Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15. Kahramanlık Masalları

@askilav

Merhaba, bir önceki bölümün son kısmını düzelttiğim için en başa orayı da ekledim hem aradan 1 ay geçtiği için belki hatırlatma olur :)

*

Elim omzundaydı, sonra boynuyla ensesi arasındaki kısmı çekingen halde kavradım, bu esnada Uygar da yanağını elime doğru yatırıp öyle bakmaya başladı bana. Yarım kalan bir uyarım olduğu için onu hatırlatmak üzere dudaklarımı araladım. “Bir daha yağmurun altında kalıp ölene kadar ıslansan da seni evime almam.”

Güldü ve gözleri gitgide aşağı kaydı, bana bakarken aklından ne geçtiğini öğrenmek istesem de gülüşüne rağmen çehresinde bulunan ciddi ifadenin karmaşası bana bunu asla başaramayacağımı hatırlatmıştı. “Sen bana gelirsin o zaman.”

Kısa bir bekleyişin ardından şaşkınlıkla güldüm. “Aptal,” dediğimde yeşil hareleri bir dalgınlıktan sıyrılır gibi çabucak hareketlendi, kendini toparlamak için yutkununca ademelması belirgin bir kıpırtı kazanmıştı. “Gitmem lazım,” diye mırıldanınca aslında bunu kendine hatırlattığını anladım. Tuttuğum boynuna elimi biraz daha bastırırken oyun oynarcasına “Git,” dedim, oysaki birbirimize sardığımız tenlerimiz şimdi ayrılmanın haksızlık olduğunu düşünüyormuş gibi asla uzaklaşamadı birbirinden. Uygar bazı konularda beni gerçekten değiştirmiş sayılırdı. “Zaten işin gücün yok mu senin?”

Gözleri en sonunda yukarı kalktı, bunu yaparken kendine hâkim olma çabasına içten içe güldüm. “Çok var.”

“Hadi git o zaman.”

Dişlerini güçsüzce alt dudağına geçirdi. “Nasıl?”

Şapşal sorusundan sonra gülmemek için zor durdum, muhtemelen dün gece Uygar gelmek için beni çabuk yıldıracak ısrarlarda bulunmasa, tam şimdi boş mutfak masasına oturup bir süre kasedeki çürük meyveleri seyrettikten sonra çantamı alıp işe gitmek üzere sessizce yola koyuluyor olacaktım. “Bilmem,” dedim mırın kırın. “…geldiğin gibi git işte.”

Yanağıyla boynu arasına sardığım elimi kavrayıp bir süre bekledi, artık uzaklaşması gerektiğini biliyordu fakat herhangi bir tenezzülde bulunmadı. “O iş zor.”

Kaşlarımı şaşkınlıkla havaya kaldırdım. “Gitgide işinden kaytaran bir adam olmaya başladın sanki?”

“Suçlusu tamamen sensin.”

Avcu altında kalan elimi indirip omzuna fazla sert olmayacak şekilde vurdum, bu hareketim Uygar’ın hoş gülüşünün kulağımı okşayıp geçmesine sebep oldu. “Tamam senin suyun iyice kaynadı, git artık,” derken onu ittirip dış kapıya yürüttüm, bana engel olmadan Uygar da gitmesi gerektiğinin bilincinde kapıya geldi. İlk önce ayakkabılarını giydi, sonra da araladığı kapının eşiğinden geçip bana döndü, alnında duran bir tutam kumral saça hiç dokunmadığı için üstündeki gömlek ve pantolonun resmiyetine gölge düşmüştü; sözleriyle bu serseri tavrını biraz daha destekledi hatta. “Gidiyorum ama bir dahakine akşam yemeğinde görüşelim.”

Başımı yana yatırıp mahsustan üzücü bir bakış attım. “İmkânsız.”

İki elini birden pervaza koyup hafiften içeri eğildi, yankı yapmasın diye kısık tuttuğu sesinin ne kadar kışkırtıcı olduğunun belki de farkında değildi; hayır hayır, Uygar farkında olduğu halde bunu yapmaya yeltenecek kadar sınırsız bir adamdı ama benim için, sadece benim için öyleydi. “Her reddettiğinde bu işin keyfini artırıyorsun, aynen böyle devam et.”

“Uygar…”

Uyarıcı sesime karşın güldü. “Efendim yavrum?”

Son zamanlarda kullanmayı tercih ettiği bu hitap yüzünden yüzüme utanç dolu bir sıcaklık yayıldı fakat elimden geldiğince omuzlarımı dik tuttum, bundan içten içe hoşlanan halime şahit olması şimdilik istediğim bir şey değildi, zaten beni rüzgarıyla kolayca savururken bir de kalbimde gerçekleşen her şeyi ona sunarsam muhtemelen kendimi tüm zayıflıklarımla teslim etmiş olurdum, bu yüzden hafifçe öksürdüm, bu esnada Uygar da keyifli gözleriyle çehremi dolaşmaya devam etti. “Geç kalıyoruz,” dedim kısılan sesimle, elimi göğsüne koyup tekrardan ittirdim.

Beni taklit ederek hafifçe öksürdü, boğazını temizledi… Aptal. “Bence de.”

Ama bahsettiği şey kesinlikle iş meselesi değildi, bu yüzden tek kaşımı uyarırcasına havaya kaldırdım. “Dikkat et kendine.”

Uyarımı kavradı, başını kendinden emin şekilde aşağı yukarı salladı. “Edeceğim.”

Birkaç saniye yere bakarak bekleyip kendimi toparladım, neyse ki o andan sonra Uygar da fazla zorlamadı ama hala aynı yerde beklemeye devam etti. Geri döndüğümde “Ben de kuruma geçtiğimde tüm davayı ayrıntısıyla bir rapor haline getirmeye başlayacağım,” diye açıkça konuştum, sonraki operasyon planlarına kadar ofiste bulunmam gerekiyordu. “Hatta toplantı talep etmeyi düşünüyorum.”

Uygar bir elini hafifçe pervaza vurup geri çekildi. “Şimdilik bir şey talep etme,” dediğinde düşünceli konuşmuştu. “Sen şeyi iletebilir misin bana? Hani pavyondayken birkaç koli taşıdığını söylemiştin, içinde temizlik malzemeleri vardı. İşte bana o malzemelerin firmasını ve kolileri sana teslim eden adamın eşkalini iletebilir misin?”

“Tabi,” derken başımı aşağı yukarı salladım, o gün beni gördüğünde inceler gibi bakan ve ‘siz mi alacaksınız’ diye soran adamı hatırlıyordum. “Tamam, iletirim.”

“Sağ ol.” Tekrar gülümsedi Uygar, bu sefer ben de ona aynı şekilde karşılık verdim. Gözlerini çok kısa bir an saçlarımda dolaştırdıktan sonra bir adım geri gitti. “Hoşça kal Yakut.”

“Sen de.”

Kapıyı örttükten sonra üstümün başımın değil ama aklımla kalbimin dağıldığından emindim, bu yüzden yanaklarıma ufak birkaç tokat çarpıp odama ilerledim. Derin nefesler eşliğinde bir süre kendimi toparlamam gerekti, az sonra kuruma gittiğimde bu geceden herhangi bir iz belli etmek istemezdim; gerçi aramızda hiçbir şey olmamıştı, biz yalnızca beraber uyumuştuk fakat bu, düşünmenin bile beni korkutacağı şeyler yaşamaktan daha felaket de sayılabilirdi.

Bir gün sonra

Tüm her şey korkunç bir tesadüfün eseri miydi yoksa bize anlatılan aşk öyküsünün bir tezahürü mü?

Boynumu ovalayıp biraz uzakta durduğum yerden Belçin Hanım’ın odasının kapısına bakmaya devam ettim ama aklımda patlama anının görüntüleri dönüp duruyordu; hayatını kaybedenler, o an orada bulunması kader tarafından belirlenmiş kişiler gibiydi, bu yüzden bilinmezliğin içinde ilerlerlerken ellerim arasında boşa çekilmiş kürekler varmış gibi hissettim. Buna rağmen yolum konuşmak üzere Belçin Hanım’ın odasının önüne düştü, Uygar her ne kadar Belçin Hanım tarafından üst kurula ulaşılacağı bilgisini verse de ben süreci hızlandırmak için raporu teslim etmeyi düşünüyordum.

Uygar’ın ise; ilettiğim temizlik firması bilgisi ve o gün bana kolileri teslim eden adamın eşkalinden sonra içine gömüldüğü sessizlik gitgide huzursuz bir hal almaya başladı, onları teşkilatta çok nadir görüyordum. Sevtap iki gün önce karakoldan ayrılıp mekânın güvenliği olan Sinan’ın peşine takılacağını söylediğinde onu uyarmıştım ama sözümü dinlemek gibi bir arzusu olmadığı açıktı ya da Direncan bu kadar ortalıklarda görünmezken Uygar’ın yanında değilmiş gibi mantıksız düşüncelere kapılamazdım. Genelde buralarda Reha bulunuyordu, o da bilişimci olduğu için fazla denk düşemiyorduk. Yine de yokluklarını hepimizin yoğunluğuna yordum, ben de sonuçta raporumu tamamlamak ve her şeyi prosedüre uygun yürütmek istediğim esnada başımı masadan kaldıramaz hale gelmiştim.

Bir yandan aklımda; her şeyin Uygar’ın kişisel hırslarından büyüyen bir hayal olma ihtimali de baskın geliyor fakat hemen ardından, tüm tesadüflerin birleşimi inkâr edilemez bir gerçeğe dönüşüyordu. Ya birisi patlamadan itibaren kanalizasyondaki cesede kadar tüm planı kurgularken bir noktada küçük bir açık vermişti ve biz iğne deliğinden deve geçirmek için imkansızla savaşacaktık ya da gün sonunda boş ellerimize bakıp aptallığımıza yanacaktık. Bu sıkıntıyla enseme yapışan saçlarımı geriye ittim, raporu da kendime doğru yelleyip rahatlamaya çalıştım. Düşüncelerimi düzenlemeye çalıştığım o dalgın an, arkamdan “Günaydın,” diye bir mırıltı geldi.

Fazla yakından ulaşan bu ses gereksiz bir yakınlığa sebep olmasın diye başımı geriye doğru çekip arkama döndüm, karşımdaki kişi ellerini kumaş pantolonunun ceplerine sokmuş halde sallanarak benden bir cevap bekleyen Fatih’ti. Dudaklarımı el mecbur birbirine bastırıp “Merhaba,” dedim. “Günaydın, nasılsın?”

Aslında aklımda nasıl olduğunu sormak gibi bir düşünce yoktu, Fatih en başından beri biraz iğneleyici ve bana karşı bilhassa memnuniyetsiz birisi olduğu için nasıl olduğu pek ilgimi çekmiyordu ama yine kibar olmak istedim. “İyiyim,” dedi omuzlarını silkip. “Sen nasılsın?”

Raporu yine yüzüme doğru salladım, manasız bir gülüş dudaklarımı sardığı an Fatih de gergin görünen halinden sıyrıldı. “Aynı.”

Hemen sonra parmaklarını sarı saçlarından geçirip “Güzel,” diye mırıldandı, mavi gözlerini kıstığında suratını meraklı bir ifade sarmış oldu. “Belçin Hanım’ın odasının önünde niye bekliyorsun?”

“Bir konu hakkında konuşacağım.”

Anladığını belli edercesine kaşlarını havaya kaldırdı, bu esnada boynundaki bulunan beni dikkatimi çekmişti, kısaca oraya baktıktan sonra tekrardan Fatih’in gözlerine döndüm. “Ne konuşacaksın?”

Elim istemsizce havaya kalktı, önüme düşen uzun tutamları geriye ittirip “Son operasyonla ilgili raporumu ileteceğim,” dedim kısık bir mırıltıyla. Onunla da aynı ekipteydik ve illaki bir bildiği vardır diye düşündüm ancak Fatih bunu direkt kabullenmedi, aksine şaşkınlığını sert biçimde belli ederek kaşlarını çattı. “Analiz toplantısı geçen gün yapıldı zaten, bilmediğim ekstra bir durum mu oldu yoksa?”

“Hayır ekstra bir durum olmadı, sadece aklıma takılan birkaç şeyi sunacağım Belçin Hanım’a.”

“Aklına takılabilecek ne var ki?”

Sesi fazla şüpheci geliyordu, sanki tüm taşlar yerli yerine oturmuş ve biz bu dosyayı gönül rahatlığıyla kapatmışız gibi. “Fatih biliyorsun işte,” derken pervasızca omuz silktim, bu esnada bedenimi tamamen ona çevirdiğim için sırtımı arkamdaki duvara yaslamam gerekmişti. “Güllü’nün meselesi ayrı, cesedin bir hafta boyunca kanalizasyonda bekletilmesi ayrı; bunlar operasyonu sakat hale getiren durumlar.” Kısa bir saniye sonra tek kaşım merakla havaya kalktı. “...değil mi sence de?”

Sanki farklı taraflardaymışız gibi ellerini ceplerinden çıkarıp şüpheci tavrını artırmak istercesine beline yasladı. Karşımda dikildiği an boylarımız neredeyse eşit sayılsa bile Fatih’in dik omuzları ve havaya kaldırdığı çenesibir otorite makamı gibi yukarıdan bakmasına sebep olmuştu, kendimi rahatsız hissettim fakat uzaklaşabilecek yerim yoktu. “Değil,” dedi üstüne basa basa. “Bunlar zaten konuşuldu, operasyonun devam etmeyeceğine kesin karar verildi, sen niye planda olmayan bir şey için uğraşıyorsun?” Dudaklarımı hızlıca yalayıp bir cevap vermek istedim ama Fatih pek müsaade etmedi, belindeki elini kaldırıp işaret parmağını kuşkuyla uzattığında benim de kaşlarım rahatsız bir hisle çatıldı hemen. “Yoksa Uygar mı yolladı seni?”

“Kimsenin beni yolladığı yok, saçmalama.”

Yine havada tuttuğu çenesini hareket ettirip suçlayıcı bir tavırla elimdeki raporu işaret etti, tavırları gitgide eski rahatsız ediciliğini geri kazanmaya başlamıştı. “O zaman nereden çıktı bu rapor?” Yine bir yanıt sunmama izin vermeden kendisi konuştu, bir an onu yok sayıp buradan uzaklaşmak istedim ama hiç konuşmazsam içim rahat etmeyecekti. “Şey yazıyor içinde değil mi? Tufan Kula’nın cesedinin başka bir amaç için vasıta olarak kullanıldığı falan yazıyor, Uygar’ın şu meşhur senaryosu.”

Bildiği şey bir an rahatsız hissettirdiğinde raporu sıkıca bacaklarıma yaslayıp ellerimle üstünü örttüm. “Yazıyor Fatih,” derken her şeye rağmen savunmaya geçmemle Fatih’in yüzünde sinirli bir gülüş belirdi, elini burnuna sürüp hızlıca ovalayıp geçti, tüm hareketlerinden kesif bir gerginlik barınıyordu. “Yakut biraz aklını kullan da çık şu hayal dünyasından, Uygar sırf kendisi kahraman olabilmek için hepinizi kullanıyor, farkında değil misin kızım sen? Uygar’ın her dediğini onaylayacak kadar salak olamazsın herhalde.”

Başımı yana eğip sakince konuştum. “Düzgün konuş benimle.”

Fakat o aynı nahoş muamelesine devam etmekte kararlıydı. “Hayır bir de utanmadan raporu Belçin Hanım’a mı teslim edecektin?”

“Fatih…”

Uyarıcı tonuma hiç aldırış etmedi, bu sefer elini alnına koyup sürdürdü sinirli gülüşünü. Bakışları koridora kaydığında bir süre başka yerlere bakmış fakat en sonunda bana dönmüştü. Açık tenli olduğu için kızgınlığının doğurduğu kırmızı ton tenine saniyeler içinde kolayca yayıldığında sandığımdan daha çok öfkelendiğini fark ettim ama buna bir mana yükleyemedim, sanki olan bir işi baltalamışım gibi davranması da bana saçma geldi; en nihayetinde biriktirdiğim vakitler bu raporu yazmama yetecek kadar vardı, olmasa da zaten bir şekilde hallederdim. “Bitmiş gitmiş operasyonun üstüne ısrar ettiğin bahanelerle kendine güldüreceksin sadece,” diye sinirden dolayı titreyen sesiyle konuştuğunda ben her şeye rağmen hala sakin kalmaya devam ettim.

“Bitmiş gitmiş değil, bunlar zaten üst kurulda konuşulacak ben de elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum.”

“Neye?” Fatih öne eğildiğinde omuzlarının da gerildiğini fark ettim, merak içinde kollarını iki yana açtı. “Neye yardımcı olmaya çalışıyorsun? Ben sana daha az önce söyledim sen duymuyor musun beni? Kesin karar çoktan verildi bu operasyon sona erdi, Belçin Hanım daha fazla hiçbir şey duymak istemiyor Yakut.”

Çok sonra nefeslerim boğazıma dizildi; geç idrak ettiğim kelimeler, bir an bir şeyler görmek ya da boğuk sesleri işitmek dışında yaşam fonksiyonlarıma kısa bir an engel oldu, hayal kırıkları gözlerimin önüne büyük bir perde çektiği için Fatih de bulanık bir görüntüye dönüştü saniyeler içinde. Belçin Hanım’ın daha fazla hiçbir şey duymamak istemesi, bu operasyonun kesin olarak sona ermesi kararı bana Uygar’ın bahsettiği şeylerle aynı değildi; onun söylediklerini net hatırlıyordum, Belçin Hanım yalnızca yetkileri kısıtlandığı için sadece bu kadarını yapabiliyor, durum üst kurula iletecek demişti halbuki.

Şimdi kime inanmam gerektiğini bilemeyecek kadar iki arada kaldım, eğer Uygar’ın direkt yalan söylediğini apaçık kabul etsem bu ekip ilişkisi için mantıklı bir hareket olmazdı fakat Fatih’i yalancılıkla suçlamak da aynı nahoş sonuca çıkıyordu. Yine de kabul etmem gerekirse, dün evden ayrılırken bana herhangi bir toplantı talep etmememi söyleyen Uygar için daha ağır basıyordu şüphelerim… Zaten Tufan’ı kanalizasyonda bulduğumuzda beni söylemek konusunda durduran da oydu.

Dilimi dudaklarım üzerinde gezdirip sessizliğimden hiçbir şey çaktırmamaya çalıştığım esnada Fatih her şeyin çabucak farkına vardı ve “Ne sanıyordun?” diye kinayeyle mırıldandı. “Uygar’ın hayal dünyasını kale alıp bir de onun için uğraşacaklarını mı?” Eliyle, benim içeri girmek için beklediğim kapıyı işaret etti. “Direncan’la beraber buraya iki defa geldiler, ikisinde de onlara operasyonun bittiği adam akıllı açıklandı. Bir şey sana bitti deniyorsa bitmiştir, emir üstüne söz mü söylenir? Hem gündemde daha önemli meseleler var, iki hafta sonra Irak sınırında olacağız biliyorsun.” Mavi gözler ısrarla suratımda dolaşırken orada küçümser ya da acır gibi bir hal gördüm. “Helal olsun ama… Uygar kendisi gibi başkalarını da yoldan çevirmeyi başarmış.”

Raporu ellerim arasında buruşturmamak için zor tuttum, benim onun konuşmak için iki kere Belçin Hanım’a uğradığından haberim yoktu. Kızlarla karakola gittiğimiz gün Uygar’ın da Diren’le beraber Belçin Hanım’ın yanına gittiğini bilsem de bunu bilmek pek yeterli gelmedi o an çünkü Fatih’in ‘ikisinde de reddedildi’ deyişi, yine Uygar’ın olumlu bir tonda söyledikleriyle uyuşmuyordu. Derince yutkunduktan sonra herhangi bir cevap vermeden arkama dönüp Belçin Hanım’ın odasına ilerlemeye başladım fakat kendimi içeri girmeye hazır hissedemedim, tüm bu duyduklarım aptal yerine konmuşum gibi hissettiriyordu çünkü. Fatih ise sessizliğimi bile kabullenemeyip suçlamalarına devam etmek üzere ardımdan geldi. “Aklını başına al Yakut, ayakları yere basamayan bir adam için geleceğini yakmaya değmez.”

“Kimse için hiçbir şeyimi yakmam ben.” Hızla geri döndüm, bir adımla peşimden gelen Fatih ise olduğu yerde durmaya devam etti. Söylediklerinin bir aptala anlatılan uyarı nidalarından hiçbir farkı olmayınca haliyle canım sıkılmıştı benim de. “Ama operasyonla ilgili şüpheye düşmem için de haklı sebepler var inkâr etme bunu,” dedikten sonra devam etmekte zorlanınca yutkundum.

Fatih bir süre sessizce bekledi, elleri hala belindeydi. Üstündeki ceketi geriye attığı için gömleğinin pantolonuna sıkışmış buruşuk yerlerini görebiliyordum, özenliydi ama benim fark edebileceğim kadar da dağınık birisiydi işte. Hemen sonra göğsünü şişirip derin bir nefes bıraktıktan sonra başını esefle iki yana salladı. “Uygar seni neye inandırmak istiyorsa ona inanıyorsun.”

Yanlış bir düşünceye inandırılmış olmanın korkusu ansızın yakama yapışınca telaşa kapıldım. “Şu konuya onu dahil edip durma Fatih!”

“Konunun ta kendisi Uygar değil mi zaten? Raporunda Tufan’ın cesediyle ilgili ne yazdığını az önce kendin söyledin, oraya Uygar’ın ortaya attığı bir şüpheyi gerekçe diye eklediğini söyledin Yakut, ben aklımdan uydurmuyorum bunları.” Elimdeki ince raporu tekrar kendime doğru bastırdım; demek ki insanın başını yalnızca beyaz kağıttaki yazılar değil aynı zamanda dilden düşen konuşmalar da kolaylıkla yakabiliyormuş, bu yüzden itirafımla beni gafil avlayan Fatih’e karşı istemsizce suçlu hissettim ama savunmalarım da bitme niyetinde değildi. “Patlamada dört kişi hayatını kaybetti,” dedim kısık ve sakin tuttuğum sesimle. “Bu zamana kadar biz bu dört kişinin halktan insanlar olduğunu sanıyorduk.” Çaresiz bir yutkunuş. “Ama daha sonra haberleşme biriminin eksik bilgi geçtiğini öğrendik, meğer hayatını kaybeden dört kişiden birisi Ahmet Akdeniz’in yıllar önce işten attığı eski bi’ çalışanıymış?”

“Gece kafayı çektikten sonra evden ayrılan bir adam sadece.” Tesadüfler zincirini pekiştirmek ister gibi söylediklerinden sonra keyifsizce güldüm, halimi seyreden Fatih hafifçe omuz silkti. “Bunların çoğu aynı semtte oturuyor, birbirlerinden hazzetmeseler de bazen aynı kahvehanede çay içip okey oynuyorlar; sen köşe bucak birbirlerinden kaçtıklarını mı sanıyordun?”

“O zaman eksik bilgi veren personelin soruşturmasını kapatsınlar Fatih, dediğin gibi bir önemi yok ya?”

İmalı sözlerimin ardından hem geri adım atmak isteyen hem de düşüncelerinden taviz veremeyen kararsız bir tavır belirdi Fatih’te. “Önemsiz demiyorum-”

Bu sefer konuşmasını ben yarıda kestim, bir yanım Uygar’ın beni yanında tutabilmek için Belçin Hanım’ı dahil ettiği yalana kızgın ama diğer yanım da olayın mantıksız yönlerini açığa çıkarmak için hınç doluydu. “Peki Güllü bir elli boyuyla iki metrelik adamı devirip nasıl kusursuzca kanalizasyona sakladı?” Kaşlarım yine merakla havaya kalktı. “Ben kendi gözlerimle gördüm, Tufan’ın cesedi kanalizasyon borusunun üstünde sabit halde duruyordu aşağı düşmemişti. Onu gördüğüm an direkt anlayamadım ama zaman geçtikçe kafamda bir şeyler oturdu; ceset oraya atılmamış, ceset oraya daha sonra bulabilmek için özenle yerleştirilmiş.”

Fatih bir kinayeyi tekrarladı. “Çünkü cesedin içinde yabancı bir obje gizliydi değil mi?”

Yüzüne karşı memnuniyetsizce göz devirdim. “Pavyonun her yeri leş gibi kokuyordu, tuvaleti defalarca temizlememe rağmen geçiremedim. Bu dikkat çekmesine rağmen cesetten bir hafta boyunca kurtulmadılar, niye?”

Fatih’in savunmaları bu noktada biter gibi oldu. “Tamam, bununla da savcılık uğraşacak.”

“Ben de uğraşmıyorum ki,” dedim kollarımı iki yana açıp. “Yalnızca bildiklerimi söylüyorum, ne zararı var? Sana söylediğimi rapora ekledim, bunu Belçin Hanım’a vermekle bir şey mi kaybedeceğim?”

Herhangi bir cevap vermeden önce birkaç adım bana doğru yaklaştı, sesi kısıldığı için söylediklerinin önemi de nazarımda az biraz arttı. “Sana bir emir verdiklerinde ne olursa olsun bunu uygulamak zorundasın Yakut. Geri çekil diyorlarsa geri çekileceksin, aması lakini yok bu işin.”

Oysa kısa bir zaman önce aynı bu şekilde karşıma geçip beni farklı bir düşünceye inandırmak isteyen Uygar’dı ve o gün gözlerinde büyük bir güven taşırken dile getirdikleri yine aynı tonda şuurumu yokladı: ‘İstihbarat üç şey gerektirir; eğitim, deneyim ve inisiyatif.’ Tam bu noktada Uygar’a hak verecek gibi oldum ama zihnimden başka bir ses de Fatih için hak arayışına geçti hızlıca.

Çaresizce mırıldandım. “Adli tıp doktorunun midesini kesip bıraktığı cesedi görmedin Fatih.”

Bu sorumun ardından sabırlı kalmak ister gibi gözlerini kapattı, yok olan mavi harelerinin ısrarı kaybolunca titrek bir nefes bıraktım dışarı. Karar vermek öylesine zordu ki… Doğru olanı ayırt etmenin elime silah alıp başkalarıyla çatışmaktan daha güç olabileceğini önceden fark edemediğim için halime üzüldüm çünkü bilmek isterdim, her şey bu kadar mantıklı ve inanılır gelirken gerçeğin kendisini karanlığa gizleyeceğini en başında bilmek isterdim.

Birkaç saniye sonra gözlerini geri açan Fatih “Elbette midesini kesecekti,” dedi bariz bir gerçekten bahseder gibi. “Bir hafta bekleyince cesedin karnı şişer, o şişliğin inmesi ve gazın çıkması için doktorun midesini kesmesi gerekiyor, siz niye macera arar gibi davranıyorsunuz?”

“Sorun midesinde kesik olması değil ki, sorun sadece midesinde kesik olması,” diye üstüne basarak konuştum, hangi taraftan bakarsan bak göremeyeceğin doğrular vardı işte. “Baş ve göğüs kısmında da olması gereken muayene izleri yoktu.”

Dudaklarını iki yana kıvırıp güldü Fatih, ya kendisi sinirlendiğinden dolayı ya da beni sinir etmek için… Hangisi bilemedim ama muhakkak ki birimiz burada delirecektik. “İç muayenenin geçiştirilmesi zaten adli tıptaki yaygın ihmallerdendir Yakut, belki de Tufan’ı vasıta olarak kullandıklarından değil de doktor sorumsuzun teki olduğu için böyle davranmıştır, ne dersin?”

İçimden büyük bir küfür savurmak geçti ama dişlerimi alt dudağıma bastırıp kendimi durdurdum, yine benim yerime Fatih konuşmayı seçti. Elini kaldırıp kolumu tuttuğunda büyük bir itiraz sunamadım ona. “Seni anlıyorum ama sen de gerçekleri anla.” Ne söyleyeceğini düşünerek bir süre alt dudağını ısırdı. “Gün sonunda bu söylediklerinden hiçbir halt çıkmadığında Uygar’ın hep kahraman olabilmek için nasıl yalanlar uydurduğunu fark ettiğinde senin için geç olmasını istemem Yakut.”

“Beni düşünmek senin için bu kadar önemli mi?”

Niye böyle bir soru sorduğumu bilemezken Fatih de ne cevap sunacağına karar verememiş gibi bir süre bekledi, sonuçta benim yerimde başkaları da vardı: Mesela davanın çözülmesi için daha istekli olan ve şimdi nerede, kimin peşinde olduğunu bilmediğim Sevtap ya da Uygar’ın beni yalana ortak etmesi konusunda suskunluğu seçen Direncan gibi. “Ne kadar az kişi ona inanırsa o kadar iyi olur Uygar için, her fikrinin desteklenemeyeceğini anlaması lazım, ben de elimden geleni yapıyorum işte.” Sözleri arasında kısaca omuz silkti. “Aralarında en anlayışlı da sen görünüyordun.”

Ne kadar aksini istesem bile davayı aklımda bir türlü bitiremezken Uygar’a kızgın olmam hiçbir anlam barındırmayacaktı, evet önüne engel olmayayım diye yalan söylemesi felaket kırıcı bir davranıştı ama… Ama. Ama. Düşünceler içinde kısılan gözlerim Fatih’in beklenti dolu bakışlarına değdi, mavi hareleri hızla kıpraşıyordu; sanki beni uçurumun kenarından almak ister gibi davrandığı için ona daha fazla kızmak haksızlık olarak göründü gözüme, bu yüzden Fatih’i katı bir suretle yargılamaya devam edemedim. Bakışlarım bir elimdeki rapora düştü bir ona, aramızda daha fazla konuşulacak bir şey kalmadığı için rahatlayacağımı sanmıştım ama nefeslerim içimi ekşitir gibi kekre kekre inince aşağı, huzursuzluktan kurtulmanın epey zor olacağını anladım.

Ama ömür boyu bu huzursuzlukla yaşayacağımı bilmiyordum… çünkü hayat eğer bende bir boşluk açarsa oranın daha sonra muhakkak dolacağına inandım, bu yüzden kendime hatırlattığım yegâne şeylerden biri, eksik kalmaktan korkmak oldu. Ama aynı zamanda insan iyi ya da kötü, kendisinden eksilen şeye alışmakla ve gün gün onu özlemekle de cezalandırılırmış.

Şimdi bu ıssız kulübede bizi tekrar karşı karşıya bırakan hayat da hatırlamamı istedi; ben de onu suçladığım kadar yalancıydım ve hatta biz, birbirimizin en büyük yalanıydık. “O gün Fatih’i dinlemeliydim,” diye mırıldandım yeni yeni aydınlanır gibi, tüm bunlardan Uygar’ın haberi olmadığı için maskeden açıkta kalan gözlerinde şüpheci bir kısılma gerçekleşti, elbette hoşuna gitmeyecekti çünkü Fatih’le birbirlerinden hiçbir zaman hazzetmemişlerdi, bunu bile bile kelimeleri dile getirdim. “Sana değil, asıl ona güvenmeliydim.”

Başını biraz geriye yatırdı, hala yüzünden çıkarmamak için ısrar ettiği maskesini taşımaya devam ettikçe gözlerimde acı bir yanma belirip beni delirtiyordu, elimdeki silahı hala ona doğrulatarak beklesem de içten içe yüzünü tekrar görebilmek için çıldırır haldeydim… Söyleyemiyorum, sözcükler havaya yayılmamak için içimde canla başla çırpınıyor.

Özledim, çok özledim.

Ona nefretini hak ettiği şekilde veremedim, bu yüzden en çok kendimden nefret ettim.

Boynunu gerginliğini azaltmak isteyerek yana doğru yatırınca birkaç küt sesi geldi, eskiden aramızdaki alevli duyguları yansıtan bakışlarında bu sefer tehlikeli parıltılar vardı. “Bu saatten sonra senin benden başka güvenebileceğin kimsen yok.”

Sesinde büyük bir inanç taşıyordu, buna gülmek istesem gülemez ağlamak istesem ağlayamazdım. Yalnızca elimdeki silahı titreterek tepki verebildim, bu da içimdeki tüm güçsüzlüğü yansıttığı için çok kısa bir saniye içinde kendimi dizginlemem gerekti. Biliyorum hak etmiyordu, onun uğruna için için titreyen ruhuma şahitlik etmeyi Uygar hiçbir şekilde hak etmiyordu. Bir elimle gözlerime düşen uzun perçemlerimi çektikten sonra bulanık bakışlarımı tekrar ona çevirdim. “Yapma,” diye mırıldandım, sesim kısık ve boğuktu. “Çok kötü hesaplaşırız Uygar, yapma.”

Belini ardındaki masaya yaslayıp oturur bir hal aldı, kollarını iki yanından masaya yasladığında gerilen kaslarının eskisine nazaran daha belirgin olduğunu fark ettim, zaman onu sadece huy olarak değil aynı zamanda bedenen de değiştirmişti. “Seni yaşatmak istediğim için beni vuracak mısın?”

“Yaşatmak mı?” diye istemsizce sesimi yükselttim, oysaki geçmişte de gelecekte de onunla aynı havayı solumak benim için ya huzurdan ya da huzursuzluktan ölmek demekti. Şaşırma, diye uyardı içimden bir ses beni, fark etmesin onunla yaşayıp onunla öldüğünü. “Sen yüreği bozuk adamın tekisin!” Uygar bu hakaretimi zerre umursamadı, hala göz dolduran cüssesiyle karşımda oturmaya devam ediyordu. “Yüzün bile yok, korkaksın!” Biraz düşsün şu omuzların, benim kırık yüreğim gibi… ne olur, yalnız kaybeden ben olmayayım. “Gururundan geriye bir şey kaldı mı acaba?” Derin bir nefes çektim içime, haykırdıklarımı sanki kendime söylüyor gibi hissettim birden. Kalbim… Kalbim vazifesine daha fazla devam edemeyecekmiş gibi sızladı. O bir hainken, hiçbir şey onu yıkmaya muktedir olamazken ve ben de onun gibi itibarımı kaybetmeye çok yaklaşmışken karşılaştığımız için hayat artık gözüme yaşamaya değer görünmedi. “Yüzüne bile tükürülmez senin! Şimdi bir de karşıma geçmiş bana güven, seni yaşatacağım diyorsun!” Uygar, sen… sen, sana güvenmenin ölmek olduğunu bilmiyor musun? “Katilim gelsin karşıma ben ona bile güvenirim ama sana asla güvenmem, anladın mı? Asla!”

Tam o an yarım eldiven takılı olduğu elini usulca sıktı fakat duvara çarpmak için hazırladığı bir yumruk değildi bu. Maskesinin gizleyemediği ademelması olanca belirginliğiyle hareket etti, gözlerimi hızla bedeninde gezdirip tepkilerini ölçerken kulübedeki camı çizen dalların sesi, duvardaki saatin tik takları, iki yavru kendinin mırıltısı beynimin içinde büyük bir karmaşaya dönüştü.

Atik bir hareketle masadan doğru. “O silahı sakın indirme,” dedi, az önce de namludan korkmamıştı ama bu sefer sanki ölüm aramızda önceden verilmiş bir söz gibi kendinden emin halde yaklaştığı için son derece sert bir ikazla dile getirdiği şeyi dinledim ve silahımı hiç indirmedim. Adımları yerde tok sesler bırakırken karşıma geçti, bir elini başımın yanından uzatıp hemen arkamda kaldığını bilmediğim düğmeye dokundu. Örtülen lambayla beraber içeriyi karanlık sardığında kendimizi artık bizden daha kuvvetli bir akıntıya bırakmışız gibi hissettim çünkü ne o yaptıklarının farkındaydı ne de ben.

Çenemde dokunuşları baş gösterdi, suratımı kendisine yaklaştırdığında maskesinin ardına saklamaktan vazgeçtiği solukları suratıma değmişti, o an yüzünün açıkta kaldığını anlamak zor olmadı ama içerideki karanlıktan dolayı yine de özlediğim çehresini göremedim. “Şimdi vuracak mısın beni?” diye sigaradan dolayı yıpranan sesiyle mırıldandı, tonu soru sorar gibi değildi sanki hadi yapabiliyorsan yap diyordu bana.

Kısalan mesafeden dolayı yakınlaşan bedenlerimiz arasında sıkışan silahı titrek bir tutuşla tekrar göğsüne yasladım ve dudaklarım arasından çelimsiz bir uyarı sıyrıldı. “Uzaklaş.”

Hala çok yakınımdaydı, dudaklarının birkaç santim ötemde kıpırdandığını hissedebiliyordum. “Vur hadi.”

Bedenim kaskatı kesildi, dişlerimi sıkıp ifadesiz bir suratla karanlığı seyrederken tek bir kelime dökülmedi dilimden ancak Uygar’ın söyleyecekleri bitmiş gibi değildi, üstelik silahı tutan elimi kavrayıp beni daha da güçlendirdi. “Bu son şansın olur Yakut,” diye mırıldandıktan sonra bir süre bekledi uğultulu sessizlik içinde. “Bu sana sağladığım son mahremiyet olur, ne yaptığını kimse görmez, benden başka kimse bilmez… Pişmanlığını, acını, nefretini, geçmiş bütün hesaplarını bitirmek için sana sadece bir kez şans sunarım.”

Bunu yapabilmek, hem ona hem de kendi buhranıma son verebilmek için karşıma çıkan ilk şans değildi; ben zaten işimi tehlikeye atarak bir yabancıya bile mesnetsiz sözler vermiştim ama yine de cesaretimde beklenmedik zedelenmeler oldu. Eğer korksaydı cesurca karşılık verebilirdim ama Uygar kaçmanın aksine daha da yaklaşınca elimdeki silaha rağmen endişelenen ben oldum. “Bırak.”

Uygar ise ikazıma rağmen ne silahı tutan elimi bıraktı ne de çenemi, hatta beni kendisine daha çok yaklaştırdı. Her şey eski bir hayatın tekrarı gibiydi, bana göğsünü yaslayıp beni sararken hatta bu kadar yakınıma sokulurken zaten nasıl eskiyi hatırlamazdım ki?

“İlk önce cesur ol, göze aldığın şeyi yap, vur beni.” Dişlerinin arasından seyrek bir kızgınlıkla sarf ettiği kelimeleri yine kale almadım ama o da tekrarlayan arzumu umursamadı. “Bırak…”

Gitgide eğildi, benim ona ancak bir silahla yaşatabildiğim eziyeti o alnını alnıma koyarak kolayca üstümde uyguladı. Çok yakınımda olduğunu bildiğim için hayallerin beni ele geçirmesi an meselesiydi; bunu zaten Uygar hep yapardı, beni gücü yettiğince kandırırdı. “Sık o kurşunu, böyle bitirebileceğini düşünüyorsun ya bütün hesaplarını şimdi kapat yoksa…” Sözlerinin arasındaki bekleyiş esnasında yavru kedilerden ürkek mırıltılar işittim. “…yoksa ben yakacağım canını.”

Burnumdan hızlı bir nefes çektim. “Canımı yakabileceğin kadar yoksun sen.”

Keyifsizce güldü. “Bir hainin kollarındasın Yakut,” derken gerçeği hatırlattığı için ona olan kızgınlığım biraz daha arttı. “Tutmasam düşersin, karşımda nasıl titreyeceğini bile bilmiyorsun, kurtulabilmek için beni öldürmekten başka çaren yok.” Yutkunduğunu işittim. “Vur hadi, kurtulacaksın ya her şeyden.” Fakat kelimelerindeki öfke zamanla artıyordu. “Tek güvencen sikik bir kurşun ya, vur şimdi beni.”

Bana bahşettiği karanlığın altında sadece onun bilebileceği tehlikeli bir mana vardı, bu yüzden zaman beni içinde olduğumuz çatışmada geriye düşürüyordu. Aslında derince solumak olmasa da niyetim, kokusu bir kere burnumdan girip ciğerlerime nüfuz edince itiraz edemedim, daha çok nefeslendim. Bu da bir zehir. “Uygar…”

“Seni bekliyorum.”

Kirpiklerim yavaşça örtüldü, son bir gözyaşı oradan usulca aşağı kaydı; karşıma bu aynayı kim koydu hiç bilmiyorum, ben artık gözlerim kapalıyken bile kendimi görüyordum ama bırak yansımamla bakışmayı, aslında varlığımı bile hissetmek istemiyorum.

“Şansını iyi değerlendir, beni vurmadığın için sana dürüstsün demem Yakut, sana teşekkür etmem.” Bir eli arasında bekleyen çenemdeki dokunuşu ziyadesiyle yumuşaktı ama baş parmağı orada riskli bir okşayışta bulundu. “Korktuğun gibi olursun, bir yalancıya dönüşürsün.”

Dışarıdaki esinti arttı, pencereye vuran dal parçası artık daha kulak tırmalayıcı şekilde çiziyordu camı. Uyuşan bacağımı bir adım geriye çektim, biraz daha yaklaşsak ayrılığın tüm hıncını çıkarabilecek kadar ateşe düşerdik ama yine de bunu hak edebilecek kadar cesur olamadık.

Zaman, ikimizin birbirine tanıdığı şansı yavaş yavaş yok etmek ister gibi aktı; uzun bir vakit geçti, defalarca tekrarlayan kedi mırıltısı ve saatteki tik tak sesleri bir balyoz gibi kafama vurdu. Silah ellerimin arasında ufalandı, verdiğim sözü tutamamakla yeni bir imtihana dahil oldum.

“Bitti,” diye fısıltıya yakın bir tonda mırıldandı Uygar, sesinde ya bir rahatlama ya da yeni bir engele takılmanın yorgun hissi vardı. “Tek şansını kaybettin.”

Gözlerimi usulca araladım, bu esnada üstümden çekilen sıcak soluktan dolayı Uygar’ın maskesini geri örttüğünü fark ettim. Silahı tutan kolumu ve çenemdeki elini eş zamanlı indirdi, hemen sonra ışığı açtığında küçük kulübe sarı ışıkla aydınlanmış oldu. Silahımı bana bıraktığı halinden anladım ki Uygar’ın ölmeye dair bir korkusu yoktu ama aramıza belli bir mesafe koyarken benden uzaklaşan bedeni de pek muzaffer görünmüyordu, o zaman bir süredir neyin savaşını verdiğimizi sorguladım. Sanırım hayatta açıklanamayacak sırlardan birisi de hissetmekti; durmaksızın, süregelen bir telaşla, kenara çekilip dinlenmeden, neye yetiştiğimizi bilmeden… hissetmek.

Sırtımı duvardan ayırıp ileri doğru sarsak birkaç adım attım, asıl maksadım bu kulübeden çıkmaktı. Oysa dışarı çıkıp rüzgâra kapıldığımda nereye savrulacağımdan bile habersizdim, öylesine dağılmış haldeydim ki daha öncesinde bu kadar şuursuz hale düştüğümü hatırlayamadım. Uygar giderken üzülmemek konusunda kendine telkin veren halimde bile bu kadar yıkılmışlık yoktu.

O an Uygar sükuneti bir daha baltaladı. “Canını birkaç kurşunla yakacak değilim,” derken geldiğim andan bu yana sesi ilk kez bu kadar soğuk ve uzak bir tona bürünmüştü. “Çünkü sana söyledim Yakut; onlar duygularını bitiremez, düşündüğün kadar güçlü değiller.”

Kulübenin ortasında duraksadım, rüzgârın vurup sarstığı kapıya bakmakla yetindim. Bir daha arkamı döndüğümde onun maskeli suratıyla karşılaşacak gücüm yoktu, zaten sadece dinlemekle bile eziyetim katlanarak artar haldeydi. Hırıltılı bir şekilde nefeslendiğini işittim, hatta kulağıma ilişen çakmak sesi de bir sigara içeceğini belli etti. “Ayrıca, bu saatten sonra korkacağın hiçbir şey yok. Kimsenin sana zarar vermesine izin vermem, sözlerimi tutmak benim için önemlidir bu yüzden seni yine koruyacağım.” Sanırım sigarasından bir duman çekmiş olmalı ki kısa süre bekledi. “Ama sana sorarlarsa adımı verme.” Gözlerimi kapatıp açtığım o kısa sürede konuşmasına yine acımasızca devam etti Uygar, beni nereden vuracağını iyi biliyordu. Ben… Ben de bildiğimi sanıyordum aslında. Kendime acıyarak alt dudağımı dişledim, herkesin acıdığı bir hale düşünce sığınacak hiçbir yer bulamadım kendime. Belki başkasından zarar görsem aradığım şefkate kavuşabilirdim ama insan darbeyi kendinden alınca o kadar merhamet edilesi olmuyormuş. “Öğrenirlerse, bir haine sığındığını açıklayamazsın. Taşımayacağın bir yükün altında bırakma kendini. Bırak her şey bizim aramızda kalsın, zaten eskiden beni sevmenin…” Yine bekledi, artık bitir şu eziyetini diye haykırmama çok az kalmıştı. “…benimle sevişmenin lekesini bile silemedin kendinden.”

Dehşet içinde kapandı gözlerim, kulpu indirip kapıyı aralayacaktım ama son cümleleri izah ettiğinin aksine yükleri omuzlarıma daha erken yüklemişti. Niye dönüp daha büyük zararı ben ona vermiyordum ki?

“Bu silah meselesinden de bahsetme kimseye; o beni gafil avladı de, zayıf düştüm de.” Kirpiklerimi araladım, dudaklarımın iç kısmını telaşla ısırdım. “Bütün hainliğine rağmen eskiden sevdiğin adama kıyamadığını bilmesinler… Sakla bizi Yakut.”

Kulpu hızla indirip kapıyı açtım, aceleyle buradan uzaklaşan her adımımda yere yapıştığımı, uzaklaşmaya çalıştıkça yerde kirli izler bıraktığımı hissediyordum. Sanki Uygar’ın benden aldığı intikamın bir tezahürü gibi, bütün dünya benimle kirlenecek sandım… Ürkütücü bir andı. Temiz havaya karışarak dışarı ilerledim, gölde kıpırdayan su sesleri geldiğim ilk an yaşattığı huzuru büsbütün çekip aldı duygularımdan. Sanki içeride sadece ruhumu bırakmamışım, o kulübeden savunmasız bir çıplaklıkla ayrılmışım gibi titredim.

Tekinsiz iskeleyi, karanlık ve büyük depoyu geçtiğim anlardan aklımda tek bir hatıra kalmadı, silahı arkama sıkıştırırken burada ne yaptığımı öğrenip de sorarlarsa ne diyeceğimi düşündüm ama cevap bulamadığım için dudaklarımı sıkıca örtmem gerekti. Hiçbir şey bilmeyecekler.

Depodan çıktım ancak karşımda burada gelirken kullandığım arabanın aksine başka bir araç daha vardı. Gri arabanın kapısına yaslanan kişi başını sağ tarafına çevirdiği için rüzgâr sarı saçları yüzüne doğru savurmuştu ancak ardımdaki kapı sertçe örtülünce bakışlarını bana çevirdi.

Sevtap.

Kolları önünde bağlıydı, arabaya yaslandığı için eğik duruyordu bedeni. Bir süre mavi gözleri dağılmış halimde dolandıktan sonra yaslandığı yerden doğrulup ellerini deri ceketinin ceplerine sıkıştırdı ve bana doğru geldi. Yüzündeki acıma dolu ifadede şefkate ve anlayışa dair hiçbir iz yoktu, sanki buraya neden geldiğimi ve içeride neler yaptığımı biliyor gibi baktığı için tüylerim ürperdi birden, ağzını açsa ‘Onun canını alacak cesareti bulamadın mı?’ diye beni suçlayacak sandım.

Bu Sevtap’la da uzun zaman sonra tam anlamıyla gerçekleşen ilk karşılaşmamızdı, sıklıkla başka şehirlere gittiği için buradaki kuruma nadiren uğruyordu. Uygar’ın aksine onun yolunu temiz adımlarla yürüdüğüne emindim. Bu yüzden dudağının kenarını hafifçe kıvırıp bana “Merhaba Yakut,” diye uzak bir selam verdikten sonra gelen diğer sorusuyla tedirginliğim devam etti. “Bir süredir seni bekliyorum, konuşmamız gerek ama bir şey merak ettim…” Bakışları arkamdaki depoya kaydı, mimikleri gerçekten içler acısı bir durumu seyreder gibiydi. Mavi gözleri bir daha bana çevrildiğinde arkama sıkıştırdığım silahım bedenime daha çok battı. “Senin ne işin var burada?”

Kader insanı bir noktaya kadar getirir, daha ilerisine götürmez; bu esnada devam edebilmek için cesur olmak, yaşamayı göze almak gerekir. Ölmek ise yalnızca korkakların işidir, benim gibi... Benim gibi, başkasından kaçırıp da namluyu kendine çevirenlerin işidir.

*

instagram: askilawt

Loading...
0%