Yeni Üyelik
19.
Bölüm

18. Dillere Düşeceğiz Seninle

@askilav

Bu uygulama sıklıkla çöküyor... Yarım saattir bölüm paylaşmaya çalışıyorum da kaybolacak gibi, neyse umarım görünür... Ve bazen kitap güncelleme almıyor gibi geliyor, bu yüzden önceki bölüme bakmadıysanız bakabilirsiniz.

Oylarınızı da eksik etmezseniz daha güzel yükselebiliriz, teşekkür ederim :')

18. DİLLERE DÜŞECEĞİZ SENİNLE

Günümüz

Geçmişin hınçla kovaladığı bir hayat, tıpkı nefesini tüketmiş her canlı gibi yorulmaya, en sonunda yitmeye mahkumdur; fakat eğer çaresiz bir boyun eğişle kabullenirseniz her şeyi, yorgun yüreğiniz artık durup dinlenme fırsatı bulmanın sevinciyle belki dinginleşebilir.

Benim yüreğimin çırpınışları dinmedi; geleceğe yön verme ihtiyacı içindeyken peşime düşen geçmişimden yorulana kadar kaçmaya çalıştım, her zamanki gibi… Tıpkı içinde bulunmayı sevmediğim ailemden kaçtığım gibi, tıpkı adalete teslim ettiğim kocamı kendimden kaçmaya zorladığım gibi.

Çünkü geçmişi her şeyiyle kabullenmek, benim için, bir düşmanın inine sızıp ‘hadi beni vur’ demekten başka bir şey değil. Bu yüzden yalpalıyorum, en iyisini yapmak ve en kötüsünü yapıp battığım yerden bir daha asla çıkmamak arasında bocalıyorum.

Sıcak suyun altında derim soyulurken, banyodan çıktıktan sonra, sabaha dek uyku tutmazken, kahvaltı sofrasında Sevtap’ın sessiz suratına bakamayıp usul usul bir şeyler atıştırırken, akşama doğru salonda otururken, bir haber beklerken, hiçbir şey olmadığı için bir de balkona geçip orada düşünürken… Hatıralar tek bir an bile peşimi bırakmadı, kafamda eserek bir hal ve üstümde geçmişin yangısıyla uzun uzun ne yapacağımı düşündüm.

Elim farkında olmadan sıklıkla dudaklarıma gitti, orayı bir izi siler gibi ovaladım ama unutmak öyle kolay olsa, bu savaşı çoktan kazanacağımı biliyordum. Uygar’la tekrar karşılaşmanın ama bu sefer ikimizin de bambaşka kimseler olmasından dolayı sırtlandığım yükün altında ezilmiştim. Onunla, benim bu dünyada yürekten sevebildiğim tek insanla, yollarımız gerçekten de bir kere daha kesişti; gelmeyecek sanıp umutsuzca uyuduğum gecelerden sonra bir daha karşıma geçti.

Yüzünü hiç göstermedi.

Oysaki onda en sevdiğim şeydi çehresini, asla benden çekmeyeceğini hissettirdiği yeşil gözlerine sahiplik eden suretini, hayatımda ilk ya da son kez görüyormuşum gibi özel bir heyecanla seyretmek; ve ben buna da kızgındım, kendi arzularıma kızgındım.

Elimi öfkeyle sıktım, içimde sürekli yükselip alçalan dalgalar gibi iki düşünce hakimdi; birisi ‘canını yak yandığın kadar’ derken bir diğeri ‘canını yakarsan yaktığın kadar yanarsın’ diyordu, bu saatten sonra neyi dinlesem kimin peşinden gitsem bana aradığım huzuru verirdi bilmiyorum.

Zaten artık tekrar başlayabilmek için bir şansımız yoktu, bir daha beraber olamazdık, ben olduğum yerden koşa koşa kaçıp onu görme şansını elde etmek için gece ışıklarının altına gömülmüş sessiz kulübesine gidemezdim… Kendimi ait hissedemediğim bu dünyada yer edinebildiğim tek yere, onun kollarına bir aptal gibi sığınamazdım. En kötüsü de şu ki, içimde bir yer bana inatla ‘hayır olabilir’ diyordu, tekrar yaşayabilirsiniz her şeyi.

Şimdilik sadece bir kılıfın, dik duruşlu bir kadının içindeyim; herkesin gözünde Uygar’la arasına koca bir duvar dikmiş, gururunu hala omuzlarında taşıyan kişiyim. Bundan dolayı onu sadece geceleri düşünmeye hakkım var, gizli gizli anımsamaya… Zaten o saatlerde hatıralarımın bana sormasına bile gerek yok; özlediğim tüm anılarım ben izin vermesem de gelip baş ucuma oturacak, sevdiğim adamın bedeninde can bulup yanıma kıvrılacak, hırçın bir kızı susturur gibi kollarını bana saracak, belki de dudaklarıma dokunacak.

Hasretim, bedenimde çaresiz bir titreyişe dönüşecek; öfkem, gözlerimdeki sıcak yaşlara.

Ve eskisi gibi sonlanacak her şey… Çünkü sonlanmak zorunda. Sırtını yataktan kaldıran Yakut’un gerisinde bıraktığı tek şey hayaller olamaz artık, o gece ellerimi tutup onu öldürmem için beni korkak bir cesaretle yüzleştiren Uygar’ın en gerçek halini de ardımda bırakmak zorundayım, onu saklamak zorundayım.

Çünkü… gerçekten çok zor.

Çünkü insan tek bir şey için yaşar bu hayatta, doğruları için yaşar; bir çizginin üstüne basıp da canı her istediğinde sağa sola eğilip bükülmez, tek bir tarafı seçer… doğruları seçer.

Sevtap’ın beni Revan hocayla karşılaştırdığı günden iki gün sonra bir gündüz vakti, elimize son ulaşan görüntüleri daha iyi anlayabilmek için; beni öldürmek üzere kiralık katille buluşmaya giden adamın, infazıma karar verdiği yere gelmek istedim. En azından bir iz bulabilme umudum vardı, belki gözden kaçan bir şeyler… İnşaat halindeki müstakil binanın giriş kapısına giden uzun merdivenlere bakarken hemen yanındaki rampayı seyrettim. “Tekerlekli sandalyesiyle şuradan indi,” derken elim işaret ederek oraya uzandı.

Sevtap, arabanın ön koltuğundan arkaya dönüp elindeki tablet ekranını bana gösterdi; istihbarattaki siber ekipten görüntülerin daha fazlasını istemişti ve artık elimizde farklı açılardan, başka görüntüler de vardı. Ancak tekerlekli sandalyedeki adam ne kadar profesyonelse ya da kameraların nereden yakaladığını, nasıl daha iyi gördüğünü biliyorsa bir şekilde kendisini saklamayı başarıyordu; suretine dair tek bir ip ucu bile yoktu.

Elimizde onunla ilgili tek şey; akülü tekerlekli sandalye, boyunluk ve rampadan aşağıya, yavaş bir salınış.

“Sanırım sadece belden aşağısını kullanamıyor,” dediğimde Sevtap da kısa bir mırıltıyla beni onayladı, koltuğun başına tutunup biraz daha öne eğildiğimde başka bir soru duydum ondan: “Acaba felçli mi yoksa bir trafik kazası sonucunda mı kaybetti bacaklarını?”

“Bilmiyorum, felçli olsa bile fizik tedavi görmüş olabilir… Ama sanki sandalyeyi yavaş ilerletiyor gibi.”

“Ya yaşlı birisi ya da fazla güçlü değil.”

“Haklısın,” dedikten sonra gözlerim ön cama kalktı, binayı ve çevreyi kısaca kolaçan edip geri dönen Tekin’i gördüm. Hâkî rengi ceketinin önünü kapatmadığı için esintide savrulan iki kenarını tutma gereği hiç duymadı, bu sayede içindeki dar siyah tişörtü ve vücudunun belirginliği ortadaydı.

Onun aslında asker olduğunu öğrenmiştim, ekibe sadece iş birliği yapmak için bir buçuk sene önce katılmıştı. Gözleri mesleğini yansıtırcasına, iyi bir nişancı gibi çevrede gezindiğinde beni hiç şüpheye düşürmedi. Çok geçmeden arabanın kapısını açıp ön koltuğa oturdu ve bir eliyle direksiyonu tuttu, sonra da bakışlarını bize çevirdi. “Herhangi bir terslik yok, etraf sessiz.”

“Binanın içinde birileri var mı?” diye sordum, oraya da girmek istiyordum.

“Hareketlilik görmedim,” dedi kendinden emin bir şekilde.

Hala görüntüleri inceleyen Sevtap’a döndüm. “Tamam, biz de gidip ayrıntılı incelemeleri yapalım, bir ipucu bulacağız bence.”

“Vaktimiz kısıtlı Yakut, biliyorsun.”

“Yetişiriz Sevtap.” Vaktimizi kısıtlayan şey akşam yapılacak toplantıydı, saat beş buçuğa yetişmemiz gerekiyordu. “Görüntüleri son kez göstersene.”

“Al bakalım.” Arkaya uzanan kamera görüntülerine bir daha baktım; inşaattaki rampadan tek başına, yavaşça indikten sonra saat 15.21’ken sağ tarafa yöneldiğinde bir süreliğine izini kaybettirdi fakat 15.26’da inşaat binasından sekiz yüz metre uzaklıkta bir yerde tekrar görünür oldu.

Tekerlekli sandalyesiyle yavaş yavaş gitti, etrafta araba görünmediği için yakalanmamak adına daha uzakta bir yerde onu bekleyenler olduğunu düşündüm ama bir süre sonra kameraların olduğu bir noktadan asla geçmedi. “Birisi izini kaybettirmesinde yardımcı oluyor,” dedim şüphe içinde. “Kameraların görünmediği noktada ona yardım eden birisi var, yakalanmadan geçmesi imkânsız.”

Benim kuşkulu sözlerimden sonra yorgun bir iç çeken Sevtap, sırtını yavaşça koltuğa yasladı. “Bu bana yıllar önceki davayı anımsattı nedense.”

“Ne davası?” diye sordu Tekin, aynı şekilde ben de merak etmiştim.

Sevtap saçlarının koltuğa sıkışmasını hiç umursamadı, sonra başını geriye çevirdiğinde sarı tutamların serbest kaldığını gördüm. “Kula davası,” dedi direkt bana bakarak. Tekin bilmiyordu ama biz biliyorduk. “Güllü’nün Tufan’ı öldürmekle suçlandığını ama bunu tek başına yapamayacağını düşünmüştük.”

“Her şey belirgindi çünkü.” Geçmişin yüküyle, zorlukla nefeslendim. “O böyle bir cinayeti tek başına işleyemezdi.”

“Akdenizlerin mekanının kanalizasyonundan ceset çıkan operasyondan bahsediyorsunuz herhalde?”

Hala kapanmayan görüntülere bakarken kulağımın biri onlardaydı. “Evet, bizim ilk görevimizdi,” dedi Sevtap.

İlk görevimiz, bize yalanlar söyleten ve bizi oradan oraya sürükleyen kuvvetli şüpheler.

En sonunda, bir kurşunla biten gece.

Gözlerimin önüne yine o gün düştü, fabrika binasının civarında bir görünüp bir kaybolan şüpheli araç ve aracın sahibi olan kel adamı düşündüm; rehinesiyle beraber fabrika binasına girdikten sonra saatlerimizi alan uzun bir yolculuğa çıkarmıştı bizi, içeride aradığımız tek şey gizli bir sığınak değildi çünkü. Aynı zamanda birden ortaya soru işaretleri bırakan o şüpheli adamı ve rehinesini de bulmak zorundaydık.

Yorgun bir gece olmuştu, güvenlik barikatı her ne kadar bizi korumaya alsa da tam teminatımız yoktu; içeride bir pusu olma ihtimaline karşı temkinliydik, öyle ki içeri ne zaman sızdığını asla bilemediğimiz bir grubun tuzağına düştük. Oraya ulaşabilmek için pek çok şey yaptığımız ve artık durmak gibi bir seçeneğimiz olmadığı için yorucu saatlerin ardından üstümüzdeki tuzağı güçlükle de olsa atlatıp ilerledik ve tüm şüpheler, o noktada gerçeklere dönüştü.

Fabrikanın altında, geçilmesi meşakkatli bir noktada, çelik duvarlı bir sığınakla karşılaştık.

Özenle korunduğu aşikardı, zaten belirgin bir girişi yoktu; onu gördüğümde yaşadığım rahatlık, hem bir görevi nispeten tamamlamanın hem de Uygar’ın kafasındaki soru işaretlerinin kapanmasının sevinciydi. Her ne kadar çelik duvarların ardında ne olduğunu bilmesem de, özenle saklanmış her şeyin bir başkasının hazinesi olacağı konusunda nettim; bizden sakındıkları kalın duvarlı çelik sığınak, hayalperestlikle suçlanan Uygar’ın kazancıydı.

Fakat o an takviye ekipler içeri gelirken, çelik sığınağı Diren ve Fatih’e teslim edip canlı bulmamız gereken şüpheli adam ve rehinesini aramaya koyulduk, onlar da sığınağın yakınında bulunan gizli bir geçitte düştüler görüşümüze.

Aradığımız şüpheli, geçidin sonundaki gün ışığına çoktan ulaşmıştı; elimizdeki haritanın yarısı yandığı için rota konusunda onun kadar bilgili değildik ama o da elimizden kaçacak kadar akıllı değildi. Uygar o gün, arkasında kaldığımız şüpheliyi etkisiz hale getirmek için uzaktan nişan aldı, kel başından boynuna kadar teni kıpkırmızı kesilmiş adama bakarken Uygar’a yapmamasını söyledim, içerideyken sinyali kesilen kulaklığa ulaşamayan hiçbir emri takip etmek mümkün olmadığı için böylesine riskli bir harekette bulunmak belki de olası delillerimizi çürütecekti.

Kurşun adamın tam ensesine saplandı, Uygar’ın gözü öylesine kararmıştı ki artık kimseyi elinden kaçırmak istemediği için böyle yaptığını biliyordum ama kendisini kurtarmak için geçidin önüne gelenlerin kucağına yalpalayarak düşen kel adamı yakalamaya yetmedi hiçbir şey.

Kritik bir noktaydı, adamın ensesine değen kurşun yalnızca onun değil benim de aklımı sarsmıştı.

Ve sonra, ansızın bir dilek düştü Uygar’ın dilinden… ‘Umarım o piç ölmek yerine felç kalmıştır.’

Gözlerimi az sonra tamamen kapanacak olan ekrana çevirdim ve üstüne dokundum, geri açtığımda hareketten yoksun halde sadece başını biraz oynatabilen ancak onu da boyunlukla yapabilen adama baktım; tam o an rüzgârın estiği kısma denk gelince kameraya sırtı dönük duran adamın kafasındaki parlak saçlarda belli belirsiz bir dalgalanma oldu.

Sanki şüphem gitgide netlik kazanır gibiydi; sanki ben yine, birkaç santim altına Uygar’ın kurşunun saplandığı, öfkeden dolayı boydan boya kızarmış kel kafayı görür gibi oldum… Bakışlarım şüpheyle daha da kısıldı, ellerim ekranı daha da sıkı sarmaya başlamıştı. Rüzgârın havalandırdığı saçların birer peruktan ibaret olması, düşüncelerimin içinde daha da yer edinirken heyecanla alt dudağımı dişledim. Yıllar önceki bir dilek bizden habersiz gerçekleşmiş, üstelik peşime de takılmıştı.

Bakışlarım yavaşça Sevtap’a kaydı, Tekin’in nereden çıkardığını bilmediğim üzümlerinden kaçırıp yerken meslek hayatımızın ilk görevinden bahsetmeye devam ediyordu. “Ben tam o zaman saldırıya uğradım,” dedi kısık bir tonda, biraz mahzunlaştığını fark ettim, tam o dönem geçirdiği kritik ameliyattan sonra bir daha anne olamayacağını öğrendiğinde hiç belli etmemeye çalışsa da üzülmüştü, hatta uzunca bir süre bizden sakladığını hatırlıyordum. “O yüzden son operasyonda yoktum ama zaten, her şey benim intikamımı almak zorunda oldukları için başladı.”

Tekin sırtını iyice geriye verip koltuğu neredeyse gıcırdattı, üzümün bir tanesini oyun oynar gibi Sevtap’ın dudaklarına fırlatırken arabadaki hüzünlü havayı pek fark etmemiş olmalıydı. “Beceriksiz, koruyamadın mı kendini?”

Sevtap dudaklarına fırlatılan üzümü eliyle rahatça yakaladıktan sonra ağzına attı, küçük gülüşü hala bir şeyleri bastırdığının göstergesiydi. “Korumadım, korumak istemedim çünkü, istesem o adamı gebertebilirdim.”

“Atma be kızım, atma be…”

Buruk geçen birkaç dakikanın ardından ilk kez sahici bir gülümsemenin esir aldığı dudakları, benim allak bullak suratımı görünce bozuldu ve hafifçe toparlandı. “Ne oldu, bir şey mi oldu?”

“Tanıdım galiba,” diye mırıldandım.

“Tanıdın mı?”

“Galiba,” dedim üstüne basa basa, sonra da arka koltuktan yavaşça doğruldum; kalbim artık alışmış olduğum için fazla hızlı sayılmazdı ama heyecan, ellerimde beliren bir uyuşma ile gösterdi kendisini, ekranı çevirip ikisine işaret ettim. “Bu adamı tanıyorum Sevtap.”

Kısa bir süre zaten defalarca ezberlediğimiz görüntüye baktılar. “Nereden tanıyorsun?”

“İlk görevimiz,” dedim onun az önceki sözlerini tekrar ederek. “Senin yaralandığın gün fabrikada Akdeniz’in kızını rehin alan adam.” Görüntüyü tekrar başa sardım ve rüzgârın estiği kısmı yavaşlattım, iki gündür içimi şüpheye bulayan şey buydu; gerçeğe benzemeyen parlak ve dokusu tuhaf görünen saçlar, esintinin savurduğu esnada sahte olduklarını belli edercesine havalanıyordu. “O gün bizim fabrikada gördüğümüz adam keldi, hiç saçı yoktu.” Parmağımla görüntüyü işaret ettim. “İşte tam burada da adamın saçlarındaki sahtelik belli oluyor, iyi bakın.”

“Nerede?”

Rüzgârın estiği kısmı tekrar izlettim onlara, gerçekten peruk saçların altında gizlenemeyen boş bir kafa vardı. “Şurada.”

Bir uğultu aldı arabanın içini, izledikçe fark edilecek düzeye gelen havalanmayı aslında en başında fark etmeliydim… Fakat eskisinden daha çok dalgındım işte. “O dazlak herif mi bu?” dedi Sevtap, ellerimi tutup ekranı kendine biraz daha çekerken.

Çaresizce yutkundum, şimdi bu ismi Sevtap’ın karşısında ilk kez dile getirecektim. “Ayrıca baksana, adam tekerlekli sandalyeye mahkûm, belki de bu kadar yavaş ilerlemesi kaza değil de… Yeni yeni hareket kazandığı bir felçten dolayı olabilir.” Güç bir nefes çektim içime. “O gün Uygar’ın onu ensesinden vururken söylediği gibi.”

Gözlerimiz buluştu, Sevtap’ın mavilerinde kararan bir duygu gördüm, bana mı kızgında yoksa Uygar’a mı? “Ne söylemişti?” diye sordu ağır ağır.

Kuru dudaklarımın çatlak yerini yavaşça ıslattım, aslında Sevtap da biliyordu ama ben bizzat şahit olduğum için tüm sözler aklımda ona nazaran daha belirgindi. “Umarım ölmek yerine felç kalır, demişti, sonradan adamı bulacağımıza inanmıştı.”

“Tamam.” Tekin’in araya karışan sesiyle bakışlarım ona döndü. “Uygar dediğin herif senin kocan olan Uygar mı?”

Sesinde sanki bir kinaye vardı, kendimi rahatsız hissederken “Eski,” diye mırıldandım, kimse onunla içten içe devam eden bir bağlılığım olduğunu bilmemeliydi.

Tekin kaşlarını havaya kaldırıp yine kinayeyle başını salladı, hatta dudaklarını da aynı tavırla aşağı büktü. “Eski kocan,” derken boğuk çıkan sesinin kulağımı tırmaladığını hissettim. “Eski kocan beş yıl önce birisini ensesinden vurup felçli mi bıraktı?”

İki koltuğun arasında eğilmiş haldeydim, bu durumdayken Tekin’in ne anlatmak istediğini anlamadığım ama yine de iyi hissettirmeyen kahverengi gözlerine, bir süre uzun uzun baktım. Şimdi burada, o kinayeli sesine karşın başka şeyler de söyleyebilirdim; içimde açıklayabileceğim çokça nefret vardı fakat o nefret, aynı zamanda beni susturan şeylerden birisiydi. “Böyle düşünüyorum,” dedim azalan bir tonda, uyuşmuş ellerimle ensemdeki saçları uzaklaştırdım, artık duyguların geri çekildiği boş gözlerim tekrar görüntülerin oynadığı ekrana döndü. “Yani, geçmişten bu yana düşününce, aklıma bu adamla ilgili şeyler geliyor sadece…”

“Yakut bu basit bir şüphe değil,” derken Sevtap üzümleri hiç yemeden parmağının arasında dalgınca çevirmeye başladı, bakışları dikkatle üstümde geziniyordu, sanırım sonradan sıkıldığı için üzümleri Tekin’in avucuna geri bıraktı. “Çünkü buradan pek çok yere ulaşabiliriz, biliyorsun.”

“Ahmet’in kızı,” dediğim esnada sözlerimi Sevtap tamamladı. “Ada Akdeniz.”

“Evet,” diye mırıldandım. “Ada Akdeniz o zaman baygın olduğu için kendisini kaçıran kişiye dair hiçbir hatırlamadığını söylemişti ifadesinde.”

“Ama büyük ihtimalle kimin kendisini kaçırdığını çok iyi biliyordur da babası olacak şerefsiz susturmuştur.” Tekin’in söylediğine yavaşça başımı salladım, o da sözlerine devam etti. “Aslında babası da kızını kimin kaçırdığını çok iyi bilir, sadece söylemez.”

“Büyük ihtimalle çatırdayan bir dostluktu,” diye mırıldandım. “Yoksa bu kadar saklayıp korumazlardı birbirlerini.”

Sevtap “Aynen öyle,” dedi mırın kırın, sonra karanlık bakışlarını bana kaldırdı. “Peki niye senden intikam almak istiyor?”

Tenimi bir ürperti sardığında duraksadım, dudaklarım da hafifçe aralık kalmıştı. “Bilmiyorum,” dedim usulca. “Silahı ben ateşlemedim.”

“Uygar’dı.”

Üstüne bastırdığı isimle bir daha tüylerimde tuhaf bir ürperti gezindi, elimi koluma sürtüp oturuşumu düzelttim, sesimi stabil tutmak zorlasa da bir şekilde başardım. “Onunla bir bağlantısı var mı?”

Sevtap başını iki yana salladı. “Bilemiyorum.”

Söylediğinden, ses tonundan ve mimiklerinden bir şey anlamak o kadar zordu ki… Gözlerim iki koltuğun arasındaki kolçakta takılı kaldı, bu esnada Tekin cebinden çıkardığı çakmağı dalgın dalgın çevirmeye başladı. “O zaman Yakut’un gerçekleri, Akdeniz ailesinde saklı.”

“Büyük ihtimalle.”

“Peki siz o zaman niye bu konunun üstüne gitmediniz?” diye düşünceler içinde soran Tekin’den sonra Sevtap’la birbirimize baktık, hangimiz açıklayacaktı bilmiyordum ama o konuşmayınca sözleri ben devraldım. “Bu en yol almış halimiz,” dedim kısık bir tonda. “O zaman amirimiz Belçin Öncel soruşturmaya savcılığın devam edeceğini söylemişti, ayrıca eldeki bulgulara dayanak bulamayınca emir demiri keser deyip susmak zorundaydık, sen de biliyorsundur bu işleri.”

Keyifsizce güldü. “O siktiğimin emirleri yüzünden kaç teröristi öldürmeden bırakıp askeriyeye döndüğümü anlatamam,” dedi mırıltıyla, sonra çenesinin ucundaki sarı sakalları sıvazladı. “Yüzüp yüzüp kuyruğuna geldikten sonra bırakmak hele, insanı fena zorluyor.”

“Öyle…” Parmaklarım usulca boynumda gezindi. “Zaten o sırada istihbaratın gelecek planları başkaydı, kimse bunun net bir sonuca varmayacağını düşünüyordu işte, çok sebep vardı.” Pervasızca omuz silktim. “Aslında bizi harekete geçiren de dediği gibi Sevtap’ın saldırıya uğraması oldu, bir nevi mecbur kaldık. Sonrasında zaten çelik sığınağın ele geçirilmesi teşkilat için yeterli sayıldı, bu kadar saklanan bir şeyin bizim himayemizde olması Akdeniz ve dostlarını sekteye uğratacağı için az çok başardığımıza inandık, devamında da sınır operasyonlarına ağırlık verildi, terör çok yoğundu o zaman.”

“Karambole gitti diyorsun,” derken düşünceler içinde alnını kaşıdı Tekin. “…ama yine de az kalsın senin sonun oluyormuş.”

“Orası ayrı.” Gözlerimi tekrar Sevtap’a çevirdim. “Sen ne diyorsun?”

Kısaca iç çekti. “Peruk meselesini inkâr edemem, belli oluyor çünkü.”

“Değil mi?” diye düşünceler içinde mırıldandım. “Katilimi bir peruktan tanıyacağımı düşünmezdim hiç.”

“Bakalım şu peruk, yılların hesabını kapattırabilecek mi?”

Sevtap bedenini yan şekilde koltuğa yaslayıp Tekin’in sorusunu sessizlikle karşıladı, gözleri uzun uzun onun üstünde dolaşırken sonrasında sıkıntıyla nefeslendi, bir şeyler söyleyecek sandım, geçen yıllar için konuşacak bir şeyleri olmalıydı… Ancak hiçbir şey söylemedi.

Aramızdaki sessizlikle yavaş yavaş yok olan bir şeyler vardı sanki; eminim ki Sevtap en yakın arkadaşını ondan aldığım için bana kızgındı ya da en yakın arkadaşına, yani Uygar’a ihaneti için kızgındı. Birbirimizi gördüğümüzde ikisinden birisini yaşamak zorundaydı ancak bu suskunluğunu hiçbir şeye yoramıyordum, bana duygularımı sormuyor ya da kendi duygularını ortaya dökmüyordu. Belki de benim Uygar’la geçmişimi sakladığım gibi o da saklıyordu bir şeyler.

Umutsuz bir çöküşle önüme döndüm, parmaklarımı birbirine dolayıp çaresizce düşünmekten başka karmaşalar da vardı içimde. Harekete geçmek zorundaydık, peşimdeki katili bulabilmek için bir şeyler yapmalı, acil bir çözüm üretmeli, bunu başarıyla uygulamalı, en sonunda yıllardır kapanmamış bu hesabı büsbütün bitirmeliydik. Oysa ben bazen yataktan kalkmaya ya da birkaç adım atmaya bile güç bulamazken… Bilmiyorum, tam olarak ne yapabileceğimi bilmiyorum.

Her şeye rağmen, gözlerime baktıklarında çabaladığımı, gücümün son damlasına kadar mücadele ettiğimi bilmelerini istiyorum; kimsenin ardımdan ‘bir adamla heba oldu’ demesini kaldırabilecek kadar güçlü değilim.

Ama yine de… Dişlerimi sıkmama sebep olacak bir şüphe uyanıyor içimde: Niye Uygar’ın intikamı benim ensemde dolanıyor acımasız bir kurşun gibi?

Bunu öğrenebilmek için bir şansım vardı aslında, kaşla göz arası bu inşaat bölgesini terk eder ve Uygar’a giderdim, en nihayetinde artık onu aradığımda bulabileceğim bir yer vardı; dingin bir göl ortasında, seyrek ışıkların altında, kuru yaprakların sardığı ufak bir kulübe. Orası evimiz gibi değildi, pek sıcak görünmüyordu, tam da avare adamların sığınacağı bir yerdi… Ama zaten, Uygar da öyle bir adam değil miydi? Zedelenmiş haysiyetiyle, artık hangi temiz hayatı düşleyebilirdi?

Her şeyin fazlasını ona ben de sunamazdım, onu sevip sevmemek değil artık düşünmek bile bir savaşken benim için; biliyorum, saklanmamızın altında sadece masum sebeplerin yattığı o hatırlanası zamanlardan sonra peşimizde, gururumuza leke sürecek gölgeler dolaşırken yapamayız bunu. Artık masum bir sırrı gizlemiyoruz, göğsümde taşıdığım şey onun için heyecanlanan bir genç kız kalbi değil; yine onunla ilgili, ama bu sefer bambaşka bir şey.

Elimi, diğer elimin başparmağıyla ovalayarak kaldırdım; gitgide düzelen ama yine de geçmişi hatırlatmakta ısrarcı yanık izine dokundum, geriye hiçbir acı kalmamış olduğu halde dokundukça tuhaf hissettiren bir yaraydı.

Sanırım bu yara sadece bir yanık izi değildi, Uygar’la aramda yarım kalmış hikâyenin de bir tezahürüydü aynı zamanda; bana bir daha yazamayacaksın diyordu, o hikâyeyi baştan yazamayacaksın, o hikâyeye bir son da yazamayacaksın, gerçek hayatta böyle mucizevi şanslar yoktur.

Dalgın dalgın “İnelim mi?” diye mırıldandım, sesimi duyan Sevtap başını “Tabi,” deyip salladıktan sonra kapısını açtı. Ben de peşi sıra inip bir elimi montumun cebine soktum, diğer elimle de fermuarı dudaklarıma kadar çektim. Aynı şekilde soğuktan kaçan Sevtap da suratının bir kısmını atkısıyla gizledikten sonra yanıma geldi, sarı saçlarının yüzüne düşmesine izin verdiği için artık etrafı daha rahat inceliyordu. “Tüm gece arsa sahibinin gelmişini geçmişini taradım ama konuyla alakalı tek bir muhatap bulamadım.”

“İyi, zaten kimse kendi arazisinde infaz emri verip de yakalanmak istemezdi,” derken gözlerim kaba taslağı henüz bitmemiş binanın içinde gezindi, rampanın yanındaki merdivenleri ağır ağır çıktık ve içeri girdik. Bedenimi tamamen döndürüp etrafta parmak izinin kalabileceği olası bir yüzey aradım. “Parmak izi bulgusu alınır mı buradan?”

Sevtap başını yavaşça iki yana salladı. “Bina tam güney cepheye bakıyor, burada güneş yanıkları pek iz bırakmaz gibi ama… Neyse ben yine de her halükârda gelip incelemeleri için bir ekip isteyeyim.”

“İyi olur.”

Üst katlarda birkaç tur attıktan sonra hiçbir şey bulamayınca aşağı indik, ayakkabılarımın ucu tam rampada durdu, orayı seyrettim; geniş bir tahta olduğu için tekerlekli sandalyenin sığabileceği genişlikteydi, aynı zamanda fazla sarp olmadığı için inmesi rahattı. “Çıkıyor muyuz artık?” diyen Sevtap’ı duyduğumda akşamki toplantıya yetişmek için böyle söylediğini anlamıştım, kolumu kaldırıp saate baktım.

Beş buçuğa daha iki saat vardı, yetişebileceğimizi bildiğimden yönümü binanın sağ tarafına çevirdim, adamın tekerlekli sandalyesini sürdüğü tarafa. “Adamın gittiği istikameti de kontrol etmek istiyorum.”

“Bekle, yalnız gitme,” diyerek Sevtap da peşime takıldı, yanıma geldiğinde ikimiz de şüpheli gözlerimizi çevrede gezdirerek sessiz sessiz aynı yolu takip ettik, görüntüde adamın yolunu ve hızını takip ederek gözden kaybolduğu noktayı da aşıp en son göründüğü ve hatta kaybolduğu yere geldiğimizde aradan sekiz on dakika geçmiş olmalıydı.

“Şerefsiz kendisini geliştirmiş,” dedi Sevtap sinirinin bozulduğunu belli eden bir gülüşle. “O zaman planlamasını bile bilmediğiniz bir binanın içinde o dazlağı enselemiştiniz, değil mi? Şimdi kendisine yakalanmayacağı noktalar bulmuş, kafası deve kuşu gibi gömük… Piç herif.”

“Evet, belli ki kimse geriye düşmüyor,” diye kısık bir tonda mırıldandım. “Herkes daha iyi olmanın peşinde.” Kimileri daha iyi olmanın, kimileri de daha iyi bir kötü olmanın.

Beni kolumdan tutup geriye yönlendirdi. “Hadi artık dönelim.”

Ona ayak uydurarak ardıma döndüm, geldiğimiz yolu bir daha giderken gözlerim incelercesine tekrar çevrede gezindi. “İlk başta Mürsel’in beni öldürmek istediğini öğrenince garipsemiştim, o benim akademide inceleme çalışmamdı, biliyor musun?”

“Öyle mi?” derken Sevtap hayret edercesine dudaklarını büktü.

“Öyle, tabi sonra Şehlevent’i hapse yolladığım için kestirdi beni gözüne, daha doğrusu öyle söylediler.” Önüme düşen siyah tutamları geri çekmedim, hafif esen meltem onları usul usul savururken yüzümü gizliyorlardı. “Ama geçmişte vurulmuş bir adamın, hatta…” Yutkundum. “Uygar’ın vurduğu bir adamın beni öldürmek istemesi daha da garip, ne yani, adam felç kaldı ve intikam mı istiyor? Üstelik bir başkasından değil, benden? Her şey bu kadar basit mi? Gerçekten bunun için ölmeyi hak ediyor muyum?”

Sevtap aramızdaki mesafeyi kısalttı ve omzunu dostane bir tavırla omzuma değdirdi, geçen günlerden sonra ilk kez bu kadar sıcak davrandığı için yüzüm tuhaf bir utançla yandı, başımı çevirdim ve onun da soğuktan kızaran suratını seyrettim. “Her şeyi yavaş yavaş öğreneceğiz Yakut; ilk adımı attık, en azından şu an elimizde kuvvetli bir şüpheli var ve sebeplerin az çok farkındayız.”

“Orası öyle tabi.” Tekin’in bizi beklediği araba uzaktaydı, onun dışarı çıkıp kaputa yaslanarak sigara içtiğini görünce aklıma Uygar’ın kulübesindeki izmaritler geldi, o da çok içiyordu sanırım, üstelik sesi onu tanıyamayacağım kadar değişmişti… Temiz havayı sıkıntıyla içime çektikten sonra montumun fermuarını biraz indirdim.

Benim onu onaylamamdan sonra Sevtap pervasızca omuz silkti. “Planımız da belli, katilini bulmak için ne yapacağımızı biliyoruz, kimlerle bağlantısı olduğunu biliyoruz.”

“Evet…”

Ses tonumdaki dalgalanmayı fark edince bu sefer başka bir şey sordu. “Seni kızdıran şey ne?”

“Hiçbir şey.”

Ancak tahminlerini sürdürdü. “Haksız bir suçu üstlendiğin için mi kızgınsın yoksa?”

Ağır ağır açıp kapanan kirpiklerimin seyrek bir karanlığa buladığı gözlerim yavaşça yere eğildi. “Herhalde, herkes öfkelenir buna.”

“Haklısın,” derken tekrar ona döndüğümde başını bastıra bastıra aşağı yukarı salladığını gördüm, mavi gözleri de hızla yüzümü tarıyordu. “Herkes sinirlenir ama işte…” Bir süre bekledi. “Bazen sana ait olmayan bir yükü taşımak zorunda kalırsın, hayat böyle bir hamallık.”

Dudaklarımı içe çektikten sonra yavaşça bıraktım. “Keşke olmasaydı.”

“Ama hep öyle olur.” Soğuk bir tavırla yanıma yaklaştı, sadece onu seyrettiğim esnada donukluğumdan yararlanıp koluma girdi; sıcak bir kabul içinde değildi şu an, zaten sonrasında koluma girmesinin sebebini de kısık bir sesle açıkladı. “Şaşkın şaşkın bakma, biraz yaklaş… Uzakken dikkat çekiyoruz.”

O andan sonra, Sevtap’ın huzursuz edici sözlerine karşı hiçbir şey söylemek mümkün olmadı, sustum.

-

Yetişmek için acele ettiğimiz toplantı bir sonraki güne ertelenince, gecikmeli de olsa toplanma şansı bulduk; benden önce dışarı çıkan Sevtap’ın geriye bir tek sessizliği kaldı, bundan dolayı biraz yavaş hazırlandım ama yine de toplantı odasına çıkmak için yeterli vaktim vardı.

Temiz ve düzgün bir görünüme sahip olduğuma karar verince daireden ayrılıp sessiz ve yankılı koridoru aşarak yukarı çıkmaya koyuldum, toplantı salonunun kapısından dışarı seyrek bir gürültü sızıyordu ama aralarında Sevtap’ın sesi yoktu, nitekim içeri girince de onu bulamadım zaten, sadece Tekin ve sırtı dönük birisi vardı.

Masaya doğru ilerledim, ben tam varmadan Tekin arkasını döndü, hatta onu gördüğüm ilk andan beri aynı tekinsiz gülüşüyle dudaklarını kıvırdı, ardından yanında oturan kişinin boynunu hafifçe çevirişini seyrettim.

Karşılaştığım kişi, Reha, ilk önce kaşlarımın çatılmasına sebep oldu, sonra zaten geçmişin bu kadar yakınımda olmasından dolayı alışkanlıkla başımı aşağı yukarı salladım. “Merhaba.”

Tekin kullanmaktan çekinmediği gür sesiyle beni karşıladı. “Merhaba Kırmızı, hoş geldin.”

Kaşlarım, işittiğim bu değişik lakaptan dolayı çatıldığında Tekin hiç durmaksızın gülüşünü daha da artırdı; onun kadar gülemesem de başımı bir kez hareket ettirip “Teşekkür ederim,” dedim, bazen insanların samimiyetine yetişemiyordum. “Reha, sen de hoş geldin,” derken sesim epey mırıltılı çıkmıştı. “Kusura bakma, şaşırdım görünce.”

Dingin hali her zamanki sükunetinin sürmesine sebep oldu, ilgisizce “Hoş buldum,” dedi.

Onun yerine açıklamayı ise Tekin yaptı. “İşleri vardı, aramıza ancak katılıyor.”

“Anladım.” Bana ayrılan yere oturduktan sonra donuk bir bakışla masaya bakmaya devam ettim, çok geçmeden kapı açıldı ve içeri ilk önce Revan Hoca ardından da Sevtap girdi, hızlı hızlı ilerlerken biz de alelacele kalkıp selam vermeye koyulduk. Onlara bakarken önden gelen Revan Hocada bir donukluk, Sevtap’ta ise soğuk bir tedirgin hal gördüm, merakım katlanarak artsa da onlar konuşana kadar kimse konuşmadı.

Boş bir yere oturup gözlerini masaya diken Sevtap’ın ardından Revan Hoca elindeki dosyayı fırlatır gibi masaya attı, başını kaldırıp bir şey söyleyecek gibi olmuş ama sonra susmuştu. Gerginlik fazlasıyla hissedilirken gözlerimi sertçe yumup açtım, parmaklarım kucağımda düğüm gibi dolandı, ne olduğunu pek anlayamadım.

Çok sonra kısa bir nefes duyuldu Revan Hocadan. “Yakut’u öldürmek isteyen adamın yıllar önceki Kula Davasının ikinci devresinde, çelik sığınağın orada elimizden kaçan adam olduğunu söylediniz,” dedi pürüzlü sesiyle. “Bu aslında aradığımız bağlantıları bize sağlıyor, demek ki kontak kurabileceğimiz kişiler var.” Hemen sonra doğruldu ve aynı gergin tavrıyla dosyayı açtı, içinden çıkardığı fotoğrafı ortalığa fırlattığında tanıdık birisini gördüm, yıllar önce kardeşi kaçırıldığında olay yeri sınırında babasını sakinleştirmeye çalışan kişiydi, Ahmet Akdeniz’in oğlu. “Okan Akdeniz,” diye açıkladı Revan Hoca. “Birkaç sene önce yurt dışına çıkmıştı, yarın ülkeye geri dönüyor, saati her şeyi belli.”

Dikkatim hemen Sevtap’a çevrildi, Akdenizler beni tanıyacakları için muhtemelen bu görev ona verilecekti ancak donuk bakışlarında konuya dair hiçbir ilgi göremedim, buradan çok daha uzak bir yerde gibiydi.

“Eğer,” dedi Revan Hoca, tekrarlayan bir gerginlikle. “…beş sene öncesinde elinizden kaçırdığınız o adamın kim olduğunu öğrenmek istiyorsanız bu adama yaklaşın, kız kardeşi muhtemelen ifadesinde sakladığı gibi yine saklayacak, belki de kaçırılma hassasiyetinden dolayı gereksiz krizler çıkaracak, o yüzden onu bir kenara bırakıp bu adama odaklanmanızı istiyorum.” Gözlerini Reha’da, Tekin’de ve en sonunda bende gezdirdi. “Size söylüyorum, bu iş en kısa sürede kapanacak çocuklar, gündemimizi bunca sene meşgul eden dosyanın artık elimizde çürüyüp kalmasını istemiyorum.”

“Ama hocam-” diyecek olduğumda Revan Hoca elini beyaz sakallardan arındırdığı çenesinden çekti ve masaya koydu, söylediği şey diken üstünde oturmama sebep olmuştu. “Ben sizin hocanız değilim Yakut, akademi yılları çok geride kaldı.”

“Kusuruma bakmayın,” deyip geri adım attım hemen. “Başkanım, eğer Okan Akdeniz’e yaklaşmam konusunda emir verdiyseniz uygularım… Ama tekrardan özür dilerim, beni tanıyabileceklerini düşünüyorum.”

“İyi, tanınmayacak bir şeyler yap o zaman.” Umursamazca omuz silkse de bu aslında fazla otoriter bir hareketti, sanki yapmaktan başka çarem yokmuş gibi… ki gerçekten de yoktu. “Saçını, başını, yüzünü, kendinde bir şeyleri değiştir Yakut; çünkü karşılarına sen çıkacaksın, bir başkası değil.”

“Sevtap..?”

Sözlerime devam edemedim, sıkılgan bir nefes bırakan Revan başkan “O bir süre burada olamayacak, eğer beklersek göreve yetişemeyiz,” dediğinde gözlerimi bir daha, ısrarla Sevtap’ın tuhaf haline çevirdim, dünden yana bir şeyler olmuş olmalıydı ama yirmi dört saat içinde, onu bu hale neyin çevirdiğini bir türlü anlayamadım. “Ben de bir süre buralarda olamayacağım, o yüzden bu işi külliyen size veriyorum, geri döndüğümde bu masaya oturup Yakut’un peşindeki adamın ismini ve hatta,” dedikten sonra tekrar gözlerini sertçe üstümüzde gezdirdi. “Yıllardır kapıları açılmamış şu çelik sığınağın anahtarını konuşacağız, her şey burada olacak.” İşaret parmağını sakince masaya koydu, kızgın ya da sert bir tavırla değil de böyle sakin yaklaşmasının ardında daha büyük bir otorite vardı. “Umarım beni yüzüstü bırakmazsınız.”

“Herhangi bir şüpheniz olmasın başkanım,” diyerek ilk önce Tekin onayladı, üstünde aynı rahatlığından vardı.

Tabi ismi ve çok çabuk sildirilse bile fotoğrafı basına düşmüş kişi bendim; açık hedef olacak kişi de bendim, saklanacak olan da bendim, saklayacak olan da… Fakat itiraz etme gibi bir şansım yoktu, az önceki bahanem şimdi bir utanca sebep olduğu için daha güçlü bir duruşla ben de dile getirdim kabullenişimi. “Emredersiniz başkanım.”

Herkesin kabullenişi, konuşulan birkaç ayrıntıdan sonra toplantı salonundan ayrıldık, koridorun ucuna yürüyüp direkt Sevtap’a yaklaştım; donuk halini sırtına duvara yaslayarak ve alnını ovalayarak sürdürüyordu, artık bir cevap versin istediğim için ona direkt sordum. Beni tanıma riskine rağmen bu görevi alacaktım ama yine de bilmem lazımdı. “Sevtap, neden çekildin görevden, halbuki tam senin işindi?”

“Göreve şu an katılamam,” dedi kısık bir mırıltıyla. “Ankara’ya gideceğim.”

“Ama neden?”

Dilini yavaşça dudaklarında gezdirdi, buruk gözleri çok kısa bir süre arkamda, bizi sessizce bekleyen Reha ve Tekin’de dolaştı. “Direncan’ın yanına,” dediğinde, kaşlarım merak içinde çatıldı. Direncan biz ayrılmadan çok önce davet edildiği üzere Ankara binasına geçmişti, iyi bir hayatı vardı, onun için her şey yolunda diye biliyordum fakat sonra Sevtap, “Bir kızı olmuştu,” diye devam etti. “…ben daha önce görmedim ama bir keresinde fotoğrafını atmıştı.” Boğazında, yutkunduğundan mütevellit bir hareketlilik belirdi. “Çok tatlı bir çocuktu gerçekten ama daha yeni, ağır bir hastalığı olduğunu öğrenmiş.”

“Ee peki ailesi falan yanında değil mi?” diyerek arkadan Tekin karıştı, henüz Sevtap cevap veremeden ise Reha geri çekmişti onu. “Diren akademiden beri arkadaşımız bizim, şu an zor bir durumda, sadece özel hayatında değil işini de etkiliyor bu.”

Mantıklı bir açıklama da olsa ben yine geri döndüm Sevtap’a. “Anlıyorum,” dedim usul usul, konu bir çocuk olunca onun kayıtsız kalamayacağını biliyordum, dünkü hüznünden bile belliydi her şey.

“Bu görevi normalde alacaktım, gerçekten alacaktım.” Göğsü titreyerek nefeslendi. “Ama Revan Başkan senin yeteceğini söyleyip benim gitmemi istedi, hatta beraber gideceğiz.” Sonrasında değişik bir utançla gözlerini kaçırdı benden. “Sadece Diren’in kızı için gitmiyorum yani.”

Sanırım yanlış anlayacağımı sanmıştı. “Yok, gidebilirsin sorun değil, ben sorumluluk alırım,” dedim net bir şekilde, en nihayetinde yapabileceğim söylendiyse yapmak zorundaydım. “Sen gidince benim geçmiş olsun dileklerimi ilet, umarım her şey iyi olur onlar için.”

“Umarım.” Saçını kulağının arkasına ittikten sonra eliyle merdivenleri işaret etti. “Ben aşağı iniyorum, hazırlık yapmam lazım, akşam uçağım var.”

“Tabi, gitmeden görüşürüz.”

O yanımızdan uzaklaşınca Tekin kollarını önünde bağlayıp kaşları çatık halde arkasından baktı. “Bu kızın bu kadar hassas olduğunu bilmiyordum.”

“Etkilenmiş olabilir,” dedim, Sevtap’ın durumunu açık etmeden, bilinmesini istese kendisi söylerdi zaten. “Konu bir çocuk, üstelik Diren’le itişip kakışsalar da arkadaştı onlar.”

“Benimle de mi arkadaş yoksa?” deyip durumu hala garipseyen bakışlarını bana çevirdi, sorusu komik olsa da pek gülemedim. “Ben Sevtap kimseyi sevemiyor sanıyordum halbuki.” Sonradan aklına bir şey gelmiş gibi “Haa yok yok,” dedi. “Unutmuşum bir an, onun da var sevdikleri.”

Bilmediğim için “Kim?” diye sordum. “Kimi seviyor?”

Tam o an sessizce Reha karıştı araya, kızgın bakışları Tekin’e kaymıştı. “Beni seviyor, arkadaşı olarak.”

Tekin gevrek gülüşü arasında paketinden çıkardığı sigarayı parmağında çevirmeye başladı, peşi sıra bir de çakmak çıkarınca onu uyarmak istedim. “Burada sigara içmeyeceksin herhalde?”

Ancak o sigarayı kulağının arkasına sıkıştırdı. “Yok, dışarıda içeceğim, seninle çıkacağız ya.”

“Ben bir yere gideceğimizi hatırlamıyorum,” derken kollarımı önümde bağladım, gözleri bir an tam birleşik kollarıma kayınca gergin halde parmağımı kütlettim bir de. “Nereden çıkardın bunu?”

“Kuaföre gideceğiz, senin saçlar bakıma girecek.” Çakmağı birkaç kere yakıp bıraktı, hala aynı rahat gülüşüyleydi. “Revan Hocanın kendini değiştir dediğini ne çabuk unuttun kızım?”

“Ama.” Ellerim çabucak siyah tutamlara gitti, bana kimsenin beni tanımaması için bir şekilde değişiklik yapmamı söylemişti evet… Ama bu belki, şu an gündemimizde bir numaraya oturmuş bir perukla da halledebiliriz diye düşünmüştüm ve aynen dile getirdim. “Perukla da olabilir?”

“Olmaz, çok belli olur, aynı senin onları bir perukla bulman gibi,” demenin ardından sahte bir korkuyla başını iki yana salladı ve iç çekti. “…onlar da seni bulur sonra.”

Parmaklarım hala saçlarımın arasındayken, kendimi bir hatıraya sımsıkı sarılıyormuşum gibi hissettim ve hatta o hatırayı hiç bırakmak istemedim: Bir müzik sesi tüm mekânı dolduruyordu, herkesin yorgun olacağını sanmıştım ama aksine, bazıları günlerdir bu anı bekliyor gibi dans etme peşindeydi; baştan sonra dolu masadan kalkan iki kişi çalan müziğe eşlik ederek keyifle dans ederken sırtımı arkaya yaslayıp biraz alkış tuttum.

Hemen sağ tarafımda oturan Gökçe kalkıp dans etmem için çok ısrar etti ama onu reddettim, herkesin içinde dans etmek pek hoşlandığım bir şey değildi. Bu yüzden en fazla masada oturup diğerleri gibi şarkıya eşlik ettim, daha keyifle dans edenleri alkışladım.

Gökçe omzunu bana doğru getirip keyifle hareketlendi; neredeyse yirmi beş-otuz kişi oturduğumuz masada benden sonra tek sessiz kişi Fatih’ti, o da zorla getirildiği için bu şekilde davranıyordu. Operasyonun bitmesinin ardından buraya başarımızı kutlamaya gelmiştik; ancak aramızda en ilgi çeken kişi, masada uzağıma oturmuş ve onunla konuşmak için vakit ayıranların çevresinde tuhaf bir kalabalık oluşturduğu Uygar’dı. Hemen yanında oturan kadını teşkilatta sıklıkla görüyordum, hızlı hızlı Uygar’a bir şeyler anlatırken karşılarında oturan başka bir adamla yarışıyor gibiydi.

Uygar ise… O daha çok başını aşağı yukarı sallıyor, bazen düşünceler içinde kaşlarını çatıyordu. Dirsekleri masaya yasladı, ellerini önünde birleştirip sıkıca birbirine geçirdi, bu sayede belirginleşen damarlarını uzaktan bile görmek mümkündü benim için. Bir türlü ondan çekemediğim bakışlarımla, karşısındaki kişiyi sessizce başını sallayarak onaylamasını seyrettim. Temizlik fabrikasındaki bitirdiğimiz operasyondan sonra ismi istihbaratta daha tanınır haldeydi; şüphelerinin peşini bırakmayıp en makul kararlarla Belçin Hanım’ı kendisinin dediklerini yapmak zorunda bıraktığı için istihbarattaki herkes Uygar’ı fazla cesur bulmuştu çünkü bir yanda, her şeyin berbat sonuçlanıp Uygar’ın mesleğini tehlikeye atma ihtimali de vardı.

Masadaki herkes yüksek sesle şarkıya eşlik ederken o yanındakilerden ne duyuyordu bilmiyorum ama ben sadece Hakan Peker’den Karamela’nın sözlerini duyuyordum. Hatta birisi “Savuruyor altın saçlarını rüzgâr,” diye özellikle bağırdığında kulağım epey şiddetli çınladı. Tek gözümü kısıp başımı yana eğerken Gökçe’nin gülüşüne eşlik ettim, sanırım bu kadarını o da beklememişti. Tam o haldeyken; kulağımın çınlamasından rahatsız fakat alkışı hiç bırakmayıp gülmeye devam ederken bakışlarım bir daha Uygar’a değdi ve onu zaten bana bakarken buldum, yeşil harelerinin en uzağımdaki hali bile yüzümü incelercesine kıpırtılıydı.

Alt dudağını hafifçe ısırıp o da ellerini ağır ağır birbirine vurdu; benden uzakta olmasını yanlış anlamak istemesem bile aslında öyleydi, bizi ayıran bir gurura sahipti o artık. En başında onu hayalperest diye vurdukları şüphesi, istihbaratın verdiği plaketle somut bir başarıyla dönüşmüştü çünkü.

Sakladığımız ceset, hemen ardından ele geçirilen şifreli bir harita, yarım bırakılan otopsinin kuşkusu ve daha pek çok ayrıntı tek başlarına bakıldığında işimize yarayacak gibi değildi ama Uygar hepsini bir arada tutup tüm inatçılığıyla operasyonun devam etmesini sağlamıştı. Artık onun büyük bir ağırlığı vardı; Uygar Özkurt, genç yaşında ve henüz mesleğinin başında olmasına rağmen dediğini yaptıracak, özgüvenini iyi yönetecek, şüphelerini doğrulayacak, gerekirse varını yoğunu ortaya koyacak ve en sonunda istediğini kazanacak kadar gözü kara birisi olarak anılıyordu. Hatta öyle ki bazıları için en şaşırtıcı olan, en başında sürekli karşı karşıya kaldığı Belçin Hanım’ın elinden aldığı plaketti, bu ödüllendirmenin ardında bile Belçin Hanım olduğunu duyunca ben de şaşırdım, aslında her şey için Uygar’a kızgın olduğunu sanıyordum ama o gerektiğinde, ekibinin en inatçı adamını onurlandıracak kadar alçakgönüllüydü demek ki.

Uygar bu süreçte yalanlar söyledi, bazen bazı şeyleri saklamayı tercih etti; benimle gülmeyi ve beni güldürmeyi eksik etmedi, ona vereceğim inancı bazen benden habersiz yönetti fakat gün sonunda, elleri arasında çok beklediği o zaferi taşımaya başladı. İstihbaratın en gözde adamı, Uygar Özkurt; ona verilen yarım yamalak güvene rağmen artık daha farklı birisi olarak aramızdaydı.

Şimdi de tüm kalabalığa rağmen bakışları bendeydi, hemen yanındaki Sevtap kısa zaman önce geçirdiği ameliyata rağmen ayaklanmış halde şarkıya dans ederek eşlik ederken Reha da soğuk bir suretle arkadaşını alkışladı, onlar gibi bu üç günün kutlamasını yapan pek çok kişi vardı; keza benim de yanımdaki Gökçe’yi durdurabilmem mümkün değildi, kendisini öyle kaptırmıştı ki az önce kulağımızı çınlatan adam gibi şarkıyı bağıra çağıra söyledi. “O dudaklar kırmızı, kırmızı! Öpmesem söndüremem bu yangını!”

Karşımda oturan Fatih, her şeye rağmen sessizliğini keyifsizce bozdu. “Adam kaçtı,” derken onun bu sözlerini sadece ben duymuştum ve zaten o da bana bakıyordu. “Sırası mı şimdi eğlenmenin?”

“Git o zaman Fatih.” Gökçe sandalyesini itip ayaklandı, az önce Fatih’i apaçık kovmasına rağmen ellerini birbirine vurup kalçasını ritme uygun sallarken hala şarkıyı bağırdı. “Hadi bulalım aramızı, aramızı!”

Elimi hafifçe boynumda gezdirip sıcağı dağıttım, o sırada bakışlarım bir daha Fatih’e kaydı. Çatık kaşlarının altındaki kızgın gözleri Gökçe’ye baksa da pek dikkatine şayan olmadığının farkındaydı o da. Elindeki bardağı sallayıp içeceği karıştırdı. “Koyundan bir farkı yok.” Yetmedi, masadaki kalabalığı kızgın gözlerle seyretti. “Hepsi aynı, kimse dostunu düşmanını ayırt edemiyor.”

“Yapma,” diye mırıldandım ona, elimi uzattım ama niyetim onu tutmak değildi, sadece dikkatini çekmek istemiştim. “Bu ne demek şimdi? Hepimiz başarımızı kutlamaya geldik, ne düşmanlığından bahsediyorsun?”

Dağınık sarı saçlarını bir tur daha karıştırdı Fatih, bu esnada ellerinin titrediğini fark ettim, gerçekten burada durmak istemediği belliydi. “Anlayabileceğin bir şey değil, boş ver.” Sonra zaten kızıllığın çöktüğü göz pınarlarını ovaladı. “Ben anlamıyorum kutlama zamanı mı şimdi? Adamların sığınağı bizde ama ne fark eder? İçeri girmedikten sonra ne anlamı var?”

Yan tarafta bir başkasıyla konuşan Kerim abi başını çevirip “Ne anlamı mı var?” diyerek Fatih’in sözlerini kesti, demek ki o da bizi dinliyordu. “Biz giremiyorsak onlar da giremiyor koçum, farkında mısın? Belki de içeride adamların en ihtiyacı olan şeyler var hiç düşündün mü bunu?”

“O kel kafa kaçtı ama?”

“Üç güne kadar o kel puşttan da haberin yoktu Fatih, konuşturma beni şimdi.”

Fatih, Kerim abinin rahatsız tavrından sonra devam eden siniriyle mırıldandı. “Ben bana verilen emri uyguluyordum, doğrusu da buydu zaten. Felç mi kaldı öldü mü onu bile bilemediğimiz bir adamı vuran Uygar Efendi her zaman başarılı olacak mı sanıyorsunuz siz?”

“Başarılı olur olmaz, ben onu bilmem, ama şu an zamanın bizim lehimize işlediğini biliyorum koçum sen dert etme.”

Ellerimi çenemin altında birleştirip ikisini seyretmeye başladım, olmaması gereken bir zamanda ufak bir münakaşaya girişmişlerdi ve bir süre sonra konuşmaları duyamaz oldum, bakışlarım yanlışlıkla masanın diğer ucuna kaydı.

Bardağındaki içeceği hafifçe yudumlayan Uygar, bardağını bıraktıktan sonra zaten bende olan bakışlarını yaramaz bir ifadeyle kıstı; vücudumu daha çok sıcak bastığını hissettim, yanaklarımdan suratıma sonra da bedenime yayılıp her yerimi kavuran bir yangının içindeydim adeta.

Dudaklarımı çaresizce birbirine bastırıp gözlerimi Gökçe’ye çevirdim ama o dans ederken ilgisini bana verecek gibi değildi, bu yüzden bir daha Uygar’ın yeşil bakışlarına sıkışıp kaldım. Kollarını masaya koyduğu için siyah tişörtünden açıkta kalan kasları belirgin haldeydi, geniş omuzları bir yorgunluktan dolayı çöktüğü için ister istemez içim burkuldu duruşuna. En başında; kaybettiği abisinin kinini güttüğü için herkes onun işi batıracağını düşünürken epey laf işitmişti, sonrasında kuşkularını ve ortaya kanıt diye sürdüğü gerekçeleri saçma buldukları için pek çok kişinin iğnelemelerine maruz kalmış olmalıydı; mesleğini bir yana bırakıp tüm yaptırımları göze aldıktan sonra bu operasyonu en kârlı haliyle bitirdiği için eminim ki hak ettiği gururu ve yorgunluğu yaşıyordu.

Şarkı bir daha “O dudaklar kırmızı, kırmızı!” diye devam ettiğinde, masanın iki ucunda olduğumuz için aramızdaki uzak mesafenin alev aldığını hissettim. Tekrar ovalarsam boynumu, artık beden dilim tüm her şeyi ortaya dökecekti. Elim ayağım birbirine dolaştı, en sonunda el mecbur dudaklarımı kıpırdatıp ‘Bakma’ dedim ama onun bakışları yalnızca aşağı kaydı, az önce kıpırdattığım dudaklarıma… yutkundu.

Ne yapmaya çalıştığını çok iyi biliyordum ama masanın ortasında, o kadar kişinin içinde rezil olmayacaktım. Gözlerimi hızla Uygar’dan kaçırdığım esnada karşımdaki Fatih elini sinirle masaya koydu ve oradaki araba anahtarını aldı. “Gidiyorum!” deyip ayaklandığında şaşırmıştım, hatta masadaki pek çok kişi hayretle ona baktı. “Nereye?”

Birden müziğin sesi kesildi. “Fatih nereye? Otursana, kalkarız hep beraber işte geceye kadar duracak değiliz ya, bizim de işimiz gücümüz var,” diyen birisinden sonra Fatih duraksadı ama niyeti hala gitmek yönündeydi. “Yok tadı kaçtı artık,” derken elinin ayasıyla alnını ovalamıştı. Neden böyle davranıyordu anlamıyordum, halbuki iyi anlaşacağız sanmıştım ama sürekli böyle davranmasına karşın pek de yakınlık kurasım gelmiyordu.

“Yapma hadi, bir daha ne zaman vaktin bulacağız böyle bir arada olmaya?” deyip dalgınlıkla masadaki peçeteyi kavradım, bakışlarım hala Fatih’teydi. Bir eliyle masaya tutunup nefeslenirken herkes benim gibi ona baktığı için ya da bilmiyorum, belki de sıcaktan dolayı biraz kızardı. “Gereği mi var bir arada olmanın? Hepimiz işimize gücümüze baksak yeter.”

Yorgun bir nefes bıraktım, bir şeyler söyleyip faydam dokunsun isteyeceğim sırada ise Uygar elini kaldırıp masadaki bardağını işaret etti garsona, üstelik sesi de masadaki konuyu değiştirmeye yetmişti. “Kardeşim, rica etsem yeniler misin?”

Bakışlarım üstünde takılı kaldı, umursamazca içeceğinin tazelenmesini izlerken ilgisi pek burada değil gibiydi, öyle ki diğerleri de çoktan Fatih’ten sıyrılıp başka yönlere dağılmıştı. Uygar da bunu fark edince meydan okuyan bakışlarını buraya kaldırdı, adeta Fatih’e tavrının ne denli gereksiz olduğunu hissettiriyordu.

Kerim abi Fatih’i eliyle hafifçe kışkışladı, müzik de geri açıldığı için artık birbirimizi duymak daha zordu. “Tamam hadi sen de işine gücüne bak koçum, iyi geceler.”

Fatih ardına döndü ve hışımla gitti. “Peşinden mi gitsem acaba?” derken öne eğilip Kerim abiye sordum.

Ancak o kalkmama izin vermeden eliyle oturmamı işaret etti. “Bırak gitsin, sen ne yapacaksın yanında?”

Arada bir arkamı kontrol ederek Fatih’in mekânı terk edişini seyrettim. “Keyfi yoktu zaten,” derken gözlerim Kerim abiyi yakaladı yine. “Elleri falan titriyordu, bir aksilik yaşamasını istemem.”

“O kadar da değil, boş ver.” Bardağını kaldırıp suyunu dikti, gün sonunda birilerinin araba kullanması gerektiği için o alkol kullanmayı seçmemişti. “Sen keyfine bak,” deyip başını ‘sorun yok’ dercesine öne eğdi, hatta göz kırptı. “O da düzelir en son sonunda.”

“Ne derdi var? Kız meselesi falan mı?” diyen Kerim abinin yanındaki Hakan’dı, sonra bir başkası “Değil mi? Halbuki biraz mutlu olması lazımdı, o kadar yorulduk,” diye fikrini belirtti.

Ondan sonra masada bir konuşma aldı başını gitti. “Kız meselesidir ya, manitası falan darladıysa belki.”

“Ee Uygar? Senin başını ne zaman bağlıyoruz?”

Gözlerim birden önümdeki koyu örtüde takılı kaldı, şimdi dönüp Uygar’a baksam tuhaf olacaktı, bakmasam da tuhaf olacaktı. Aramızdakilerin anlaşılmasını istemiyordum, gerçi aramızda tam olarak ne vardı ki? Varsa bile, burada söylenir miydi? Cevabını merak ederek Uygar’a döndüm, masaya yaslıyken elim yine çaresizce boynuma kaydı ve orayı hafifçe sızladım. Kaçamak bakışları bende dolaştığı için birkaç kişi “Var bence birisi, fena bakıyor ben anlarım,” dediği için endişelendim, hatta Uygar dışında bakan da oldu ama elimden gelen tek şey bozuntuya vermemekti.

Yine de gözlerim üstünde takılı kaldı, az önceki kaçamak bakışlarını yenip bu sefer çekinmeden benden tarafa bakmasıyla ben de kuruyan boğazıma bir yumrunun takıldığını hissettim. Uygar dudaklarını hızlıca yaladı ve gizil tebessümün arasında “Düşünüyoruz bir şeyler,” diye mırıldandı.

Çenemi avucuma yaslayıp oturduğum yerde biraz daha yayıldım, bakışlarım artık utançla masaya eğildi, kimseyle temas etmeden konuşulanları dinlemeye başladım.

“Düşünüyorsunuz? Neyi düşünüyorsunuz? Kimle? Tanıyor muyuz yoksa?”

Uygar hafifçe boğazını temizledi. “Daha ben bile tanıyamadım, yavaş yavaş her şey.”

Kinayeyle söylediği şeye karşın masada birkaç gülüş ve uğultu arttığında soruların da ardı arkası hiç kesilmedi, o tarafa bakmak istemiyordum ama Uygar kelimelerini bana dokundurmak ister gibi kullandığından istemsizce bakışlarım oraya kaydı. “Huysuz biraz,” dedi ama bundan pek rahatsızmış gibi söylemedi çünkü ufacık bir gülüş vardı suretinde. “Aksi, ters…” Masaya yasladığı parmaklarının tersini ağır ağır çarptı, sonrasında duraksayıp o ritimli sese bir son verdi, hemen ardından bakışlarını da bana sabitlemişti. “Ama her hali güzel, sakinleştirince de güzel.”

“Ne sakinleştirmesi, evcilleştiriyor musun yani ne demek bu?” dedim az önce dile getirdiği huysuzluğumu üstlenerek, saçlarımı tam da aksi bir tavırla geriye ittirdim, bu Uygar’ın gülüşünün daha da artmasına sebep oldu, başını beni izlerken ağır ağır salladı, uzağımdaydı ama sanki herkesi aramızdan kaldırmış gibi yakındık. “Yok, sevilince duruluyor ondan bahsediyorum, huyu böyle…” Serseri gülüşünün üstüne bir de dudaklarını hızlıca ıslatıp geri çekti dilini. “Zaten ben de böyle seviyorum.”

“Yok sen olduğu gibi sevememişsin,” dedim mırın kırın. “Uysallaşmasını beklediğine göre?”

Daha da güldü, gözleri kısılırken yeşil gözlerinde tatlı bir parıltı belirdi. “Biraz daha uğraş, daha çok sev mi diyorsun yani?”

Birden kendimi geri çekip omuz silktim, insanların içindeydik, bakışlarımı önüme çevirip saçımı yine geriye attırdım. “Ne münasebet, ben hiçbir şey demiyorum.”

“Sen kızı tanıyor gibi konuştun sanki?” diyen Hakan’a döndüm, bu gerçekleri bildiğini belirten bir ima mıydı yoksa ciddi bir soru mu? Emin olamadığım için anında “Hayır tanımıyorum,” dedim, son derece sakindim, hiç huysuz değildim.

“Biraz kıskandın mı?” dedi bu sefer yanımdaki Gökçe, düşman hattına o da katılıyordu demek ki.

“Kimi?” diye şaşkınlıkla sordum.

“Uygar’ı?”

Ellerimi önümde kaldırdım anlamadığımı belirtircesine. “Uygar’ı ben niye kıskanayım?”

Masanın diğer ucundan “Doğru,” diye sesi geldi Uygar’ın, hışımla ona döndüm. Yine ne diyeceğini merak ediyordum. Az önce yenilenen bardağındaki içeceği hafifçe salladı ve sözlerinin devamını getirdi. “Yakut niye kıskansın beni? O zaten alacağını çoktan aldı.”

Kızgınlık her şeyin bir itirafı olacaktı ama sakinlik de benim için çok zordu, arada kalmış bir tavırla, elimden geldiğince rahat davranıp güldüm ancak ellerimde de ufak bir titreme vardı. “Pardon ne almışım ben?”

Diğer yanımdan Gökçe kolumu tuttu, kıkır kıkır gülüyordu. “Aşkım biraz sakin,” deyince kuru dudaklarımı aceleyle yaladım, bu esnada göğsüm hızla inip kalkıyordu; yüzüm utanç içinde yanarken saçlarımı, hiç aldırmaz bir tavırla toplayıp omzuma bıraktım. “Almadım ben bir şey,” derken sesim de neyse ki durulmuştu.

Bu sefer karşımdaki Kerim abi keyifle konuştu. “Acele o zaman Yakut, yoksa Uygar’ın başını bağlayacağız biz.”

“Kerim abi,” dedim başımı ‘yapma’ dercesine yana eğip. “Bağlayın, ben sevinirim açıkçası… Uygar benim çok yakın arkadaşım.”

“Anlayamadım?” Uygar’ın hem gülerek hem de belli etmemeye çalıştığı siniriyle dile getirdiği şeyden sonra ben de güldüm. “Anlayamazsın.”

“Anlat,” dedi Hakan. “Anlat anlat, anlayalım.”

“Ya siz ne diyorsunuz Allah aşkına?” Ellerimi utanç içinde yüzüme örttükten sonra hızla geri çektim, bende de neyse ki bir gülüş vardı da kimse gerilmemişti, ortam gitgide daha sıcak bir hale geliyordu. “Arkadaşım diyorum ya.”

Gökçe eliyle Uygar’ı işaret etti. “Ee ama anlamıyor çocuk.”

“Vallahi billahi anlamıyor, bak yemin olsun basmıyor kafası,” diyen Kerim abiden sonra parmaklarımı gülüşümü gizlemek için dudaklarıma sürttüm usulca, nefeslerim titrekçe salındı. Neyse ki Uygar en sonunda rahatlayacağım bir şey söyledi. “Tamam uzatmayalım.” Ancak sonrasında dile getirdikleriyle dehşet bakışlarım üstünde takılı kaldı. “Gece kapıda yatıracaksınız beni.” Yetmedi, bardağını kaldırıp rahat bir yudum içti, gözlerimin içine bakarak yapmasına karşın tekrar titrekçe soluklanıp sakinliğimi korumaya çalıştım.

“Yat,” dedim üstüne basa basa. “Hakkındır, senin gibi adamı evlerine alıp ne yapacaklar zaten?”

“Bunu evine almayanda vicdan yok,” diyen Sevtap, elini uzatıp Uygar’ın başını çocuk sever gibi okşadı ama güler yüzü bendeydi. “Şuna bak, nasıl almayacaksın ki?”

“Gelsin de göstereyim ben ona nasıl alınmıyor,” diye kendi kendime mırıldanırken suyumu önüme çekip herkese sırt çevirerek birkaç yudum içtim ve ardından ayaklandım. “Ben çıkıyorum,” derken telefonumu arıyordum masada. “Hava alacağım biraz.”

“Ay gideceksin sandım, korktum,” deyip sırtını rahatlıkla geriye yasladı Gökçe, sonra da elini göğsüne koydu. “Oh tamam, al havanı da gel, bekliyorum.”

Siyah kot ceketimi de sandalyemin sırtından aldım, eğilip sadece birkaç saniyeliğine bacağımda dönen pantolonumu düzeltmek istediğimde Uygar’ın sesini duydum. “Kardeşim, şu müziği değiştirir misin rica etsem?”

Pantolonumu düzeltip kalktıktan sonra gözlerim üstünde takılı kaldı, mekânı dolduran ‘Dillere Düşeceğiz Seninle’ şarkısının müziğini işittiğimde kaşlarım nasıl hınçla çatıldı bilmem… Uygar’ın her hali yoğun bir dehşetti benim için, bir telaş, maraton bir koşu sanki, sonrasında dinlenmek için ilk önce yorulmak gibi. Kalbim hızla atarken sanki bundan bıkmışım gibi gözlerimi devirdim ama dudaklarımdaki hoşnut kıvrılmayı Uygar çok iyi biliyordu, öyle ki serseriliğinden hiç bozuntuya vermeyip tepkimi kontrol etmeye devam etti. Aklı sıra benimle dalga geçiyor, benimle oynuyordu; çünkü başka zaman olsa böyle bir hareketi başkasının yaptığını görsem hoşuma gitmeyeceğini biliyordu, ben muhakkak ki birisinin arkasından ‘Dillere Düşeceğiz Seninle’ çalındığını duysam bir ton laf ederdim… Durmaksızın benimle uğraşmak için çabalasa da inkâr edemem, bu sefer gün yüzünde herkesin gördüğünü huysuzluğumun altında hoşnut birisi vardı, bu yüzden kalbim dehşet bir çarpıntıya uğradı.

Gitgide müzik sesinin arttığı mekânda, kulağıma ilişen sözlerden sonra ceketimi üstüme geçirip arkamı döndüm, birkaç kişi çoktan şarkıya eşlik ederek eski eğlencesine geri dönmüştü bile: “Dillere düşeceğiz seninle, ille de biz düşecek, taze bahar dalları gibi çiçeklenecek…”

Henüz uzaklaşmadığım esnada ardımdan bir sandalye sesi daha geldi, sadece birkaç adım atmış olmama rağmen geriye dönüp baktığımda masadan altığı ceketini tek eliyle tutup oradan ayrılan Uygar’ı gördüm. “Size iyi eğlenceler,” dedi masadakilere.

Bu halinden dolayı yanaklarım daha da kızardı, aceleyle önüme dönüp yine aceleyle mekandan ayrıldım, tamamen dışarı çıktığımda ardımdan Uygar’ın kısık tonda sürdürdüğü ıslığını işittiğimde başımı geriye çevirdim; ceketini giyiyordu, kollarını geçirip ellerini ceplerine soktuğunda daha bir rahat gelmeye başladı peşimden.

Benim kadar gergin değil, aksine dünya yansa umursamıyormuş gibi rahat rahat gelse de ben onu kontrol ettiğimden dolayı yavaşladığım için yanıma yetişmesi uzun sürmedi. “Ne yapıyorsun sen?” dedim içeridekileri hatırlayınca. “Peşimden gelmesene.”

Omuz silkti. “Ben de hava alacağım.”

Kaşlarım seyrek bir kızgınlıkla çatıldı. “Benimle aynı havayı solumanı istemiyorum.”

“Belki ikimiz de hava almayız,” dedikten sonra son birkaç adımla hızlandı ve elimi tuttu. “Koş koş,” dediğinde anlamadığım için heyecanla sordum. “Ne oldu şimdi? Niye koşuyoruz?”

Kolumdan nazikçe çekmeye devam etti ama sorumu hiç cevaplamadı. “Koş Yakut.”

Ama ne olduğunu gerçek anlamamıştım, dirseğini tutup ona daha da sokuldum. “Uygar ne oldu, söylesene!” diye incelen sesimle tekrar ettim sorumu.

Bir süre sonra mekânın kuytudaki arka sokağına geldik, ıssız ve dar sokağın ara duvarına geçer geçer bedenimi tamamen ona döndürüp konuşacaktım ki belimden tutan Uygar, diğer elini yanağımla boynum arasına sarıp beni belimden sıkıca kendine çekti, ansızın dudaklarımı kavramasıyla, hiç tanıklık etmediğim bir sarhoşluğun beni ele geçirdiğini hissettim ve gözlerimi usulca örttüm. Elim onun yanağımdaki elinin üstüne gitti, sıcak tenini sanki bu anı daha önce defalarca yaşamışım gibi bir alışkanlıkla kavradım.

Sanki ilk an her şey çok hızlı fakat sonra çok yavaştı, her şey gözlerimde bir rüya kadar dalgalıydı. Bir süre sonra zaman durağanlaştı, dudaklarımda hareket eden dudaklarının yakıcı hissiyle baş etmeye çalışırken bu anı ne kadar beklediğimi fark ettim. O da öyle miydi, bilmiyorum… İtiraf ediyorum, ben bu anı hayatımda hiç yaşamama rağmen sadece onun için çok bekledim.

Bir elimle dirseğini tutar haldeydim, düşmekten korktuğumu fark etmiş gibi belimdeki tutuşunu daha da sıkılaştırdı, bu sayede tenimin altındaki kaslarının daha da kasıldığını hissettim. Birkaç adımla geri ittirdi beni, ittirdi ve hafifçe duvara yasladı.

Öpüşüne bir süreliğine ara vermek için benden uzaklaştığında sıcak nefesi suratımı okşayıp geçti, heyecan ve titreyişle onun boş bıraktığı dudaklarımı dişledim. “Bir şeyler oldu,” dedi az önce beni buraya koşarak getirirken sorduğum soruyu epey geç cevaplayarak… Aptal, demek ki planları vardı, aptal.

“Ne yapıyorsun sen?” diye fısıldadım.

Bu nafile soruma karşın Uygar usulca güldü, sonra gözleri suratımda dalgın bir bakışla dolaşırken iç çekti. “Seninle ne yapmak istiyorsun onu yapıyorum Yakut.”

Yutkundum, söyleyecek çok şeyin olmasına rağmen bir elim aşağı kaydı ve siyah tişörtünü kavramakla yetindim. “Ama beni öpmek için tek bir sebebin yok.”

Eğildi, dudaklarıma ufak birkaç öpücük bıraktı kısa aralıklarla. “Bak şu işe, sen ne yaptığımı zaten çok iyi biliyormuşsun gelincik.”

Yavaşlığı, her birini tane tane değdirişi esnasında başımı kaldırıp ona yetişmeye çalıştım. “Uygar…”

Baş parmağını elmacık kemiğimde dolaştırdı. “Söyle güzelim benim.”

Kalbim sıkıştığı yerde gümbürdedi. “Galiba unuttum,” diye fısıldadım.

Tişörtünü utançla bıraktım, gözlerim karanlıkta bile kaybolmayan yeşillerini takip ederken Uygar bir elini ardımdaki duvara yasladı ve daha çok eğildi üstüme. Diğer eliyle de beni sıkıca tuttuğu için ne uzaktaydık ne de düşme riskim vardı.

Alnını alnıma yasladı, zaten dolgun olan dudakları birbirimizde bıraktığımız hasardan dolayı biraz şişmişti, tadını hala kendimde hissederken kısılmış gözlerine baktım bu sefer, parıl parıl halde yüzümü seyrediyordu. “O kadar uzun zamandır beklediğim şeyler vardı,” dedikten sonra şakağıma nefeslenerek bir öpücük bıraktı, eğilip saçlarımı kokladı. Geniş göğsünün içinde kaybolurken herhangi bir tepki veremediğim için sadece dudaklarımın iç kısmını aceleyle ısırdım. “Ama en güzeli, beklediğim onca şeyin sonunda sana böyle kavuşmaktı Yakut, her şey bitmese bile sanki her şey bitmiş geride kalmış bizi böyle…” Tekrar dudaklarıma eğildi ve kısaca öptü. “Hayat bizi böyle birbirimize bırakmış gibi kavuşmaktı.”

“Aptalın tekisin sen-” Beni öperek susturdu, gözlerim hızlıca açılıp kapanmıştı.

“Bir daha söyle.”

Göğsüne fazla sert olmadan vurdum. “Bizi dillere düşürdün,” derken aklımda, benimle oyun oynar gibi açtırdığı şarkı ve ona eşlik eden meraklı, manalı bakışlar vardı.

“Düşmezsek yazık ederdik,” derken gülüşü karşı koyulamaz bir aldı, elimi göğsünden kaldırıp boynunu kavradım bu sefer, bir çarem olsa bu kadar dengesiz davranmazdım ama onu tamamen sarabilmenin henüz yolu yoktu. “Çünkü sana söyledim, bizim dedikodumuz çok güzel olur.”

Dayanamayıp güldüm. “Aptalsın Uygar.”

“Belki de sayende.”

Bir daha güldüm. “Çok aptalsın ve son zamanlarda kendine çok güveniyorsun, biraz dikkat et.”

“Bence sen her saniye bana daha çok kapılacağına dair yoğun bir telaştasın.” Gözlerini serseri bir tavırla kıstı. “Çünkü kendime çok güvenirsem istediğim her şeyi başarırım, değil mi?”

“O sadece akademide işler Uygar Özkurt, bende değil.”

Siyah saç tutamlarını omzumda yakaladı ve bir süre parmaklarını üstünde gezdirdi. “Hiç mi işlemiyor?”

“Hiç.”

“Doğru, sen süründürmeyi seversin.”

Kaşlarım komik bir şaşkınlıkla havaya kalktı. “Ne? Seni süründürdüm mü gerçekten?”

“Olsun,” dedi hoş sesiyle. “Peşinden koşmak güzel, çok güzel kaçıyorsun.”

Utanç içinde başımı geri çektim, onu daha net gördüğüm esnada omzumda tutamları bırakıp yanağıma düşen saç tellerini tarayarak geri ittirdi ve yüzümle boynumu açığa çıkardı. “Her şeyin çok güzel,” diye dalgınca mırıldanışıyla bir daha yutkundum, dokunuşları ve söyledikleri bir aradayken tesiri daha da artıyordu. En sonunda çenemden tutup kaldırdı, dudaklarımı telaşsız bir öpücükle talan etmeye başladı ama arada soluklanırken daha söyleyecekleri vardı. “Kara bakışlarınla, şu öldüğüm saçlarınla, her şeyinle güzelsin Yakut… Sen her şeyi güzelleştirirsin.”

-

Uygar Özkurt, iki gün sonra

Başını geriye yatırdığında, bozuk duvardaki bir çivi batmış olsa bir süre çekilmedi; maskeden açıkta kalan gözleri sadece akşam serserilerinin içeri akın akın girdiği köhne mekânda gezindi, aslında para babası çocukların da bir süreliğine özgür hissedebilmek ya da baş kaldırabilmek buraya geldiğine şahit olmuştu ama yine de mekân pespayeliğini hiç kaybetmiyordu.

Birkaç serserinin takıldığı böyle yerlere sadece birilerine ters kelepçe yapmak için geldiği zamanları düşündü, oysa şimdi içeri giren ipsiz sapsız serserilerden birisi gibiydi. Üstü başı kapkara, bakışları diğerlerinin aksine çarpıcı bir ürkünçlük taşırken farklı görünmüyordu; asla olmak istemeyeceği birisine dönüştürmüştü hayat onu. Şimdi işini bitirdiğinde dönecek bir evinin olmayışı daha kötüydü, şımarık çocuklar gibi sabahı nerede edeceği de belli değildi, kendisini hiç büyüyememiş gibi hissediyordu. Az sonra kendisine madde uzatanları dövmek yerine onları reddettiğinde, maruz kalacağı küçümseyici bakışlar aklına geldi birden, siniri daha da çoğaldı.

Dakikalar sonra telefonu beklendik bir aramayla titredi. “Söyle Tekin.”

Karşıdan gelen net ses, gece mekanının uğultusunda kayboluyordu. “Geçtin mi mekâna?”

“Geçtim,” derken bakışlarını girişte dolaştırdı. “Okan’ın gelmesini bekliyorum.”

Bu konunun ekip arasında, kendisi olmadan konuşulduğunu biliyordu; hatta onu havaalanından sonra da takip etmişlerdi, bu sayede akşam geleceği yerin burası olduğundan da Tekinler sayesinde haberdardı. Bu sefer Sarraf kimliğini kullanarak Akdeniz ailesinin karşısına geçecekti, yer altı aleminde yeteri kadar hükmü olduğu için ilerleyen günlerde her şeyin lehine ilerleyeceğini düşünüyordu Uygar.

Onca zaman ufak bir ada kulübesinde, herkesten gizlice yaşayışını düşündü; gitgide yalnızlığa daha çok bürünüşünü, görüşebildiği sayılı insanları, görüşemediği insanların akıllarında taşıdığı kızgınlığı… Ancak tüm bu yalnızlık ve uğraş ona düşmanlarının arasında bir dost yeri kazandırmıştı.

“Tamam, biz de geliyoruz şimdi.”

“Sevtap nasıl?” dedi merakla, Diren’in kızını öğrendikten sonra onun epey üzüleceğini biliyordu, bu konu onun hassas noktasıydı ve şimdi göreve gelirken onu düşük görmekten korktu. “Biraz toparladı mı kendisini?”

“Sevtap yok.”

“Nasıl yok?”

“Yok işte, Revan Başkan onu Ankara’ya gönderdi.”

Elini alnına atıp hafifçe ovaladı Uygar, konuşma esnasında gözlerini de etrafta dolaştırmaya devam etti. “Tek miyim yani?”

Tekin’in kısa soluğu aramada ufak bir cızırtıya sebep oldu, Uygar telefonu kendisinden birkaç saniyeliğine uzaklaştırıp normal davranırken gözleri beklediği kişiyi seçmişti, Okan Akdeniz’i. Elleri deri ceketinin ceplerinde, aheste adımlarla ve peşini saran arkadaşlarıyla içeri girdiğini görürken aynı zamanda Tekin’i bırakıp Okan’ın ne konuştuğunu dinledi. “Geldim işte,” diyordu. “İş güç var, belki çıkmam bugün ringe… Belki diyorum ya ne bileyim, sorma şimdi.”

“Tek değilsin,” diyen Tekin konuşmaya tekrar karıştı. “Biz başka kız bulduk, orada yanında olacak.”

Uygar şüpheyle kaşlarını çattı. “Başka kız mı? Kimi buldunuz?”

“Valla adına Kırmızı dediler, ben de tanımıyorum.”

“Kırmızı ne oğlum? Dalga mı geçiyorsun?”

“Aynen ayak üstü taşak geçesim geldi, atıyorum öyle…” diye huysuz bir cevaptan sonra sinirle iç çekti Tekin. “Sevtap’ın yerine birisi lazımdı, ayarladılar işte, adına mı takılacağız şimdi?”

“Bana sorun çıkarmaz değil mi?”

“Bilmiyorum, çıkarabilir de… Az biraz huysuz, aksi, ters ama sen halledersin, yapacak bir şey yok, Sevtap burada kalsaydı kafasını veremezmiş öyle dediler, ben ne yapayım?”

“Üzülürdü, biliyorum.” Yıllar önce bu eski görevin içinde, bıçaklı saldırıya uğradığında onun hiç çocuğu olmayacağını öğrenmişlerdi, bu yüzden Sevtap’ın Diren’in küçük kızına karşı hassasiyeti daha fazla olmalıydı. “Anladım, ona sözüm yok zaten.”

“Yeni kızı da sorun etme, alışırsın.”

Zamanın yeteri kadar geçtiğini anlayınca içeri girmeye karar verdi. “Anladım Tekin,” diyerek konuyu örterken yapacak başka bir şey olmadığını biliyordu, şimdi içeri girip Okan maça çıkacak mı çıkmayacak mı onu görmesi lazımdı. “Ben gidiyorum, kızı da fazla geç getirme ne olacağı belli olmaz, belki Okan ringe falan çıkabilir.”

“Yola çıkacağız şimdi, hemen geliriz.”

Telefonu kapatmadan önce gözlerini karanlıkta dolaştırıp kısa bir süre sessizce bekledi, kendisini durdurmak istese de bunu sorması lazımdı. “Bekle,” diye ilk önce kendisine zaman tanıdı Uygar, sonra da meramını dile getirdi. “Yakut ne yaptı?”

“O mu?” Ancak Tekin’den net bir cevap gelmedi, üstelik kuşkulu bir bekleyişe soyunmuştu.

Zaten gecenin içinde aksileşen Uygar, sinirle mırıldandı. “Ne o mu Tekin? Bir şey sordum işte, ne yaptı?”

“Merak mı ettin?”

Oyunbozan sesten sonra kaşlarını çatıp bıkkınca konuştu bu sefer. “Tamam, siktir git Tekin.”

“Merak ettim de söyleyeyim.”

“Etmedim merak, kapat hadi.”

“Elin mi yok lan puşt, sen kapat, hem soruyorsun hem inkar ediyorsun.”

“Tekin.”

Karşıdan hınç dolu bir cevap geldi, bunun gerçek olamayacağını bilecek kadar Tekin’i de Yakut’u tanıyordu ama yine de duymak o kadar rahatlatıcı değildi. “Yakut çok iyi, biraz ilgiye ihtiyacı vardı ama ben yardımcı oluyorum, teselli omuzu işte anlarsın ya.”

Telefonu indirmeden önce “Gelince sakın karşıma çıkma,” diye tehlikeli bir uyarıyla konuştu ve en sonunda, sert bir tavırla aramayı sonlandırdı. Şimdi içeri girecek, görevi yeni bir kızla belli belirsiz sürdürecek, üstelik gerektiği takdirde çoluk çocuk eğler gibi ringe çıkıp dövüşe katılacaktı; bazen kurumda çalışmanın sakinliğini özlüyordu, bir masaya geçip işlerini ciddiyetle sürdürmeyi, oyunlardan ve rollerden uzakta sadece aklını kullanmayı… Eğer masasına geri dönerse buraları, sahayı da özleyeceğini biliyordu, eğer hayatında bazı eksiklikler olmasaydı, en kötü koşulda bile hiçbir yeri ve hiçbir şeyi özlemezdi; ben hayatı böyle yaşamayı seviyorum, der geçerdi.

Ama insan bazen huzurundan sadece tek bir parçayı kaybedince, o huzur ufak bir eksiklikle bile olsa varlığını sürdüremiyordu… Yavaş yavaş da olsa en sonunda bitiyordu.

*

Merhaba, birkaç defa sil baştan yazdım bu bölümü, bu yüzden biraz gecikti, burada bekleyenler için özür dilerim, eğer bekliyorsanız fikrinizi belirtebilir misiniz?

Geçmiş sahnesini nasıl buldunuz? Sizce Uygar ve Yakut'u ne zaman tekrar o kadar yakın görebiliriz?

Buraya kadar gelen, okuyan, oylayan yorum yapan herkese çok teşekkür ederim, kendinize çok iyi bakın, hoşça kalın 💝

Loading...
0%