttuğum boynuna elimi biraz daha bastırırken oyun oynarcasına “Git,” dedim, oysaki birbirimize sardığımız tenlerimiz şimdi ayrılmanın haksızlık olduğunu düşünüyormuş gibi asla uzaklaşamadı birbirinden. Uygar bazı konularda beni gerçekten değiştirmiş sayılırdı. “Zaten işin gücün yok mu senin?”

Gözleri en sonunda yukarı kalktı, bunu yaparken kendine hâkim olma çabasına içten içe güldüm. “Çok var.”

“Hadi git o zaman.”

Dişlerini güçsüzce alt dudağına geçirdi. “Nasıl?”

Şapşal sorusundan sonra gülmemek için zor durdum, muhtemelen dün gece Uygar gelmek için beni çabuk yıldıracak ısrarlarda bulunmasa, tam şimdi boş mutfak masasına oturup bir süre kasedeki çürük meyveleri seyrettikten sonra çantamı alıp işe gitmek üzere sessizce yola koyuluyor olacaktım. “Bilmem,” dedim mırın kırın. “…geldiğin gibi git işte.”

Yanağıyla boynu arasına sardığım elimi kavrayıp bir süre bekledi, artık uzaklaşması gerektiğini biliyordu fakat herhangi bir tenezzülde bulunmadı. “O iş zor.”

Kaşlarımı şaşkınlıkla havaya kaldırdım. “Gitgide işinden kaytaran bir adam olmaya başladın sanki?”

“Suçlusu tamamen sensin.”

Avcu altında kalan elimi indirip omzuna fazla sert olmayacak şekilde vurdum, bu hareketim Uygar’ın hoş gülüşünün kulağımı okşayıp geçmesine sebep oldu. “Tamam senin suyun iyice kaynadı, git artık,” derken onu ittirip dış kapıya yürüttüm, bana engel olmadan Uygar da gitmesi gerektiğinin bilincinde kapıya geldi. İlk önce ayakkabılarını giydi, sonra da araladığı kapının eşiğinden geçip bana döndü, alnında duran bir tutam kumral saça hiç dokunmadığı için üstündeki gömlek ve pantolonun resmiyetine gölge düşmüştü; sözleriyle bu serseri tavrını biraz daha destekledi hatta. “Gidiyorum ama bir dahakine akşam yemeğinde görüşelim.”

Başımı yana yatırıp mahsustan üzücü bir bakış attım. “İmkânsız.”

İki elini birden pervaza koyup hafiften içeri eğildi, yankı yapmasın diye kısık tuttuğu sesinin ne kadar kışkırtıcı olduğunun belki de farkında değildi; hayır hayır, Uygar farkında olduğu halde bunu yapmaya yeltenecek kadar sınırsız bir adamdı ama benim için, sadece benim için öyleydi. “Her reddettiğinde bu işin keyfini artırıyorsun, aynen böyle devam et.”

“Uygar…”

Uyarıcı sesime karşın güldü. “Efendim yavrum?”

Son zamanlarda kullanmayı tercih ettiği bu hitap yüzünden yüzüme utanç dolu bir sıcaklık yayıldı fakat elimden geldiğince omuzlarımı dik tuttum, bundan içten içe hoşlanan halime şahit olması şimdilik istediğim bir şey değildi, zaten beni rüzgarıyla kolayca savururken bir de kalbimde gerçekleşen her şeyi ona sunarsam muhtemelen kendimi tüm zayıflıklarımla teslim etmiş olurdum, bu yüzden hafifçe öksürdüm, bu esnada Uygar da keyifli gözleriyle çehremi dolaşmaya devam etti. “Geç kalıyoruz,” dedim kısılan sesimle, elimi göğsüne koyup tekrardan ittirdim.

Beni taklit ederek hafifçe öksürdü, boğazını temizledi… Aptal. “Bence de.”

Ama bahsettiği şey kesinlikle iş meselesi değildi, bu yüzden tek kaşımı uyarırcasına havaya kaldırdım. “Dikkat et kendine.”

Uyarımı kavradı, başını kendinden emin şekilde aşağı yukarı salladı. “Edeceğim.”

Birkaç saniye yere bakarak bekleyip kendimi toparladım, neyse ki o andan sonra Uygar da fazla zorlamadı ama hala aynı yerde beklemeye devam etti. Geri döndüğümde “Ben de kuruma geçtiğimde tüm davayı ayrıntısıyla bir rapor haline getirmeye başlayacağım,” diye açıkça konuştum, sonraki operasyon planlarına kadar ofiste bulunmam gerekiyordu. “Hatta toplantı talep etmeyi düşünüyorum.”

Uygar bir elini hafifçe pervaza vurup geri çekildi. “Şimdilik bir şey talep etme,” dediğinde düşünceli konuşmuştu. “Sen şeyi iletebilir misin bana? Hani pavyondayken birkaç koli taşıdığını söylemiştin, içinde temizlik malzemeleri vardı. İşte bana o malzemelerin firmasını ve kolileri sana teslim eden adamın eşkalini iletebilir misin?”

“Tabi,” derken başımı aşağı yukarı salladım, o gün beni gördüğünde inceler gibi bakan ve ‘siz mi alacaksınız’ diye soran adamı hatırlıyordum. “Tamam, iletirim.”

“Sağ ol.” Tekrar gülümsedi Uygar, bu sefer ben de ona aynı şekilde karşılık verdim. Gözlerini çok kısa bir an saçlarımda dolaştırdıktan sonra bir adım geri gitti. “Hoşça kal Yakut.”

“Sen de.”

Kapıyı örttükten sonra üstümün başımın değil ama aklımla kalbimin dağıldığından emindim, bu yüzden yanaklarıma ufak birkaç tokat çarpıp odama ilerledim. Derin nefesler eşliğinde bir süre kendimi toparlamam gerekti, az sonra kuruma gittiğimde bu geceden herhangi bir iz belli etmek istemezdim; gerçi aramızda hiçbir şey olmamıştı, biz yalnızca beraber uyumuştuk fakat bu, düşünmenin bile beni korkutacağı şeyler yaşamaktan daha felaket de sayılabilirdi.

Loading...
0%