Yeni Üyelik
17.
Bölüm

16. Şüphe ve Masumiyet

@askilav

 

 

 

16. Şüphe ve Masumiyet

Sessizliği tercih ettim; bu herkesin şüphelenmesine sebep olabilecek derecede belirgin bir tuhaflığa sahipti, fakat az önce hayatımın tümü için dumur olmama yetecek kadar yoğun bir karşılaşma geçirmiştim. Bugünün tarihinin benim için yeteri kadar ağırlığı varken bir gün önce beni ölümden kurtaran maskeli yabancının, aslında karşıma çıkması uğruna öldürmeyi kabul ettiğim adam olduğunu öğrenince elbette ayakta durmaya halim kalmayacaktı.

Bitkin halime tahammül edebilecek, dengesizliğime tolerans gösterebilecek tek akıl bana aitti, benden bir başkası pek de acı görünmeyen gurursuz halimi makul bulmayacaktı. Bu yüzden Sevtap’a ne cevap vereceğimi bilemeyerek sustum, onun Uygar’la ilgili hangi gerçeği bildiğinden emin olamadığım için gerçekleri kendime saklamak daha iyi göründü gözüme, oysaki bu zamana kadar gerçekleri ne saklamak ne de büsbütün ortalığa dökmek fayda etmemişti.

Uzun zaman sonra karşıma çıkmak için talihsiz bir gün seçen Sevtap “Yakut,” dedi dikkatimi çekmek isteyerek. Ellerini deri ceketinden çıkarıp kolumu tuttu, sabırsızca beni deponun önündeki kısa merdivenden indirdi ve arabaya yasladı. “Sana bir soru sordum, ne işin var burada?”

“Senin ne işin var?”

Oyunuma gelmeyecekti, bu yüzden bana katlanacak hali yokmuş gibi çıkıştı. “Seni arıyordum çünkü, az önce söyledim ya.”

Dilimi dişlerimin arasına sıkıştırdım, niyetim dikkati başka yöne çekip içeride olanları unutmaktı ama gözlerimin önü çaresizce kararıyor, yine onu hatırlıyordum. Niye Allah’ım, niye onu bir türlü unutamıyorum? En kötü zamana sıkışmış hatıralarımızı anımsamanın bile yüreğimdeki ağırlığı çok tatlı, hak etmediği halde onunla ilgili her şey çok güzel… O zaman neden onurumu zedeleyen bu lekelerden kurtulamıyorum? Burnumu çekip “Peşimde miydin?” diye sordum Sevtap’a.

“Bir süredir.” Sarı saçlarını sabırsızca önünden çekti, benim de siyah tutamlarım uçuşuyordu ama kolumu kaldırıp düzeltmedim, bu süreçte Sevtap uzun uzun suratıma baktı. Aleni bir tepki vermediği için ne düşündüğünü pek anlayamadım. “En sonunda arabanı burada görünce beklemek istedim, biraz daha çıkmasaydın geliyordum içeri.”

Açıklamasından sonra “Anladım,” diyerek başımı aşağı yukarı salladım, sorusuna cevap vermemek için kaçtığım esnada Sevtap aynı şeyi bir daha dile getirdi. “Evet, ne işin vardı burada?”

Parmaklarımı kaşımın üstünde dolaştırdım, orayı hafifçe kaşırken düşünüyordum: Burada kimin olduğunu biliyor mu yoksa maksadı başka mı? “Niye özellikle burada diye bastırarak sordun, olmamam mı lazım burada?”

Bir yerden açık vermeliydi, ben alenen soramadan Sevtap bana gerçekleri çabucak söylemeliydi. Boynunu ovalarken sıkıntıya düşecek sandım ama aksine, kaşları çatıldığında istediğim cevabı alamayacağımı anladım, hatta eskisi gibi azarlayacaktı beni. “Ya burada ya başka yerde, sence senin evinde olman gerekirken dışarıda olmandan daha önemli bir şey var mı Yakut? Derdin ne, açığa çıkıp kurşunlanmak mı istiyorsun gerçekten? Bir de farkında değilmiş gibi saçma sapan sorular soruyorsun.”

Ucu bucağı belirsiz bir suskunluk yemini; Uygar’ın son sözleri, sakla bizi. “Beni kimse öldüremez.” Kısık sesimle, alışkanlık gereği sarf ettiğim sözlerimi Sevtap ciddiye almadı; düzgün ve kısa dişlerini göstererek bir süre güldü ama sonra gitgide solan gülüşü, durumu uzatmayacağının habercisiydi. Tebessümü yavaşlayıp sonra erince başıyla arabayı işaret etti. “Bin arabaya.”

“Ne için?”

Yanımdan geçip kapıyı açtı, belli ki bir söz hakkı tanımayacaktı. Beklentiyle suratına baktım, Sevtap eskiden olsa Uygar hakkında çok şey söyler ve fikirlerini belirtirdi, sonuçta onlar iyi arkadaşlardı ama şimdi dilinden Uygar’a dair hiçbir şey dökülmeyince ya gerçekten bilmediğini ya da bir plan yürüttüğünü düşündüm. “Yakut, arabaya biner misin?”

“Buraya başka arabayla gelmiştim.”

“Şimdi ayrı gidemeyiz, söylerim alırlar onu da.”

Dakikalar sonra ilk kez bir güç kırıntısı vücuduma yerleşti, yavaşça yutkundum, benim sormaya cesaretim yoktu ya bari o bir adım atsaydı benim için. “Sevtap…”

Mavi gözlerini kısıp eliyle omzuma vurdu. “Durum kritik Yakut, seni germemeye çalışıyorum ama lütfen şu koltuğa artık otur da vakit kaybetmeyelim.” Aşağı kayan eli bu sefer kolumu tuttu ve nazikçe içeri oturmamı sağladı, ona karşı çıkmadığım için bedenim arabaya sere serpe yerleşti. Ellerimi usulca bacaklarıma koydum, hangi pozisyonda oturacağımı bile unutmuştum; avuçlarımdan kayıp giden, belki de uzaklaşmak yerine külliyen bitmiş bir duyguyu seyreder gibi halsiz ve umutsuzdum.

İçimden bir ses en azından yüzünü görebilseydim, dedi.

O kadar yakınıma geldi, en azından bir kere tenime değseydi ama eskisi gibi.

Gözlerimi hayal kırıklığıyla kapattım; henüz kulübeden çıkarken beni sözleriyle kışkırtan hainin tuzağına düşmüş gibiydim. Sorarlarsa adımı verme demişti, değil mi? Taşıyamayacağın bir yükün altında bırakma kendini, zaten eskiden beni sevmenin… Zorlukla da olsa dile getirdiği bir devamı vardı o cümlenin, gözlerim dehşetle kapandı, dudaklarım aralık olsa bile nefes almak fazlasıyla zordu; benimle sevişmenin lekesini bile silemedin kendinden.

Tüylerim geç kalmış bir ürpertiyle dikleşti, hatıralar yanlış zamanda yüzünü gösteriyordu. Kirpiklerimi son gücümle sıkıp çabucak gözlerimi açtım ve karanlık olduğu için farların sonunu göstermeye yetmediği yolu seyrettim. “Anlat,” derken arabada yayılan mırıltımdan dolayı umarım Sevtap hipnoz olduğumu düşünmezdi. “Dinliyorum, neden arıyordun beni?”

Başını iki yana sallayıp keyifsizce güldü Sevtap. “Seni sadece ben aramıyorum biliyorsun, bu aralar başın belada.”

“Öyle.”

“Geceyi de kötü geçirmişsin, geçmiş olsun, bir şeyin yok değil mi?”

Sesi fazla ilgili değildi, bir görevi yerine getirir gibi ezbere davranmasına pek şaşırmadım. “İyiyim,” dedim hala tonu yükselmeyen bir mırıltıyla, sonrasında üstümdeki donukluğu atmak için alnımı sıvazladım ama gece beni kurtarmak için odama gelen maskelinin Uygar olduğunu bir daha hatırlayınca istemsizce huzursuzlanmıştım. Hayatımın her köşesinden sızıp da beni muhtelif duygularla bu kadar kolayca yüz yüze getirmesi zamanında ona âşık olmanın en büyük hatam olduğunu düşündürtüyordu bana.

Tüm zayıflıklarımızı tek bir ele teslim edip kenara çekilme riskini niye göze alırdık acaba? Kısa süreli doyumlar için, bir süre sonra azalacak ve en sonunda bitecek hazlar için. Peki bir bitirebilmiş miydim her şeyi? Bugün ona kıyamadıysam hayır. Ona bir kurşun sıkamayıp kendimi bir kez daha savunmasız bıraktıysam, kesinlikle bitirememiş olmalıydım; bu yüzden tam da Uygar’ın beni uyardığı gibi, hiç kimse yaşananları bilmemeliydi. O zaman hakkımda konuşulacakları tahmin bile edemiyordum, ne kadar yalancı ve gurursuz bir kadın olduğumdan bahsederlerdi, buna dayanamazdım.

Çok sonra Sevtap’ın kolumu dürttüğünü fark ettim. “Sana sesleniyorum, duyuyor musun?”

Elimi alnımdan çekip kambur sırtımı tamamen koltuğa yasladım. “Araba gürültüsünden duymamışım.”

Sevtap anlayışlı olmak için fazladan çaba gösteriyordu, bu yüzden sakin bir tonda “Anladım,” dedi. “Gece başına kötü bir şey gelmemesine sevindim ama göz ardı edemeyeceğimiz bir konu var.” Sıkıntıyla nefeslendi sözleri arasında. “Evin çevresinde hiç koruma yok diye duydum Yakut, hatta bugün seni bulmak için gittiğimde özellikle baktım ama kendim de göremedim. Herhangi bir zaman adamları geri mi çektirdin yoksa?”

“Hayır, ben kimseyi geri çektirmedim.”

“Peki o zaman niye etraf o kadar sakindi? Ailenin evine daha korunaklı olsun diye döndüğünü sanıyordum ben.”

“Gelen katil işini garantiye almak için, herhalde…” Kelimelerim dalgınlığımdan dolayı yarım kaldı; saçlarımı en tepeden kavrayıp geri ittirdim, şimdi aklımda Uygar’ın hatıraları dönüp dururken kendi ölümümle ilgili hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Birden dudaklarımda, boynumda ve hatta tüm bedenimde sıcak, huzursuz ve çok tanıdık bir sızı hissedince yüzüm boğuluyormuş gibi kasıldı. Dudaklarımı aralayıp parmaklarımla burnumun ucunu tuttum, rahatlayabilmek için gözlerimi de kapattım ama Sevtap’ın ilgisini çekmekten başka hiçbir işe yaramadı bu. “Sen iyi misin ya?” dedi süregelen merakıyla. “Cidden, durdurayım mı arabayı? Hava almak ister misin?”

İçimden bir ses araba durursa ona geri dönersin diye korkunç bir gerçeği hatırlatınca kendi kendime yakışıksız bir küfür mırıldandım. “Hayır hayır, sakın durma,” dedim aceleci bir tonda. “Devam et lütfen.”

Bir süre başını sıklıkla bana çevirerek halimi kontrol etti, araba hala aynı hızında ilerliyordu. Kısa bir zaman geçince sıkıntı çıkmayacağına kanaat getirmiş olmalı ki “Tamam,” dedi Sevtap. “Yani anlamıyorum, niye geldin ki sen ailenin eve?”

Ellerimi suratıma kapatıp sertçe ovaladıktan sonra derin bir nefes çektim. “Belçin oranın daha güvenlikli olduğunu düşündüğü için yolladı, ben de itiraz etmedim geldim.”

Kısa süreli duraksayışımda Sevtap başka bir soru sordu. “Ailen nasıl karşıladı peki? En son aranız iyi değildi ya umarım seni riske atacak bir şeye sebep olmamışlardır.”

“Hayır,” dedim mırın kırın, küçük ve acınası bir duruma düşmemek için hızlı bir yalan uydurdum. Aslında evde bana hayatı zehredeceğini düşündüğüm babaannemle anlaşabildiğimi ve geri kalan herkesle bir sorunum olduğunu ona söylemedim. “İyi karşıladılar, uzun zamandır görmemiştik zaten birbirimizi.”

“Anlıyorum, peki her şey iyiyse gece vakti neden olmaman gereken bir yerdesin?”

Ağır basan şey utançtı; başımı arkaya yatırıp sadece bir hafta içinde peş peşe sıralanan tüm hatalarımı düşündüm, Uygar tutuklanıp gittikten sonraki süreçte Belçin beni babaannemin evine yollayana kadar tüm acıma rağmen iyi idare etmiştim, iki yılda elde ettiğim başarılar beni bir noktaya taşımıştı ve hayatımda hatalara yer yoktu. Üstelik hayatımdaki en büyük lekeyi de kendim temizlemiştim; bir hain olan Uygar’ı, canımdan çok sevdiğim kocamı adalete kendi ellerimle teslim etmiştim.

Ama son birkaç günlük süreçte yaptıklarım geçmişteki her bir zaferimi silip atmaya yetecek kadar tehlikeliydi; önce bir yabancının teklifini kabul edip Uygar’ı öldürmeyi göze almıştım, ki Belçin gelen teklifin Uygar’ın planı olabileceğini iddia etse de fazla riskli bir hareketti, bunu yalnızca Uygar’la tekrar karşılaşabilmek için kabul etmem de daha sonrasında ortaya süreceğim savunmayı zedeliyordu. Tüm her şeyin benim nazarımda geçerli bir sebebi vardı ama istihbarat böyle hataları kabul etmezdi, ortaya saçılsa bunlar… Biterdim, tıpkı Uygar’ın bittiği gibi.

Kendimi açıklayabilmek için “Odama gelen kiralık katille ilgili bir iz buldum,” dedim mırın kırın. “Onun için gelmiştim.”

Sevtap ısıtıcıyı biraz daha artırdı, klimadan üstüme vuran sıcak hava ansızın çarpınca elimi koluma bastırdım. “Bu senin işin değil,” derken haklı olduğunu ikimiz de biliyorduk. “Sen kalman gereken yerde kalıp istihbarattan haber beklemeliydin Yakut, farkındaysan etrafta seni öldürmek için an kollayanlar var.”

Uygar’ın kulübedeyken bana dinlettiği ses kaydı, bu işin arkasında tanımadığım bir adamın olduğunu gösteriyordu, yani yaşananların içine beni de koyduğu bir kara liste yapan Mürsel’le alakası yoktu. Sevtap’ın bunu bilip bilmediğinden emin değildim, bu yüzden “Elimden geleni yapmak istedim ben de,” diye kendimi savunmaya çalıştım.

“Muhbirliğini kim yapıyor peki? Orada kimle görüştün sen?”

Yeni bir yalan söylemenin hazırlığını yapıp sıkıntıyla iç çektim, sanki utanır gibi tavır alırken kısık bir sesle “Kimseyle…” demiştim, Sevtap bir tuzağa düştüğüm için utandığımı düşünmeliydi. “İçeride kimse yoktu.”

“Sen eskiden böyle sersem değildin aslında, güvenmediğin işe bulaşmazdın, hatta nefes almak için bile Belçin’den emir beklerdin.” Başımı yan tarafa çevirdim, Sevtap yolda olan bakışlarını sık sık bana doğrultuyordu. “Onun buraya geldiğinden haberi olduğunu sanmıyorum, bence yok, çünkü böyle bir şeye kesinlikle izin vermezdi.” Sessiz kaldığım için durumu anlayıp dudağının kenarını kıvırdı alayla. “Anladım, demek ki yeni bir yalancı daha doğuyor aramızda, hayırlı olsun.”

“Ben yalancı değilim,” diyerek bir daha savunmaya geçtim, sonra yükselen bedenim sakinlikle alçaldı. “…ama yine de aramızda kalsın bu.”

“Kalsın bakalım.” Sözlerinden sonra başını tehdit edercesine iki yana salladı ve başka hiçbir şey söylemedi. Arada bir halini kontrol ederek bakışlarından anlam çıkarmaya çalışsam da sonra vazgeçtim, zaten içimi bunaltan bir ağırlık taşıyordum üstümde; yarına dair bir endişe, geleceğe dair korku, geçmişim için hüzün, ruhumun en ağır yarası ise bir gurur kırıklığı… ben nasıl yaptım bunu kendime?

-

Uygar Özkurt

Eğer insan yanında olmasını istediği kişiyi karşısında bulursa, sanki bütün dünyayla çarpışıyor gibi hissedermiş. Zamanın üstünden sular aktıkça, artık Yakut da Uygar için yanında değil, karşısında olmasını istediği biri haline gelmişti. Bu sayede göz göze geldikleri her an kalbini delik deşik eden koyu bakışlarına kanmayacak, onun uğruna her şeyi göze almayacak, onu bir daha sevmeyecekti. Fakat dengesini şaşırmış kader, bu sefer de karşısında olması gereken kişiyi sanki kucağına itelercesine yanına getirmişti. Uygar artık bundan sonrası için korkuyordu; yan yana olmak ya bizi dünyayla karşı karşıya getirirse?

Sevgi dolu bir ailede büyümüş, normal bir çocukluk geçirmişti; geçmişe dair hatırlayabildiği en nahoş şey, günlerini sürekli bir kavgayla sonlandıran abisiydi. Anlaşması zor bir insan olduğu için abi-kardeş ilişkilerini yüksek yaşarlar, sonrasında gömüldükleri sessizlik onları birbirinden uzak tutardı ama onu kaybettiğinde Uygar hayatın kendisine verdiği dersle yüzleşmeyi de reddetmedi; eğer seviyorsan söyle, içinde sakladığın duygular bir gün çürüdüğünde senden başka kimse o acı tatla yaşamak zorunda kalmayacak, bu yüzden tutmak istediğin o ele uzan ve parmaklarını sıkı sıkıya geçir, vazgeçmediğin her zafer gün sonunda seninle olmasa bile aslında senindir.

Az önce kapıdan çıkan Yakut’un ürkek bedeninden sonra geride kalan yalnızlığıyla yüzündeki maskeyi sıyırıp attı Uygar. Elinin tersini sertçe dudaklarına çarparak örttüğünde hırıltılı nefesleri az biraz kısılmıştı fakat ıssız kulübede hala duyulur haldeydi, buna rağmen minik kedilerin ayaklarına dolandığını fark etti. Kulağına ilişen ince mırıltılardan dolayı dişlerini sıkıca birbirine bastırdı; dizginlemeye çalıştığı öfkesinin bu yavru kedilere en ufak bir etkisinin olmasını istemiyordu, yine de yavaşça yere eğilip boynu bükük halde kendisine bakan kara kediyi ensesinden nazikçe yakaladı, gördükçe Yakut’u hatırlatan bu kediye bakmanın içini kemiren bir ağırlığı vardı. “Neden?” dedi kısık bir sesle. “Neden herkes bana güveniyor da senin gözlerin öyle kırgın, uzak…”

Bedenini yorgunca yere bıraktı. Yavru kedi Hata “Miaavv,” diye inceden mırıldanarak kucağına tırmandığında Uygar’ın da boğazı tarifsiz bir hisle tırmalandı. “En çok ihtiyacım olan sendin; bir tek sen Yakut, ama bir tek sen bana güvenini vermedin.” Bu yüzden tüm dünya karşımdaymış gibi hissediyorum, sen yüreğini ortaya koyup da yanıma geçemediğin için. Peki ya ben de aynısını yaparsam diye hiç mi korkmuyorsun, benimle ilgili bir şey hiç mi ürpertmiyor seni? Niye düşünebildiğin tek şey, beni dünya üzerinden silmekle alakalı daha senden izlerimi bile silmemişken? Belki de sen dokunuşlarımı hatırlamıyorsun, belki de dokunduğumu hatırlayan sadece benim. Belki de seni eskisi gibi özgürce, hiçbir mâni olmadan ve yarın başımıza gelecekleri düşünmeden öpmeyi… seni bir tek ben özledim.

İki yıl önce bileklerine geçirilen kelepçeler, günlerce karartılmış bir odanın içine sıkışıp kalan yalnızlığı, maruz kaldığı haksız işkenceler, bir gün önüne uzatılan boşanma kâğıdı; bunları katlanılmaz hale getiren şey Uygar için, hepsinin Yakut’tan kalan tatsız armağanlar olmasıydı. Aslında ona dair hatırlanacak çok şey vardı: Son kez görebildiği o hayal kırıklığı dolu suratı, bir yabancı… Ama en çok da yıllar sonra bu kadar yakın durabilmeyi başarmışken aklına sızan, dudaklarının birbirine değdiği ilk günden kalma o sızı. Hata’yı avuçlarından nazikçe yere bırakıp “Sikeyim,” diye mırıldandı, hızlıca ayaklanırken aynı zamanda kumral saçlarını da sıkıca kavradı, yine tutunmak istemediği bir anı hatırlamıştı. “Düşünmem bile yanlış.”

Yakut gözlerinde saf bir nefret taşıyordu; dilinde masumiyetine dair hiçbir sorgu yoktu ve galiba, bunu aklından da hiç geçirmiyordu. Vatanına ihanet edebileceğinin ihtimalini onun bu kadar sıkı tutması, en çok da bu mesleği şehit verdiği abisinden sonra tüm yüreğiyle üstlenmesine rağmen böyle davranması Uygar’ı geri dönüşü mümkün olmayan bir hırsa sürüklüyordu. İlk tanıştıklarında Yakut’un mağrur bakan o kara gözleri, gün geçtikçe kendi kollarında sükûn bulsa da kirpiklerinin ardında hala güvenmekten kaçınan, korkak bir kadın vardı demek ki.

Uygar neyden kaçtığını bilmeden, sanki bir düşmandan korunur gibi masasının arkasına geçti. Yakut’un ürkerek yaslandığı duvara bakıp nefeslenirken paketten bir sigara çıkarmış, onu usulca dudaklarına yerleştirmişti. Çok iyi geldiği için değil, sadece bir alışkanlıktan ötürü soluyordu bu zehirli dumanı; tıpkı Yakut’u da artık çıldırır gibi sevdiğinden değil, sadece böyle yaşamaya alışkın olduğundan dolayı onu sürekli düşünmesi gibi.

Masasının ardında, sigarasını küllüğe bastırdığı esnada kulübenin kapısı hızlıca aralandı; diğer tarafta kalan yavru kedi Safir ürkerek geriye kaçtığında içeri giren Reha sert tabanlı ayakkabısının çıkardığı gürültüyü umursamadan yürümeye devam etti. “Niye kapattın ışıkları?” diye altında uyarı yatan bir doğrultuda yöneltti kelimelerini. “Ne yaptınız içeride?”

Uygar dilini kuru dudaklarında gezdirip “Hiçbir şey,” dedi hemen, bu saatten sonra sorulacak bir soru değildi bu, Yakut’la sonuçsuz çatışmalara bulaşmaktan başka yapılacak hiçbir şeyleri kalmamıştı çünkü. “Bir şey yapmadık.”

“Siktirme şimdi belanı, oğlum bak düzgünce soruyorum niye kapattın ışıkları?” İkisi kulübede yalnızken Reha da yaşanabilecek aksi bir duruma karşın tetikteydi ancak birden ışıkların bizzat Uygar tarafından söndürüleceğini düşünmemişti. Üstelik Yakut ellerindeki silahı Uygar’a doğrultmuşken bunun yaşanmasının bir izahı olmalıydı. “Cevap ver bana.”

Yarım kalan sigarayı küllüğe fırlatıp doğruldu Uygar. “Bir şey olmadı dedim.”

“Uygar namlunun ucundaydın!”

“Vurmazdı, endişe etme.” Ellerini ensesine doğru kaydırdıktan sonra sandalyesine çöktü, Reha da masaya kurulurken gözleri hala kontrol edercesine Uygar’da dolaşıyordu. “Vurmazdı tabi,” derken kullandığı kinayeyi kenara bırakıp sözlerini sertleştirdi. “Sen kafayı mı yedin Uygar, gidip namlunun dibine giriyorsun? Bak aklına estiği gibi yapılmaz böyle, Yakut diğer hiç kimseye benzemez zaten sen de artık onu eskisi gibi tanımıyorsun.” Uygar yeşil gözlerini ağırca yukarı kaldırdı, kirpiklerinin gölge düşürdüğü bakışlarında büyüyen keskinlik Reha’ya hiçbir şekilde geri adım attırmamıştı. “Oğlum yalan mı konuşuyorum? Herkese karşı savaşırsın, gücün yeter ama Yakut’la olmaz, huyu suyu değişmiş görmüyor musun? Tek bakışta anlaşılıyor, belli ki sadece sende değil gerçekten ikinizde de eskiden eser kalmamış, hem…” Sözleri arasında biraz duraksadı. “Bi’ yaşanmışlık var Uygar, onca şeyin üstüne savaşamazsınız.”

“Onun için zaten uğraş göstereceği birisi değilim.” Yutkundu. “Bir kere bile sormadı, bu adam yüzü yetiyor gibi karşıma çıktı ya acaba gerçekten masum olabilir mi demedi, aklına sadece benim şerefsizin teki olduğumu koymuş başka hiçbir şey düşünmüyor.” Eğer gerçeklerden haberdar olup onu ölümün kıyısından kurtarmasaydım yüzünü bir daha göremeyecektim ama Yakut bu ihtimali düşünmedi; bir daha nefret ya da intikam bile karşılaştırmazsa bizi, bir daha hiç göremezsek birbirimizi, işte o zaman ne yapacağımızı hiç düşünmedi. “Onun için adam bile değilim… Bu saatten sonra savaşsam kazanır mıyım sanıyorsun?”

Daha önceleri, hayatını vatanı uğruna adadığı için gururunu bir kenara bırakıp ömürleri boyunca ‘hain’ olarak anılmak zorunda kalan hikayelerini istihbaratta dinlemişlerdi; fakat o yaşananlar çoğunlukla göze alınmış olunca, Uygar hiç haberi olmadan yakasına yapışan ihanet suçlamasına karşın sadece umutsuzca boyun eğmişti. Vatanı için bir hain olarak anılmaktan gocunmuyordu, canını yakan şey Yakut’un buna gerçekten olur gözüyle bakmasıydı.

“O zaman bir daha ışıkları kapatma,” derken kollarını önünde bağlayıp başını öne eğdi Reha. “Sen bizim her zaman görmek isteyeceğimiz birisin.”

Uygar keyifsizce dudaklarını kıvırdı. “Görmek isteyen aradığını karanlıkta da bulmaz mı?”

Bu sorudan sonra başını iki yana sallamak zorunda kaldığında Reha’nın amacı Uygar’ı umutsuzluğa sürüklemek değildi; sadece gerçekleri hatırlamasını istiyordu, dişlerini birbirine sürtüp kısa bir vakit geçtikten sonra “Hayır,” dedi mırıltıyla. “Bulmaz, bazen insan kendini bile bulamaz Uygar.” Ellerini birbirine sürttüğü esnada teninin birbirine değişini seyretti Reha, aralarında büyüyen sessizliği iç çekerek bozarken “Bırak, böylesi daha iyi,” diye devam etti yarım kalan sözlerine. “Gerçekleri bilmesin, sonuçta görevin devam ediyor; aslında kim olduğunu bilmemesi de daha iyi olurdu ama yapacak bir şey yok.”

Uygar sandalyede biraz aşağı kaydı, dirseğini masaya yaslamıştı ve parmağını düşünceler içinde dudağına sürtüyordu. “Ben onu korudum bitti, söyleyeceğimi de söyledim, bu saatten sonra bir adım daha gelmez buraya.” Üstüne bulaştıracağım lekeden korkar, kaçar.

“Çok az kaldı, peşindeki adamı bulduğumuzda Yakut da masumiyetini öğrenecek zaten.”

“Geç kalmış olacak,” diye kısık sesiyle mırıldandıktan sonra aklından bambaşka bir soru geçti Uygar’ın. Acaba her şeye pişman olacak mı? Olmasın; eğer pişman olursa onu teselli edemem, her şeye rağmen yüreği ilk günkü gibi ferah kalsın. Hemen sonra saçlarının ön kısmını dağıtıp konuyu değiştirmeye çalıştı. “Peşindeki adam demişken, telefon konuşmasında ses analiz için uygun gelmedi Reha.”

“Belliydi.” Reha oturduğu masadan doğruldu, elini cebine atıp oradan bir bellek çıkarttıktan sonra onu yavaşça masaya bıraktı. “Ben de bu süreçte sesini siktiğim şerefsizin görüntülerini buldum,” derken öfkesi yorgunluğundan dolayıydı. “Yakut’u öldürmek için gelen katille bir kere görüşmüşler, izlesene.”

Ekrandan açtıkları görüntülere uzun bir süre tekrara alarak baktı, her bir anı kaçırmadan izlerken fark edebildiği tek şey zaten görüntülerde açıkça belli olan tekerli sandalyeydi; yüzü görünmüyordu ama ekranda bile parlayan saçları vardı, rüzgârda uçuştukça sanki bir keçe gibi havaya dikiliyordu tutamlar. “Boyunluk takıyor,” dedi düşünceli bir mırıldanmayla. “Kafasını bile dik tutamıyor, yürümek için tekerli sandalyeye ihtiyacı var, bu adam benim ka-…” Hızlıca sustu. “Bu adam ne istiyor Yakut’tan?”

“Her şey gibi orası da muamma.” Reha’nın gözleri tekrarlayan görüntülerde takılı kaldı, kameraya takılmayan suratı için defalarca küfür savururken adamı hatırlamaya çalıştı ama onu geçmişin herhangi bir noktasına yerleştiremiyordu.

Uygar ellerini birleştirip yüzüne yasladıktan sonra biraz daha eğildi ekrana. “Mürsel olsaydı oğlunun intikamını almak istiyor derdim ama sikeyim işte, o değil de bu piçmiş Yakut’u öldürmek isteyen kişi,” diye öfkeyle mırıldandığı esnada neredeyse felçli bu adamın kim olabileceğini uzun uzun düşündü fakat kamera görüntülerinde yakaladığı tek bir ayrıntı, saatler süren düşünme sürecinde yine kuvvetli bir şüpheyle yer edindi. “Buldum.”

“Buldun mu, lan nasıl buldun?”

Hızlıca ayağa kalktı, ellerini yanaklarına sardığında kısa bir süre önce tıraş ettiği sakallarının uçları ellerine batmıştı, aceleyle kulübenin içinde dolaşırken “Hatırlıyorum,” dedi tehlikeli bir tonda. Gözlerini yavaş yavaş kırparken her şeyde bir payı olabileceğini fark ettiği için kaşları daha da çatılmıştı.

-

Araba uzun bir yolculuğun ardından bilmediğim bir arazide durdu, yaslandığım yerden yorgunca doğrulup etrafıma bakındım; ıssız bir yerdeydik, karşımda sadece geniş yapılı iki kat uzunluğunda krem rengi bir bina vardı. Dış cephesindeki sade ve ciddi görünüm kendimi toparlamam fikrini aşılayınca gözaltlarımı sıvazlayıp saçlarımı düzelttim. Hemen yanımdaki Sevtap da el frenini çekti ve sırtını tamamen arkaya yasladı.

“Niye geldik buraya?” dedim sakin bir merak içinde.

Sessizce bekledi, onu görebilmek için başımı yan tarafa çevirdim o da konuşmak üzere dudaklarını araladı. “Oradan oraya savrulmanın yoruculuğunu henüz yaşamadın,” dedi bundan sonra tam olarak gerçekten savrulacağımı belli ederek. “Bu zamana dek dönebileceğin bir evin vardı bu yüzden yabancısın bu tür şeylere.” Dudakları keyifsizce iki yana kıvrıldı, haklıydı; aldığım görevler beni Sevtap kadar yolcuya çevirmemişti, ne olursa olsun gün sonunda yalnız da olsam evime dönebiliyordum. Ama onlar, evimin içinde kaybolabilecek kadar yolumu kaybettiğimi bilmiyorlardı. “Zaten dağınıklığı da pek sevmezsin,” dediğinde bakışlarım arabanın içinde yere eğildi. Gecenin içine gömülen cırcır böceklerinin sesi Sevtap susunca daha da çoğaldı kulağımda, arkamızdaki sokak lambasında hiç kesilmeyen bir cızırtı vardı. “Ama maalesef bundan sonra düzenin bozulmak zorunda Yakut.”

Çaresizce tebessüm ettim ve başımı yana yatırıp düğümlenen boğazımın geçmesini bekledim. Söyleyeceğim birkaç şey vardı ama sonra, boğazımdaki yumrunun bir türlü geçmediği o süreçte ne söylesem nafile olacakmış gibi hissettiğim için vazgeçtim.

Benim yerine yine Sevtap konuştu, uzun ve yorucu bir açıklama yapacak olduğu için ilk önce derince nefeslenmişti. “Uzun bir süredir sebebi bilinmez şekilde ateş hattındasın; Şehlevent İzgi’nin tutuklanmasının ardından isminin basına sızdırılması, Şehlevent’in ölmesiyle Mürsel’in seni intikam planlarına dahil etmesi, evine düzenlenen baskın; bunlar artık meseleyi daha kapsamlı ele almayı gerektiriyor.”

“Biliyorum… Aslında düzenimin bozulmasından da korkmuyorum.” Kollarımı kendime sardım, arabanın içi sıcaktı fakat yolda ürperen tüylerim sık aralıklarla huzursuzluğumu tazelediği için bir türlü tam anlamda ısınmış gibi hissetmedim kendimi. “Sadece, beni korumak için daha ne kadar çaba sarf edebiliriz ki? Zaten durumla Belçin ilgileniyordu.”

Ritmik bir şekilde direksiyona vurdu, sonra vurduğu yeri sıkıca tuttu Sevtap, bakışları karşıdaki binadaydı. Orayı izlerken aklından neler geçtiğini çok merak ediyordum çünkü bana düşündüklerinin tamamını söylemediğine emindim. “Hiçbir şey için defa edilemeyeceğinden dolayı başka birisi senin durumunu bizzat ele almak istedi.”

“Kim?”

Sorumu cevaplamak yerine “Burası,” dedi yine açıklayıcı bir tonda. “…istihbaratın bizim için tahsis ettiği bir konaklama yeri, aynı zamanda ekiple beraber operasyonları burada yürütüyoruz; aslında kısa bir süredir aktifiz ama başarılı işler çıkarttık, sen de zamanla göreceksin çünkü teşkilatta haberinin olduklarından daha farklı planlar da yürütülüyor burada.” Karanlık araziyi seyretmekten vazgeçip bana döndü. “Neden ayrı olduğumuzu, neden bizden ve yaptıklarımızdan haberinin olmadığını merak ediyorsundur.”

“Ediyorum.”

“Çünkü henüz tanımadığın birisiyle çalışıyoruz.” Ellerini direksiyondan çekti, kapının kulpunu tuttuğunda dışarı çıkacağımızı anladım ve kendimi hem arabadan inmeye hem de duyacaklarıma hazırladım. Sevtap çok vakit kaybetmeden “Senin de durumunu bizzat üstlenmek isteyen kişi, yani istihbarat başkanıyla,” dediğinde ise duraksamıştım, bu hayretimin daha da belli olmasını sağladı.

Yaklaşık üç sene önce istihbarat başkanı değişince, yerine yeni gelen kişinin kimliği açıklanmamış ve göreve bir vekil getirilmişti. Güvenlik önlemlerinden dolayı verilen bu karar elbette teşkilatta büyük bir meraka sebep oldu, tıpkı benim şimdi yaşadığım merak gibi. “Vekilinden değil, kendisinden bahsediyorsun değil mi?” dedim tamamen emin olmak isteyerek.

“Evet, sen de artık Belçin Öncel’e değil ona bağlı olacaksın.” Kapıyı açıp indi, ben de peşi sıra Sevtap’ı takip ettim. Adımlarım hız kazandığında üstüme yüklenen bu yükten dolayı gururlu mu hissetmeliyim yoksa korkmalı mıyım henüz bilmiyordum. Tam giriş kısmına geldiğimizde yürümeyi bıraktık, birden bastıran rüzgarla kabanım üstümden sıyrılacak gibi olmuştu ve kıyafetimin dalgalanan kısmı değişik bir ses çıkardı, onu kavrayıp sese engel olduktan sonra beni bekleyen Sevtap’a döndüm. “Peki başkan şu an içeride mi?”

“Az sonra burada olacak.”

Binaya giriş, uzun güvenlik önlemleri gerektirdiği için bir süre Sevtap’ın şifreleri ve parmak izi okutucularıyla vakit geçirdikten sonra içeri girdik. Boylu boyunca uzanan koridoru yürürken aceleyle üstümü düzeltmeye çalıştım, aynı zamanda ilgiyle etrafı inceliyordum. Sevtap’ın, burasının bir konaklama yeri olduğunu söyledikten sonra karşıma çıkan bir kapının, onların daireleri olduğunu düşünmek pek de mantıksız gelmedi ama her birinde kimlerin kaldığını tahmin etmek o kadar mümkün değildi.

Dakikalar sonra, üst katta olan bir odaya girdik; içeride dikdörtgen bir masa, çevresinde altı sandalye ve bir de yeni silindiği belli olan siyah lekeli bir yazı tahtası vardı. Duvardaki panolara aralarında oklar bulunan bir ağ çizelgesi kurulmuştu, kollarımı önümde bağlayıp adım adım içeride dolaşıp oralara göz atarken kalbim tecrübesiz birisi gibi hızla attığı için boynumu gerginliği iki yana yatırıp kütlettim. Gözlerim kapandı, buraya gelmeden öncesini düşündüm, sonra gözlerimi açıp kendimi ana odaklamaya çalıştım. Bu esnada Sevtap’ın da düşünceli bakışları üstümdeydi. “Ters bir durum mu var?”

Kendime sardığım kollarımı biraz daha sıktım, başka birisi sarılıyormuş gibi hissetmek güzeldi. “Niye sordun?”

“Bilmem, tedirgin gördüm seni.”

“Başkanla ilk kez tanışacağım sonuçta.”

Sevtap alnını kaşıyarak güldü bu duruma, kalçasını masaya yaslayıp ellerini iki yana koydu ve ben sadece; onun bana kızmayışını, her şey normalmiş gibi davranmasını seyrettim. Eğer Uygar’dan haberi olsaydı muhakkak ki şu an başka durumda olurduk… Bana eskiye nazaran daha sakin davranıyordu çünkü haklıydım, her ne yaptıysam haklıydım.

Niye haklıyım?

Ellerimi göz pınarlarıma bastırıp kendimi durdurmaya çalıştım, çarem olsa bu karşılaşmayı erteleyip kaçar giderdim yalnız kalabileceğim bir yere… Bağıra çağıra ağlardım, her ne tepki verirsem vereyim içimdeki kara bulutların dağılmasına hiçbir şey yetmiyordu. Burnumda tüten kokusunu, özlemekten bitap düştüğüm ama onun bana göstermekten imtina ettiği yüzünü görmek, onunla birbirimizi yaralayarak tekrar ve tekrar yan yana kalmak istiyordum; bunun beni mahvedeceğini biliyorum ya, mahvolmak istiyorum.

Ama gerçekler fazla hızlı çarptı yüzüme, Sevtap aynı soruyu bir daha dile getirdi. “Yakut sen gerçekten iyi misin?”

Başımı aceleyle iki yana salladım, burnumu çektiğimde de sesim boş odada yankı yapmıştı. “İyiyim, yok bir şeyim.”

“Peki sürekli sordurtacak mısın bu soruyu bana?”

Cevap vermedim; dışarıya yansıttığım halim konusunda tereddüde düşmekte haklıydı, bense başkan gelmeden önce son kez düşünerek, kendimi düşürerek rahatlama peşindeydim.

Çok geçmeden kapının açılma sesi duyuldu, kollarımı iki yana indirerek ardıma döndüm. Az önce ovaladığım için yanan gözlerim merak içinde kapıda gezindi ama ilk önce kapıyı açıp kenara çekilen sarışın bir adamla karşılaştım. Kısa sarı saçları ve aynı renk sakallarıyla sönük bir görünüme sahip olsa da epey uzun olan boyu ve keskin bakışları kesinlikle tam tersini söylüyordu.

Sarışın adamın “Buyurun başkanım,” demesinin ardından içimi daha da meraka bulayan istihbarat başkanı yürüyüşünden bile belli olan otoritesiyle içeri adımladı. Parlak ayakkabılarında dolaşan bakışlarımı, sonunda tanışma fırsatı yakaladığım başkana kaldırdım ve pek de beklemediğim birisiyle karşılaştım.

Revan İdemen; en son istihbarat akademisinde bir derste gördükten sonra tekrar karşılaşmadığım, ismi her ne kadar hatıralarımda yer edinse bile meslek hayatına sonrasında nasıl devam ettiğini bilmediğim birisiydi. Neler yaptığını, akademide bizlere son kez ders verdikten sonra nereye gittiğini merak etmiştim ama yıllar sonra onunla başkan olarak karşılaşmayı beklememiştim. Bugün geçmişim her bir parçasıyla kendini hatırlatmak konusunda ant içmişti sanki. “Hocam?” dedim eski bir alışkanlıktan ötürü. Söylediğim şey belki yanlıştı, bu şekilde seslenmem doğru olmayabilirdi ama o gerçekten de benim için, ilk günkü dağınık imajımı toparlamaya çalışan akademi hocamdı.

Gücü konusunda yanıltacak tek bir eksiği yoktu, dimdik adımlarla masaya ilerlerken yan tarafta bekleyen Sevtap’la bana kısaca baktı ama bu bile ne demek istediğini anlamamıza yetti. Usulca yanına yaklaşırken Revan hocanın suratında seyrek bir yumuşama fark ettim, hatta ince dudaklarını kıvırıp tebessüm etti. “Merhaba çocuklar.”

Karşı karşıyaydık, toplu bir selamlaşma halinde “Merhaba başkanım,” derken Revan Hoca bana el uzatmayı tercih etti, onunla bu durumda tokalaşmak bile garipti. Çok kısa buluşan ellerimizin ardından “Yakut Yalınkılıç,” diye ismimi dile getirdi, biraz buruşmuş yüzündeki ifadelerini yine coşkuyla kullanıyor ama hiçbir abartı göstermiyordu. “Seni tekrar görmek ne güzel.”

“Sizi de hocam,” dedim gitgide azalan hayretimle, sonrasında “…başkanım,” diyerek kelimelerimi düzelttim.

Buna sadece gülmekle yetinmedi, sandalyesine otururken aynı zamanda “Çok mu şaşırtıcı oldu senin için?” demişti. Bizi de oturmamız için yönelttiğinde artık masanın etrafında dört kişiydik. “Biraz,” dedim açık yürekli davranarak.

“Yakışmamış mıyım yoksa makama?”

Müstehzi sözlerine gülemediğim için çabucak başımı iki yana salladım. “Yok, hayır ben-”

Revan hoca aceleme karşın benim yerime güldü. “Sorun değil, yalnızca seninle uğraşıyordum,” derken parmaklarını birbirine geçirip önünde kaldırdı. Eskiye nazaran biraz daha uzun duran, aralarına gri karışmış siyah saçları özenle arkaya doğru yatırılmıştı ve takım elbisesiyle muntazam görünüyordu. “Görüşmeyeli nasılsın?”

Ben de kucağımda duran ellerimi sıkıca bağladım. “İyiyim, teşekkürler.”

Sevtap’ın bakışları başkandayken karşımdaki sarışın adam ise henüz tanışmadığımız için merakla bana bakıyordu. Dikkatimi birkaç saniyeliğine ona kaydırdıktan sonra tekrar Revan hocayla göz temasına geçtim. “Yaşadıkların için çok üzgünüm,” dedi sert bir tonda, hemen sonra boğazını temizledi. “Hatta üzgünüz, keşke bunları yaşamak zorunda kalmasaydın.”

“Beklenmedik değildi,” dedim kabullenerek, tehlikenin içinde yaşadıkça alışır hale geliyordu insan.

Ancak Revan Hoca benim gibi düşünmüyor olmalı ki tek kaşını kaldırıp “Alışmaktan hoşlanmam,” diye uyarıyla konuştu. “Özellikle de sistematik kötülüklere karşı bağışıklık geliştirmek bana hasta hissettirir. Güçsüz değilim ki yapılanı kabulleneyim, öyle değil mi Yalınkılıç?”

Birbirine bağlı olan parmaklarımı büyük bir kuvvetle sıktım. “Tabi, haklısınız.”

“Haklıyım, evet.” Dirseklerini masadan çekip geriye yaslanınca Revan hocanın döner koltuğunda ufak bir gıcırdama oldu. “Bu yüzden seni ekipte istedim, her saniye ölümü bekler gibi sığındığın o ev beni bile bunalttı; sınırlarını biraz genişletmek iyi olur diye düşündüm, en nihayetinde sen korkak bir kadın değilsin.” Sözleri arasında bana eskiyi hatırlatır gibi, bu sefer imalı değil babacan bir tebessüm belirdi suretinde. “Peşinde kim varsa… Hepsiyle esaslı bir şekilde yüzleşmek, hesaplaşmak senin hakkın.”

En zamansız anda bir yumru geldi yine boğazıma oturdu; kendimi yıllar öncesinde, yeniden başlayarak en doğru yolu çizmeye çalışan halimde bulmak istedim. Belki o zaman beni bugün burada yapayalnız hissettirecek tüm hatalarımı siler, hayal ettiğim kişi olabilirdim. “Anlayamıyorum,” dedim usulca, Sevtap’la yolda konuştuğumuz konuya geliyorduk tekrar. “İsmim basına nasıl düştü, emniyetle ortak yürütülen bir operasyonda neden hedef alındım bilemiyorum.” Tırnaklarımı canımı acıtmayacak şekilde boğazıma bastırıp yavaş yavaş kaşıdım, gözlerim de tavana kaymıştı. Uygar eğer doğruları söylediyse, peşimdeki kişi herkesin bildiği üzere Mürsel İzgi değildi; ama Belçin’e inanmam gerekirse de, o tam aksini ifade ediyordu. “Bir yerde yanlış bir şey yapmış olmalıyım,” derken hatamı kabul etmek yük gibi oturdu omuzlarıma, utanç vericiydi… Hata yapmak, karmaşaya sebep olmak; bunların hepsi beni fazlasıyla büyük bir hicaba sürüklüyordu.

“İşte biz de bunu öğreneceğiz.” Revan hoca başını karşımdaki sarışın adama çevirdi. “Tekin, başla,” diyerek seslendiğinde ismini öğrenmiş oldum, Tekin ise düşüncelerden dolayı ürkmüş halimi seyrediyordu ancak kendisine yöneltilen talimattan sonra ayaklanması uzun sürmemişti. Sandalyesini geri ittikten sonra geç kaldığı bir şeyi yerine getirir gibi elini uzattı. “Tekin.”

Tekrarladığı ismine karşın ben de tokalaşırken ona zaten bildiği şeyi söyledim. “Yakut.”

Tekin’in dış görünüşünden çıkarımda bulunmak zor değildi; yirmili yaşlarının sonlarında olmalıydı, en başta gözlerime çok açık bir tonda görünen saçlarına ve sakallarına rağmen kemikli ve sert suratı ona olgun bir görünüm katmıştı, sesi ise beklediğimden de kalındı. Arkasındaki tahtanın yanına geçip bir kolunu üst kısmına yaslayıp oraya hafifçe yaslandı. “Başkanım sizle konuştuktan sonra araştırmayı sürdürdük, onunla ilgili yeni gelişmeler var.” Pantolonunun arka cebinden siyah bir tahta kalemi çıkardı, onu elinde çevirirken masadaki dosyayı da uzanıp aldı. Dosyadan çıkardığı birkaç fotoğrafı sallayarak gösterirken amacı bizim görmemiz değil de sadece oyalanmaktı. “Gece dört sularında hepimizin bildiği gibi Yakut Yalınkılıç’ın odasına hususi bir kiralık katil yollandı, bu katil kendi eşrafında Çakı lakabıyla bilinen ama asıl ismi Yusuf Konyalı olan otuz yedi yaşında bir adam.”

Gece sadece birkaç saniye canlı görebildiğim katilimin uzaktan çekilmiş görüntüsünü tahtaya rahatça yapıştırdı Tekin, sadece bir gün önce başıma gelenlerden dolayı dişlerimi öfkeyle sıktım, tüm bu gizemden ben de delicesine nefret etmeye başlamıştım. “Normalde eğer amacını yerine getirebilseydi, yani Yakut onu vurmasaydı şu an kamera kayıtlarının yokluğundan dolayı onun kim olduğunu bilemeyecektik, her kim bulaştıysa Yalınkılıç malikanesinde kameraları devre dışı bırakmayı ihmal etmemiş.” Tekin’in koyu bakışları bana değdi. “Ama cesetten yapılan teşhis bize katilin kimliğini rahatça verdiği için araştırmalar fazla başarısız sonlanmadı,” derken başını tehlikeyle öne eğdi, bu sayede bakışları daha ürkünç bir hal almıştı. “Yakut’u öldürmek için gece suikasta başvuran katili kiralayan kişi, kara listesini cümle aleme duyuran Mürsel İzgi değil.”

Elimi yavaşça yüzüme götürdüm, bunu bana birkaç saat önce Uygar söylediği için zaten biliyordum; ancak burada duymak gerçekleri daha sağlam hale getirmişti, bu yüzden göğsüm korkuyla sıkıştı. “Kendime bu kadar düşman edindiğimi bilmiyordum,” derken sesim fazla umutsuz çıktı, ölüm fikri o kadar uzak gelmiyordu artık.

Odadaki herkesin bakışları bana çevrildi ama konuşan sadece Revan Hoca oldu. “Düşmanlarımızın rahatça haberi olacak şekilde basına yansıman başlı başlına saçmalık Yakut, kimse seni bilmemeliydi,” dediği esnada şüpheli gözlerini kıstı. “Kimlikleriniz itinayla saklanıyor, bu yapılan kumpastan başka bir şey değil.”

Aklıma bunu yapması muhtemel birisinin ismi düştü ama dile getirmedim, hatta yutkunurken daha fazla konuşmamak için dişlerimi sıkıca birbirine bastırmıştım. Odadaki hava gitgide azalıyordu ve ben niye tüm kötülüklerin ardında Uygar’ın olduğunu düşünüyordum? Şimdi evimizin bahçesine kadar ulaşıp bana tetikçi olmayı teklif eden bir başka yabancıyı burada itiraf etsem ne olurdu? O zaman teklifi kabul ettiğimi de söylemem gerekirdi; sebebini, sonucunu, ikiyüzlü duygularımı… Sustum.

“Oraya geliyoruz,” dedikten sonra Tekin cebinden çıkardığı ama asla kullanmadığı kalemi birkaç defa tahtaya vurup fotoğrafları işaret etti. “Yusuf’un gebermeden önce nerelerde takıldığını bulmak zor olmadı, belli yerlere uğruyor yani alan epey dar.” Dizilen Mobese görüntülerini görebilmek için öne doğru eğilip gözlerimi kıstım; bir bar görüntüsü, bir kıraathane, birden fazla hayat kadını ve en sonunda eviyle bitiyordu her zaman bulunduğu mekanlar. Ancak en sona eklenen görsel diğerlerinden daha farklıydı, fotoğraftaki yer henüz satışı yapılmamış boş bir eve benziyordu. Tekin bizim için tekrar anlatmaya başladı. “Burası ise rutinin dışında bir yer, boş bir ev. Burada, hikâyenin asıl kilit ismi olan kişiyle görüştüğü çok yüksek bir ihtimal.”

İstemsizce sandalyemi geri ittirip ayaklandım, oraya yaklaştığımı gören Tekin de yaslandığı tahtadan ayrılıp biraz geri çekildi. Görüntüde tekerlekli sandalyede oturan, boyunluk takmış parlak saçlı bir adam vardı; hayatımda daha önce böyle birisini gördüğümü hatırlamıyordum. Önüme düşen tutamları kulağımın ardına sıkıştırıp eğilirken gözlerim biraz daha kısıldı.

“Tanıyor musun?” diye mırıldandı Tekin, sesi bu sefer yakından gelmişti.

Başımı reddederek iki yana salladım. “Hayır, daha önce gördüm mü bilmiyorum, daha doğrusu hatırlamıyorum.”

Bu sefer konuşan arkada oturan Sevtap oldu. “Seni öldürmek isteyen kişi muhtemelen o adam Yakut, biraz hatırlaman lazım.”

Revan hocanın “Tekin, bana çevir,” diyerek dahil olmasıyla tahtadan uzaklaştım. Tekin de tahtayı kolayca arkaya çevirdi, sandalyesinde geriye yaslanıp çenesini sıvazlayan Revan hocadan bir şey çıkacak sanmıştım ama sadece izlemekle yetindi, belki de o da benim gibi hatırlamakta zorlanmıştı. “Canını almak için böyle yüklü miktarda para ödediğine göre bir yerde illaki karşılaşmış olmalısınız Yakut, hayatınız bir noktada yüz yüze kesişmediyse bile…” Tahtadaki bakışları bana döndü, daha sözlerini tamamlamasına izin vermeden başımı çaresizce aşağı yukarı salladım. “Geçmişinde dolaylı da olsa canını yaktığın şerefsizlerden bir tanesi olabilir.”

Ama kim?

-

Toplantı odasından ayrıldık, Revan Hoca birkaç işini halletmek için binada kalacağını söylemiş ve benim de bir daireye yerleştirilmem emrini vermişti. Merdivenlerden inerken “Hepsi dolu,” dedi Sevtap düşünceli şekilde, sonra söylediğinde yanlış bir şey varmış gibi hemen sözlerini düzeltti. “Yani aslında bir tanesi kullanılmıyor ama hiç müsait değil, o yüzden seni mecbur birimiz yanımıza alacağız.”

Trabzana tutunurken onları görebilmek için ardıma döndüm, Tekin en arkadan gelirken yeri seyrediyordu ve hatta gizli gizli gülüyordu. O kadar serseri bir tavırdaydı ki onu kolayca tanıdığımı düşündüğüm ilk izlenimiyle pek de örtüşmüyordu tavırlardı. “Benim evim müsait,” dediğinde eğik başını kaldırıp bize baktı, daha fazla konuşmaması gerekirmiş gibi dudaklarını birbirine bastırdı bir de. Evet, kesinlikle daha fazla konuşmamalıydı.

Bu sözlerinden dolayı Sevtap’la ikimizin de kaşları çatıldı. Az kalsın öleceğim gecenin sabahında Fatih de beni korumak üzere yanında götürmeyi teklif etmişti ancak o bu kadar alaycı değildi, birden neden dalga konusu olduğumu anlayamadım. “Kendine aşçı arıyorsun değil mi şerefsiz,” dedikten sonra benim oradaki varlığımı yok sayarak bir küfür mırıldandı Sevtap. “Siktir git, kendi işini kendin hallet artık.”

Tekin bir basamak indikten sonra kolunu Sevtap’ın omzuna attı ve kendisine çekti, ikisi de sarışın oldukları için kardeş gibi görünseler de suretlerinde zerre benzerlik yoktu. “Ulan aç mı kalayım?” diye sorarken kolunun altındaki Sevtap’ın çenesini kavrayıp sıktı hatta.

Onların bu yakın hallerine kaşlarım daha da çatıldı. “Sevtap’tan başkasıyla kalmam zaten,” dedim kesin bir şekilde.

Dilini ağır ağır dudaklarında gezdiren Tekin, “O seninle kalmak istiyor mu peki?” diye beni rahatsız edecek bir soruyu dile getirdiğinde bakışlarım dudaklarını büzerek bakışlarını benden kaçıran Sevtap’a değdi. Hiçbir cevap vermeyişinden dolayı gerçekten benimle kalmak istemediğini anladım. “Müsait olmayan evde kalabilirim o zaman,” dedim içime kaçan bir sesle. “Düzeltirim orayı.”

“Yok, benimle kalman lazım.” Bana hala bakmadığı için inandırıcılığını yitiriyordu Sevtap, gerçi buna alınacağımı da hiç düşünmezdim ama biraz… rahatsız ediyordu işte, gerçekten benimle aynı evde bulunmak istemiyordu. “Öf Tekin sen de karıştırma ortalığı, git evlen de karın yapsın sana yemeğini!”

“Ulan bulamıyorum işte, ne olur Yakut’u versen?” Hala gevrek gevrek gülüyordu, üstelik ona alttan alta uyarıcı bakışlar atıyordum ama hala inatla devam ettiriyordu gülüşünü.

Sevtap Tekin’in kollarından sıyrıldıktan sonra “O zaman bok ye,” diye mırıldanıp yanıma geldi, beni tutarak hızlıca ilerletmeye başlamıştı. “Yanımdan başka hiçbir yere gitmiyorsun, boş eve de gitmek yok Tekin’in evine de! Sadece benim yanımdasın, anladın mı beni?”

Bir çocuğu azarlar gibi muamele ediyordu, yine de ona kızamadığım için “Anladım,” dedim.

“İyi.”

İki dairenin bulunduğu kata geldiğimizde ardımızda kalan Tekin “Eve gidiyorum, aç uyuyacağım!” dedi kalın sesini bize koridorun diğer ucundan duyurarak, hatta merdivene yaslanmış ve kollarını da beklentiyle önünde bağlamıştı. Kemikli suratını öne eğdiği için sürekli etrafa attığı tehlikeli bakışın neredeyse onun normal hali olduğunu düşünecektim.

“Cehennem ol pis herif,” derken Sevtap da kontrollü tuttuğu sesiyle bağırdı.

Merakla sordum. “Bu niye uğraşıp duruyor benimle?”

“Seninle uğraşmıyor o, boş ver.”

Kapıdan içeri girdiğimizde karşıma orta genişlikte bir giriş çıktı; sol tarafta iki, sağ tarafta da üç tane olmak üzere beş kapı vardı. Soldakilerden birisinin mutfağa açıldığını görmüştüm ama diğerlerinin hepsinin kapısı örtülüydü. “Seninle mi uğraşıyor yoksa?” derken ayakkabılarımı yavaşça kenara bıraktım. Sevtap da ceketini üstünden sıyırıp vestiyere astı, beni dinlemiyormuş gibi ilgisizce saçlarını geriye yatırırken “Genel olarak sıkıntılı birisi sadece,” demişti, hemen sonra mavi gözleri bana çevrildi. “Şimdi hemen anlatıyorum, sağ tarafta mutfak var diğer kapı da benim odam.” Parmağını sol tarafa uzattı açıklamasından sonra. “Bu tarafta en kenardaki oda senin odan olacak, şurası banyo, mutfağın bitişiği de salonumuz, anladın mı?”

“Anladım.”

“Tamam sana kıyafet getireceğim şimdi, bekle.”

Sırtımı duvara verip kollarımı önümde bağlayarak bekledim, bakışlarım ise parkede gezindi. Eğer Sevtap hızlı olur da pek de umurumda olmayan kıyafetleri bir an önce getirirse odaya geçip uzanarak düşünmek istiyordum, başka hiçbir şey yapmadan… İçimde beni güçsüz bırakan bir tedirginlik vardı; bu tedirginliği besleyen korkum ölmek desem, aslında ölmekten o kadar da korkmuyordum.

Ben sanırım, Uygar’dan korkuyorum; bir zamanlar isimlerimizi yan yana yakıştıran kişilerin, şimdi duygularımı fark etseler nasıl da alçak bir kadın olduğumu söylemelerinden çok, çok korkuyorum.

En nihayetinde bir parça kıyafet avuçlarımda kaldığında, dalgın dalgın banyoya geçtim. Üstümdeki her şeyi sıyırıp attıktan sonra kabine yönelen adımlarım fazla yavaştı; ne yapacağını bilememek yalnızca şuurumu yavaşlatmıyor, bedenime de bir tutukluk ekliyordu.

Sıcak suyu açıp yere oturup dizlerimi kendime çektim, saçlarım hızlıca yüzüme yapışmaya başladı, kimse o tutamları Uygar’ın şefkatli elleri gibi tutup da bakışlarımdan uzaklaştırmadı. Çıplak bedenim durmaksızın ıslanırken az sonra ağlayacağımın belirtilerini gösteren titrek dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. “Yüzünü görmeliydim,” dedim kendi kendime, sesim buharlı banyo içinde ilahi bir fısıltı gibi yayıldı. Parmaklarım kolumdan kayıp yukarı doğru çıkarken biilaç kendimi ovaladım fakat titreyişim ellerime de sirayet etmişti; en sonunda korkak bir dokunuşla dudaklarıma değdim, orada sadece başımdan aşağı dökülen sıcak su değil, aynı zamanda ılık gözyaşlarım da vardı. Ve öldürmeliydim, diye başka bir ses ansızın aklıma takıldı.

Eğer birkaç yıl öncesinde olsaydık, şimdiki gibi sıcak suların altında beklediğim bir anda onunla ne yapacağımı düşünmezdim, Uygar bana zaten bilmediğim ne varsa öğretirdi; çıplak bedenimden akıp giden sulara tanıdık bir dokunuş katılınca kalbim hızlanır, tenimi Uygar’ın varlığı kadar büyük ve yaşamaktan hoşnut olduğum bir sızı sarardı… O gelirdi, tutkuyla aralanan dudakları boynuma ve beni çıldırtacak kadar her bir zerreme değerken ağladığımı hiç bilmem çünkü nefesimi keserdi.

Şimdi güçsüz düştüğüm için yaslanmak zorunda kaldığım duvara, daha önceleri o yaslardı beni nazikçe; bende başka hiçbir şeye değil, soğuk bir duvara ya da merhametsiz bir boşluğa değil, sadece ona tutunurdum. Çünkü aramızda; beni sersemleten her dokunuşundan, her öpüşünden yalnızca ona tutunarak sağ salim kurtulabileceğim bir bağ vardı.

Geçmişte, aynı günün devamı

Ellerim arasındaki dosyaya son bir bakış attım; üstünde diretmekten yorulduğum ya da raporda sunduğum gerekçeleri saçma bulduğum için değil, sadece emre itaat etmem gerektiğini Fatih bana hatırlattığı için, yazdıklarıma son kez baktım. Kurum içinde düzen, aslında biz aksini doğru bulsak bile tam olarak böyle işliyordu; içimize sinmeyen yanlışlar, bazen başkaları için hakikatin ta kendisi olabildiği için içimize sinmese bile söyleneni kabullenmek zorundaydık.

Düşünceler içinde eğilmiş başımı kaldırıp Fatih’in mavi gözlerini inceledim; o da aynı şeyi benim üzerimde uyguluyordu, sanırım merak ettiği şey son operasyon üzerinde diretmekten ne ölçüde vazgeçtiğimdi. “Bakma öyle,” dedim kısık bir sesle, sonra koridorda yanımızdan geçenleri kontrol edip tekrar Fatih’e döndüm. Söylediğim şeyin ardından dudağının tek tarafı hafifçe kıvrıldı. “Ben sadece işleri dengeli yürütmeye çalışıyorum.”

“Ben de,” dedi pervasızca omuz silkip. “O yüzden senin için ısrar ettim.” Kolumu tuttu, gülüşü bende heyecana sebep olmasa da hafifçe tebessüm ettim. “Düşecektin az kalsın.”

Kaşlarım, algılayamadığımdan sözlerinden dolayı çatıldı. “Nasıl?”

Fatih bariz bir şeyden bahseder gibi öne eğildi bu sefer. “Uygar Özkurt’un çelmesiyle,” derken gülüşü imalı bir hal almıştı, hala tuhaf bir kin gütmeye devam ettiğini anlamak zor olmadı benim için. En başından beri Uygar meselesi onun için yalnızca dürüstlük meselesi değildi, bilmediğim bambaşka bir şeydi. “…neredeyse düşüyordun Yakut.”

“Bence bu konuyu artık kapatabiliriz.” Kibarca öneri vermekten başka çarem olmadığı için ancak bunları söyleyebildim; şimdi nerede, ne yaptığını bilmediğim Uygar’ın burada dedikodusunu döndürmek istemiyordum çünkü hala bir yanım onu da haklı buluyordu fakat beni yanında tutmak uğruna uydurduğu yalanın da kırıcı olduğunu yok sayamadım. Çaresizce yutkunduktan sonra “Ofise dönelim mi?” dedim mırıltıyla. “Fazla kaytardık sanki.”

“Dönelim bakalım.”

Belçin Hanım’ın odasının gözetleyen yerde durmaktan vazgeçip geri döndüğümüzde, çaprazımızda olan asansör açıldı ve içeriden aceleci bir şekilde Belçin Hanım çıktı. Onun odasında olduğunu sanırken dışarıdan gelirken bulduğum için şaşırmanın yanı sıra aynı zamanda niye yanındaki Yaşar ve hep beraber bakabilmeleri için önlerine bir tablet tutan Reha’yla böylesine hararetle ilerlediğini merak ettim. Aceleci adımlarını atarken aralarında dönen hummalı konuşma bize kadar ulaşmıştı, hatta tam olarak Fatih’le kapısına yöneldiğimiz genel ofise ilerliyordu onlar da. “Neler oluyor?” dedim merak içinde.

Fatih elini belime atıp beni oraya yürüttü. “Bilmiyorum, öğreniriz şimdi.”

Bizden önce içeri giren Belçin Hanım yüksek sesle “Bağlayın şunu,” dedikten sonra bugün ilk kez dalgalandırdığına şahit olduğum beyaz saçlarını geriye ittirdi, derin nefesler alıp verirken ofisin içinde bir ileri bir geri gidiyordu. Fatih’i bırakıp boştaki bir bilgisayara yönelen Reha’nın peşinden gittim. Az önce Belçin Hanım’la beraber izledikleri tablette uzaktan görüntülenen bir fabrika vardı, arkadan ise tanıdık bazı sesler geliyordu… Uygar. “Fabrikanın planında olmayan sevkiyatlar gerçekleşiyor,” derken öylesine konsantre olmuş bir sesi vardı ki tonu gitgide sertleşirken onun bile keskinliğinin farkında olmadığına emindim. “Tam da beklediğimiz açığı verdiler.”

“Neyi bekledik Uygar?” diye öfkeyle bağırdı Belçin Hanım, ofisin içerisinde kişiler de bu durumdan dolayı gerilirken kollarımı önümde bağlayıp sessizce beklemeye başladım. Yüzü bile görünmeyen Uygar yalnızca sesini ulaştırdığı haliyle bile Belçin Hanım’ın otoritesiyle çarpışıyordu, tıpkı beni yanına çekmek için yalan söylemekten çekinmediği gibi. “Ben size…” Sözleri arasında yutkundu, sabırsızca yüzünü sıvazladı. “Bu işin külliyen bittiğini söylemedim mi? Siz benim emirleri mi çiğner oldunuz?”

Arkadan bu sefer Direncan’ın mırıltısı geldi, burayla konuşur gibi değildi sanki. “Gördün mü? Tırlar sevkiyat rotasında ilerlemiyor, başka bir yöne gidiyorlar. Daha ne kadar şüphe lazım bize amına koy-…” Konuşması yanlış bir yere gittiği için gizlice öksürdü Diren, ikisini de görmüyorduk ama bahsettikleri şeyleri anlamak zor değildi. Gerçekten de deniz kıyısındaki fabrikaya giden tırlar bizim bile görebildiğimiz büyük girişe ilerlemek yerine başka bir doğrultuda gidiyorlardı. Diren, sonrasında sözlerini değişik bir bahaneye çevirdi. “Yanlışlıkla geldik Belçin Hanım, yoldan geçiyorduk sadece. Kader işte, bize uğraşın bunlarla diyor… Ya da onlar kaşınıyor bilmiyorum.”

İçerideki uğultu arttı, arkamdakiler Diren’in dalga geçer gibi sıraladığı bahanenin aslında ne kadar doğru olduğundan ve Uygar’ın şüphelerinin haklılığından bahsederken ben parmaklarımı tereddütle dudaklarıma sürtmekle meşguldüm. Ansızın bir güç savaşına düşen Belçin Hanım’ın ne karar vereceğini duymak benim için o kadar önemliydi ki… Gözlerimi onun telaşlı halinden bir türlü çekemedim. “Geri döneceksiniz,” dedi sertçe. “Uygar Özkurt ve Direncan Çakır; geri döneceksiniz ve bunu teferruatıyla konuşacağız, anlaşıldı mı?”

Sandalyesinde oturan Reha’nın yanına eğildim, üstüne düşen gölgenin farkına varıp bana doğru dönünce irkildi. Elimi masaya yaslamış, büyük ekrandaki görüntüyü seyrediyordum. “Uygarlar oranın olay mahalli olduğunu kanısına nereden vardılar?” dedim, sesim epey şüpheci çıkmıştı.

Reha kravatıyla oynadıktan sonra tekrar bilgisayarını düzeltti. “Şu yarısı yanan haritadaki arazi, bu malzeme fabrikasıyla örtüşüyor. Firmanın adını Uygar’a sen vermişsin, onlar da kontrol etmek için gittiklerinde fark etmişler ve bir süredir izliyorlar.”

“Emin misiniz Reha?”

“Emin olmasalar söylemezlerdi,” derken onun da sesi sertleşti bu sefer.

Elimin ayasını alnıma koyup, aydınlık havanın altında berrak bir manzara sağlayan deniz kıyısındaki fabrikaya bir daha baktım. O firmayı Uygar’a ben söylemiştim, gidip bakacağını da biliyordum ama şifresi tamamen çözülememiş yanık harita aklımdan çıkmış olmalıydı. “Ama Belçin Hanım’ın izin çıkarmadığı gerçekti, değil mi?”

Reha’nın az önce bana karşı şiddetli bir ifadeye bürünen suratı bu sefer keyifli bir hal aldı, ellerini birbirine bağlayıp sanki bir film seyreder gibi bakmaya başladı fabrikanın görüntüsüne. “Belçin Hanım az sonra ‘toparlanın gidiyoruz’ dediğinde, bundan daha gerçekçi bir şey duymamış olacaksın.”

“Onu sıkıştırıyorsunuz!”

“Şimdiye kadar birisinin yapması gerekiyordu zaten.”

“Çünkü inisiyatif almak bunu gerektirir değil mi Reha?” dedim kinayeyle.

Reha gerçekten onda zar zor tanık olduğum bir keyifle başını bana çevirdi ama bakışları ciddiydi. “Hayır sadece gerçekten ne istediğini bilmen lazım, biz mesela şimdi kenara bıraktığımız bu operasyonun sonradan canımızı yakmasını istemiyoruz… Canımız derken mevzu aramızdan birisinin ölmesi değil, umarım söylediğim şeyi anlamışsındır.”

Uzunca sarf ettiği kelimelerinden sonra dosyayı sinirle masaya çarpıp geri çekildim, sinirliydim çünkü bir nebze haklıydı, mesele aramızdan birisinin ölmesi değil bizim kuvvetli şüphelere rağmen ‘emir böyle geldi’ diye yarıda bıraktığımız operasyonun masum insanların hayatına zarar verme ihtimaliydi. Geri çekildikten sonra başkalarıyla konuşmaya devam eden Belçin Hanım’a baktım. “Bekleyin!” dedi elini havaya kaldırıp Uygar’a hitaben bağırırken. “Sadece bekleyin sakın harekete geçmeyin Uygar!”

Ama benim için Belçin Hanım da haklıydı; yavaşça yanlarına vardığımda kaz ayaklarının başladığı çökük gözlerini bana çevirdi, mecburi bir gülümseme bile sunamamıştı, o kadar öfkeliydi. Sessizce kanıtlarını toplayıp en sonunda her şeyi ortaya seren Uygar’ın onu savunmasız bırakmasına karşın kızmasını garipsemedim. Şu an kurum içerisinde yaşanan her şey kayıt altına alındığı için, eğer operasyon izni çıkmazsa bunca kanıta rağmen hala neden sessiz kaldığı konusunda yetkililer tarafından sorgulanacağı için kararından vazgeçmesi an meselesiydi. Yaşar’ın uzattığı telefonu kulağına koyduğunda canlı bağlantıdan gelen gürültünün bastıramadığı bir arama sesi duydum. Dikkati orada olduğu halde “Buyur Yakut?” dedi son derece sabırsızca.

Vaktimin geçtiğini düşünmüştüm ama galiba tam zamanıydı, elimdeki raporu ona uzattım. “Belçin Hanım, belki size yardımcı olur,” dedim sinir bozucu görünmemeye çalışarak. “Kula operasyonuyla ilgili analiz raporu.”

İnce, titrek dudaklarını iki yana kıvırdı; açık bir mürdüm tonunda sürdüğü ruju çatladığı için hoş bir görüntü yoktu ortada, zaten onun da böylesine sinirliyken pek umursadığını sanmıyordum. Raporu elimden neredeyse yırtacak kadar hırçınca çekip aldı. “Sağ ol, sağ ol,” dedi dişlerinin arasından. “Eminim çok yardımcı olacak.” Hemen sonra arama cevaplanmış olacak ki “Alo?” dedi aceleyle, arkasını dönüp gittiği için ben de geri çekildim ve onun kalabalık ofisin sakin bir köşesinde telefonla konuşmasını seyrettim.

Yerinde duramıyordu, konuşurken elinde tuttuğu raporumu defalarca sinirle salladı. O gün ofisteki karmaşayı yönetmek onun için kolay görünmedi gözüme; çünkü kimse planda olamayan bu şüpheli durumun, istihbaratın ana konusu haline geleceğini bilmiyordu.

Uygar’dan yine elimizi ayağımıza dolaştıracak, tehlikeli bir uyarı geldi. “Fabrikanın arkasındaki ormana şüpheli bir araç yaklaştı,” derken kelimeleri kullanışında yumuşak bir tavır yoktu, iznin çıkması konusunda apaçık gözdağı verecekti. “Vaktimiz azalıyor gibi hissediyorum.”

“Ben de öyle hissetmiştim dün,” dedi Diren, sesi Uygar’a nazaran daha alaycıydı. “Hatta ondan önceki gün de.”

Kıskıvrak yakalandığımız bu gizemli tehlikeye karşın Belçin Hanım dışında herkes toplu bir onay vermeye başladığında, ofisteki kalabalık hazırda beklemeye başladı ama konuşmasını hararetle sürdüren Belçin Hanım’dan “Şüpheli aracı gösterin!” talimatından başka hiçbir şey gelmedi.

Uygar bağlantı sağladıkları kamerayı çevirdi, görüntü gitgide yaklaşırken sık ormana gizlenmiş gri bir araba gördüm; çalılar arasındaki plakası okunamazken yalnızca aracın kenarında ayakta bekleyen uzun boylu adam görünüyordu, kel bir başı vardı ve üstündeki ceketin altından ellerini beline yaslamıştı. Arka kapıdan sürekli içeri baktığı için kameraya sırtı dönüktü. “Kim bu?” diye içeride bir uğultu dolaşırken merakla Belçin Hanım’a baktım.

Elindeki telefonu indirdi, sadece çatık kaşlarının altından büyük ekrana bakıyordu. Tüm ofisi aydınlatan bu görüntüyü gerçekten uzun bir süre sessizce izledi. “Bekleyin,” dedi.

Bekledik, bekledik, bekledik… O gün Uygar ve Diren’in bize fabrikanın geniş arazisinden denizin dalgasına kadar kuşku uyandıran tüm her şeyi anlatmalarını dinleyerek sadece bekledik, şüpheli araç biraz geri çekildi, uzun boylu kel adam elimizi ayağımıza dolaştıracak kadar ortadan kayboldu. Belçin Hanım artık bir karar vermek zorundaydı, titrek elini kaldırıp ensesini kaşırken karanlık bakışlarını yavaşça içeride dolaştırdı. Tepkimizi ölçüyordu, sonuçta tek personeli onu operasyon için sıkıştıran Uygar ve Diren değildi. Ancak bizde ne gördüyse bilmiyorum gözleri daha da kısıldı, bu bekleyişin ne kadar süreceğini hiçbirimiz bilmiyorduk.

Ta ki yokluğunu henüz fark edemediğimiz birisinin haberi aramıza, bu ateşi harlamak ister gibi ansızın düşene kadar.

Teşkilattan bir personel aceleyle genel ofise girdi. “Belçin Hanım!” diye seslendiğinde henüz sakinleşememiş Belçin Hanım “Ne var?” diyerek sinirle geri döndü. “Bakabilir misiniz?” sorusuna ise “Söyle!” demiş ve epey geniş bir müsaade verdi.

Ne haberi getirdiğini bilmediğimiz kadın, gözlerini huzursuzca kırptıktan sonra “Sevtap Bilgiç,” dedi. Onun ismini işitince kollarımı açıp beklediğim yerde dikleştim, kadının sesi pek iç açıcı gelmiyordu. “Güllü Aksoy’un karakoldan mahkemeye sevk edildiği esnada civar bölgede saldırıya uğramış…”

“Ne?” diye fısıltımı Belçin Hanım’ın oraya yönelen topuklu ayakkabılarının tıkırtısı bastırdı. “Kim? Kim yapmış?”

“Pavyonun güvenliği Sinan Ateş tarafından; biliyorsunuz, kendisinin Güllü’nün suç ortağı olabileceği konusunda derin şüpheler vardı… Ama maalesef daha sonrasında olay yerini aceleyle terk etmiş.”

İlgili bakışlarım artık tamamen Belçin Öncel’e odaklandı; bugün ilk kez farklı görünen saçları gitgide söndüğü için artık dünkü haliyle aynıydı, kıpırdanan ince dudaklarına eşlik eden gözleri tedirginlikle kısıldı, beyaz saçlarını son kez düzelttikten sonra titrek eli aşağı indi.

O her haliyle buram buram otorite kokan bir kadındı, disiplini ve soğukluğu bugün beklenmedik bir şekilde darbe alsa da ateş çemberine sokulsa da hiç kaybetmediği dik bir duruşa sahipti. Sanırım biraz da olsa ona hayranlık duyuyordum, belki de onun gibi olmak istiyordum.

Hepimiz nefesimizi tutmuş Belçin Hanım’ın ne söyleyeceğini beklerken Uygar sükunete bir darbe daha vurdu. Aslında onun buradaki kimseden hiçbir farkı yoktu ama o ortaya bir fark koymayı çok iyi biliyordu, sözlerinin Belçin Hanım’a etkisi yok sayamayacağımız kadar fazlalaştığı an eminim ki ürperen tek kişi ben değildim. “Tüm sorumluluğu bizzat üstleniyorum; eğer sizi ve istihbaratı boş bir amaç uğruna oyaladıysam, istediğiniz takdirde gerek teşkilattaki şimdiki konumum gerekse meslekte ilerlemem konusunda tüm yetkinizi kullanıp cezai yaptırım uygulabilirsiniz Belçin Hanım, ama hiçbir koşulda bu noktadan dönmeyeceğimi de bilin.”

Belçin Hanım, az önce Reha’nın iddia ettiği sözleri haklı çıkararak “Hazırlığınızı yapın,” dedi hiçbir duygunun barınmadığı sesiyle, hala sadece ucu görünen gri arabayı seyrediyordu büyük ekrandan. Saçsız adamın nereye kaybolduğunu bilmiyorduk ve hepimiz bunun kuruntusuna kapıldık. “Kula operasyonunu bitirmek üzere az sonra yola çıkacağız, herkese başarılar dilerim.”

*

 

Burada olanlar için açıklama; biraz yavaş yazıyorum, elimden geldiğince hızlanmaya çalışsam da bazen mümkün olmuyor, ben de bir süre sonra akışına bırakıyorum. Gerek aradan geçen zaman gerek hikayenin ilerleyişi biraz ağır gibi görünse de aslında bunlar benim içimden gelenler. Uzun zamandır herhangi bir karakterimle bu kadar bağ kurmamıştım, hatta yıllar oldu bu kadar yakın hissetmeyeli, belki de ilktir; işte bu bağ beni yavaşlatıyor. Hikayeden sıkılırsanız, beklemek hoşunuza gitmezse diye ufak bir özür ve izahat olsun istedim, bir kusurum varsa affedin lütfen. 🫶🏼 çok teşekkür ederim.

 

Bir sonraki bölümden 💝🐣

 

“Unutmadım, bana yemek sözün vardı."

 

“Ben öyle bir söz verdiğimi hatırlamıyorum,” derken Uygar’ın başını omzuna doğru eğdiğini gördüm, sadece ona muhalif olmak için inatla sarf ettiğim sözlerimi dinlerken gülüşü biraz daha arttı.

 

“Tüh ben mi hayal kurdum acaba?”

 

“Muhtemelen,” diye mırıldandım. “Her zamanki gibi.”

 

“Böyle güzel bir kadının sadece hayalini kurabilmek de benim ayıbım olsun.”

 

instagram: askilawt

Loading...
0%