Yeni Üyelik
20.
Bölüm

19. Kırmızı

@askilav

Merhaba 🤞💝

*

Uygar Özkurt, iki gün sonra

Başını geriye yatırdığında, bozuk duvardaki çivi batmış olsa da bir süre uzaklaşmadı; maskeden açıkta kalan gözleri sadece akşam serserilerinin içeri akın akın girdiği köhne mekânda gezindi, aslında para babası çocukların da bir süreliğine özgür hissedebilmek ya da baş kaldırmak için buraya geldiğine şahit olmuştu ama yine de mekân pespayeliğini hiç kaybetmiyordu.

Birkaç serserinin takıldığı böyle yerlere sadece birilerine ters kelepçe yapmak için geldiği zamanları düşündü, oysa şimdi içeri giren ipsiz sapsız serserilerden birisi gibiydi o da. Üstü başı kapkara, bakışları diğerlerinin aksine çarpıcı bir ürkünçlük taşırken farklı görünmüyordu; hayat onu asla olmak istemeyeceği birisine dönüştürmüştü. Şimdi işini bitirdiğinde dönecek bir evinin olmayışı daha kötüydü, şımarık çocuklar gibi sabahı nerede edeceği de belli değildi, kendisini hiç büyüyememiş gibi hissediyordu. Az sonra kendisine madde uzatanları dövmek yerine onları sakince reddettiğinde, maruz kalacağı küçümseyici bakışlar aklına geldi ve siniri daha da çoğaldı.

Dakikalar sonra telefonu beklendik bir aramayla titredi. "Söyle Tekin."

Karşıdan gelen net ses, gece mekanının uğultusunda kayboluyordu. "Geçtin mi mekâna?"

"Geçtim," derken Uygar bakışlarını girişte dolaştırdı. "Okan'ın gelmesini bekliyorum."

Bu konunun ekip arasında kendisi olmadan konuşulduğunu biliyordu, hatta Okan Akdeniz'i havaalanından sonra da takip etmişlerdi, bu sayede akşam geleceği yerin burası olduğundan da Tekinler sayesinde haberdardı. Bu sefer Sarraf kimliğini kullanarak Akdeniz ailesinin karşısına geçecekti, yer altı aleminde yeteri kadar hükmü olduğu için ilerleyen günlerde her şeyin lehine ilerleyeceğini düşünüyordu.

Onca zaman ufak bir ada kulübesinde, herkesten gizlice yaşayışını düşündü; gitgide yalnızlığa daha çok bürünüşünü, görüşebildiği sayılı insanları, görüşemediği insanların akıllarında taşıdığı kızgınlığı... Ancak tüm bu yalnızlık ve uğraş ona düşmanlarının arasında bir dost yeri kazandırmıştı.

"Tamam, biz de geliyoruz şimdi."

"Sevtap nasıl?" dedi merakla, Diren'in kızını öğrendikten sonra onun epey üzüleceğini biliyordu, bu konu Sevtap'ın hassas noktasıydı ve şimdi göreve gelirken onu düşük görmekten korktu. "Biraz toparladı mı kendisini?"

"Sevtap şu an burada yok."

"Nasıl yok?"

"Yok işte, Revan Başkan onu Ankara'ya gönderdi."

Elini alnına atıp hafifçe ovaladı Uygar, konuşma esnasında gözlerini de etrafta dolaştırmaya devam etti. "Tek miyim yani?"

Tekin'in kısa soluğu aramada ufak bir cızırtıya sebep oldu, Uygar telefonu kendisinden birkaç saniyeliğine uzaklaştırıp normal davranırken gözleri beklediği kişiyi seçmişti, Okan Akdeniz'i. Elleri deri ceketinin ceplerinde, aheste adımlarla ve peşini saran arkadaşlarıyla içeri girdiğini görürken aynı zamanda Tekin'i bırakıp Okan'ın ne konuştuğunu dinledi. "Geldim işte," diyordu. "İş güç var, belki çıkmam bugün ringe... Belki diyorum ya ne bileyim, sorma şimdi."

"Tek değilsin," diyen Tekin konuşmaya tekrar karıştı. "Biz başka kız bulduk, orada yanında olacak."

Uygar şüpheyle kaşlarını çattı. "Başka kız mı? Kimi buldunuz?"

"Valla adına Kırmızı dediler, ben de tanımıyorum."

"Kırmızı ne oğlum? Dalga mı geçiyorsun?"

"Aynen ayak üstü taşak geçesim geldi, atıyorum öyle..." diye huysuz bir cevaptan sonra sinirle iç çekti Tekin. "Sevtap'ın yerine birisi lazımdı, ayarladılar işte, adına mı takılacağız şimdi?"

"Bana sorun çıkarmaz değil mi?"

"Bilmiyorum, çıkarabilir de... Az biraz huysuz, aksi, ters ama sen halledersin, yapacak bir şey yok, Sevtap burada kalsaydı kafasını veremezmiş öyle dediler, ben ne yapayım?"

"Üzülürdü, biliyorum." Yıllar önce bu eski görevin içinde, bıçaklı saldırıya uğradığında onun hiç çocuğu olmayacağını öğrenmişlerdi, bu yüzden Sevtap'ın Diren'in küçük kızına karşı hassasiyeti daha fazla olmalıydı. "Anladım, ona sözüm yok zaten."

"Yeni kızı da sorun etme, alışırsın."

Zamanın yeteri kadar geçtiğini anlayınca içeri girmeye karar verdi. "Anladım Tekin," diyerek konuyu örterken yapacak başka bir şey olmadığını biliyordu, şimdi içeri girip Okan maça çıkacak mı çıkmayacak mı onu görmesi lazımdı. "Ben gidiyorum, kızı da fazla geç getirme ne olacağı belli olmaz, belki Okan ringe falan çıkabilir."

"Yola çıkacağız şimdi, hemen geliriz."

Telefonu kapatmadan önce gözlerini karanlıkta dolaştırıp kısa bir süre sessizce bekledi, kendisini durdurmak istese de bunu sorması lazımdı. "Bekle," diye ilk önce kendisine zaman tanıdı Uygar, sonra da meramını dile getirdi. "Yakut ne yaptı?"

"O mu?" Ancak Tekin'den net bir cevap gelmedi, üstelik kuşkulu bir bekleyişe soyunmuştu.

Zaten gecenin içinde aksileşen Uygar, sinirle mırıldandı. "Ne o mu Tekin? Bir şey sordum işte, ne yaptı?"

"Merak mı ettin?"

Oyunbozan sesten sonra kaşlarını çatıp bıkkınca konuştu bu sefer. "Tamam, siktir git Tekin."

"Merak ettim de söyleyeyim."

"Etmedim merak, kapat hadi."

"Elin mi yok lan puşt, sen kapat, hem soruyorsun hem inkar ediyorsun."

"Tekin."

Karşıdan hınç dolu bir cevap geldi, bunun gerçek olamayacağını bilecek kadar Tekin'i de Yakut'u tanıyordu ama yine de duymak o kadar rahatlatıcı değildi. "Yakut çok iyi, biraz ilgiye ihtiyacı vardı ama ben yardımcı oluyorum, teselli omuzu işte anlarsın ya."

Telefonu indirmeden önce "Gelince sakın karşıma çıkma," diye tehlikeli bir uyarıyla konuştu ve en sonunda, sert bir tavırla aramayı sonlandırdı. Şimdi içeri girecek, görevi yeni bir kızla belli belirsiz sürdürecek, üstelik gerektiği takdirde çoluk çocuk eğler gibi ringe çıkıp dövüşe katılacaktı; bazen kurumda çalışmanın sakinliğini özlüyordu, bir masaya geçip işlerini ciddiyetle sürdürmeyi, oyunlardan ve rollerden uzakta sadece aklını kullanmayı... Eğer masasına geri dönerse buraları, sahayı da özleyeceğinden emindi, eğer hayatında bazı eksiklikler olmasaydı, en kötü koşulda bile hiçbir yeri ve hiçbir şeyi özlemezdi; ben hayatımı böyle yaşamayı seviyorum, der geçerdi.

Ama insan bazen huzurundan sadece tek bir parçayı bile kaybedince, o huzur ufak bir eksiklikle de olsa varlığını sürdüremiyordu... Yavaş yavaş fakat en nihayetinde tümden geri çekilerek bitiyordu.

Uygar da tüm huzurunu bir gün, onun gözlerine son kez baktığında kaybetmişti.

Mekânın büyük kapısına gelince, bakışlarını dikkatle çevrede gezdirdi ve en sonunda kalabalığa karışarak içeri girdi, adım adım ilerlediği her vakit kesif rutubet ve ters kokusunun burnuna ulaştığı leş mekândan birileri omzuna dokunarak kısaca selam veriyordu. "Sarraf hoş geldin, seni görmek güzel..." Sert zemine basarken durgunluğunu başını öne eğip konuşanları karşılayarak bozdu, birkaç kişinin hiç beklemeden ilettiği "Dövüşe çıkacak mısın?" sorularının cevabı ise henüz kendisinde değildi.

Eski bir hip-hop şarkısı gitgide sesi yükseltilerek tüm mekânı sardı; üstündeki ceketi sıyırıp sadece asker yeşili tişörtüyle kalmış olan Okan Akdeniz, aheste biçimde yudumladığı içeceği hafifçe sallayıp müziğe göre başını salladı, etrafındaki arkadaşlarının anlattıklarını dinlerken bu gece bahis oynamak dışında dövüşle alakası yok gibi görünüyordu. Uygar onun fazla yakınına girmeden ama yine de uzak kalmayacak şekilde, duvar dibine koyulmuş yüksek masanın kenarında duraksadı.

Yalnız beklemediği duvar kenarında öne eğilip birkaç kağıtla uğraşan kişi mekânın işletmesini sürdüren Kalkan'dı. Kırklı yaşlarına rağmen hala genç görünmekte inat ederek sadece kenarlarını kazıttığı saçlarının boş yerlerine kırmızı dövmeler yaptırmıştı.

Onun dikkatini çekmek üzere selam vermeden önce Uygar başka bir şey mırıldandı. "İyi götürüyorsun, kalabalık geçen seferlere göre artmış."

Kalemi masaya bırakan Kalkan, dalgınca başını ondan tarafa kaldırdı. "Haa sen miydin?" dediğinde sesini bulabilmek için uzun uzun öksürmesi gerekmişti, buna rağmen fazlasıyla hırıltılı bir tona sahipti. "Hoş geldin bebeğim."

"Hoş bulduk." Uygar kollarını önünde bağlayıp dikkatli gözlerle Okan'ı incelemeye devam etti, onca para ve sefa arasında ülkeye döner dönmez böyle köhne bir yerde dövüş takip etmeye gelmesi şaşırtıcıydı, gerçi artık bir mezar altında gençliğini söndüren Şehlevent de bir zamanlar en az Okan kadar akılsız bir adamdı, elindeki güce rağmen nasıl iyi bir hayat sürdürülür bilmezdi.

"Doğru dedin, kalabalık fena, ilgi artıyor." Hemen sonra parlak gözlerini, karşısındaki maskeli surata sabitledi. "Birisi yaymış mekânın adını, Akdenizlerin oğlu felan da gelmiş hemen baksana." Kalkan kalem tuttuğu eliyle gizlice o tarafı işaret etti. "Okan adı, Ahmet Akdeniz'in oğlu, birkaç gün önce yurt dışından dönmüş ama direkt soluğu burada almış puşt, aslında severim böyle gözü kara bebekleri... Hele bir de bu akşam götünden solursa..."

Kendi kendine gülen adamın halini seyreden Uygar ise gözlerini aynı anda farklı yerlere odaklamıştı. "Bu gece özel bir gece mi?" diye kısık bir merakla sordu, yoksa Kalkan'ın hiç tanımadığı birisi için bu kadar hevesli konuşmayacağını biliyordu.

Kalkan elini bir defa tepede kalmış bir tutam saçından geçirdikten sonra parmağının ucuyla kırmızı dövmesinin üstünü kaşıdı. "Valla bebeğim... Evet biraz öyle sayılır, bu gece Cüneyt de gelecek."

"Öyle mi?" Uygar gergince yerinde doğruldu, Cüneyt bu dövüşlerin en tehlikeli ismiydi, onun karşısına geçecek adamın eğer şanslı günündeyse en azından sakat kalmayı göze alması gerekirdi.

"Bu sefer ava çıkacağını söylüyorlar, karşısına kim geçerse fena haklayacakmış." Hemen sonra bu karşılaşmanın iyi olacağını düşünerek istekle güldü Kalkan. "Seni alalım karşısına bebeğim, var ya bir karşılaşsanız paranın amına koyarız ha! Dert etmene de gerek yok ben bahisleri hemen sana yönlendiririm zaten en sonunda Cüneyt'i indirmesi zor olmaz."

Yarım eldiven geçirdiği elini yan tarafta sıkı bir yumruk haline getirdi, bu parmaklarının ince bir sesle kütlemesine sebep olmuştu. "Nasıl indireceksin Cüneyt'i?"

Kalkan cebinden ufak bir paket çıkardı, ortamın sıcaklığı artarken Uygar'ın maskeden açıkta kalan yeşil gözlerine çarpan ufak birkaç beyaz hapa rağmen hala sakin kalışı ise bir görevin icabıydı, maskeden belli olacak şekilde keyifsizce güldüğünde Kalkan, yanlarına yaklaşan bir başkasının varlığıyla paketi hızla cebine geri ittirdi.

Sarraf ve Kalkan'ın beklediği masadaki boş sandalyeyi çekip Güney sessizce oraya oturdu, bakışları ikisi arasında gezinirken aralarında konuşmayı duyamayacak kadar gürültülüydü içerisi. Uygar onun varlığının farkında olmasına rağmen Kalkan'ı biraz sıkıştırmak isteyerek "Kendi mekanının dolandırıcısı mı olacaksın?" diye oyunbaz bir tavırla sordu.

Kalkan, kaşlarını kaldırarak hemen yanlarına oturan Güney'i işaret etti, ifadesinde büyük bir uyarı vardı. "Bebeğim karıştırma oraları ya," derken ince dişlerini göstererek güldü, her zaman yaptığı şey olmasına rağmen bu hap meselesi ne kadar az bilinirse o kadar iyiydi. "Severim seni biliyorsun işte, önüne taş koymayacağım ki..."

"Allah Allah?"

İşaret parmağını dudaklarına sürtüp susması yönünde gizli bir uyarıda bulundu, bu işi fazla sürdürmek istemeyen Uygar en sonunda sessizce sırtını duvara geri verdiğinde elbette hile olsun ya da olmasın, aklında herhangi bir dövüş fikri yoktu çünkü bugün gerçekten sağlam bir vücuda ihtiyacı vardı.

"Neyse." Kalkan, artık bir karşılık alamayacağını bilerek dilinin kenarını ısırdı ve memnuniyetsizce kâğıt işleriyle ilgilenmeye devam etti, şimdilik elindekilerle yetinecekti.

Onun ilgisini üstünden çekmesiyle beraber Uygar da Okan'ı uzaktan izlemeye geri döndü, arada bir yeri değişse de neyse ki hala göz önündeydi; bu işi sessiz halledeceklerdi, etrafı kalabalık olan Okan'ı bir süre konuşturduktan sonra serbest bıraktıklarında gerilerinde hiçbir iz kalmamış olmalıydı, kimsenin Yakut'a uzanacak kadar bir şeyleri sezmesini istemiyordu.

En ufak bir kelime, en ufak bir yanlış onları hedef haline getirebilirdi; zaten köşe bucak kaçan Yakut'u okların ucunda, açıkta bırakmak kaçtıkları yere doğru koşmak gibi aptalca olurdu, bu yüzden Tekin'in getireceği Kırmızı denen kız Okan'ı köşeye çektikten sonra Uygar'ın da Sarraf olarak ortalığı sakin tutması gerekiyordu.

Artık mekâna gelip işi ele alması gereken kızın gelmediği süre boyunca, bugünün avına çıkmak için ringe doğru yönelen Cüneyt'i gördüğünde Uygar sıkıntılı bir nefes bıraktı; adamın geniş ve dövmeli bedeni tıpkı bir ölüm makinesi gibi ürkünç görünüyordu, etrafta gezdirdiği bakışlarında taşıdığı tehlike pek çok kişiyi ondan uzak tutacak kadar yoğundu.

"Cüneyt de gelmiş erkenden." Konuştuğu esnada bir bacağını ağır ağır dizine yaslayan Güney, dirseğini de masaya koydu; bu hareketi masayı salladığı için sinirlenen Kalkan, derin bir iç çekti. "Ama bebeğim bak iş yapıyorum burada, sallama şu masayı."

"Kimi yazacaksın onun karşısına?"

"Kimin karşısına?"

Güney her ne kadar gözleri Sarraf'ın üstünde gezinse de başka bir isim mırıldandı. "Cüneyt'ten bahsediyorum."

Her ne kadar direkt Sarraf'ın ismini vermek istese de siyah maskenin açıkta bıraktığı yeşil gözlerde kesif bir ret vardı, bu yüzden Kalkan sıkılgan bir tavırla "Belli değil," dedi, büyük bir vurgunu elinden kaçırdığı için kendisini Sarraf tarafından yarı yolda bırakılmış gibi hissediyordu, yine de bunu ona belli etmedi.

"Sarraf'ı yaz."

Uygar ellerini ceplerine sıkıştırdı, duvara yasladığı başını çekip bakışlarını ağır ağır Güney'e çevirirken her şeye rağmen sakindi, zaten konuşmayı da direkt Kalkan devralmıştı. Sarraf'ı karşısına almak istemediği için son derece uysal bir şekilde cevapladı Güney'i. "Lan ben ona kıyamıyorum ki nasıl vereyim Cüneyt'in karşısına?"

"Hadi lan," dedi Güney tehlikeli bir mırıltıyla, elini koyu saçlarına daldırdıktan sonra sağa doğru yatırıp parmaklarını tutamların arasından çekti. "Açık açık kaçıyor desenize."

Uygar, hain olarak ihbar edilip daha sonra tutuklanmasının ardından görevine tekrar döndüğünde, düşmanın inine sızmak için iyi bir kamuflaja ihtiyacı olmuştu; saklanması değil bizzat aralarına sızması gerekiyordu, onlardan birisi gibi olması gerekiyordu.

Sınır ötesine silah taşıyan çetelerini çökertmek ya da teröre finansal destek sağlayan iş adamlarını ve paravanlarını bulmak, uzaktan halledilecek kadar kolay bir mesele değildi; içlerinde olması lazımdı, bunun için de tanınmayacak farklı bir kimliğe ihtiyacı vardı.

En son utancın bulaştığı kirli suretini bir maskeyle örtüp uzun zaman sonra ilk görevine çıktığında, yolu eski bir istihbarat ajanıyla kesişti; uzun bir süre vatana ihanetle suçlanan adam, Uygar'ın aksine gerçek bir haindi ve artık vicdanının taşıyamadığı günahlara sahipti, üstündeki yükten kurtulmak için de günahlarının cisme büründüğü ufak bir mirası Uygar'ın kucağına bıraktı, aradığı kimlik de böylelikle en beklenmedik anda ortaya çıkmış oldu.

Sarraf.

Uygar geceler boyu yalnız başına, gerçek bir hainden geriye kalan ufak mirası inceledi; birkaç ufak elmas, zümrüt ve geçmesi mümkün olmayan yaralarının kaşıyıcısı, kırmızı yakut taşları.

Böylelikle yeraltı alemindeki adamların taşıdığı günahları, o da ilk önce parayla fakat sonra insanlara yavaş yavaş tanıttığı gücüyle taşımaya başladı. Birden sızdığı bu alemde kimse Uygar'ın servetinin kaynağını araştıracak kadar temiz olmadığı için fazla dikkat çekmemişti, hatta insanların istediği şey yeraltında birden ortaya çıkan bu genç ve güçlü adamı, Sarraf'ı kendi yanına çekmekti.

Tek sorun, kendi dedesinden kalan ufak mirasın asil sahibi olduğunu iddia eden Güney'di. Uzun bir süre Uygar'a sorun çıkartarak onunla savaşmak istemiş, en sonunda baş edemeyeceği bir gücün karşısında boşa çırpınmanın hata olacağını fark ederek sessizliğe bürünmüştü, yine de Güney eline geçen her fırsatı denemeye çalışacak kadar hırsının tesiri altındaydı.

Uygar sıkıntıyla nefeslendi. "Kaçıyorum evet," derken dikkati başka yerde olduğu için epey ilgisiz mırıldanmıştı sözlerini. "Yenileceğim hiçbir savaşta yokum ben."

"Korkak olma bu kadar."

Uygar, diğer tarafta oturan Kalkan'ın kendisine uzattığı sigarayı parmakları arasına alıp ağır ağır çevirmeye başladı, yerinden hareketlenen Okan'ın bu sefer daha farklı bir yere ilerlediğini gördüğü için dikkati yine birden fazla parçaya bölünmüştü.

Okan Akdeniz, elindeki bardağı mekânın ortasında dolaşan siyah bir kapüşonla dolaşan küçük garson kızın tepsisine fırlatır gibi bıraktıktan sonra bahislerin alındığı yere ilerledi, Uygar bunu fark ettiğinde duruşu hemen rahatsız bir hal aldı. Umarım sadece paranı yatırır çekilirsin, diye geçirdi içinden. Umarım daha fazlasında gözün yoktur.

Ve sonra hala yanında sessizce bekleyen Güney'e "Kaybedecek hiçbir şeyin yok mu?" diye sordu.

Güney kısık gözlerini iğreti duygusuyla Sarraf'ın üstünde dolaştırdı. "Kaybedeceklerim pahasına onurumu satmazdım." Dedesinden kalma birkaç değerli taşın şimdi onu geçindirdiğini bildiği için hırs ve intikam dolu hissediyordu, Sarraf'ın yerinde asıl itibar sahibi kendisi olabilirdi... ama değildi.

"Ben de..." diye dalgınca mırıldandı Uygar, dikkati hala Okan'daydı, onun bahisçi adamla arasında geçen iletişimi gözleriyle takip ederken ikisinin de dudaklarını okumaya çalıştı. Okan'ı anlamak zor olsa da elindeki paraları deste haline getiren bahisçi adam, gözlerini irice açıp şaşkınlığını tek bir cümleyle yansıttı: 'Sen mi dövüşeceksin?'

Araya tekrar Güney'in sesi karıştı, Kalkan oturduğu sandalyeyi çoktan terk ettiği için artık yalnızlardı. "Korkakça kaçıyorsun ama? Adam gibi çıksana Cüneyt'in karşısına?"

Uygar bir süre yanıtsız bıraktığı Güney'e en sonunda "Sadece aklımı kullanıyorum," derken aslında içten içe öfkeliydi, henüz buraya ulaşamadıkları için Tekin'e ve gövde gösterisine kalkışan Okan'ı gelip de kenara çekmediği için yeni ortağı olacak kıza.

Ortalık karışmadan Okan'ı ele geçirmeleri gerekiyordu, sonrasında ailesine katılacak adamı bir daha bu kadar iyi yakalamayacaklardı.

"O taşlar senin kafanı çok bulandırıyor bence," diye hasetle mırıldandı Güney ancak bu sözleri Uygar'ın pek de umurunda olmadı; ne de olsa o konuşup konuşup sonra yanından uzaklaşacaktı, şimdiki çabası Sarraf'ı gereksiz bir motivasyonla Cüneyt'in karşısında ölüm maçına çıkarıp yersiz bir intikam almak içindi.

Uygar bunun farkındalığıyla kısaca güldü, onu saklayan maskesinin ardında neler olup bittiğini kimsenin bilemeyeceği kadar gizil ve bir o kadar da oyuncu bir ruha sahipti. "Keşke o taşlar senin kafanı bulandırsaydı." Vaktini bekleyen gözlerini çevrede dolaştırdı, biraz daha zaman kaybederlerse Okan boş bir kafayla ringe çıkıp ölüm yoluna koyulacaktı. "Belki o zaman elini bile sürmeden, başkasının gölgesinde onurunu koruyabileceğini düşünecek kadar fazla akılı olmazdın." Yaslandığı yerden doğrulup masadan bir adım uzaklaştı. "Benim gibi, korkağın teki olurdun işte."

Güney'in cevap vermesine zaman bırakmadan Kalkan hevesli bir sesle yanlarına yaklaştı. "Yemin ederim bu akşam vurgun var, yemin ederim oğlum yemin yemin!"

"Ne oldu?"

Kalkan elindeki kâğıdı ve birkaç banknotu havada salladı. "Sen kabul etsen daha iyi olurdu ama olsun, bu geceliğine maça Akdenizlerin oğlan çıkacak, züppe arkadaşları da fena basıyor iyi oldu bu."

Güney başını rahatsızca Kalkan'a çevirdi, oturduğu yerde biraz daha yayılmıştı. "Sarraf çıkmayacak mıydı maça?"

"Öyle mi dedi?" Kalkan'ın meraklı bakışları Sarraf'a döndü. "Ben duymadım, öyle mi dedin lan ben yokken?"

Orada olmasına rağmen katılmadığı sohbette bahsi geçerken Uygar kolunu kaldırıp sessizce saatini kontrol etti, dakikaları birer birer azalırken bu saatten sonra Okan'ı döndürmenin daha zor olacağını biliyordu. "Zavallı çocuk," diyen Güney'in mırıltısı kulağına ilişince göğsünü yüksekçe şişirip derin bir nefes aldı. "Ezilir lan o, tamam iyi hoş belki teknik biliyordur da Cüneyt sokağın tozunu yutmuş adam sonuçta, tek lokmada yer onu." Sözlerinin arasında hala sürdürdüğü kiniyle güldü. "Sarraf bu gece Cüneyt'in karşısında maça çıkıp halk kahramanı olabilirdin ama sen de böyle bir korkaksın işte, artık adın katile falan çıkarsa hiç şaşırma tamam mı? Bunu sen istedin."

Kalkan duyduklarına kısık bir sesle itiraz etti fakat aynı zamanda keşke kabul etse diye içinden geçirerek Sarraf'a bakındı. "Lan sen de abartma şimdi."

Uygar işittiği saçma hayallere karşı gözlerini kapatıp birkaç saniye bekledi, artık Tekinlerin burada olması gerekiyordu. Biraz vakit kazanmak için Kalkan'a doğru konuştu. "Maçı ben söylemeden başlatma."

"Ama yavrum..."

"Başlatma dedim."

Dakikalar sonra sakinleşen bakışlarını mekânın büyük kapısına çevirdi, tam o an kalabalığın arasından sıyrılıp içeri ilerleyen bedenin Tekin'in Kırmızı diye salladığı kıza ait olduğunu anlamakta güçlük çekmedi, en az adı kadar koyu kırmızı tonunda, dalgalı saçları vardı.

Duruşundan, etrafta gezinen arayış dolu bakışlarından bile belliydi; kırmızı saç tutamlarını parmaklarının ucuyla geri iten yabancı kız, Okan'ı yakalamak ve onu sorgulamak konusunda birbirlerine yardımcı olmak için buradaydı.

Uygar adımlarını biraz daha ortaya atıp Günay ve Kalkan'dan uzaklaşırken gözlerini kıstı; kırmızı saçlar, mavi gözler, siyah boğazlı dar ve ince bir kazak, üstüne geçirilmiş bol deri ceket, altında uzun çizmeleriyle kız ortama fazlasıyla uygun ama aynı zamanda değil gibiydi, bu yüzden pek çok serserinin bakışlarını üstüne çekmesi Uygar için şaşırtıcı olmamıştı.

Az sonra bu kız kalabalığa karışıp Okan'ı sakin bir bölgeye çektiğinde, bunun fark edilmeyeceği bir ortam ayarlayabilmek için Uygar'ın da harekete geçmesi lazımdı. Aslında Okan Akdeniz'i kimsenin yardımı olmadan kendisi de yakalayabilirdi ama en başında buna itiraz eden Sevtap olmuştu: Sarraf bile olsan dikkat çekersin, olası bir yanlışta ilk seni hedef alırlar, yerini yurdunu da biliyorlar, en iyisi bunu ben sessizce halledeyim.

Ancak şimdi Sevtap orada olmadığı için görevi bir başkası üstlenecekti... Bir başkası.

Uygar adım adım kızdan tarafa yaklaştı; ilk niyeti, onunla kısaca konuşmaktı fakat yaklaştıkça Uygar kendisini bulan mavi bakışların bir başkasına değil de daha tanıdık birisine ait olduğunu fark etti.

Yapay mavi gözlerin ve az önce gerçekliği konusunda hiç şüpheye düşmediği kırmızı saçların ardında Uygar'ın sandığının aksine bir başkası değil, bilindik bir kadın vardı.

Kırmızı... Yakut.

Farklı bir saç rengi ya da başka gözlere rağmen, kendisi olarak orada bulunma riskini aldıkları ve hatta onu buraya getirdiği için Uygar tarifsiz bir sinirin eşliğinde mırıldandı. "Sikeyim seni Tekin..." Kalabalık belki her şeyi gizleyebilirdi, belki de Yakut bu yüzden korkusuzca gelmeyi seçmişti ama yine de Uygar kendisini yeterli kadar sakin hissetmiyordu, üstelik onu her zaman olduğundan daha farklı görmek, hiç sırası olmasa bile canını sıkmıştı.

Yakut nereye gideceğini biliyor gibi tek bir yöne ilerlerken ilk başta Uygar'a yöneldiğinin farkında değildi, emin adımlarındaki cesaret Uygar'ın yumruklarını sıkmasına sebep olduğunda fark etti nereye gittiğini... Artık görmeye alıştığı siyah maskeli surata denk geldiğinde ilk önce gözleri titredi ama hiç duraksamadı, lenslerin ardındaki siyah bakışları Uygar'ı seçtiği için gizliden gizliye zorlanmıştı fakat görev bilinci daha ağır bastığı için yoğun bir umursamazlık oturdu göğsüne, Uygar'a olan merakının üstüne... Sendeleyen bir nefes boğazından göğsüne güçlükle indi.

Uygar gözlerini Yakut'a doğru öfkeyle kıstı, adım adım ilerledi, burada olmaması gereken kadına yaklaştı... Bu saatten sonra onunla konuşması da zor olacaktı, kim olduğunu bilmediği bir adamla Yakut ölse bile anlaşmaya varmazdı.

Gerçek masumiyetini haykırmak zorunda olduğunu bilerek yutkundu, ona burada ortak bir görevi yürüteceklerini söylemek mecburiyetindeydi, yoksa Yakut hiçbir koşulda sözlerine iştirak etmeyecekti... Fakat yine de mekânın en kalabalık kısmında birbirlerini bulabildiklerinde, Uygar omzunu tıpkı bir yabancıya çarpar gibi kendisine değdiren Yakut'a gerçekleri söyleyemedi. Bakışlarını başka yöne bakar gibi çevirip Yakut'a hitaben konuştu, onun kırmızı saçlarına dikkatle bakmamak konusunda sabırlı davranmıştı. "Ne işin var senin burada?"

Ve sonra kalabalığa rağmen ince bir ses kulağına ilişti; Yakut'un mağrur fakat biraz ürkmüş, buna rağmen geri adım atmayacağını belli eden dik başlı sesiydi bu, her zamanki haliydi. "Seni ilgilendirdiğini sanmıyorum."

Uygar gözlerini artık dayanamayarak kırmızı saçlara çevirdi; gerçekten de bir başkası gibi duruyordu, özellikle arayış içinde dolanan mavi gözleri Yakut'u tanınması zor birisine çevirmişti, demek ki insan bir parçasını kaybedince bu kadar yabancılaşıyordu kendisine... Yakut da sahip olduklarını yitirdiğinde, kara bakışlarını ve siyah saçlarını, diğer herkes için varlığını büsbütün yok etmişti.

Ama onun için değil... Uygar nereye bakarsa baksın, Yakut'u görebilecek kadar her zerresini tanıyordu; arada bir sıkıp da kütlettiği ince parmaklarından, saçlarını sakince geriye ittirmesinden, sadece gözlerini kaçırışından bile onu tanıyabilirdi. "Yakut..." diye sıktığı dişlerinin arasından mırıldandı. "Her ne işin var bilmiyorum ama seni böyle tanımazlar mı sanıyorsun?" derken sanki ringi daha iyi görmek ister gibi Yakut'a yaklaştı, artık göğsü neredeyse ona kucak açmış gibi ardındaydı.

"Bir başkasına dönüşmeyi senden öğrendim." Mırıltısının hemen ardından sol eliyle sağ taraftaki saçlarını toparlayıp omzuna bıraktı, bu sayede açıkta kalan boynu sadece Uygar için değil başkaları için de ilgi çekici bir hale geldi. "Bence böyle iyiyim."

Gözü aç serserilerin arasında Yakut'un böyle parıl parıl durması Uygar için fazla can sıkıcıydı, bu sefer daha sert bir sesle konuştu. "Git buradan, boşu boşuna kendini hedef haline getirme, tanırlarsa..."

"Benimle sanki bir işin varmış gibi konuşma." Yakut dilini ağır ağır dudaklarına sürttükten sonra normal bir tavır takındı, oysaki içindeki yangının bir tek kendisi farkındaydı... Her ne kadar Uygar'ı böyle, bu siyah maskeyle görmeye bir nebze alıştığını sansa da burada karşılaşmayı beklememişti. Aralarındaki uçurumu bu kadar net görmek ise düşündüğünden de ağırdı. Ben hala mesleğimin gerektirdiği insanım ama o değil, o bütün değerlerini yitirmiş... Gözlerini yana kaydırıp göz ucuyla Uygar'ın halini kontrol etti, fazla konuşmadan işe koyulsa daha iyi olacaktı. "Git pislik yuvanda neyle ilgilenmek istiyorsan onunla ilgilen, senin benimle alakan yok."

"Ne yapacaksın şimdi?"

"Sana söyledim, seni ilgilendirmiyor... Benden uzak dur." Yakut gözlerini Okan'a çevirdi, ringe çıkmadan önce son hazırlığını yapıyordu. Dışarıda duyduğu kadarıyla rakibi Cüneyt tehlikeli bir adamdı, bu yüzden Yakut'un dövüşe en başından engel olması lazımdı, yoksa ölü ya da konuşamayacak kadar hasarlı bir adamdan istediği bilgileri alamazdı.

"Okan Akdeniz'i mi istiyorsun?"

İsabetli bir soru... Sinirli bir nefes bıraktı dışarı. "Benimle," derken sanki elini beline atar gibi yapıp dirseğini Uygar'ın karnına çarptı. "...konuşma."

Uygar tişörtünün üstünden kendisine çarpan ince kola kısa bir bakış atıp tekrar Yakut'un öfkeli suretini seyretti, burada aslında ortak bir görevi yürüttüklerinin gerçekten de hiç farkında değildi... Düşünmüyordu, her şeyi düşünüyor ama Uygar ve masumiyeti bir araya getirecek hiçbir düşünceyi aklının sınırlarından içeri sokmuyordu.

Karşılaşmalarını sinir bozucu bir tesadüfe bağlayacak kadar ipleri koparmış oluşu Uygar'ın da kanını harekete geçirdi. Karşısına çıkmam onun için sadece kaderle bağlantılı, masumiyetimle değil; ona göre dünyanın leş çukurunda bir başıma yaşıyorum, benim dışımda herkese güvenebilir ama bana... Bana hiçbir koşulda güvenemez. "Gidip konuş onunla," dedi önünü alamadığı bir hırsla. "Etrafında arkadaşları var, belki de babasının korumalarıyla gelmiştir... Korkak değilsin, değil mi Yakut? Köşe bucak kaçtığın adamların dibine girip katilini arayacak kadar ölüm senden uzak çünkü, öyle değil mi?"

Başını yavaşça geriye döndürdü, mekandaki tezahüratlar gitgide artıyordu, maç başlamadığı için kalabalık sabırsız bir hal almıştı. Yakut oradan uzaklaşmak isteyerek bakışlarıyla beraber bedenini de başka yöne çevirdi ancak dikkati, Uygar'ın yeşil gözlerinin hedefini şaşırmış gibi kırmızı saçlarında gezindiğini seçtiğinde elleri yine istemsizce kırmızı tutamlara gitti, buna rağmen kısık bir sesle onu uyarmaya çalıştı. "Sen kendini eskisi gibi sandın galiba," dedikten sonra yutkunarak kaşlarını çattı, gözleri gitgide bir düşman gibi gölgeleniyordu. "Benimle bu şekilde konuşamazsın, yerini ve sınırını bil."

Uygar başını yana yatırdı ve hafifçe kastı, çıkan kütleme sesi bedenini biraz daha rahatlatsa da Yakut az sonra gerçekten korkusuzca Okan'ın hatta tüm kalabalığın karşısına çıktığında birinin onu tanıma ihtimalinden dolayı tekrar huzursuzlandı. Dudaklarını içe kıvırıp bir süre öylece bekledi, her ne kadar az önce işittiği suçlamaları yok saymaya çalışıp Yakut'a hak vermeyi denese de dişleri çoktan sıkıca birbirine çarpmıştı bile. Yerini ve sınırını bil... Yerini ve sınırını. "Ya da bekle," dedi kısık ve hırıltılı sesiyle, az önce duyduklarının üstünü hızla örttü. "Okan'ı dövüşten sonra da yakalayabilirsin, tabi hala yaşıyor olursa."

"Uygar," dedikten sonra başka yerde gezinen yeşil harelerin, sertçe kendisini bulmasıyla Yakut sustu ve asıl söylemek istediği ismi yuttu. O artık bir başkası, adı başka bakışları başka... Hatta bir surata bile sahip değil. "Tecrübelerini başka yerde anlat, ben senin arkadaşın değilim."

Başını bir kez öne eğip kaldırdı. "Doğru," derken Yakut'un adım adım kendisinden uzaklaşmak ister gibi kalabalığın arasına yönelmesini seyretti. "Değilsin, hiçbir zaman da arkadaşım olamadın zaten."

Akademinin ilk günü, birbirlerini gördükleri ilk an bile dikkatini fazlasıyla çeken Yakut, saçları arasından çekip aldığı kurşun kalemi ona uzattığında bile arkadaşı değildi; kendisini koridorda görmezden gelip yanından usulca geçtiği her an, nefes nefese tuhaf bir dövüş dersi verdikleri o gün, ilk görevlerine çıktıklarında... Hiçbir zaman arkadaş değillerdi.

Ve tarihler 1 Ekim'i gösterdiğinde, nikah masasında birbirlerine evet dediklerinde, onun artık canından çok sevdiği karısından başka hiçbir şeyi olmayacağını sanmıştı; ta ki böylesine düşman gibi bakana dek.

Ben hiçbir zaman düşman olmayacağıma inanmıştım, kader bu kadar tersine dönmez sanmıştım.

Yakut artık daha da geç kaldıklarını hissettiği için merdivenlerin önünde arkadaşıyla konuşan Okan'a yöneldi, yürüdükçe aklında şekillenen plan Uygar'ın felaket habercisi gibi söyledikleri yüzünden az çok sallantıya gelmişti ama yapmak zorundaydı, yıllardır kapanmayan bu hesabı kapatmanın vakti gelmişti.

Saniyeler sonra kolunda tanıdık bir dokunuş hissetti, pis bedenler arasından uzanıp dirseğini nazikçe kavrayan elin gerisinde bıraktığı Uygar'a ait olduğunu Yakut biliyordu, yanına gelip beraberinde yürüyerek konuşmasıyla düşüncesi daha netleşti. "O adamı ben vurdum."

Yakut gözlerini hışımla Uygar'dan tarafa çevirdi. "Ne?"

"Beş yıl önce o adamı ensesinden vurup ölmek yerine felç kalması, acı çekmesi için dilekte bulunan bendim." Kaşlarını kararlılıkla çattı, herkes dövüşün başlaması için 'Hadi artık hadiii!' diye bağırırken Kalkan ise sabırsızca Sarraf'ı kontrol ediyordu, o haber vermeden maç başlamayacaktı. "Biliyorum, görüntülerine ulaşmak zor değildi, hepsini izledim... Ölüm emrini veren kişi o, seni bu ateş çemberine ben çektim."

"Yani?"

"Bırak da her şeyi ben düzelteyim."

"Düzeltebileceğin hiçbir şey yok senin!"

"Yakut..."

"Konuşma benimle."

Öfkeyle yutkundu. "Önünü mü kesmemi istersin?" derken sırf o tehlikenin içine atlamasın, canı yanmasın diye baş vurduğu tehdit yolu yüzünden kızgınlıkla kendi dilini de ısırdı ama o saatten sonra susarsa, buraya tüm gözü karalığıyla gelen Yakut'u bile bile ateşe atmanın pişmanlığını ömür boyu yaşamak daha da korkutucuydu. "Bunu mu isterdin? Çünkü eğer istiyorsan yaparım, burada sözümü dinlemeyecek kimse yok, istersen ulaşamayacağın kadar uzak bir yere de alıp koyarım Okan'ı..." Ringin çevresinde dolaşırken bakışlarını kafesin içinde kızgın bir boğa gibi hazır bekleyen Cüneyt'te gezdirdi. "O zaman her şey senin için iyi olur mu?"

Yakut karşısına bir düşman edinmek istemiyordu, zaten öyle olduklarını hissederken bir de göz göre göre bunu ilan etmek istemiyordu. "Neden böyle yapıyorsun," diye kırgınca sızlandı, herkesin içinde sanki birbirlerini tanımıyorlarmış sanki iki yabancı gibi uzakmış gibi davranmak her ne kadar buna mecbur olsalar da kanına dokunuyordu.

Bir zamanlar aynı yastığa baş koyduğu, hatta birkaç güne kadar dokunuşlarını çok özlediği için utana sıkıla kıvrandığı adamı böyle karşısında görmekle iyi bir yol alamayacaktı. "Niye beni tehdit ediyorsun?"

Yakut'un birden incelen sesiyle mırıldandığı sözler Uygar'ın merhametinde sarsıcı bir kıpırdamaya sebep oldu, maskenin içinden dudaklarını ısırırken onu kendisine çekip sarılamadığı için istemsizce yumruğunu sıktı. "Çünkü buranın kurallarını en iyi ben biliyorum!" Kalkan'la aralarında çok az bir mesafe kalmıştı, eğer Yakut'u bu kısa sürede ikna edebilirse daha sonrası için feda etmeyeceği hiçbir şey kalmazdı. "Okan'ı bu dövüşten geri çekemezsin, burada herhangi bir dövüşü durduramazsın, ölümden kaçmak diye bir şey yok... Ha şayet olur da denersen," dedikten sonra uzaklara dalan gözlerini Yakut'tan tarafa çevirdi ama ona hiç bakmadı. "Niye seni tam da şimdi bu şekilde tehdit ettiğimi çok iyi anlamış olursun... Ben de anlamanı hiç istemem Yakut."

"Ne yapabilirsin ki? En fazla ne yapabilirsin?"

"Seni korumak için her şeyi..."

"Kim olarak?"

"Sarraf olarak."

Bu her şeyden daha acı vericiydi, bir daha eskisi gibi olmayacağını hatırlatan her şey geleceğe yürüme konusunda isteğini baltalıyordu. Başını başka tarafa çevirip hüzünle buruşturdu... Tekrar benim sevdiğim adam olamaz mısın?

"Çok az vaktin var, hemen karar ver." Uygar yorgunca nefeslendi. "Yoksa diğer türlü işin fazla zor olacak Yakut, burası sıkıcı ofis masalarına benzemez."

Hala yürüyüp mekânda volta atarken gürültüyle burnunu çekti, hatta elinin tersini hafifçe oraya sürdü. "Sen böyle yerleri iyi bilirsin tabi."

"Yakut, son birkaç dakika."

Zamanın daralmasından dolayı dudaklarını içe doğru kıvırıp sinirle bastırdı, parmaklarını sıkıp kütletirken işini tehlikeye atmak istemiyor ama aynı zamanda kaderini onun ellerine de teslim etmekten korkuyordu. Okan'ın gitgide ringe çıktığını gördüğü esnada gerçekten vakit kaybettiğini bildiği için dişlerinin arasından sinirle mırıldandı. "Peki... Ne yapacaksın? Nasıl yardım edeceksin?"

"Sen bir içecek alıp bekle."

Yakut neden söz dinlediğini bilmese de hemen yanından geçen ufak garson kızın tepsisinden bir bardak içecek aldı ve yürüdüğü yerde duraklayıp sırtını duvara verdi, kendisinden uzaklaşan Uygar'ın siyah tişörtünden açıkta kalan kaslı kollarına ve geniş omuzlarına gizliden gizliye bakarken onun bu güçlü görüntüsüne rağmen eski bir duygu içindeki tüm her şeyi alaşağı etmişti.

Pis bir bina, pis insanlar ve amaçsız bir dövüş... Bir zamanlar buradaki herkesi ateşe verebilecek kadar vatan aşkıyla dolu olan Uygar, şimdi o adamlarla aynı ateşte yanabilecek kadar bir başkasıydı. Yürürken sıktığı yumruklarından dolayı kollarında beliren damarların onu daha ürkünç gösterdiğini fark etti, birbirlerini tanıdıkları ilk zamanlar da Uygar dikkat çekici bir görünüşe sahipti ama o zamanlar yirmi beş yaşında, genç bir adamdı... Görüşmedikleri iki yılın ardından otuz yaşına bastığında ise daha farklı birisi olmuştu.

"Kalkan."

Kendisine yaklaşan Sarraf'a dönüp merakla sordu. "Buyur bebeğim?"

"Maça beni çıkar."

Kalkan bu ansız meydan okumanın heyecanıyla yüzüne salladığı kâğıdı indirdi. "Ne? Ciddi misin lan sen? Bak çekerim Okan'ı geri, sonradan vaz caymayacaksan hemen geri çekerim!"

Uygar en başta yapmamaları gereken ne varsa şimdi yaptıkları için birden boğazına takılan yumruyu itmek maksadıyla yutkundu. "Çek," derken kelimelerin üstüne bastırmıştı çünkü sadece rakibi Cüneyt'e değil, aynı zamanda tanınma riskini alarak oraya gelen Yakut'a da meydan okuyordu, başını yana doğru çevirip mekânı kontrol etti.

Kırmızı dövmeli kafasını hip-hop müziğine uygun sallayarak paranın hesabını yapan Kalkan kollarını havaya kaldırıp ritme uygun hareket ettiğinde Uygar onu tutup usulca kendisine çekti, kulağına eğilip bu sefer başka bir şey söyledi. "Ama maçı iki saat sonra istiyorum." Ve bu esnada elini uzatıp Kalkan'ın ceketinin cebinden yukarı kattaki odasının anahtarını çekip aldı.

"Ama şimdi oldu mu bu ya?" diye sızlanan adamın itirazı Uygar'ın umurunda değildi. "Ben o saate kadar Cüneyt'i nasıl tutacağım? İlla öldürtecek misin sen beni? Adam şimdi bir ton avans isteyecek!"

"Ya parasını ver ya da para istemezse odanda saklan ama bir şekilde hallet, maçı iki saat sonra olacak."

"Bebeğim, şimdi konuşup da beni sinirlendirme." Kalkan sıkıntılı yüzünü geri çekip eliyle alnını sıvazladı. "Bunu gidip Cüneyt'e kendin anlat, ben o sırada saklansam iyi olacak."

"Sen söyleyeceksin."

"Yuh amına koyayım, asla asla asla asla, asla ben söylemem!"

"Tamam ama o zaman haplarını kime açıklarsın ben bilmem." Uygar son sözlerinin ardından arkasına döndü, maskesini düzeltirken Yakut'un duvara yaslanıp içeceğiyle beklediği yere ilerledi. Uzaklaşır uzaklaşmaz Kalkan'ın sızlanarak odasının anahtarını ceplerinde aradığını işitmekte geç kalmamıştı. "Boku yedim, cidden yedim," diye korkuyla sızlandı adam. "Nerede lan bu anahtar? Oğlum nerede saklanacağım lan ben? Bütün nakitlerim de oradaydı, oğlum ben ölmek istemiyorum lan!"

Ancak beklenmedik olan şey, hala oradaki sandalyede oturan Güney'in gördüklerini rahatlıkla itiraf etmesi oldu. "Anahtarı az önce Sarraf aldı ya görmedin mi?"

Duyduklarından sonra işi devralması gerektiğinin farkında olan Yakut, gözlerini birkaç saniyeliğine kapatıp açtıktan sonra duvardan ayrıldı ve Uygar'a doğru ilerledi. Bir yabancı gibi onun yanından geçerken bardağı hafifçe öne çıkardığında Uygar da parmakları arasındaki ufak metal anahtarı hafifçe fırlattı, anahtar saniyeler sonra sanki yerini biliyormuş gibi sıvının arasına karıştı.

Yakut üst araması yapmak üzere yerinden hareketlenen Kalkan'ın yanından geçerken bardağı kaldırdı ve içeceği yudumladı, az sonra diline değen anahtarın metalini hissettiğinde Kalkan çoktan "Bakacağım lan gel şuraya," diyerek Uygar'ın üstünü aramaya başlamıştı.

Uygar kollarını rahatça iki yana açtı ve ona müsaade etti. "Bak bakalım..." Gözleri ise boş bardağı duvar dibine bıraktıktan sonra dilinin üstünden aldığı anahtarı aheste biçimde cebine sıkıştıran Yakut'taydı; bunu açık açık Uygar'a göstererek yapması, yürüyüşü ve anahtarı cebine koymanın ardından suretine yerleştirdiği aksi ifade, bir düşmana bakar gibi kıstığı gözleri... Her bir memnuniyetsiz hareketi, bu memnuniyetsizliğine rağmen sözsüz bir anlaşmayla oradan uzaklaşması Uygar'ın maskesinin ardına gizlediği dudaklarında ufak, gizli bir kıvrılmaya sebep oldu... çünkü ne de olsa kimse göremeyecekti.

Yakut Yalınkılıç

Maskesinin ardına sakladığı suretinden açıkta kalan yeşil gözlerinde bin bir türlü duygu var; eskiden yalanlar söylese bile en azından vatanına ve devletine kendisini adadığını belli ederdi; görevine mesleğinden vazgeçmek suretiyle koyulurdu, adaletten hiçbir koşulda ödün vermezdi... Uygar, şimdi niye değerini yitirmek konusunda bunca telaştasın?

Seninle paramparça dağıldığımı görmüyor musun? Bunu, birbirimizi sevdiğimizi haykırmak kadar kolayca açıklayamayız insanlara, ben senin gibi bir adam için üzüldüğümü kimseye söyleyemem, yakma canımızı.

Anlayamıyorum; gözünü neyin boyadığını, ona adil bir adam olmaktan daha cazip gelen şeyin ne olduğunu deli gibi merak ediyorum. Kendisinden iğrendirircesine bulunduğu bu yerde ne kazanıyor; gün sonunda dönecek bir evi yokken, sokak lambalarını güneşle beraber söndürürken, artık onurunu inşa edemeyecek kadar vatan aşkını büsbütün yitirmişken, ona hala yaşama inancı veren şeyin ne olduğunu öğrenmek istiyorum.

Bu yüzden aklım başımdan bir karış geride, bu yüzden ben de onun gibi yarım yamalak bir ruhu taşıyorum... Bana her ne kötü hissettiriyorsa, huzurumu her ne kaçırdıysa suçlayacağım kişiler var.

Önce o... Uygar.

Sonra da kendime kızgınım, ona hala bu kadar müsamaha gösterdiğim için kendime çok kızgınım.

Elimi yanaklarıma sürdükten sonra kalabalığın arasına karıştım, ben cebimdeki anahtarla Uygar'ı beklerken ringin önündeki Okan da maç henüz başlamadığı için kızgınlaşan kalabalığa bakmakla meşguldü. Birkaç defa kahverengi saçlarını iki eliyle birden düzeltti, ringin en tepesinde hazırda bekleyen Cüneyt'e ulaşmak ister gibi bakarken ona motivasyon kazandıran şeyin ne olduğunu çözemediğim kadar hırslıydı.

Tekin olası bir aksiliğe müdahale etmek için dışarıda bekliyordu, ayrıca mekânın çevresini sıklıkla dolaşarak etrafı kontrol etti, iyi bir nişancı olduğu için eğer burada olduğum anlaşılırsa ya da gelmemesi gereken birisi gelirse hemen harekete geçecekti.

Gelmemesi gereken kişilerden birisi de Okan'ın kız kardeşi Ada'ydı, bu yüzden Reha tüm sorumluluğu üstlenerek onu buradan uzak tutmak üzere kızın yanındaydı; biraz histerik birisi olduğunu söylediklerinde, Reha onu bu olaya karıştırmamanın ve işleri bulandırmamanın daha mantıklı olacağını söylediği için bu kararı almıştık aslında... Yoksa ben Ada Akdeniz'e beş sene önce kaçırıldığı zaman bir kere görmekten başka hiç denk gelmemiştim, nasıl birisi olduğunu bilmiyordum.

Düşünceler içinde beklediğim sırada, en sonunda beklediğim kişi yanıma geri döndü. Uygar.

Ellerindeki yarım eldivenleri çıkarıp kendince vakit kazanırken kulağımı ona diktim. "Kalkan, şu kafasında kırmızı dövmeler olan... Cebinde bir paket hap var, bunu Okan'a söyleyeceğim."

"Ben söylerim."

Başını hemen bana çevirdi. "O haplar için bir başkasıyla iş birliği yaptığını anlattığımda muhakkak Kalkan'a hesap soracaktır... Sormazsa da sordururum."

"Ne anlatılacaksa ben anlatırım."

Ringe çıkıp korka korka da olsa Cüneyt'e bu maçın iki saat sonra olacağını açıklayan Kalkan'ın ardından Okan aceleyle bağırdı. "Ne demek lan beni çekmek? Böyle saygısızlık mı olur?"

"Sen hiçbir şey anlatmayacaksın." Uygar'ın sesi sert ve netti. "Okan senin suratını görmeyecek." Ve sonra elini uzattı. "Anahtar?"

Cebimden çıkardığım anahtarı ilk başta kazağıma silip üstünü temizlemek istesem de Uygar bu hiç sorun değilmiş gibi direkt uzandı ve hızla aldı. "Ben şimdi gidiyorum, fazla göze batma."

"Bekle," dedim kabul etmek istemeyerek, koluna hiç dokunmadım, zaten sesimi duyduğu için uzaktan uzağa birbirimizle anlaşabiliyorduk. Garip olan tek şey aramızdaki uçurumun bizi soğuk birer mesafeye dönüştürmesiydi. Aramızda hiç mesafe yoktu ki... Biz mesafelerin bizzat kendisiydik. "Kalkan'ı ispiyonlarsan o da seni suçlar, Okan'ın hangi birinize inanmasını bekliyorsun?"

"Bana inanacak."

Kendine olan güvenine karşın keyifsizce güldüm, bu esnada dövüşten alındığı için öfkeyle mekânın karanlık koridoruna karışan Okan Akdeniz bana büyük bir avantaj sağladı. "Bence kendine düşman kazanmak yerine biraz dost edin," deyip onu burada gördüğümden beri ilk kez kalabalığa aldırmadan koluna dokundum ama bu öyle utanç verici bir şeydi ki mecburen yanından geçerken dokunuşlarımızı aramıza gizleyerek yapmak zorunda kaldım, yüzümde ise her şeyin aksine ondan uzak bir ifade vardı. "Okan'a bu hapların ona mı yoksa başkasına mı verildiğini bilmediğimi, amaçlarının onu öldürmek mi yoksa korumak mı olduğunu bilmediğimi söyleyeceğim, direkt suçlamak yerine kafasını karıştırırsam o da sorularına cevap aramaya çalışacak... Bu işler böyledir." Anlattıklarımı iyice takip edercesine yeşil bakışlarını suratıma sabitledi. "Ayrıca beni tanıyacağını sanmıyorum, herkes çok değişti artık kimse kimsenin bildiği gibi değil." İster istemez kinayeye bürünen sözlerimden dolayı hareleri sertleşti, artık oradan uzaklaşmam gerekliydi. "En azından seni bu halinle seven birileri varken bırak da hayal kırıklığına uğramasınlar, yoksa hiçbir şeyi bir daha eski haline çeviremezsin."

Ellerimi ceketimin ceplerine soktuktan sonra suretimi kaplayan ıssız ifademle oradan uzaklaştım, az önce Okan'ın ilerlediği koridora karıştığımda kulağıma yabancı sesler ilişti. Bu sesler Okan ve arkadaşlarına ait olmalıydı. "Tamam sakin ol, başka gece çıkarsın," tesellilerine rağmen sönmemiş bir öfkenin tezahürünü işittim. "Her zaman mı geliyorum buraya?" diye sertçe mırıldandı Okan. "Siktiğimin yerine bir daha ne zaman uğrayacağım amına koyayım? Beni sinir eden şey sözümü çiğnemeleri! Adam yerine koymayıp indirdiler resmen şerefsiz köpekler!"

Dar bir koridordu, üç kişilerdi ama bana aralarından sadece tek birisi lazımdı. Üstümdeki bol ceketin önünü tutup fermuarı hafifçe yukarı çektikten sonra yavaşça yanlarına yaklaştım. "Paramı cepledin şimdi de kaçıyor musun?" diyerek izinsizce aralarına karıştığımda üçünün de bakışları bana döndü.

"Ne diyorsun bayan?" diyen arkadaşına elimi kaldırıp susturduktan sonra kısık bir sesle bağırdım. "Kes sesini, ben sana mı konuştum?" Acele etmeden Okan'a yaklaşmak istediğimde bana engel olmak için onlar da önüme geçti, hızlı davranmadığım için çabuk durdurdular. Aralarından biri beni omuzlarımdan itip "Geri dur lan," dedi öfkeyle. "Kimsin sen, ne istiyorsun?"

Elimi kaldırıp en az benim kadar habersiz oldukları bir suçlamayla, parmağımı Okan'a salladım. "Paramı geri istiyorum, bu dövüş için ne kadar bahis koydum ortaya haberin var mı senin?"

Okan bir elini ensesine koyup sıkıntıyla sıvazlarken gerçekten bıkkın göründü, fazla çıkıntı olmamasına karşın tavrımı düşürebileceğimi düşünüp yavaş yavaş nefeslendim. "Sence bunun sorumlusu ben miyim?" dediğinde bile sesi, az önce arkadaşlarına yükselttiğinin aksine epey sakindi.

"O herifin de ne iş çevirdiğini ben çok iyi biliyorum," dedim süregelen kızgınlığımla ortaya bir şeyler atıp, bu sözlerim çok geçmeden Okan'ın da şüphelenmesine sebep oldu. "Sen onun ortağısın değil mi?"

Elini az önce sürdüğü kirli sakallarından çekip sorarcasına yana kaldırdı. "Kimin?"

Aynı soruyu arkadaşlarının da merakla sormasına karşın kollarımı çekingen halde önümde bağlayıp alt dudağımı usulca ısırdım; sessizliğim, beni Okan'ın üstünden alan kişiye sorgusunu tekrarlattırdı. "Hanımefendi bir şey sorduk değil mi? Kim ne iş çeviriyor, bir şey söylesene."

"Ben..." dedikten sonra bir adım geri çekildim. "...şu an burada bunu konuşamam."

"Ee az önce ne güzel sallıyordun ama?"

Okan elini kaldırıp arkadaşını hemen susturdu, gözlerime bakarken bende tanıdık bir şeyler görmemesini umdum. "Kalkan'dan mı bahsediyorsun?"

Uygar'ın en son konuştuğu adamı bir süre aklımda canlandırmaya çalıştım, zaten Okan'ı da ringden o indirmişti. "Saçının kenarları kazılı birisiydi," derken yüzüm düşünceyle kasıldı. "Kafasında kırmızı dövmeler vardı, sanırım kırklı yaşlarda."

"Kalkan." Okan bu sefer daha büyük bir kuşkuyla kolumu tuttu. "Ne biliyorsun onun hakkında? Ne yapmış o?"

Sorusundan sonra ürkerek arkadaşlarına baktım, benim için onlar güvenilir değildi belli ki ben de onlar için pek değildim, bu yüzden aralarından en agresif görünen kişi kaşlarını havaya kaldırıp sessizce itiraz etti, hatta ona baktığımı fark edince "Hayırdır, bizden çekindiğin bir şey mi var?" diye sordu.

"Korkunç görünüyorsun," diyerek kafa tuttum. "Ayrıca niye sana güveneyim? Gelir gelmez saldırmadın mı sen?"

Tartıştığım kişi sözlerime keyifsizce güldükten sonra eliyle kendisini işaret etti. "Ben mi? Lan asıl sen gelir gelmez köpek gibi saldırdın!"

"Çünkü mağdur edilen benim!" Kolumu kaldırıp Okan'ı işaret ettim, fazla sakin duruyordu. "O kadar para bastığım adam birden geri çekilince öfkelenmekten başka ne yapacaktım? Siz hesap soramıyorsunuz diye hepimiz susmak mı zorundayız?"

"Susma," dedikten sonra ellerini rahatça ceplerine soktu, sürekli böyle araya girmesi Okan'la konuşmamı engellediği için canım epey sıkıldı. "Adabınla konuşup derdini anlat."

"Tamam, şimdi konuşmak istiyorum işte." Saçlarımı düzelterek geri ittirdikten sonra kollarımı savunmasız halde önümde bağladım, bakışlarım tekrar kafası karışık görünen Okan'a kaydı, biraz daha karıştırmanın iyi olacağını düşünerek kısık tonda mırıldandım. "Tabi senin de bana ne kadar yardımcı olacağını bilmiyorum, o herifle iş çeviriyorsun değil mi? Zaten ben sizin arkanızda kim olduğunu çok iyi biliyorum ama şanslısınız ki susuyorum, şerefsizler!"

Okan ellerini önünde kaldırdı, hala hiçbir şey anlamadığı çatık kaşlarından belliydi. "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" derken parmağıyla kendisini işaret etti. "Benim ardımda kim olabilir?"

"Abi saçmalıyor kız."

Arkadaşının sözünü elini kaldırarak hızla kesti, bana bakmayı henüz bırakmamıştı, dikkatli bakışları üstümde dolaşırken ciddiyetinden ürkecek gibi olduysam da kendimi gizlemeye çalışmadım, tehlikeli olmadığımı düşünmesi zararıma değildi sonuçta. "Tamam konuşalım," dediğinde bu sefer ben şüpheyle baktım ona.

Bakışlarımı yavaşça diğer üç arkadaşında gezdirdim. "Gidip beni onlara vermeyeceğinizi nereden bilebilirim?"

"Niye vereyim seni?" diye sözlerime aceleyle ama tuhaf bir merhametle karşı çıktı Okan, sonrasında arkadaşlarına kaşlarıyla gitmesini işaret etti. Neredeyse yola geliyordu, sadece arkadaşlarının çok şüpheci olup önüme taş koymalarından korkuyordum. En nihayetinde tek bir kişiye yalanlar sıralamak, üç kişiyi inandırmaya çalışmaktan daha kolaydı. "Beni de ringden indirdiler görmedin mi? Asıl saygısızlık bana yapıldı, neler olduğunu öğrenmek varken ben kimseyi satmam rahat ol."

"Seni dövüşten indirdiler mi?" derken ağırlığımı tek bacağıma verdim. "Yoksa kendin mi indin?"

Alınganlıkla dudaklarını aralayıp dilini dişlerinin arasına sıkıştırdı. "Kaçacak kadar korkak mı görünüyorum oradan?"

"Kim olduğunu hiç bilmiyorum ki."

Başını bir kez öne eğip kaldırdı. "Öğrenirsin." Bakışlarında değişen parıltı en azından iyi bir iletişim kuracağımı gösterdiği için az çok rahatlamıştım.

Bir süre düşünceler içinde bekledikten sonra başımı yavaşça aşağı yukarı salladım. "Tamam, konuşalım o zaman."

"Tamam." Okan dudaklarını kısaca yaladıktan sonra halen uzaklaşmayan arkadaşlarına ters bir bakış atıp kolumu tuttu, beni karanlık koridorun daha ilerisine götürürken yolun sonunun nereye çıktığını bilmediğim için ilk başta gitmek istemedim ve hatta bunu belli ettim.

Tekin benim için mekânın uygun olacak yerlerini yoldayken anlatmıştı, bu yüzden oralarda durmam daha iyiydi. Eğer kılık değiştirmem gerekirse diye koyduğu çantadan uzaklaşmamalıydım. "O tarafa niye götürüyorsun beni?" diye huysuzca sızlandıktan sonra elimle arkamdaki kapının paslı kulpunu tuttum, arkadaşları çoktan uzaklaştığı için nereye gitsek haberleri olmayacaktı.

"Ne kadar nazlı bir şeysin sen." Okan'ın bunu mırıldanmasıyla gözlerimi kaçırdım, sonrasında kısık gülüşü de geldi kulağıma.

Açtığımız kapıdan yangın merdiveni gibi görünen dar boşluğa geçtiğimizde uzaklaşmak için fazla yer kalmamıştı, sırtını arkaya veren Okan kollarını önünde bağladıktan sonra bir süre aşağıyı kontrol etti ama merdivenden inmekten başka gideceği herhangi bir yer yoktu.

"Niye seni indirip dövüşe onu aldılar?" dedim bana bakmasını isteyerek.

"Kimden bahsediyorsun yine?"

Kısık bir mırıltıyla "Maskeli adam," dedim.

Okan kısa bir süre beklese de sorumu cevaplamakta gecikmedi. "Sarraf dediklerini duydum, sanırım adı buydu."

"Olabilir." Yutkundum. "Ben tanımıyorum."

Gözlerini tekrar baştan aşağı tüm bedenimde gezdirdi, sıklıkla beni inceliyordu, gerginliğimi onun ilgisini çekmeyecek bir ürkekliğe çevirmeye çalışırken savunmasız göründüğüme emindim, bu yüzden başımı biraz dik tutup en azından dikkate değer bir duruş kazanmaya çabaladım.

"Peki sen asıl kimden bahsediyorsun?" Boğazını hafifçe temizledi, hemen sonra sorgu dolu bakışlarını yana yatırıp öyle bakmaya başladı. "Yani beni dövüşe çıkarmamalarının ardında başka bir şey mi var?"

Önceki söylediklerimi kısaca aklımdan geçirdikten sonra kelimelerimi dikkatle seçmeye çalıştım, aynı zamanda ruh halimi de söylediklerime uydurmam gerekliydi. "Kalkan denen o adam en başta Cüneyt'in karşısında senin olacağını söyledi, ben de bütün paramı senden yana oynadım ve..." Usulca güldüm. "Gerçekten az bi' miktar değildi."

Okan'ın dişlerini göstererek gülüşü sanki bu hoşuna gitmiş gibiydi. "Niye bütün paranı benden yana oynadın?"

Dilimi ağır ağır dudaklarımda dolaştırdıktan sonra gizemle mırıldandım ama aslında bunu hiç yapmamam gerekliydi, kendime hep yaptığımdan farklı bir makyaj yapmıştım ona zarar vermemeliydim. "Sana güvenmiş olamaz mıyım?"

Kaşlarını irdeleyici bir tavırla havaya kaldırdı. "Olabilir misin?"

Bu sefer gülen ben oldum. "Sen bir korkak gibi kaçıp bütün paramı bok edene kadar evet, sana güveniyordum... Yoksa baş edemez miydin Cüneyt'le?"

Okan'ın gülüşü keyifli bir kahkahaya dönüştü, kirli sakallarının boynuna giden kısmını elinin tersiyle ovaladıktan sonra kolunu aşağı indirip parmaklarını siyah pantolonunu ceplerine sıkıştırdı. "İstersen senin için birkaç maç oynayabilirim, kazanmasam da ödediğin paranın on katını kazanırsın sıkıntı etme..." Sözlerinin bir devamı gelecek sandıysam da o başka bir şey sordu. "Adın neydi senin?"

Saçmalık olacağını bile bile utançla fısıldadım. "Kırmızı."

Cevabım kahkahasının tekrarlamasına sebep oldu. "Gerçek mi duydum ben şu an?"

"Fazla gülme, ben o kadar komik birisi değilim." Hayır sadece konunun dağılmasını istemiyorum, üstelik zaman bunca hızıyla geçerken ve henüz seninle işim bitmemişken, adımın saçmalığından başka düşünecek çok şeyim var.

"Kesinlikle değilsin."

Boğazımı temizleme maksadıyla öksürdüm, yumruk yaptığım elimi indirdiğimde tekrar konuya dönmem gerektiğinin farkındaydım. "Aslında dışarıda başka bir adamın Kalkan ile konuştuğunu da duydum." Sözlerimi birden yarıda kesip parmak uçlarımla çenemi sıvazladım, fazlasıyla yalan söylüyordum ve Okan'ın endişesi neyse ki yalanlarımı fark edemeyeceği kadar yoğundu. "Bu yüzden suçladım seni."

"Ne olmuş Kalkan o adamla konuştuysa?"

"Şey." Dudaklarımı içe kıvırıp yavaşça bıraktı, söylemesi zor değildi sadece düşünerek konuşmak zorundaydım. "Ellerinde bir paket gördüm, adamın 'bunu ona içirirsen boğa gibi olur' dediğini anımsıyorum." Bir yutkunma ihtiyacı boğazımı tırmaladı. "Ama o pakettekiler tam olarak ne ve onu kime içirdiler bilemem."

"Nasıl birisiydi o adam?" Sorusunun ardından telefonu titredi, ekranda babam yazdığını gördüm ama Okan hızla meşgule attı, hatta konuşmamız esnasında birkaç defa daha gelse bile Okan hiçbirini açmadı. "Paket veren adamdan bahsediyorum, nasıl birisine benziyordu?"

Sanırım en sonunda istediğim yere gelmiş olmalıydım. "Kel bir adamdı," dedikten sonra içeriden bir gürültü geldi ama ikimiz de pek umursamadık. "Ve oturuyordu, yürüyemiyordu, engelli olabilir tam bilmiyorum."

Okan'ın yüzü şüpheyle kısıldı ama gerçekçi bir kuşku göremedim, sadece düşünüyordu. "Ben öyle birisini tanımıyorum."

"Olabilir... Sen içeride bir şeyler içtin mi onu söyle?"

Sorumdan sonra derince nefeslenip beni onayladı. "İçtim ama..."

"Kesin bilmiyorum, duyduklarım kadarıyla da ithamda bulunamıyorum ki... Hapı sana mı verdiler yoksa Cüneyt'e mi hiç bilmiyorum." Elimi koluna uzatıp isteksizce dokundum. "Sen düşün işte... Kalkan seni korumak mı ister yoksa Cüneyt'in karşısında öldürtmek mi?"

"Öldürmek isteyecek düşmanlarımız elbette var, beni korumak isteyecek dostlarımız da." Gözlerini kıstı. "Ama bahsettiğin gibi tekerlekli sandalye falan aşıyor beni."

Muallakta kalan şey, ona sunduğum ipuçlarını sanki bilmiyormuş gibi davranma ihtimaliydi... Ya da gerçekten hiçbir şey bilmiyor, bahsettiğim adamı tanımıyor olabilir miydi? Sonuçta insan hayatında kaç defa kel ve felçli bir adam tanıyabilirdi? Muhakkak bir cevabı olmalıydı ama bir yandan da bana karşı güvensizlik duymasından dolayı her şeyi saklıyor olabileceğinden endişe ettim, biraz ısrarcı olmam gerekti. "Aynı zamanda kel."

"Her ne sikimse," diye agresif bir tavırla mırıldandı, kirli sakallarını sıvazlamaya başlamıştı. "Tanımıyorum öyle birini."

"Peki o," dedikten sonra sinirle nefeslendim, parmaklarımda seyrek bir titreme baş gösterdiğinde elimi hafifçe sıkıp saklamaya çalışmıştım bir de. "Sarraf niye seni dövüşten indirdi?"

"Sarraf'ı ilk kez burada gördüm ben, ismini daha önce duyardım ama hiç tanımıyordum." Bir süredir merdiven boşluğunun boyası dökülmüş duvarlarında gezinen bakışlarını en sonunda bana indirdi, hala düşünceli bir tavrın gölgesini sezdim onda, ama neyi düşünüyordu? Bana neyi ne kadar bahsedeceğini mi yoksa gerçekten aramak zorunda gerçekleri mi? "Kendi halinde birisi diye biliyorum, etrafında da sevilir, açıkçası ben bana saygısızlık etmez sanmıştım ama piç herif, herkesin içinde resmen yok saydı beni."

"O kadarını bilmiyorum, belki de saygısızlık etmemiş olabilir."

Okan huysuzca tek kaşını kaldırdı. "Bu yaptığına başka ne denir?"

"Bilmiyorum ki, birbirinizi tanımıyorsanız seni niye yok saymaya kalksın?"

"Benim kim olduğumu sen gerçekten bilmiyor musun?" Sanırım biraz alınmış olmalıydı, gülüşü gitgide tuhaf bir sinire bulanırken ben de ciddiyetimi bozup "Ne?" diye mırıldandım. "Çıkaramamış olabilirim, niye bunu yüzüme vuruyorsun?"

"Çıkaramadın mı yoksa tanımazlıktan mı geliyorsun?"

Kollarımı önümde bağladım, hatta kendime sardım. "Niye tanımazlıktan geleyim? Gerçekten tanımıyorum."

"Okan," derken cebinden çıkardığı elini tokalaşmak üzere uzattı, gereksiz bir tanışmanın kapıları aralanırken geçirdiğim her bir dakikaya değmesi için dualar ettim. "Okan Akdeniz."

"Soyadın güzelmiş." Berbat.

"Evet, ben de severim."

Bir süre bakışlarımız birbirinde kaldı, beni tanıyacak diye ödüm kopsa da sakin kaldım, kalbimin ritmi bir süre sonra neyse ki düzeldi. Okan dakikalar sonra elimi hala tokalaşmak üzere tuttuğu esnada "Ben acaba seni tanıyor olabilir miyim?" diye mırıldandı, istemsizce saçımı kulağımın ardından çıkarıp düzelttim, dudaklarıma çekingen bir tebessüm oturdu. "Bilmem," dedim usulca, gözlerimi kaçırışımı takip ederken Okan'ın gülüşü biraz artsa da fazla rahatsız edici değildi, sadece bu kadar bakmasını istemezdim.

Kısaca dudaklarını yaladıktan sonra konuştu. "Tanısam bu güzel yüzü unutmazdım herhalde."

Okan'ın sözlerinin ardından "Olabilir," diye mırıldanarak geri çekildim ve o an hiç beklemediğim bir dokunuş boynuma dokundu, tenimi sıkıca kavrayıp beni merdiven korkuluklarına çarptı; bir elimle onun boynuna tutundum, gerçi ne yapsam nafileydi. Okan beklenmedik bir yakınlıkla üstüme abanırken tutunsam bile bir düşüş benim için kaçınılmazdı.

"Ne yapıyorsun?" diye soluklarım arasında kızgınlıkla sordum.

Rengi belirsiz koyu gözlerini bir süre yüzümde dolaştırdıktan sonra dudaklarını huzursuzluk çizgisini aşarak bana yaklaştırdı. "Fark ettim ki nazlı olmanın önüne geçen başka özelliklerin de var gibi Kırmızı."

Bir eli yavaşça çeneme kondu, parmağı neredeyse ovalayarak tenimi gezerken sırtımı biraz daha geriye verdi; ardımdaki trabzanın gıcırtısı artık ürkütücü bir düzeye gelmişti, eğer olur da Okan ağırlığını biraz daha üstüme yüklenirse aşağı düşmemem mümkün değildi. Çaresizce tebessüm edip "Acaba biraz çekilsen mi?" diye fısıldadım.

Okan dilini diş etine vurup cıkladı. "Nazlı halinin üstünü neyin örttüğünü söyleyeyim mi sana?"

Az önce tutunduğum boynunu bırakıp ceketinin belini kavradım, oradan sızan büyük telefonuna parmağım değse de alabileceğim kadar sağlam basmıyordum yere. "Biraz uzaklaş öyle söyle," dedim incelen sesimle. Canını acıtmak istemiyordum, sonuçta o bana sağlam lazımdı, konuşması lazımdı ama bir noktada canını yakayım diye zorluyordu.

Ancak o üstüme abanmak konusunda ısrarcı davrandı, başını aşağı eğip kulağıma daha da yaklaştığında nefesinin sıcaklığını boynuma yaymış oldu. "Bekle... Yakından daha iyi duyacaksın." Kolumu tuttu, sahip olduğunu sandığı gücü üstümde denerken el mecbur kendine güvenmesine izin verdim. "Açıkçası pek güvenilir birisine benzemiyorsun, işte sakarlığını örten şey bu."

"Sen de çok aptalsın," diye mırıldandığımda sesim fazla kızgın çıktı. "Git bul Kalkan'ı, cebindeki hapların hesabını sor! O zaman da bana güvenilmez diyecek misin acaba?"

"Zaten bulup soracağım." Boynumu biraz daha sıktı, nefeslerim sekteye uğradığı için yüzümün buruşmasına engel olamadım. "Ama senin gibi bir dolandırıcı orospulara kolumu kaptıracak değilim."

Ondan uzaklaşmak maksadıyla başımı yan tarafa çevirdiğimde merdivenin aşağısında soğuk bir boşluk gördüm, basamaklar aşağı yuvarlak bir sarmalla inmediği için en aşağısı tamamen ortadaydı, olur da düşersem tam olarak dibe düşecektim. "Anladım," dedim, sesimi bulmak biraz zor olmuştu. "...en başında seni konuşabileceğim birisi sanarak hata etmişim ben."

"Çok büyük etmişsin hem de," dediği esnada sesi hiç tanık olmadığım kadar tavır değiştirdi, artık başlı başına bir düşmanın maskesini takınmıştı; kaşları öfkeyle çatıldı, üstüme biraz daha abanıp beni tekinsiz demirlerin üstünde daha da muallakta bıraktı.

Güçlükle mırıldandım. "Yalancı değilim, bırak beni..."

"Tabi bebeğim, nasıl istersen." Hemen sonra sözümü dinleyip bırakışı ve omzumdan ittirişi denk düşünce, az önce parmağımın ucuna değen telefonu ceketiyle beraber çekiştirip aldım. Bedenim savrularak düşerken Okan ondan çaldığım eşyanın farkında değildi ama ben sadece birkaç metre diyerek kendimi teselli ettiğim düşüşün benden neler alacağını bilecek kadar gözümü karartmıştım.

Dayanabileceğim kadar yüksekliği en başında göze aldığım için sırt üstü düşen bedenim sert zeminle buluştuğunda tahmin ettiğim kadar yancı canım. Hatta elimde olmadan "Ah..." diye inleyerek kıvrandım ama Okan'ın en tepeden aşağı baktığı sırada bende gördüğü bilinçsiz duruş plansız değildi.

Yavaş ve durgun enfesler aldığımı uzaktan fark edemezdi, bu yüzden baygın halime karşın öfkeyle mırıldandı, boşlukta yankılanan mırıltı kulağıma uzak gelse de işitmekte zorluk çekmedim. "Orospu..."

Ardından beton zeminde adımlarının baskısı duyuldu, bütün tozu gürültüyle ezip de merdiven boşluğunu terk edişini kapanan kapının sesiyle anladım ama yine de baygınlığımdan sıyırılmak için kendime biraz zaman tanımam gerekti, öyle ki bu süreçte yanımda kalan telefonun bile bir daha titrediğini hissettim.

Geri doğrulabilmek için epey güç ve zaman harcamam gerekmişti, ufak ufak inildeyerek toparlandım, kafamı az çok koruduğum için fazla hasar almasam da bedenim kıpırdanırken biraz acıyordu. Dizlerim üstüne kalktıktan sonra merdiven altına yöneldim, altımda kalan telefonu da kendimle geri çektiğimde ekrandaki cevapsız aramalara bakmak için sonunda fırsat bulabilmiştim.

Tekin merdiven altına benim için önceden bir çanta bırakmıştı, siyah çanta tam da beklediğim üzere karanlık tozların arasındaydı. Onu kendime çekip içini açtım, hareketlerim beni riske atmayacak kadar yavaştı ne de olsa bundan sonrasını Uygar'ın halletmesi gerekiyordu.

Eğer sözünü tutup da beni koruyacaksa halletmeliydi... Yapardı herhalde, beni ona güvendiğim için pişman etmezdi... Etmemeliydi, dışarıda beni bekleyen iş arkadaşım varken buradan hüsranla ayrılmak istemiyordum.

Yoksa her şey açıklayamayacağım kadar dibe battığında, biliyorum, ben de oraya gömülür kalırdım, kimse beni o utanç çukurundan çıkaramazdı: Suçlu bir adama güvenmiş, derlerdi hakkımda. Eski kocasıymış, kötü birisi olmasına rağmen onu hiç unutamamış, bir de istihbarat mensubu olacak, yazık, ne biçim bir kadın bu, alçak ve gurursuz... Başıma gelecekler kulağımda yankı yaptı, başımı yana yatırıp o sesleri kesmeye çalıştım.

Çantanın fermuarını açtığımda karşıma ilk önce beyaz kazağım çıktı, başımdaki kırmızı peruğu tamamen sıyırdıktan sonra üstümü de çıkarıp çantadaki kıyafetleri giydim, çıkarken dikkat çekmemem için kılık değiştirmem daha iyiydi en azından olur da Okan'a yakalanırsam benim Kırmızı diye bildiği kişi olduğumu anlamazdı.

Tam o an yere bıraktığım telefon yine titredi, oturduğum yerden eğildiğimde sırtım acıyla sızlasa da aceleyle ekrana baktım.

Babam.

Parmağımı yeşil simgeye dokundurup aramayı cevapladım ama avuçlarımı da hemen dudaklarıma örttüm, zaten karşıdan gelen haykırış ben konuşsam bile duyulmayacak kadar fazlaydı.

Ahmet Akdeniz'in sesi merdivenin altında kısaca yankılandı. "Eşek herif niye açmıyorsun telefonu? Ha? Saatlerdir seni arıyorum, neredesin sen? Okan! Duyuyor musun beni?"

Sessizliğimi sürdürdüm, karşıdan gelen bağırış ise hiç kesilmedi. "Okan, beni duyuyorsan eğer çabuk çık oradan! Başın belada oğlum uzaklaş oradan! Okan! Okan oğlum ses ver, yalvarırım... Bak öldürecekler diyorum seni, ayrıl oradan eve gel! Ya da nerede olduğunu söyle adam göndereyim! Okan..."

Benim herhangi bir cevap vermediğim esnada artık bir yanıt alamayacağını anlayan Ahmet Akdeniz, hüzünlü bir tonla son kez mırıldandı. "Oğlum..." Ve aramayı sonlandırdı, kapanan telefondan sonra elimi avuçlarımdan çekip gözlerimi yere diktim.

Okan'ı öldürecek diye bahsettikleri kişi ben miydim, burada olduğumdan haberdarlar mıydı... yoksa bir başkasından mı bahsediyorlardı?

Elimden geldiğince uzun bir bölüm yazmaya çabaladım ancak beklediğimden uzun olunca iki bölüme ayırmam gerekti, onu da bu akşam paylaşacağım inşallah orada bol bol gecenin sonuna uzanan Uygar ve Yakut var... oralar daha duygusal. Beklemede kalın.

Lütfen oylarınızla ve yorumlarınızla destek olmayı eksik etmeyin, benim için nasıl bir motivasyon kaynağı oluyor bilemezsiniz... Ayrıca, buraya kadar okuyanlar kitabı cidden severek mi okuyorsunuz yoksa vakit geçsin diye öylesine mi bakıyorsunuz merak ediyorum, ama yine de tabi ki de ne olursa olsun okuyan oylayan yorum yapan beğenen beğenmeyen herkese ayırdığı vakit için çoooook teşekkür ederim 💝

20.Bölüm'den Alıntı:

"Değiştim," diye mırıldandım.

Beni tekrarladı. "Ben de değiştim."

Başka çarem yok mu yani, beni daha da düşürecek bir yalvarıştan başka? "Lütfen..." diye soluk soluğa fısıldadım, gitgide bağımlı düşen bir insanın kendini inandırdığı kadar bir daha bir araya gelmeyeceğimize, bunun son olacağına inanırken sözlerim de aksi bir yön seçmedi. "Bir defa değişmemiş gibi davranalım." Sanki soluksuz kalmışım gibi tüm havayı içime çektim. "Bir defa eskisi gibi yapabiliriz..."

"Sonra?"

"Sonrasını düşünmedim." Çünkü sonra ne isterim bilemem.

"Yakut," dedi yine iç çeker gibi, sonra yaralı kolunu uzatıp abajurun düğmesine dokundu, içeriyi saran karanlık aşağıdaki minik kedilerin ufak ufak mırıldanmasına sebep olmuştu. Işıksızlıkta kaybolan suratı yüzünden canım sıkıldı, üstelik maskesini sıyırdığını hissedebilecek kadar da yakınındaydım. "Böyle göremem ki," diye gitgide mahzunlaşan bir tonda mırıldandım.

askilav

Loading...
0%