Yeni Üyelik
18.
Bölüm

17. Bebek Kokusu

@askilav

 

17. BEBEK KOKUSU

Operasyon saatleri

Şehrin parlak ışıkları, insanların hayatını aydınlatsa bile göçmen kuşların yollarını şaşırmasına sebep olan birer tehlikedir aynı zamanda. Geceyi gündüze çevirip karanlığa bir darbe vurur ama yıldızları seyreden göçmen kuşlar, ışıklar dikkatlerini çektiği için bir süre sonra yolunu kaybeder. Bu yüzden fayda ile zarar birbirinden keskin çizgilerle ayrılamaz; iyiyle kötü birbirine karışır, herkes önüne düşeni hakkı sanır.

Gökyüzü gündüzü görmek isteyene kapkara, geceyi özleyene hep aydınlıktır.

Berrak hava manzarayı daha da açığa çıkarırken denize karşı silahının kontrolünü yapmayı bitiren Uygar, dürbün ile tepenin ilerisini izleyen Diren’e baktı. Ağaçların arasında bir süre sonra kaybolan şüpheli araçtan geriye hiçbir şey kalmamıştı. “Nereye kayboldu?” dedi sakin kalmaya çalışarak. “Sikeyim kaşla göz arasında yok oldu şerefsiz! Ne olurdu harekete geçseydik?”

Diren’in omzunu dürtüp dürbünü ondan aldı, uzakta kalan adama kısa bir bakış attıktan sonra sıktığı dişlerinin arasından “Bekleyeceğiz,” diye mırıldandı, buraya kadar Belçin’i zar zor ikna ettiği için bu saatten sonra tekrar yüz göz olmak istemiyordu, her ne kadar silahını kaldırıp bir an önce fabrikaya doğru yol almak istese de ekipler gelene kadar beklemekten başka çaresi yoktu, bu şekilde emir almıştı. “Beklemek zorundayız Diren.”

“Biliyorum.” Saçlarını geriye ittirdikten sonra yan tarafında kalmış çayın son yudumunu hırsla bitirip karton bardağı buruşturdu. “Biliyorum, şimdiye kadar hiç beklememişiz gibi biraz daha bekleyelim bakalım.”

“Şimdiye kadar yine iyi iş çıkardık sayılır.” Uygar dürbünü kenara bıraktı, güneşten dolayı kısılan gözlerine rüzgâr değerken oturduğu yerde dizlerini kendisine doğru çekti biraz daha. “Onca soru işaretine rağmen şimdi elimiz boş teşkilata dönüyor da olabilirdik.”

“Önüne sayfa sayfa kanıt ve şüphelerini bıraktın Belçin Hanım’ın,” derken ellerini geriye yaslayıp düşünceler içinde gözlerini kapattı Diren. “Artık bir zahmet aksiyon almalıydı, gerçi onu da sen sorumluluk üstlenip mesleğini ortaya koydun diye kabul etti.”

“Doğru,” dediği esnada Uygar dalgın bakışlarını tepenin ilerisinde dolaştırmaya devam etti. Art arda ilerleyen siyah araçlar ekiplerin buraya intikal ettiğini gösteriyordu. “Birkaç şerefsiz için mesleğimi feda etmem gerekiyormuş.”

Geriye eğilmekten vazgeçip doğrulan Diren, yere yasladığı bir elini Uygar’ın omzuna koyup sıvazladı, onunla iş birliğine gittiğinden beri işin özünü daha iyi kavramıştı. Yapabildiğin kadar yalan söylemek zorundaydın, köşeye sıkışmadan başkalarını köşeye sıkıştırmalıydın; çünkü yalanın bir fazlasını düşman senden önce söyleyecek, kıskıvrak yakalamak için gerekirse ortalığı ateşe vereceklerdi. “Siktiğimin prosedürü senin dışında herkese çalışıyor çünkü, bazen katile bazen mafyaya; ne dersen de devlet işi biraz böyledir Uygar, bunu hep biliyorduk,” dedi can sıkıcı bir gerçeği dile getirerek.

Uygar elinin ayasını alnına sürüp başını sinirle iki yana salladı. “Prosedür bizden dürüstlük istiyor, emir-komuta istiyor ama hayat,” derken pervasızca omuz silkti. “…yalan dolandan ibaret.”

“Sıkıntı etme,” deyip bir daha sıktı Uygar’ın omzunu. “Sana dürüstlük dersi verenlerin makamlarından kopmamak için kaç tane yalan sıraladığını sayamam bile.”

Başını yavaşça iki yana salladı. “Derdim onlar gibi yalancı olmak değil, onlarla yarışmak değil.” Bir süre bekledi daha sonra. “Sadece zor işte,” derken keyifsizce gülmüştü. “İşini yapmanın bir bedeli var, adaleti aramanın, hakkını kazanmanın, dürüst birisi olarak yaşamanın bile bir bedeli var ama kötü olmanın hiçbir karşılığı kalmamış gibi.”

“Artık suçlu olmanın bir dokunulmazlığı var.”

“Muhakkak.”

Diren ekipler gelmeden önce üstlerindeki gerginliği yok etmek için Uygar’ı rahatlatacak bir şeyler söylemeye çalıştı. “Ama endişe etme, mesleğini kaybetmeyeceksin onu bir kere aklından çıkar. Hatta sana şimdiden söylüyorum, döndüğümüzde adın bayağı ses getirmiş olacak.”

Uygar, Diren’in heveslendirmek için alaylı bir tonda söylediği şeylerden sonra dudağının kenarını kıvırıp hafifçe güldü, silahını bir oyuncak gibi rahatça tutarken sıkılıp şarjörüyle ilgilendi. “Oğlum mühim olan bu mu şimdi?”

“Doğru, sen zaten akademinin de altın çocuğuydun değil mi? Adını az duymadık pezevenk herif, böyle şeylere alışkınsın tabi ama suç bende, ne bileyim az çok sevinirsin sandım.” Yerinde hareketlenip kendi omzunu Uygar’ın omzuna çarptı. “Sen hayattan alacağını aldın, hatunu çektin yanında, bundan sonra bizim gibi uğraşmaya ihtiyacın mı var sanki?”

O andan sonra gülüşünü durdurmak için yalnızca dilini dudaklarının üstünde gezdirirken, Uygar da ellerini dizlerinin üstünde bağlayıp silahının tetiğine parmağını sürtmeye başladı. Bu konu damarlarındaki kanı hareketlendirdiği için Diren’e bakmak yerine yalnızca karşı tepeden yaklaşan arabaları takip etti ama yüzünde büyük bir coşku vardı. “Hee?” dedi Diren uğraşma gayesiyle, omzunu bir daha çarptı. “Bak bak, gülüşe bak… Ne oldu hoşuna mı gitti?”

“Direncan…”

“Demek sonunda Yakut’a da ‘he’ dedirttin?”

“Demedi bir şey, karıştırma şimdi oraları.” Uygar bir gece bile olsa ona sarılıp kokusunu derinden soluyabilmişti. Tuhaf bir şekilde Yakut boynunda bir bebek kokusu taşıyordu, uzun bir süre aklında kalan hatta o andan sonra hiç çıkmayan kokunun sebebini çözemese de epey hoştu… Her ne kadar hırçınlaşsa da huysuzlansa da kara bakışlarını öfkeyle dikse de üstüne, her sözüne muhalefet de etse; o boynuna gömdüğü bebek kokusuyla Uygar’ın sevebileceği tek kişiydi.

Sadece aralarında henüz konuşulmamış bazı şeyler vardı; intikamını bir kenara bırakıp devletin çıkarları için çabaladığı, yalanlar söylemek zorunda kaldığı, engellendiği, önüne bilmediği setlerin çekildiği fakat yine bir kara bakışlının kollarında yaşama dair umutlarını hiç kaybetmemek için uğraştığı ilk işini de sona erdirdiğinde, Yakut’un gözlerine artık sırlardan arınmış tertemiz bir adam olarak bakacaktı.

Belçin ya da diğer başkanlar bu uğurda mevkilerini kaybetmek istemeyebilirdi ama Uygar onların hiçbirisi değildi; eğer gerçekten istese şimdiye çoktan elde edebileceği mevkilerde gözü yoktu, parlamak ya da kutlanmak da istemiyordu, sadece en başında inandığı kişi olmak istiyordu… Adanmış bir akıl, sükûn bulmuş bir yürek ve en sonunda suskun bir gurur.

‘Ne yapabileceksem onu yaptım’ demek istiyordu; geriye dönüp baktığında atılmamış her bir adım için pişmanlıklar görmek Uygar’a, abisiyle ufak inatlar uğruna yaşayamadığı anlarını hatırlatıyordu çünkü. Eli sıkı yüreğin de taşın altına girmekten korkan elin de yeri yok bu hayatta, diye geçirdi içinden; ‘hiçbir şeyden korkma, bazen onların söylediğinden daha çok yalan söylemen gerekiyorsa söyle ne de olsa hiçbir devleti ahlak ya da masumiyet tek başına korumayacak, hayaller bile hayatın henüz gerçekleşmemiş yalanlarıdır, yapana kadar yalancısın yapınca dürüst olacaksın.’

Uygar sadece kaderi tanımıyordu; kaderin, herkese istediğini elde etme hakkı tanıdığını, bu süreçte kazanmak için dünyayı çıldırırcasına yıkabilecek insanların da hayat çizgisine birer muzaffer olarak yerleştirildiğini henüz öğrenmemişti.

En acısı, düşman gözünden yaşanan bir hayatın akışında kaderin intikam alacağı kişinin kendisi olabileceğini henüz fark edememişti.

On beş dakika sonra olay yerine intikal eden ekipler tepenin üst kısmına bir çadır kurmak için hazırlığa girişti; dürbünle fabrikayı seyreden Belçin ise gelmeden önce Yakut’tan aldığı raporu elinde usulca salladı. “Sence her şey burada bitecek mi Uygar?”

Belçin’in sesinde herhangi bir küçümseme ya da rencide yoktu, yalnızca yerini korumaya çalışan bir otoritenin sallantısıydı bu. Uygar omuzlarını dik bir hale getirip başını öne eğdi ve kaldırdı, yan yana durmuş karşıdaki fabrikayı seyrediyorlardı. “Öyle inanıyorum Belçin Hanım.”

“Biliyor musun?” diye sorarken dürbünü indirip başını yan tarafa çevirdi, gitgide ışığı sönen havada Uygar’ın hala tüm direncini koruduğunu görmek Belçin’deki bütün aydınlığı alıp götürdü. “Sorun da hep inanman zaten; böyle düşünüyorsun, böyle seziyorsun, böyle inanıyorsun. Sence de somut adımlar atabilmemiz için kesin kanıtlara ihtiyacımız yok mu yoksa teşkilatta herkes inandığı şekilde, kafasına göre mi plan yürütmeli?”

“Size karşı itaatsizlik ediyor gibi göründüğümün farkındayım-”

Belçin nefes bile almadan itiraz etti. “Öyle görünmüyorsun direkt itaatsiz davranıyorsun Uygar ve şanslısın ki ben hukuki süreç tercih etmiyorum yoksa canını çok yakardım.” Kendi canı yansa bile alayla güldü. “Ama pardon, seni o da yormaz değil mi? Tüm mesleğini ortaya koydun ve sorumluluk aldın, ne yaparsak yapalım inadından vazgeçmezsin değil mi?”

Başını tekrar öne eğip kaldırdı Uygar, hemen ardından Belçin’e cevap olarak sunduğu fısıltı onun çaresizliği değildi. “Vazgeçmem.”

“Tamam o zaman, ne istiyorsan deneyelim.” Dişlerini birbirine bastırdı, öfkesi kasılan çenesine yöneldiği için biraz canı acımış olsa da buna rağmen konuşmaya devam etti. “İstihbaratı birkaç sanrıyla oyaladığınız şu fabrikaya giriş yapalım, görelim bizi neler bekliyor seni neler bekliyor.” Yavaşça geri döndü, gözleri tepede dağılmış halde olan tüm istihbarat personellerinde gezindi. Bir zamanlar kendi arkasında taşıdığı herkes şimdi Uygar’ın askeri gibi davrandığı için düşman görünmüşlerdi gözüne. “Ben ne olursa olsun senin korktuğunun farkındayım, kaybetmek konuşmak kadar kolay değildir bu yüzden mesleğin elinden giderse acı çekeceksin biliyorum.” Yutkundu ve her şeyin istediği gibi ilerlemesi için bir dua geçirdi aklından. “Ama endişe etme, o kadar gaddar değilim; adalet uğruna çabalayan, istihbaratın en gelecek vadeden adamını bir hatayla silmem hatta senin için herkesin karşısında dururum.” Başını geri çevirdi, bir yalanın yaşadığı koyu gözlerini Uygar’ın üstünde gezdirdi. “Fakat olur da bunun bir benzeri yaşanır ve ben yetkim konusunda tekrar tereddüde düşersem affım olmayacağını da bil Uygar, şimdi uğraştırdığından çok daha fazla uğraşırım seninle; her hayalini pohpohlayacak değilim, bir daha olursa bağışlamam, kendinde yalvaracak güç bile bulamazsın.”

Az önce iki yanda yumruk yaptığı ellerini yavaşça açtı, gözlerini Belçin’in yaptığı gibi tepedeki kalabalıkta gezdirdi. “Anlaşıldı Belçin Hanım,” derken öyle kendinden emin bir kabulleniş göstermişti ki Belçin titreyen çenesini gizlemek için dişlerini canını acıtacak kadar sıkı şekilde birbirine bastırmak zorunda kaldı. “Araziyi denetlemek için kısa bir gezintiye çıkacağım, senin aksine herkesi ve her şeyi düşünmek zorunda olduğum için daha yavaş adımlar atıyorum. Bu süreçte sen de ekip arkadaşlarını topla ve sonra çadırda buluşalım, planı konuşuruz.”

Ardına döndü, uzaklaştı, topuklu ayakkabıları bazen yumuşak bir noktaya batıp dengesini bozarken yine de duruşunu bozmamış ve elinin tersini eteğine silip öyle devam etmişti Belçin yoluna.

Gergindi, kızgındı, öfkeliydi ama en sonunda ellerinden hiçbir şeyin kayıp gitmesine müsaade etmeyecekti. Tam o an, telefonu devamlı arayan numaradan dolayı bir daha çaldı. Etraftaki kalabalıktan sıyrılıp istikametinde yürürken artık engel olamayacağını bildiği için aramayı cevapladı. “Ne var?”

“Hazırım, bekliyorum.” Yaşlı bir ses, titrek bir enfes… Öfkesini rayında tutmaya çalışan Ahmet Akdeniz’in her zamanki hali. “Polisleri geri çek, adamlarım içeri girecek.”

Belçin elini yumruk haline getirip sıktı. “Kadir’e bir şey yapmayacağına henüz söz vermeden benden hiçbir şey isteyemezsin.”

“Sen de beni kızımla tehdit edeceğini düşündürmemiştin Belçin,” derken nefesleri göğsünde sendeledi, biricik kızının şimdi o pis fabrikanın içinde rehin tutulduğunu bildikçe dünya daha dar bir yer haline gelmeye başlamıştı. “Esası birisi sanmıştım seni, apaçık kahpeymişsin.”

Gerçeklerin katlanılmaz bir hali vardı, hayatını iki taraflı sürdüren Belçin içinse artık yalanlar bile yeterli değildi bu yüzden nafile bir çabayla, tüm suçu üstüne aldı. “Her şey karşılıklı Ahmet,” dedi mırın kırın. “İşe ortak başlamıştın sonra bizi yarı yolda bırakıp canımı sıktınız, tabi o zaman haliyle ben de intikam almak istiyorum.”

“Peki şimdi işin içinden çıkabilecek misin?” Kendisini merakla bekleyen oğlunu göz ucuyla kontrol etti Ahmet, az sonra fabrikaya adım atıp kızını bu ateş çemberinden kurtarmak için arazinin karanlık bir köşesinde hazır bekliyorlardı. “Seni pek matah yerlere taşıyacak olan istihbarat ekibin içeride kuyruğunu sıkıştırmayacak mı? Ha? Kadir yakalanınca onu her şeyden koruyan karısının adını vermeyecek mi sanıyorsun sen?”

Gözlerini yavaşça örttü. “Kadir öyle bir şey yapmaz.”

“Yapmaz, yapmaz tabi.” Ahmet’in sesinde alaylı bir ton vardı ancak bir süre sonra sesi kırıldı. “Sözde en beceriksiz adamlarını yollamıştın mekanıma, sözde hiçbiri tek bir iz bulamadan çıkıp gideceklerdi.”

“Şehlevent boşboğazlık ettiği için-”

“Mürsel bunu tekrar söylediğini duymasın seni paramparça eder.” Telefonu yorgunlukla diğer kulağına geçirdi. “Bir daha Levent’e suç bulma, suçun kendinde olduğunu çok iyi biliyorsun. Sözde herkesi yönetiyordun ama ne oldu? O Uygar denen şerefsiz çatır çatır ayıkladı senin sakladığın gizlediğin her şeyi! Sen de kendi adamlarının kuklası oldun, seni parmaklarında oynatıp inimize kadar getirdiler! Sözünden çıkmayan adamların emrine girmiş gibi titriyorsun şimdi etrafta! Bu saatten sonra nasıl çevireceksin her şeyi?”

“Kimse bana hiçbir şey yapamaz, buraya kadar nasıl geldiysem yine öyle kurtarırım hem kendimi-” Hemen sonra aklına kocası geldi, istihbaratın ağına takılıp da Belçin’in canını burnunda attıran adam. Onu ve arabasını birden teşkilattaki koca ekranda görünce ne yapacağını şaşırmış, işler buraya kadar sürüklendiği için aslında kendisine de kızmıştı. Yaptıkları iş birliğinde yarı yolda bırakıldıkları için kocası Kadir, Ahmet’in kızı Ada’yı kaçırarak bir intikam hırsına bürünmüştü ama Belçin yine onu koruyabilmek adına suçu çabucak üstlendi. “…hem de Kadir’i korurum,” dedi yarım kalan sözlerine devam ederek. “Kimse bize bir şey yapamaz.”

Ahmet dişlerini sıkıca birbirine bastırdı, küstahlıktan hoşlanmazdı. “Belçin! Başlatma bak Kadir’ine, kızımın bir tek saçının teline zarar gelmeyecek diyorum anladın mı beni? Evinden nasıl ayrıldıysa yine aynı şekilde geri döndüğünü göreceğim!”

“Tamam işte o yüzden ayağını denk al Ahmet, beni tehdit etmeye ya da yanlış bir şey yapmaya sakın kalkışma.” Birbirlerini karşılıklı olarak kurtarmak zorundalardı, tıpkı bir zamanlar birbirlerine karşılıklı kazandırdıkları gibi. “Adamların içeri girecek, onları yönlendireceğim sen de kızını alıp çıkacaksın nasıl olsa yerini biliyorsun ama eğer olur da Kadir’e dokunduğunu, ona zarar verdiğini ben duyarsam sana yemin olsun hiç görmediğin bir cehennemde yakarım seni, öyle kuru tehditlerle işim yok bu saatten sonra cennet bile dar gelir sana.”

“Sana bir şey yapmayacağım diyorum, çek artık polisleri geri!”

“Bekle.” Gözlerini kapattı, bir süre sakinleşti; bu saatten sonra tek kurtuluş yolu vardı onun için. “Geri çekeceğim ama Kadir’e dokunmayacaksın-”

“Anlaştık dedim ya!”

“Dinle beni!” Elini hızlıca dudaklarına örttü. “Ben de Ada için teminat veriyorum, ona bir şey olmayacak ama senden bir isteğim var.”

“Söyle.”

Bıkkın sese karşın elini alnına yasladı; artık bundan başka çaresi yoktu, geleceğini yakacak bu tehlikeli iş birliğinin içinde olur da Ahmet ve Mürsel’in ortağı olduğunu öğrenilirse artık yaşayabileceği bir hayat kalmazdı onun için, bu yüzden büsbütün bitirmek istediği sorunu dile getirdi. “Adamların içeride denk gelecek olurlarsa, hiç düşünmeyip vursunlar Uygar Özkurt’u.” Söylediklerinden sonra titrek bir nefes bıraktı dışarı. “Kim olduğunu iyi biliyorsunuz, zamanında Mürsel abisini senin mekânında vurduğunda olayların üstünü kapatmıştım ama artık durduramıyorum, üstüme geliyor…” Yüzü acı içinde buruştu. “Bir sürü yalan dolan, şüphe… Baş edemiyorum onunla, eğer oradan sağ çıkarsa peşimizi hiç bırakmayacak.”

“Emin misin?”

“Eminim, arazinin ön kısmında şeridin oraya gel dikkatleri oraya çek, aşağı bölgeden adamların girmesini hallederim, siz de söylediğim gibi Özkurt’u ortadan kaldırın yeter.” Elini kapatma tuşunda hazır bekletti, artık dar gelmeye başlayan arazide dönüp dururken elini yavaşça göğsüne yasladı. “Ama Kadir’e asla dokunmayacaksın, ona bir şey olursa Ahmet… gerçekten çok büyük hesaplaşırız.” Ve sonra hızlıca aramayı bitirdi, yavaş adımlarla ilerlerken artık bunca günahı sırtlanmanın ne noktada sonlanacağını bilemez haldeydi.

-

Önünde durup teçhizatlarını ayarlayan Reha’ya karşı mırıldandı Diren. “Sevtap’tan haber alabildin mi?”

Reha, son kontrolünü yaptığı esnada dilini yavaşça dudaklarının üstünde gezdirip derin bir nefes bıraktı dışarı. “Ameliyata gireceğini duydum.”

“O kadar ciddi mi ya?”

Geri çekildi ve çelik yeleğin üstündeki kamerayı iyice kontrol etti. “Tam ayarlayamamış o yüzden bıçak riskli bir yerine isabet etmiş, doktor bazı kayıplar olabileceğini söyledi.”

Diren sıkıntıyla dilinin ucunu ısırdı elleri ise iki yanda yumruk oldu, buraya kadar ulaşabilmek için Sevtap’ın sahte saldırı planına olur demek mantıklı bir fikir değildi. Bunun en başından beri farkındaydı ama o inatçı kız sadece bir katkısı olsun, istihbaratın intikam hakkı doğsun diye böyle bir gerekçe uydurduğunda onu reddedememişlerdi. Aslında Sevtap’ın sağ salim buraya geleceğini düşünürken zor duruma düştüğünü bilmek canını sıktı. “Ne gibi kayıplar?” diye güçlükle mırıldandı, Reha ve Sevtap daha yakın arkadaş oldukları için kendisi arayıp soramamıştı ama merak ediyordu. “Reha umarım can kaybından falan üstü kapalı bahsetmiyorsundur, bak döndüğümüzde kızı mezarda falan bulursak sikerim belanı.”

“Direncan öyle bir şey olsa ben burada uslu uslu teçhizat mı ayarlarım lan?” Kendi kulaklığını takarken geriye dönüp Belçin ve Uygar arasındaki konuşmayı dinledi, içeride ne yapacaklarına dair düşünüyorlardı. “Kayıp derken, doğurganlıkla ilgili şeyler işte,” diye mırıldandı daha sonra. “Doktor bir daha çocuk sahibi olamayabilir gibi şeyler söyledi, tam anlamıyorum kaldı ki onlar da kesin öngöremiyorlar.” Elini hafifçe çelik yeleğine vurdu Diren’in. “Bak aramızda kalsın bu kimseye söyleme şimdilik, Belçin Hanım pek duyulmasını istemedi ben de morali bozulmasın diye Uygar’a söylemedim zaten.”

“Bana niye söylüyorsun o zaman?”

Soğuk bir tavırla omuz silkti Reha. “Takılmazsın sen.”

“Aynen, takılmadım.” Hemen ardından gözlerini devirip geri döndü. “İçeri gireyim o dazlak kafa kimse onun da Ahmet’inin de bilmem nesinin de kim varsa amına koyacağım.” Ellerindeki yarım eldivenleri çekiştirirken bilmediği bir öfkenin tesiri altındaydı, ardına dönüp Reha’nın soğuk bakışlarını takip etti kısaca. “Sen de buna takılmazsın artık.”

Yönünü, operasyon konusunda fikir alışverişi yapan Belçin ve Uygar’ın yanına çevirdi; yere çömelip ekrana odaklandığı an Belçin, yanında oyalamaya çalıştığı Uygar’ı Diren’e bırakıp ayaklandı. “Hemen geleceğim bekleyin,” deyip uzaklaşırken kaşlarıyla çadırın köşesindeki Yaşar’a kısa bir talimat vermişti.

Uygar’ın bakışları karşısındaki Diren’e değdiğinde “Yakut nerede?” diye sordu usulca. “Hala gelmedi mi buraya?”

Bir ara denk gelse bile o sırada aklı ekrandaki haritada olan Diren dalgın dalgın mırıldandı. “Görmedim.”

Artık kendisi yerine Belçin’i dinleyecek birisi olduğu için Uygar yavaşça ayağa kalktı çömeldiği yerden, uzun bir süredir Belçin’le yaptıkları konuşmaya Diren devam eder diye çadırın çıkışına ilerledi ama ayrılmadan önce Reha’ya “Kardeşim şu teçhizatları versene,” diye seslendi, kulaklığın Yakut için iyi bir bahane olacaktı.

“Ne oldu? Niye?”

“Yakut’u bulmaya gideceğim.”

Reha’nın yüzünde durumu anlamış gibi bir ifade belirecek olsa da kendini çabuk toparladı. “Anladım, anladım.”

Avuçları arasındaki ekipmanı hafifçe sıkarak çadırdan ayrıldı, artık kalabalık araziye bakınırken kendi kendine konuşuyordu. “Neredesin be kızım? İki dakika suratını görecektim, onu da aldın elimden.”

Bir ağacın altında not defterine bir şeyler yazıp yanındaki kişiye anlatan Kerim’i gördüğünde oraya yaklaştı ve seslendi. “Abi, Yakut’u gördün mü?”

“Aşağı inmişti koçum,” derken kalem tuttuğu eliyle tepenin olay yeri sınırına giden yolunu işaret etti Kerim. “En son orada gördüm.”

Uygar da ellerini çelik yeleğine sarıp o tarafa baktı, tüm ekip buradayken Yakut’un sınırda ne yaptığını merak etmişti. “Ne işi var orada tek başına?”

Kerim elini alnına siper edip güneşten dolayı gözünü kıstı, sonradan söylediği şeyin Uygar’ın hoşuna gitmeyeceğini biliyordu. “Tek değil, Fatih de vardı yanında.”

O andan sonra göğsünde nefesleri vakitsizce yavaşlayan Uygar, belli etmeden iç çekti ve huzuru kaçtığı için gözlerini kapatarak derin bir nefes bıraktı dışarı. “Sağ ol abi, sağ ol, eyvallah.”

Hemen sonra birkaç polisin nöbet tuttuğu sınıra ilerledi, bir yandan da kendisini toparlamaya çalıştı; öksürdü, alnını sıvazladı, parmağını burnunun ucuna sürttü ama en sonunda yine dayanamayıp küfretti. Belli edemeyeceği bir vakitte, hiç de sırası olmayan bir kıskançlığa tutulduğu için kendine de kızgındı. Son birkaç gündür Yakut’u yalnız bıraktığı için pişmanlık duymaması gerekirdi, en nihayetinde acil bir meşguliyeti vardı ama tüm bu uzak kalmış hallerinin onu bir şekilde Fatih’e yaklaştırması can sıkıcıydı.

Elindeki teçhizatı avuçları arasında sıkıp aşağı yürüdü, yaklaştıkça gürültü de artıyordu. En sonunda şeridin çekildiği noktada, polislere “İçeri girmek istiyorum!” diye haykıran Ahmet Akdeniz’i son derece öfkeli bir halde buldu. Sinirden kızaran yüzü gri saçlarıyla beraber garip durmuştu, hatta son bir kez nefesini tüketerek bağırdığında daha da arttı suratındaki kızıllık, yanında daha genç bir adam vardı. “Baba sakin ol,” diyordu, Uygar onun Ahmet’in oğlu olduğunu anladı. “Ne sakin olacağım be? Kızım içeride rehin tutuluyor!”

Polis, kendisini yaramaz bir çocuk gibi azarlayan Akdeniz’e karşı son gücünü kullanırken Uygar da şüpheyle kısılan gözlerini oraya verdi. “Siz ne hakla beni dışarıda tutarsınız?” diye bir daha bağırdı Ahmet. “İçeride kızım kim bilir ne halde, derhal kaldırın şu şeridi yoksa…”

Yakut görünmeyeceği bir kısımda, büyük bir kayanın üstünde rahatça oturarak bekler haldeydi. Hemen karşısında ayakta dikilen Fatih ise ellerini ceplerine sokmuş, avare gibi sallanıyordu. Şerit tarafındaki Akdeniz ailesine görünmeden Yakut ve Fatih’in yanına ilerledi Uygar. “Neler oluyor burada?”

Düşünceliydi, dalgın gözleri yerdeyken aklından birden fazla şey geçiyordu ama birden sesini duyduğu adamla düşündüğü her şey geri plana çekildi ve bakışlarını, yavaşça Uygar’a çevirdi Yakut. Üstündeki şişme montun ucuyla oynarken sessiz kaldığı için konuşmayı Fatih devralmıştı. “Ahmet Bey’in tehditlerini dinliyoruz.”

“Ne yapabilecekmiş o şerefsiz?” derken kinayeli sözlerine rağmen Uygar hiç gülmedi, sadece gölgede bekleyip şeridin ardındaki adamı bir daha kontrol etti. Her taşın altından çıktığına göre büyük bir vurgunları vardı, bu çırpınışı tam olarak kaybedecekleri yüzündendi.

“Ayrıntısı belirsiz,” dedi Fatih, sonra da başıyla geri tarafı işaret etti, gösterdiği noktada fabrika binası vardı. “Ama içeride kızının rehine tutulduğunu iddia ediyor.”

“O dazlak puşt kaçırmış olmalı,” diye mırıldandıktan sonra düşünceler içinde dudaklarını yaladı Uygar, öyle pervasız bir mırıldanmaydı ki bu Yakut kısa bir an şaşkınlık yaşamış ve sonra oturduğu taştan ayaklanarak toparlanmıştı. Uygar yeşil gözlerini onun sükûnet dolu halinde gezdirip uzun uzun inceledi, konuşmaya da devam etti. “Rehine alan şu şahıs, Akdeniz’in hasmı mıymış peki? Bir şey söyledi mi bununla ilgili?”

Bunu direkt Yakut’a sormasına rağmen karşısındaki kızdan tek bir cevap alamayınca, yine sabırsız halde Fatih’e döndü Uygar. Konuşmasının keyifle dinlenmediğini bilen Fatih ise Uygar’a onun tek muhatabı olduğunu gösterircesine bakışlarıyla bir meydan okumaya girişti. “Koşa koşa buraya geldiğine göre hasmı olmayacak da ne olacak?”

“Ne zamandan beri düşmanlar? Nasıl ve niye düşman olmuşlar?” derken Uygar boştaki elini cebine koydu, artlarında hala yoğun bir gürültü vardı. Ahmet Akdeniz “Yetkilinizi çağırın onunla konuşacağım!” diye bir daha bağırmıştı; titreyiş dolu sesinde hazımsız bir ton vardı ve hüznü, bu hissin altında eziliyor gibiydi. Uygar ağacın arkasından o tarafa anlamsız bir bakış atıp beyaz saçlarının kırmızı suratında aykırı durduğu adamı seyretti, acı çekmesinin yanı sıra bir kumarı kaybetmenin kızgınlığı da vardı sanki üstünde. “Beni dışarıda bırakamazsınız, kızım içeride diyorum size! Kızım rehin tutuluyor!” Uygar tekrar önüne döndü, bakışları sessizliğini koruyan Yakut’tan sonra Fatih’e değmişti. “Adamın bilinen düşmanlarının tarihsel yelpazesi elinde mi Fatih?”

Fatih bıkkın bir nefes bıraktı, ağırlığını tek bacağına verip yorgunca baktığı suratta kendisini küçümseyen bir ifade görünce dişlerini de birbirine bastırdı. “Yok, elimde değil Uygar.”

Uygar yine en sakin haliyle cebine sıkıştırdığı parmaklarını kütletti, bir iş eğer tüm ayrıntısıyla düşünülmediyse hiç düşünülmemiş demekti onun için. “Bugünün düşmanı bir zamanlar dostun da olabilir aynı zamanda,” derken gözlerini incelercesine kısıp Fatih’te değişen ifadeleri kontrol etti; birbirlerini istihbaratın çok öncesinden beri tanıyor olsalar da bundan kimseye bahsetmemişlerdi, bu yüzden Fatih’in çehresinde beliren her bir ifadeyi yalnızca Uygar bilebilirdi. “Yani Ahmet Akdeniz’in kızı kaçırıldıysa bunu şimdiye kadar dostu da yapmış olabilir diyorum, belki de şimdiye kadar düşman değillerdi ama şimdi olmuşlardır.”

Kendisine atılan taştan sonra dudaklarının iç kısmını hızlıca ısırdı Fatih. “Yine mi sezgilerine başvuruyorsun Uygar? Ne zaman aklın başına gelecek acaba?”

“Yok, sadece Akdeniz’in düşman edinmeyecek kadar sinsi bir adam olduğunu iyi biliyorum.” Uygar dudaklarını usulca kıvırdı, bu Fatih’in meydan okumasına karşı bir hamleydi. “Herkesle iyi geçindiğini, hep ortaklar edindiğini, belirgin bir düşmanı olmadığını ve şimdi olası bir düşmanı varsa bunun kendi dostlarından birisi çıkabileceğini tahmin edebilecek kadar çok şey öğrendim hakkında.” Elini kaldırıp burnunun ucunu hafifçe tuttu ve bıraktı. “Yoksa sen dersine çalışmadın mı?”

Boğazı kurumuştu, kendini rahatlatmak için yutkunmak istedi fakat yapamayınca çaresiz gözlerini hala sessizce kendilerini izleyen Yakut’a çevirdi Fatih. Ondan destek göreceği konusunda bir bekleyişi vardı ama en son aralarında geçen konuşmaya rağmen herhangi bir dayanak bulamayınca rahatsız hissetti ve o saatten sonra Uygar’ı yok saydı. “Polislere söyleyeyim Ahmet’i içeri alsınlar, iş birliğine gidersek daha hızlı hareket ederiz bence.”

“Akdeniz’le mi iş birliğinden bahsediyorsun?” derken kaşlarını hayretle havaya kaldırdı Yakut. Fatih’in bunu rahatça onaylamasının ardından “Asla!” dedi üstüne basa basa. “Onun gibi bir adamla iş yapacaksam hiç yapmam daha iyi, kansızın tekinin lafına güvenip hareket mi edilir Fatih? Saçmalama istersen.”

“Prensiplerini şimdilik kenara bırak, kızı rehine tutulan bir adam mecburen de olsa tüm imkanlarını seferber eder Yakut.” Fatih’in kaçamak gözleri, kendilerini seyreden Uygar’a kaysa da hemen sonra hızlıca toparlandı. “Biraz alçak gönüllü davranmakta fayda var, bırakalım da içeri girsin.”

Tam o sırada yanlarına bir polis memuru yaklaştı, yorgun görünüyordu. “Ahmet Bey’i zapt etmekte zorlanıyoruz, ne yapalım içeri alalım mı?”

Herkesten önce Uygar cevap verdi, işaret parmağını kaldırıp kesin bir uyarı verirken epey kararlı görünüyordu. “O herif buraya tek bir adım bile atmayacak.”

“Uygar-”

Kontrolü eline almaktan başka çaresi olmadığını hissetmişti, bu yüzden aynı uyarıyla Fatih’i de durdurdu Uygar, bakışları hala meraklı bir bekleyiş içinde olan polis memurundaydı. “İçeri alınmayacak dedim. Ayrıca diğer bölgelere ekip yollayın kontrol etsinler, burada sizin dikkatinizi dağıtırken adamlarını sokmaya falan çalışabilir.”

Ne zaman oraya geldiğini fark etmedikleri Gökçe güneş gözlüklerini kaldırıp saçlarına taktı ve elleri uzun ceketinin ceplerindeyken topuklu ayakkabılarına dikkat ederek yanlarına yaklaştı. “Bu adamın öngörüsüne hayranım, her zaman en doğrusunu tercih eder,” derken Yakut’a hafifçe göz kırpmıştı, sonra eğilip sarıldı. “Selam, işlerim vardı o yüzden biraz geç kaldım ama durumdan haberdar olur olmaz geldim hemen, nasıl gidiyor?”

Uygar ve Fatih arasındaki gerginlikten sonra ilk kez rahatladığını hissetti Yakut, belindeki eli tutup Gökçe’ye biraz daha yaklaştı. Eğer kendisi de aralarına karışsaydı muhtemelen üçü birlikte kavga edeceklerdi ama bu aralar susmak konusunda iyi sayılırdı. “Bekliyoruz,” dedi iç çekerek. “Belçin Hanım yukarıda binaya giriş için plan hazırlıyordu, ben de gürültüyü duyunca buraya kontrole geldim.”

“Aa öyle mi?” Gökçe gözleriyle çevreyi taradıktan sonra tekrar Yakut’a döndü. “Burada işin bitti mi peki?”

Yakut siyah saçlarını geriye ittirip Gökçe’nin ardına baktı, polis memuruna birkaç talimat veren Uygar iplerine eline almış gibi durduğu için “Bitti,” dedi.

“Tamam o zaman biz de yukarı gidelim, belki işlerin hızlanmasına yardımcı olurum.” Kısa kaküllerini sözlerinin arasında huysuzca karıştırdı Gökçe. “Duyduğum kadarıyla Belçin Hanım yanında uyuşuk Bengi’yi getirmiş… Allah aşkına o kız otursun sadece evrak doldursun zaten onu bile on saatte hallediyor, ne işi var burada?”

“Uyuşuk Bengi mi? Duymadım hiç.” Bakışları, polis memurunu yolladıktan sonra temkinli halde yanlarına yaklaşan Uygar’a kaysa da çabucak Gökçe’ye döndü Yakut. “Şu kısa boylu, dudağında ben olan kızdan mı bahsediyorsun?”

“Evet evet o.” Yakut’u belinden ittirip tepeye yönlendirdi. “Gel yolda konuşalım.”

Ancak tekrar yanlarına gelen Uygar elini kaldırıp Yakut’un önüne engel oldu, zaten kısa bir vakit bulmuştu onu da Gökçe’nin çalmasına izin vermeyecekti. “Benim işim var Yakut’la.”

“Ne işin var?”

Uygar masum bir isteği dile getirir gibi geniş avcu arasındaki ekipmanı işaret etti fakat gözleri daha başka bakıyordu. “Yakut’a ekipmanını takacağım.”

Bu bakışların anlamını bilen Yakut, Uygar’ın elleri arasındakinin sadece bir kulaklık olmadığını bildiğinden az sonra o kulaklık bahanesiyle nasıl bir sınava tabi tutulacağını anlayınca göğsü tatlı bir hisle sıkıştı ama bunu reddetmek için yeterli güç bulamadı içinde. “Ekipmanım işte, operasyon için.” dedi kısa bir mırıltıyla. “Neyse gideyim o zaman ben.”

Gökçe, Yakut’un ‘istemem yan cebime koy’ misali mırıldandığı şeyden sonra dudağının tek tarafını kıvırıp alayla güldü, sonra yakınındaki arkadaşının kulağına eğildi. “Sen de fenasın var ya ikinizin de yüzünde güller açmaya başladı hemen, nedir bu ekipman takmanın sırrı?”

Yakut esintiden dolayı uçuşan saçlarını kulağının ardına sıkıştırmaya çalıştı ama bu herhangi bir işe yaramadı, neyse ki tutamlar bastırmakta güçlük çektiği gülüşünü saklamak konusunda epey iyiydi. “Ne sırrı olsun isterdin Gökçe?”

“Hayat size güzel valla.” Gökçe dudaklarını büzüp kollarını önünde bağladı, az sonra gideceğini belli edercesine ayağını ileri uzatınca topuğu bir taşa değmişti. “Ben benim adamı kafalayacağım diye kafayı yiyeceğim yakında, siz maşallah ikiniz bir arada olunca dünya yansın umurunuzda değil bir kulaklıktan bile destan çıkarıyorsunuz.” Elini salladı ve ofladı. “Üf neyse, gidiyorum, işime gücüme bakacağım aşk karın doyurmuyor sonuçta.” Hemen sonra başını kendi kendine iki yana salladı. “Keşke doyursaydı… Aman ya, bıktım artık bu sefer gerçekten gidiyorum.” Ardından Fatih’e doğru koşturup kolunu tuttu ve onu tepedeki çadıra sürüklemeye başladı.

Onların uzaklaşmasının ardından Uygar da ağır adımlarla Yakut’a yaklaştı. “Gel bakalım, takalım ekipmanını,” derken ses tonundaki yaramaz tavır Yakut’taki keyfi endişeli bir şekle çevirmişti, bu yüzden gözlerini kızgınlıkla kıstı. “Senin yüzünden dillere düştüm biliyor musun?”

“O zaman beni de al yanına nereye düşüyorsak beraber düşelim.” Bileğinden tuttuğu Yakut’u nazikçe peşinden sürükledi, sıklıkla arkasına dönerek onun aydınlık yüzünü seyretti. Siyah tutamların altında bembeyaz teninde beliren o utan kırmızılıklarını tıpkı adı gibi taşıyordu… Kırmızı, parlak bir Yakut. “Bizim dedikodumuz güzel olur zaten.”

“Uygar…” Yakut bir süre kelimelerine engel oldu, ne söyleyeceğini bilemediği esnada herkesin onları görebileceği ama dikkat çekmeyecekleri bir yerde durmuşlardı. Yine de Uygar’ın son söylediklerine karşın suskunluğunu korumaya devam etti, hatta Uygar’ın az önce söylediği ve hiç de pişman olmadığı şeylere karşı tepki koyabilmek için inat edip kollarını önünde bağladı, bu hareketinin Uygar’ı kızdırdığının farkındaydı.

Vakit geçirmek için kulaklığı karıştırıp beyhude bir çabayla inceleyen Uygar, Yakut’un kollarını önünde bağladığını görünce kendi kendine güldü, bunun anlamını biliyordu. “Ne oldu? Konuşmayacak mısın benimle?” Sorusundan sonra sessizlikten başka hiçbir şey bulamayınca eğdiği başını kaldırmadan gözlerini Yakut’a kaydırdı sadece, gizli gülüşünün yakışıklı suratında nasıl göründüğünü bilmediği için Yakut’un kalbinde baş gösteren sızının da farkında değildi. “Yavrum açsana şu kollarını.”

Yakut, Uygar’ın tekrar kullandığı bu kelimeyle birden yutkunma ihtiyacı hissetti; hatta heyecanlandığı için kendine duyduğunda kızgınlıkla kaşlarını çattı, boynuna doğru yükselen sıcaklığın dışarıdan fark edilmemesini umuyordu ama aklından bambaşka düşünceler geçiyordu: ‘Niye o kadar güzel söyledi o kelimeyi? Aptal… Zaten o sesiyle ne söylese kalbimi çabasız ele geçirir. Tam bir aptal, aptal, aptal!’ “Açmayacağım,” dedi üstüne basa basa.

Uygar bu sefer mahsustan yalvarır gibi dil döktü. “Lütfen aç.”

“Yok.” İçten içe dudaklarını ısırdı, hala taşımaya devam ettiği gülüşe karşın “Gülme,” diye uyardı Uygar’ı. “Zaten sen niye o kadar kişinin içinde beni bu kuytu köşeye getirdin? Hadi Gökçe neyse ya başkaları anlasa her şeyi?”

Tam o an Uygar incelemeyi bıraktığı kulaklığı Yakut’un siyah, parlak saçlarının ardında kalan küçük kulağına yerleştirdi, bu yakınlaşmadan dolayı duraksayan Yakut dudaklarını birbirine bastırıp susmuş ve Uygar’ın oyunbozan sorusunu dinlemeye başlamıştı. “Neyi anlarlarsa?” diye mırıldandı Uygar.

Yakut ayağını kaldırdı ve taşa vurur gibi yapıp Uygar’ın bacağına ufak bir tekme attı. “Neyi olacak Uygar?”

“Mesela geceyi beraber geçirdiğimizi mi?” Artık ikisinin de dokunmakta bir çekince görmediği saçları Uygar okşayarak geri ittirdi; Yakut ise tam o esnada, bir zamanlar herkesten sakındığı siyah tutamlarının Uygar’ın elleri arasında nasıl da bugüne kadar onun dokunmasını beklemiş gibi hissettirdiğini düşündü… ‘Sanki o çözsün diye bağlamışım tüm düğümlerimi.’ Ve sonra güçlükle de olsa “Evet onu,” dedi mırıltıyla. “Anlayabilirler.”

Uygar bazen bunca sevginin, kendi içinde nasıl yeşerdiğini anlamıyordu; Yakut’u, sanki önceden beri uzun süre aramış gibi durmaksızın seviyor, varsa bile herhangi bir kusur göremiyordu. “Geçen gece sende kaldığımızı anlamazlar artık,” dedi hala devam ettirdiği yaramazlıkla. “Bir daha geleyim, bir daha sarılıp uyuyalım-”

“Biz sarılmadık, sen sarıldın.” Arkasından dolanan güçlü kollar ve sırtını yaslarken kendisini fazlasıyla güvende hissettiği o geniş göğüs, bir daha yaşanmasını kabul edebilecek kadar tesirli bir uyku uyutmuş Yakut’a, sadece bunu itiraf etmek istemiyordu.

Uygar, Yakut’un muhalif tavırlarına hemen boyun eğdi. “Tamam ben sana sarılayım, kollarımda kaybolana kadar seni kendime çekeyim,” diye mırıldandıktan sonra merakla beklendiğini bilerek bir süre bekledi. “…ama sen de hiç itiraz etme.”

Elini kaldırdı ve kulaklıkla uğraşan Uygar’ın havaya kaldırdığı koluna tutundu. “Ben sana o gece itiraz ettim,” derken imayla kaşlarını havaya kaldırdı. “Sen pek laf dinlemez bir adam olduğun için anlamadın ya da bilmiyorum anlamazlıktan da gelmiş olabilirdin, orası tamamen senin işgüzarlığın.”

Tatlı sesinde ufak bir serzeniş vardı Yakut’un, buna karşın kısık sesle gülen Uygar kulaklığı yavaşça onun boynundan geçirdi, sanki incelikli bir işle uğraşır gibi dikkatliydi, bu esnada keyifli parıltıların sardığı gözlerini Yakut’a çevirip onu sıkıştırmayı eksik etmedi. “Peki ben yine geleyim sen itiraz ettiğin halde yine sana sıkı sıkı sarılayım, kokunu içime çekeyim.” Dişlerini yine Yakut’un kendisini beklediğini bilerek alt dudağına geçirdi. “Bu sefer onu sakla herkesten, olur mu?”

Tutunduğu kolu biraz daha sıkı kavradı, ince parmaklarını bastırdığı yere kısaca bakan Uygar onu daha önce yaşanmış anların bile heyecanlandırdığını fark edince, daha fazlasının nasıl olabileceğini düşündü. Her şeye rağmen, kollarını kuvvetle sıkan ince parmaklarına rağmen “Olmaz,” diye itiraz etti Yakut, sesinde titrek bir çaresizlik vardı. “Almam seni evime.”

“Almazsan nereye gideceğim?” Uygar yavaş yavaş hareket ettirdiği parmağının ucunu oyun oynar gibi Yakut’un tenine sürtüp geçti, bu esnada onun ufacık titreyişini hissettiği için alt dudağını ısırmıştı keyifle. Diliyle bambaşka şeyler anlatan Yakut’un teninde bambaşka sözler vardı. “Hmm? Yağmurda ıslandığım zaman beni ısıtmak için kim senin gibi cömert davranır?”

Hatırladığı şeyle Yakut bir an sıkıntılı bir nefes çekti içine, Uygar’a eğer bir kere daha güvenini kırarsa onu evine almayacağını söylemişti ama şimdi burada yeni bir yolculuğa hazırlanırken moralini bozmamak için dile getirmedi. “Ben cömert falan değilim,” derken sesi epey derinden gelmişti bu sefer. “Sen çok doyumsuzsun, her şeyi istiyorsun.”

Dikkati hala kulaklığın kablosunda olan Uygar kaşlarını çatıp bir süre orayı seyrettikten sonra ifadesini yavaşça düzeltti. “Bir tane diş fırçama yer ayır istedim sadece, buna çok mu diyorsun?”

“Söylediğin iyi oldu, ben onu gerçekten bulamadım!”

Yakut’un büyük bir hayretle söylediği şeye karşın gururla gülümsedi Uygar. “İyi yere sakladım tabi, bulamazsın.”

Hızlıca başını dikleştirdi Yakut, işini uzata uzata parmaklarını tenine değdiren Uygar yüzünden içini gıdıklayan bir gülme isteği doğmuştu ama yine de kendisini tuttu. “Sen oyna benimle oyna, eğer şu olayları bir kişi anlasın ben de seni cümle aleme rezil edeceğim Uygar.”

Tam o an baş parmağını Yakut’un çene kemiğine sürtüp gizlice okşadı, bu Yakut’un birden “Yapma!” diye sızlanmasına sebep olmuştu.

Onun hayıflanmasını yok sayıp “Senin niyetin belli dedikodumuzu çıkaracaksın yani,” dedi Uygar kısık bir sesle, aşağı eğik duran yeşil gözleri ağır ağır yukarı kalktı. “O zaman söyle herkese, Uygar benim uğruma kafayı yemiş de.”

“Belli, kafayı yemişsin.” Yine aralarındaki mesafeyi tehlikeli bir duruma sokan yakınlıklarıyla Yakut’un nefesi kesildi, birisi fark edecek diye ödü koparken kalbi engel olamadığı şekilde hızlanmıştı. “Ama ne uğruna bilemedim, herhalde delirmeye bahane arıyordun.”

Dudaklarından sızan her bir soluk kendisine çarparken gözlerini yine Yakut’un güzel suratında gezdirdi. “İnanç ve güven kazanmak benim için önemlidir gelincik,” diye mırıldandığı esnada Yakut’un uslu durup onu dinlemesiyle nefesleri göğsünde sıkışıp kaldı. “Eğer bir şey yapacaksam o şey için sağlam bir sebebim, güzel bir bahanem olsun isterim; bu sayede kimseyi iki arada bırakmam.” Gözlerini onu incelercesine yüzünde, çıldıracağını bile bile en kışkırtıcı haliyle boynunda gezdirdi. “en de insanların bakıp bakıp ‘Uygar iyi bile dayanmış’ diyecekleri kadar güzel bir bahanesin.”

Aralık kalan dudakları, ifade gücünün anlık bir şaşkınlıkla yitmesinden dolayı boş kaldı; biriken kelimelerini geri itip yalnızca Uygar’ın yeşil harelerinde dolaşan koyu bakışlarını konuştururken Yakut kendisini onun karşısında çırılçıplak kalmış gibi hissetmişti. Uygar göz göre göre bir soyguna kalkışıyordu; Yakut’tan duygularını, kalbini, ruhunu, bizzat onu çalıyordu.

Aslında temiz bir havanın altında, ferah bir gölgenin sığınağındaydılar; buna rağmen Yakut’un kendisini toparlaması beklediğinden geç sürdü, utangaç bakışlarını kaçırıp parmağını yanağına sürttükten sonra aynı işaret parmağını Uygar’ın göğsüne yasladı hafifçe. “Çok yanlış bir yerdeyiz,” diye bir nevi kendisine hatırlatarak konuştu. “Çok yanlış bir zamandayız, farkına var Uygar.”

“Farkındayım, iyiyim, zaten ancak böyle iyi olabilirdim.”

“Tamam o kadar iyi olmak da hoş değil, düş biraz.” …biraz hızını düşür yoksa çok yıkıcı oluyor bu çarpışmalar, diye devamını içinden getirdi. “Yani anlamıyorum, bir tek diken üstünde olan ben miyim?”

Az zamanları kalmıştı, bu yüzden acele ederek kabloyu sağlamca Yakut’un boynuna yerleştirdi ama en sonunda dayanamayıp “Çok tatlısın,” diye fısıldadı ona, hatta gözlerini de direkt Yakut’a çevirdi, bu sözlerinin onu sudan çıkmış balığa çevirdiğini biliyordu.

Azarlamaya başlamadan önce şaşkınlıkla irileşen gözleri, az biraz kızaran yanakları ve sessizliği Uygar’ı güldürürken Yakut hayretini üstünden atıp kaşlarını çattı ama dudakları hala yarım kalan sözlerinden dolayı aralık haldeydi. “Sussana!” dedi en sonunda telaşla.

Uygar onun bu haline biraz daha güldü, kulaklığı doladığı yerde sanki bir düğümü çözememiş gibi eğildi, aklında takılıp kalan koku yine burnuna doğru sızmıştı. “Son bir şey daha söyleyeceğim sakın belli etme izliyorlar bizi,” diye onu telaşa soktuktan hemen sonra Yakut’un külyutmaz şekilde “Uygar bak döveceğim gerçekten!” dediğini duyunca bu sefer gülmeye devam edemedi.

Parmağını gözlerinin takılı kaldığı yere değdirdi, elinin tersini sürüp onu ufak bir dokunuşuyla sızlandırırken “Burada,” dedi mırıltıyla. “…nasıl oluyor bilmiyorum ama tam buranda bir bebek kokusu taşıyorsun.”

Uygar’ın her söylediğiyle kendisini bambaşka bir zirveye taşımasına deli oluyordu. “Nereden biliyorsun sen bebek kokusunu?” diye ağlamaklı halde mırıldandı Yakut, kendisini kapana sıkışmış gibi hissediyordu, hatta bu sıkışma hissinin Uygar’ın kendi üzerinde bile bile uyguladığını hatırlayınca daha da sıcak bastı, bu yüzden dayanamayıp birkaç anlamsız söz sarf etti. “Çok mu doğurdun yoksa?”

Kulaklıkla işini bitirirken bunu fark eden Yakut geri çekilecek gibi oldu ama bu sefer de elindeki kamerayı işaret etti Uygar, sanki ‘benden kaçışın yok’ der gibiydi. “Yalan değil; sana çok benzeyen, tıpkı senin gibi komik, güzel, minik bir bebek isterdim.”

Bu sıcak his artık zirve noktaya ulaşınca Yakut gözlerini kapattı ve alnını sıvazladı, aynı zamanda dayanamayıp gülmeye başlamıştı, elini kaldırıp önünde salladı. “Sinirimden gülüyorum, başka bir sebebi yok yanlış anlama… Sadece çok sinirlendiğim için gülüyorum.”

Uygar, Yakut’un üstündeki çelik yeleği de düzeltti hemen, olabildiğince oyalanmaya çalışıyordu. Bir süre onun dayanılmaz gülüşünü seyrettikten sonra “Yaklaş biraz,” dedi ciddiyetle.

Gülüşünü durdurmak için burnunu çeken Yakut dalgınca “Hmm?” diye mırıldandı.

“Kulaklığında bir sıkıntı var sanki.” Uygar, Yakut’u kolundan çekip başka tarafa çevirdi. “Güneş tersten gelince göremedim, biraz şöyle dön kabloya bakacağım.” Onu nazikçe kimsenin göremeyeceği bir noktaya getirdi, Yakut’un sorgusuz sualsiz onu takip etmesiyle içinde yine engel olamadığı bir kırılma gerçekleşti; dünyanın her neresinde olursa olsun, zaman artık durmayı seçsin, Uygar’ın Yakut’a karşı duyguları yaşamak için çırpınacaktı.

En sonunda kendi gölgesinde gizlenen Yakut’u kimsenin görmeyeceğini anlayınca parmaklarıyla çenesini kavradı; ona dokunduğunda dinginlik kazandığını bildiği için ellerini geri çekmek istemedi ama vakti kısıtlıydı, bu yüzden kaşla göz arası eğilip Yakut’un dudağının kenarına operasyon boyunca ikisine de yetecek bir öpücük kondurdu; geri çekildiğinde diyebildiği tek şey boğuk sesinde can bulan “Tamam,” kelimesi olmuştu, ardından öksürdü ve “İyiymiş,” dedi. “…kulaklığında sıkıntı yok.”

Yakut içinden ‘daha önce de öptü’ diye geçirdi; ‘daha önce de öptüğü dudağımın kenarı ama o bir daha dokununca yeni bir anlam kazandı, sanırım uzun bir süre orada atacak kalbim.’ Hemen sonra titrek elini kaldırıp oraya dokunmak istemişti ama bundan vazgeçti. Kuruyan boğazına rağmen “Peki,” diye mırıldandı. “Kulaklığımın iyi olmasına sevindim.” Parmağının tersini dudaklarına örttü ve bedenini geri çekti. “Gideyim ben artık, çok oyalandık burada.”

Çekip gitmeye kalkan Yakut’u kolundan tutup birkaç saniyeliğine durdurdu Uygar, elini onun ince bileğine sarmıştı. “Bir dakika, göreve çıkmadan önce son bir şey diyeceğim.”

Henüz ufak öpücüğün heyecanını üstünden atamadığı için hızlıca etrafa bakıp “Az önce bebek kokusuna da son demiştin!” diye serzenişte bulundu.

Uygar baş parmağını Yakut’un bileğinde gezdirdi yavaşça. “Bu başka son.”

Yakut kolunu Uygar’dan çekip önünde bağladı yine, sonra imayla konuştu. “Dinliyorum Uygar arkadaşım, ekip arkadaşım, iş arkadaşım.”

İşittiği hitapla canı sıkılan Uygar başını hafifçe öne eğdi, gözlerini Yakut’un yaramaz kollarında dolaştırdı. “Unutmadım bak, bana yemek sözün vardı görevden sonra.”

“Ben öyle bir söz verdiğimi hatırlamıyorum,” dediği esnada Uygar’ın başını omzuna doğru eğişini keyifle seyretti Yakut, sadece ona muhalefet olmak için sarf ettiği sözleriyle ikisinde de gizli birer tebessüm belirmişti.

Uygar boşta kalan elleriyle üstündeki çelik yeleğin kenarlarını tuttu, ağırlığını tek bacağına verirken tepenin alçak kısmında olmasına rağmen Yakut’la eşit duran boylarının tadını çıkardı; karşısında rüzgârın savurduğu siyah saçlar gerçekten de bir manzaradan farksızdı. “Tüh ben mi hayal kurdum acaba?” diye mırıldanırken sahte bir hüzün vardı çünkü ne olursa olsun Yakut’la o yemeği yiyeceğini biliyordu, sadece bunu konuşmalarına dökemeyeceklerdi. Yakut ne olursa olsun hep itiraz edecek, muhalefet olacak ve her şeyin tersini söyleyecekti ama ne olursa olsun o yemeğe en güzel haliyle gelecekti.

Gitmeden önce son kez dudaklarında sakin bir gülüş belirdi Yakut’un, gergin geçen zamanlardan sonra kendisini daha da geren Uygar’la büyük bir rahatlama yaşadığını hissetti; ne garipti ki onunla yaşanan olumsuz duygular bile güzeldi. Tartışmak, atışmak, zıtlaşmak ve asla ortak bir noktada buluşamamak… “Muhtemelen,” dedi keyifli bir sesle. “Her zamanki gibi hayal kurdun Uygar.”

Uygar tek omzunu pervasızca kaldırıp indirdi. “Böyle güzel bir kadının sadece hayalini kurabilmek de benim ayıbım olsun o zaman.”

“Olsun bakalım.”

“Kırmızı elbise peki?”

“Yok, onu asla giymem.” Geri geri adımladı, şişme montunun önünü tutarken onu az sonra çıkaracağını bildiği için fermuarını hiç geçirmedi.

Yakut geriye doğru giderken Uygar da aynı şekilde üstüne yürüdü. “Niye giymezsin?”

“Çünkü bana çok yakışıyor,” diye mırıldandı Yakut, bu pek de alışık olduğu bir özgüven değildi ama Uygar’la beraber içinde bambaşka hislerin de var olabildiğini keşfettiği için yalnızca denemek istemişti. “Delirmeye bahane arayanlara bahane olmayayım durduk yere, değil mi?”

Nazlı bir tavırla kaldırılan omuz, huzursuzca değil keyifle kaçırılan gözler, utançtan pembeleşen yanaklar… Uygar artık Yakut’a karşı diğerlerinin dikkatini çekecek kadar derin bir bakışla karşılık verdiği için parmağının tersini burnuna sürtüp Yakut’un karşısında dağılan halini gizlemeye çalıştı; normalde kimseden hislerini saklayacak değildi ama vakitleri sona ermişti. Kısaca öksürdükten sonra zar zor bulabildiği sesiyle “İş işten çoktan geçti,” dedi usul usul. “Yakacağını yaktın, şimdi oyna bakalım sen benimle.”

“Senin gibi…”

Onu kendi halinde taklit etti. “Benim gibi.”

En sonunda dayanamayarak saçlarını geriye doğru ittirdi Yakut. “Gidiyorum artık bak, işimiz gücümüz var.”

“Git bakalım.”

“Öyle deme.”

Birden gelen uyarıyla kaşlarını havaya kaldırdı Uygar. “Nasıl diyeyim?”

“Git de sadece.” Diğer türlü söyleyince sanki ‘gel’ dermiş gibi hissettiği için daha soğuk bir tavra ihtiyacı vardı Yakut’un, bu yüzden Uygar’dan ufak bir istekte bulundu. “Biraz mesafeli söyle, gülme bir de… Hatta bana hiç bakma, diğer tarafa konuşursan iyi olur.”

Uygar bedenini aheste aheste ardına çevirdi, boynunu arkaya yatırıp hafifçe kütletirken çoktan operasyona hazırlanmaya başlamıştı; Yakut’tan da alacağını aldığına göre bugünü zaferle bitirmemek için tek bir sebep kalmamıştı artık. “Git,” dedi ona karşı asla bürünemediği soğuklukla, elinden yalnızca bu geliyordu ama istediği olsun diye hemen ardından bir de fısıltıyla tekrar etti son sözünü. “Git.”

-

Belçin dosyaları karıştırırken hemen yanında Bengi’ye sürekli talimatta bulunan Gökçe’ye ters bir bakış attı. Ekipten birisini geri çekmesi gerekiyordu ama kimi seçeceği konusunda kararsızdı, en sonunda bir kenarda yeri seyrederek operasyonun başlamasını bekleyen Yakut’a baktı, diğerlerinin aksine onda gri bir nokta görüyordu. Gözlerindeki imrenme duygusunu çoğu zaman kendisine yöneltilmiş bir hayranlık olarak yorumlasa da sahaya indiği vakit elinden gelenin en iyisi yapacağına emindi, bu yüzden gitmesini değil en sadık yönüyle yanında kalmasını istedi, zaten emirlerini de sorgulayacağını düşünmüyordu. “Yakut, sen ekipmanını çıkar,” dedi herkesin şaşıracağını bile bile.

Yakut henüz düzelttiği çelik yeleğine dokunup hayretle “Ne?” diye sordu. “Niye?”

“Çünkü senin burada kalmanı istiyorum, bana yardımın lazım.”

Ağırlığını bir bacağına veren Gökçe, çatık kaşlarının altından cılız bir ışıkla aydınlanan çadırı seyretti. “Belçin Hanım, ben de buradayım.”

“Evet biliyorum,” dedi Belçin, bu esnada başını çevirip Gökçe’ye bakmıştı. “Yakut’la beraber iyi bir ikili olduğunuzu düşünüyorum bu yüzden onun burada kalmasını istedim.” Yapabileceği başka hiçbir şey yoktu, nafile bir çaba gösterirken hala tek isteği biraz vakit kazanabilmekti, telefonunu da kontrol etti ama hiçbir yeni gelişme göremeyince Bengi’ye eliyle işaret verdi. “Bengi, Yakut’tan alacağını al içeri sen gireceksin.”

Görevinin elinden çekip alınmasıyla birden kızgınlığı yükselen Yakut “Hayır,” dedi, bakışları hem Belçin’de hem de daha önce Gökçe’nin ‘uyuşuk’ diye bahsettiği bengi’de dolaştı. “İçeri ben giriyorum,” derken ilk kez Belçin’e karşı çıktığı için ona şaşıranlar da olmuştu. “Bunun için hazırlık yaptım.”

“Öne çıkmanın sırası değil Yakut, bencilliği bırak ekip arkadaşlarına yol aç, burada kalacaksın dedim.”

“Ben bu operasyon için buradayım, beni niye birden geri çekiyorsunuz anlamıyorum?”

Uygar yaslandığı duvardan doğrulup öne doğru birkaç adım attı, bu iş iyice can sıkıcı bir hal almaya başlamıştı. “Birazdan karanlık çökecek,” dedi üstüne basa basa. “Bir an önce fabrikaya giriş yapmazsak gecenin içinde iz sürmek zor olur, ekibi yenilemenin sırası değil.”

“Bengi dedim, içeri Yakut’un yerine o girecek.”

Karşısında, bir otorite olarak oturan kadından öğrendiği çok şey vardı Yakut’un; saygı, itaat, kurallar… Ve öğrendiklerini şimdi ilk kez ona karşı kullanacaktı, bu yüzden kesin bir tavırla Bengi’ye döndü. Dış görünüşüne yorumda bulunmak istemese bile onun kendi yerini alacak atiklikte olmadığını düşünüyordu, eğer şimdi burada olabilseydi Sevtap’a seve seve görevini teslim ederdi ama bir başkasına güvenmek o kadar kolay değildi. “Daha önce saha deneyimin oldu mu?” diye sordu kendisini bekleyen kıza.

Elindeki kağıtları aşağı indirip dikkatini o yöne veren Bengi, son derece vakur bir tavırla “Hayır,” dedi. “Ama halledebilirim.”

Bu Yakut’a yeterli gelmedi. “Simülasyon testine girdin mi hiç?”

Bu sorunun ardından Bengi sinirle iç çekti. “Girmedim.”

“Tamam, yerimi eğitimini tamamlamamış tecrübesiz birine vermiyorum o zaman, kurallara sadık kalalım Belçin Hanım.” Elinin altında kalan çelik yeleğine son kez dokundu ve silahını kontrol etmeye geçti, o andan sonra Yakut’un sergilediği umursamazlık Uygar’ın gizli tebessümüne sebep olmuştu.

Hemen sonra ekip arkadaşlarına dönüp verdiği işaret ile çadırdan ayrılırken arkalarından duyulan başarı dileklerinin arasındaki en suskun kelimeler, onların gidişini kızardığını herkesten sakladığı gözleriyle seyreden Belçin’e aitti. Elini dudaklarına örtüp etrafından korkusunu ve endişesini gizledi, tüm inatçılığını ortaya döken ve hiç bilmeden kendisini köşeye sıkıştıran Uygar’a karşı nefreti gitgide artıyordu, onun kendine güvenen gülüşü ve her halükârda doğru yolu bulan kuşkularından dolayı aydınlanan geceyi yalnızca bir kurşun belirleyecekti; bir hayatı, sadece bir gece ateşe verecekti.

Loading...
0%