Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. Kara Liste

@askilav


2. Kara Liste

Artık odama dönüp haberlerin benimle bağlantısını araştırmak ve bunun üzerine düşünmekten başka yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Tehlike peşime ilk kez takılmamıştı ama apaçık ölüm tehdidini, ilk kez bugün hissetmiştim. Sırtımı duvardan ayırıp geriye dönmeye koyuldum fakat o sırada bakışlarım, koridorda bana doğru ilerleyen Yaşar’a değdi. Yaşar, Belçin’in asistanıydı.

Tıpkı bir robot ruhsuzluğunda yürüdükten sonra hemen karşımda durdu, ellerini önünde birleştirmişti. “Yakut Hanım yukarıya bekleniyorsunuz,” dedi hiçbir duygunun belli olmadığı sesiyle.

Bıkkın gözlerim onun yüzünden aşağı kaydı, takım elbisesinin yakasında durdu. Birden durgunlaşmıştım, yine de aynı sıkılgan tonda şansımı zorlamaya devam ettim. “Sebebini söyledi mi?”

Yaşar sorumdan sonra hafifçe öksürdü. “Belçin Hanım sadece talimatı iletti, sizinle hemen görüşmek istiyor.”

Gökçe’nin dediği gibi olacaktı büyük ihtimalle, paketlenecektim.

Yine içime ansız bir ağlama isteği çöktü, elimi kaldırıp göğsümü ovaladım, zaten bu ağlama isteği oradan hiç çıkmıyordu. Evdeyken özgür davranıp istediğim kadar gözyaşı dökebiliyordum ama herkesin içinde apansız vurunca şimdi, kendimi savunmasız hissettim. Şimdi Yaşar’ın peşinden ilerlemek yerine lavaboya kapanabilir, omuzlarım sarsılarak ağlayabilirdim de… Ama bu rahatlamamı sağlamazdı, en azından denedim diyebilirdim. Şu an söz dinlemek zorundaydım. “Peki, geliyorum.”

Durumu kabullenerek Yaşar’ın peşinden giderken ellerim titremeye başladı, avuçlarımı siyah elbisemin kenarlarına silip soluklandım, Gökçe’nin sözlerinin çok geçmeden başıma gelmesi can sıkıcıydı. Biraz kenara çekilip ölme ihtimalime rağmen istirahat etmeyi ben de isterdim ama bunu yaparsam, çok düşüneceğimi biliyordum. Hem de bir dehşet içinde ölümü düşünmek değildi bu, aklımı dolduran yalnızca kaybettiklerimdi. Ve her şey sadece iş başında olup bir şeyler yapınca uzaklaşıyordu aklımdan, o da güç bela.

Asansörün içine girdiğimizde Yaşar yanıma geçti ve ellerini önünde birleştirdi. Kulaklığına sürekli bir mesaj geliyor olmalı ki sessizlik içinde cızırtılı sesler duyuyordum. “Bu görüşmenin şeyle ilgisi-” diyerek bir şeyler öğrenmek istedim ama Yaşar direkt sözümü kesti. “Birazdan bilgilendirilirsiniz.”

Kesinlikle hiçbir şey söylemeyecekti, şu bir dakikalık yolda aklımı rahatlatmak için olsa bile. “Sağ ol,” dedim soğuk bir tavırla, gerçi Yaşar soğukluğumu bile umursamıyordu. Bir kat sonra asansörden indiğimizde topuklu ayakkabılarımın sesi diğer seslere karışırken ellerimi tekrar yumruk yapıp sözlerimi toparlamaya çalıştım. Belçin’e karşı büyük bir direnç gerekiyordu çünkü.

Odasının önüne geldiğimizde Yaşar kapıyı tıklattı ve “Gir,” sesinden sonra benim için kulpu indirdi, eliyle içeriyi işaret etmişti.

“Teşekkürler.” Önden birkaç adım atıp kapıyı ardımdan örttüm ve böylelikle Belçin ile yalnızlığımız başladı. “Beni çağırmışsın,” dedim, onunla uzun bir süredir tanışıklığımız olduğunda hitabımız daha yakındı, aslında ona burada çok yeni ve uzak olmadıktan sonra herkes bu şekilde seslenirdi. Hanım ve efendim gibi hitaplardan uzak, yalnızca Belçin’di o.

Masasının ve hatta sandalyesinin arkasındaydı, deri sandalyenin sırt kısmına tutunup orada durmaya devam etti. “Evet Yakut çağırdım, maalesef olanları duymuşsundur.”

“Duydum,” derken başımı hafifçe aşağı yukarı salladım. “Ama ben cidden bir sıkıntı görmüyorum, göğüs geremeyeceğim bir tehlike değil bu.”

Uzun bir süredir istihbarat teşkilatında görev yapıyordum, eskiden sıklıkla sahadayken son zamanlarda kurum içinde daha çok bulunmaya başlamıştım. Benim için ikisi de sorun değildi, güçlükle inşa ettiğim hayatımda çalışmayı her zaman sevmiştim; hizmet her alanda olabilirdi, ben de tam bir köleydim.

Belçin benim alelacele sıraladığım bahanelere kısa bir süre güldükten sonra yüzünü ciddi bir ifade aldı. Ellili yaşlardaydı ama bir sürü kırışığı vardı, saçları yaşlılıktan dolayı değil sürekli boyattığı için bembeyazdı. Yaptığı hiçbir şey onu olduğundan genç göstermiyordu. Yine de hiç inkâr edemeyeceğim bir otoriteye sahipti, bu yüzden işim Belçin’e kaldığında karşısında şansım olmadığını çoktan biliyordum.

“Artık o kadar basit değil, gizli kalması gerekirken tüm haber kanalları bu rezaleti bas bas bağırıyor, abartacakları kadar abartıyorlar. Belki bize normal gelebilir ama herkes normal karşılayamaz bu durumu.” Sözleri arasında kısaca omuz silkti, vatkasız ceketinde dar omuzları fazla küçük göründü gözüme. “Haliyle Şehlevent’in babası Mürsel İzgi de çıldırmış durumda.”

Kuruyan boğazımı rahatlatmak için yutkundum. “Onunla baş edebilirim.”

Düşüşlerin olmaması gerektiği, mütemadiyen dik durman gerektiği istihbarat dünyasında ilk başta akademinin tökezlemeye en müsait kişisiydim; fakat sonrasında kendimi geliştirmemek gibi bir şansım kalmadı, iyi olmak bir ihtimal değil bir mecburiyetti benim için. Bunu bildiğinden olsa gerek “Teorikte evet, sen becerikli birisin,” dedi Belçin, ondan duyunca göğsüm iftihar duygusuyla yükselecek gibi oldu ama sonrasında hislerim çabuk söndü, durgunlaştım çünkü güzel şeyler, gözüme eskisi kadar güzel gelmemeye başlamıştı. “Ama Yakut, benim kimseyi kumara yatırma şansım yok, o yüzden bir süre görevden çekilmen en iyisi olacak.”

Önümde birleştirdiğim ellerimi açıp Belçin’le ortamızdaki masaya yaklaştım, halim dehşete bürünmüştü. Kaşlarımı telaş içinde çatıp “Yapma lütfen,” diye sızlandım. “Görevden çekilmek ne demek?”

“Kısa bir süreliğine Yakut. İstihbarat başkanı, başkan yardımcıları dahil olmak üzere herkes aynı fikirde.”

“Eminim ki Mürsel İzgi’nin benden önce ziyaret edeceği çok kişi vardır, Nevzat Tutak yaptırdı sonuçta bunu ben değil.”

Tek kaşını imayla yukarı kaldırdı Belçin, kırışık yüzünde bu ifade biraz korkunç durmuştu. “Ziyaret edeceği çok kişi zaten var ama bu kişiler arasında sen de varsın, kara listeye alındın çünkü.”

“Ben o kara listeyi yırtıp atarım!” Kendim hâkim olmak gitgide zor bir hale geliyordu, hızla nefeslenip bir elimi yanağıma yasladım. Bu esnada Belçin de masasının ardından çıktı ve yanıma geldi. Kolumu tutarken “Sakin ol,” diyerek nafile öğütler verdi bana. “İşin topyekûn bitiyor değil, sen yine istihbarata hizmet edeceksin sadece bu farklı şekilde gerçekleşecek.”

“Nasıl yani?”

“Akademiye geçeceksin bir süreliğine, teorik derslerden birkaçı uzaktan verilecek, eğitmen olarak katkıda bulunabilirsin.” Üstüne dağınık bir ruj sürülmüş çatlak dudaklarını birbirine bastırdı ve sonra sözlerine devam etti. “Ama babaannenlerin yanına git Yakut, biraz uzak dur. Biz de senin için gerekli önlemler alacağız, yine de evinde yalnız bulunmaman ve buraya gelmemen daha iyi.”

“Belçin-”

Dokunuşu çekmediği kolumu bir daha sıktı. “Bak itiraz istemiyorum yoksa seni zorla göndermek zorunda kalırım.”

Bakışlarım tuhaf bir çekingenlikle başka yöne kaydı, odanın dizaynını seyretsem bile ilgimi çeken şey daha çok konuştuklarımız ve Belçin’in tepkileri olduğu için yine en sonunda onun gitgide yaşlanan çehresine döndüm. “Oraya dönmek istemiyorum," dedim güç bir mırıltıyla. "Kaldı ki beni içeri almayacaklardır.”

İnce dudaklarını kıvırıp güven verircesine tebessüm etti. “Merak etme onu da ben halledeceğim.”

“Nasıl halledeceksin?” Kaşlarımı hayretle havaya kaldırdım, onun basit bir şeyden bahseder gibi söylediğini, şu an bir gurur meselesi haline getirsem bile yıllar önce denemiş ama bir sonuç alamamıştım. Kaçtığım eve geri dönmeye çalışsam da babaannem, bu hatamı affetmedi ve beni istemedi, bana verdiği cezanın ona yaşattıklarımdan daha kötü olduğunu hala kabullenememişti. Ben de bir süre önce pes ettim, ne de olsa bu kadar yalnızken artık ne kadar uğraşırsam uğraşayım, daha fazlasına ulaşamayacaktım.

Teselli eder gibi son kez koluma dokunduktan sonra Belçin elini çekti. “Sen bana bırak, sadece evine git ve tekrar ailenle olmanın keyfini çıkar… Barış onlarla Yakut, babaannen de bu saatten sonra inat etmez zaten.”

Ailenle… Bir ailem yoktu ki.

Bilerek mi söylemişti acaba?

Çaresizce yutkunurken başımı aşağı yukarı salladım. Gökçe’nin karşısında sergilediğim kesin tavır burada sona erdi çünkü Belçin’e söz geçiremeyeceğim belliydi. Söylediği gibi, daha fazla itiraz edersem beni bir koruma ordusuyla zapt eder ve gitmemi istediği yere bırakıp kaçardı. “Tamam,” dedim yorgunlukla, o an neye tamam dediğimi bile bilemedim, parmağım usulca gözümün altında dolaştı. “Sen hallet, haber bekleyeceğim.”

Birkaç adım geriye gittim, artık konuşmanın bitmiş olduğunu sandığımda Belçin birden kabullenmeme seyrek bir şaşkınlıkla baktı. Zaten gerçeklerin farkında olarak gelmiştim buraya, niyetim sadece şansımı denemekti. İstediğim olmadığı zaman susmaktan başka hiçbir şey yapmıyordum artık, sanırım eskisi kadar inatçı değildim.

Belçin şaşkınlığını çabucak üstünden sıyırıp “Can güvenliğin hepimiz için önemli,” diye son bir şey ekledi.

“Tabi.”

“Çıkabilirsin o zaman.”

Hicap dolu, titrek bir nefes çektim içime. Kapının yanındaydım, elim kulpa gittiğinde dayanamayıp “Belçin,” diye seslendim ona, yukarıda bağladığı beyaz saçlarını düzeltirken “Dinliyorum,” dedi.

Gözlerim bir kaçış ihtiyacıyla odanın içinde gezindi, Belçin’e ait olduğunu bas bas bağıran mobilyalara baktım. İşaret parmağım, korkak tavırlarımı gizleme maksadıyla burnumun ucuna sürtündü. “Onunla ilgili hiçbir şey söylemiyorsun bana,” diye gevelediğimde, söylediklerimi Belçin’im hem duymasını hem de duymamasını istemiştim. Ancak sonra dayanamayıp birkaç kelime daha ekledim sözlerime. Çaresizlik insana gururunu da çiğnetiyordu ya da ben gururumu çiğnemek için fazla hevesliydim son zamanlarda. “Hiç mi haber yok durumundan?”

Belçin bakışlarını hevesle bakan gözlerime dikti. Kocaman gülümsediğinde kahverengi bakışları, çökük gözaltlarıyla gözkapakları arasına sıkışmıştı. Bir cevap bekliyordum, dışarıdan gelen gürültüyü bile duyarken Belçin’den bir şey duyamamak can sıkıcıydı. Benim için uzun zamandan sonra “Onun durumundan haber hep vardı Yakut,” dedi net bir şekilde, boğazımın düğümleneceği kadar acır gibi bakıyordu. “Sanırım sen anlamamakta biraz ısrarcısın.”

“Hayır-”

“Beni dinle.” Yüzünü ciddi bir ifade sardı bu sefer, ürkmedim ama çekindim. “Sen niye bu konuda konuşmadığımı çok iyi biliyorsun.” Ceketinin önünü düzeltirken bakışları kısa bir süreliğine aşağı eğilince geri döndüğünde ciddiyetinin bu kadar çok artacağını beklememiştim, derince nefeslenip son sözlerini söyledi. “Uygar bir daha dönmeyecek Yakut.”

“Hiç mi?” Ufak bir umut ver bana. Bir çıkış yolu ver. Bir şey ver.

Geri gel…

“Hiç diyemem ama onu unutacağın kadar uzun sürebilir bu.” Ellerini arkasında bağlayıp yine otoriter bir hal aldı Belçin. “Zaten tekrar karşına çıksa bile onu görmek ister misin bilmiyorum çünkü eskisi gibi olmayacak, çok daha farklı birisi olacak… Bir suçlu-”

Aceleyle Belçin’in sözlerini kestim. “Anladım, biliyorum, farkındayım.”

“O halde bir daha sorma Yakut.” Beni uyarıyordu. “Sana hiç yakıştıramıyorum, neredeyse onu hala sevdiğini düşüneceğim.”

“Ne alakası var?” diye çabucak bir inkara geçtim. “Merak ettim sadece. Aniden karşıma çıksa ne yapacağım?”

Ne kadar güzel yalan söylüyorum.

“Tamam, bu konuda haklısın.” Yine tek kaşını bir uyarı verir gibi kaldırdı, onun tarafından yargılandığım ve kınandığım gerçeği tüylerimi ürpertirken kendime dair öfkem körüklenmişti. Parmaklarımı birbirine geçirdim, bu esnada Belçin konuşmaya devam etti. “Ama lütfen bu merakını yanlış anlamamıza müsaade edecek şeyler yapma, seni zor kurtardım tekrarına gücüm yetmeyebilir, haberin olsun.”

Duygularıma karışmasında o anlık bir yanlış göremedim, aksine kendimi yaramaz bir çocuk gibi hissetmiştim. İçten içe hissettiğim şeyleri fark etmesin diye gözlerimi hiç kaçırmayıp dimdik Belçin’e bakarken başımı sallamakla yetindim. “Tabi.”

“Tamam şimdi gidip hazırlanabilirsin, seni evine bıraksınlar.” Hemen sonra düzeltmek isteyerek bir parmağının eklemiyle masaya tıklattı. “Babaannenlere.”

“Bu kadar çabuk mu?” diye mırıldandım, en azından birkaç gün müsaade eder sanmıştım.

Belçin yine klasik, donuk gülüşlerinden birisini sundu bana. İstihbarat şube müdürlerindendi ve bulunduğu görevin ona soğukluk kattığının farkındaydım ama bazen tuhaf görünüyordu, bir ruh kadar beyaz ten ve ona eşlik eden platin saçlarla nasıl bir imaj sunmak istediğini yıllar geçse de pek anlayamamıştım. Buna rağmen otoritesi her zaman ilgimi çeken nadir şeylerden birisiydi, sanırım onun gibi olma arzusundan kaynaklanıyordu bu. “Ne kadar çabuk gidersen ölümle arana o kadar mesafe koyarsın, Azrail arkandan geliyor sonuçta.”

“O Azrail bana hiçbir şey yapamaz,” diye huysuzca mırıldandım. Gözlerimi devirdiğimde Belçin kısık bir gülüşle karşılık vermişti.

“Pekâlâ, öyle diyorsan…” Bacaklarını çapraz hale getirip başını yana doğru eğerek baktı bu sefer. “Hakkında her şey güzel olsun Yakut.”

Onun bu ufak dileğinden sonra kısaca iç çektim. “Umarım.”

Bir sızlanış değil bir yalvarış sergilemiştim bunu söylerken çünkü artık kadere yalvarmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı. Bir zamanlar burnundan kıl aldırmayan, diz çökmeyen, sırtını duvardan başka hiçbir şeye değdirmeyen Yakut da gün gelip kabullenmek zorunda kalabiliyordu bazı şeyleri.

Eskiden özüm ve sözüm birdi. Şimdi çok yalan söylüyordum.

Dışarı çıktığımda kapının önünde bekleyen Yaşar, beni görünce elindeki nereden bulduğunu bilmediğim kozmetik dergisini hızlıca kapatıp sert bakışlarını üstüme çevirdi. “Buyurun Yakut Hanım,” dediği an tek kaşımı yavaşça havaya kaldırdım.

“Bir şey yok, gideceğim,” dedim tek kelimeyle.

“Evet, gideceksiniz.”

İçerideki bilgi daha önce konuşulmuş olmalıydı ki tüm kararlardan haberi vardı fakat konuşmanın en son bambaşka bitmesinden dolayı biraz sızılı hissediyordum. Ellerim uyuşmuştu, parmaklarımı kütletirken kendime gelmeye çalıştım. Durup dururken aptal gibi davranmaya gerek yoktu. “Sen mi götüreceksin?”

Başını kaldırıp temiz traşlı çenesiyle koridor işaret etti. Bariton sesiyle “Bu taraftan,” demişti. Böyle kestirip atar gibi konuşunca sinirim bozuluyordu.

“Tabi Yaşar, o taraftan.” Onun yönlendirmesiyle beraber kalabalık koridora karıştım. Haberlere çabucak düşen felaketten sonra istihbarat binası karmaşa halindeydi, koşturmacalar vardı. İnsanların arasından Yaşar’ın eşliğiyle giderken derin bir nefes çektim içime.

-

Daha birkaç saat önce çıktığım evime erkenden döndüğümde kapının önüne çöp bırakan karşı komşum Selma Hanım’la karşılaştım, eğildiği yerden toparlanıp yine bir harabeye bakar gibi baktı bana. Benim için küçük düşürücü sayılabilecek bu bakışlar herkes için şefkat göstergesiydi. Eğer Selma Hanım’ı sevmeseydim kendim için kötü düşünür, onu diğerlerinden ayırmazdım. Aksine, onun bakışlarında gerçek bir merhamet vardı. Bu eve taşınırken Uygar’la her anımıza şahit olduğu için ayrılığımızın bende bıraktığı etkinin fazlasıyla farkındaydı.

“Merhaba Yakut, erken döndün sanki?” dedi ellerini silkelerken.

Saçları yine yapılıydı, dalgaları omuzlarına bırakılmış saçlarına bakıp zorlukla tebessüm ettim. “Evet, bir işim çıktı da bir süreliğine evden ayrılmak zorundayım.”

“Ah öyle mi? Hayırdır inşallah, nereye gideceksin?”

Peşimde bir katil olduğunu bilmesine gerek yoktu. “Memlekete,” dedim sadece. Sadece birkaç saat uzaklıkta bir evim vardı, kapısı da bana kapalıydı.

Bu yalanımı kafaya takarak vakit kaybetmek istemedim. Bu yüzden hiç memlekete gitmediğimi bilen üç dört yıldır karşı karşıya oturduğum komşum şaşırdığında ben yine rahattım. Ellerimi siyah saçlarıma daldırıp onları yavaşça geriye ittim.

“Anladım canım, iyi yolculuklar diliyorum o zaman sana.”

Elini çelik kapının pervazına yaslamıştı, az sonra içeri girecek gibi duruyordu. Onu burada görünce en azından bir istekte bulunmak geldi aklıma. “Teşekkür ederim Selma Hanım… Şey, sizden ufak bir ricada bulunabilir miyim?”

“Tabi ki de,” dedi anlayışlı sesiyle. “Elimden ne gelirse.”

Titrek bir nefes dudaklarıma değip içeri sızdı. “Çiçeklerim vardı,” derken biraz hüzün sarınmıştı kelimelerime. Hafifçe öksürüp sesimi düzelttim. Öksürürken öne eğildiğim için kulağımın arkasına sığmayan perçemlerim önüme dökülmüştü, onları geriye ittirdim aceleyle. “Ne zaman dönerim bilmiyorum, solabilirler. Size versem bakma imkânınız var mı?”

Bir saksıda pembe ortancalarım vardı, aynısının mavilerine de sahiptim fakat onlar geçen iki yılda çoktan kurumuşlardı. Pembelerin tutku anlamı taşıdığı halde hiç solmamasına ve özür manasına gelen mavi çiçeklerin kuruyarak bana veda etmesine bayağı sebepler üreterek zihnimi karıştırmak istemedim. Doğal döngülerdi bunlar, kesinlikle bizimle alakaları yoktu.

Zaten o çiçekleri sevmiyordum, bu yüzden pembe ortancalar da ölmesin diye güvendiğim birisine emanet etmek istedim.

“Çiçeklerin mi?” Selma Hanım’ın yüzünde gerçekten kibar bir tebessüm belirdi, benim aksime çiçek tutkunu bir kadındı. “Tabi elbette ilgilenirim, sorman hata zaten.”

“Teşekkür ederim.” Biraz acelem vardı, Yaşar aşağıda beni bekliyordu. Bu yüzden evimin kapısını işaret edip “Biraz beklerseniz hemen getireyim,” diye ekledim.

“Buradayım, bekliyorum.”

Geriye dönüp anahtarla kapıyı açtıktan sonra eve girdim. Sabah bıraktığım ev yine sessizce beni bekliyordu, bu sefer son uğrayışımdı buraya. Gözlerimi etrafta fazla gezdirmemeye çaba göstererek evin güneş gören kısmına geçtim. Sevmesem bile çiçeklere orayı ayırmıştım.

Cam kenarında bir saksıda pembe ortanca tek başına bekliyordu. İnce parmaklarımı saksıya uzatıp onu yerinden söker gibi aldım. Bir zamanlar inatçı bir adam zorla koymuştu oraya. Kendisini de hayatıma koyup sonra köklerini sökercesine benden aldığı için, belki çiçekleri de aynı muameleyi hak ediyordu.

Kısa bir an içimden onları çöpe atmak geçti, nasıl olsa iki yıl boyunca içimde gizliden gizliye büyüttüğüm sevgime boyun eğerek gururumu kırmıştım, bu kadarı yetebilirdi… Fakat yetmedi işte, layığını pis kokulu bir çöp kutusunda bulmalarına gönlüm razı gelmedi, çiçeklerime kıyamadım.

Parmaklarımı üstlerinde gezdire gezdire kapıya ilerlerken eşiğe geçip Selma Hanım’ın karşısına dikildiğimde, sanki oraya gelene dek çiçeklerime vedalaşmamışım gibi o görmeden parmaklarımı çektim. Selma Hanım elimdeki tek saksıya baktığında daha çok çiçek getireceğimi düşünmüş olabileceğinden dolayı şaşırdı ancak bende sadece bir tane vardı, daha doğrusu solup giden mavi ortancalardan sonra yalnızca bir tane kalmıştı.

“Bu kadar mıydı?” derken ellerini uzattı.

Saksıyı, bir ayrılık yaşar gibi onun avuçlarına bıraktım. “Bu kadardı.”

Her gün özenle baktığım, solmaması için uğraştığım, hatta canlansın diye sohbet bile ettiğim yumru şeklindeki ortanca sarsıntıdan dolayı biraz kıpırdandı fakat Selma Hanım’ın kolları arasında sakinliğini buldu, en sonunda hareketsiz kaldığında gözlerimi çiçeklerden alıp komşuma çevirdim. Yine beni teselli eder gibi gülümsüyordu. “Peki, sen gelene kadar çok iyi bakacağım ona.”

Tereddüt içinde dudaklarımı kıvırdım, belki de onun iyi olduğunu görebilecek kadar çabuk dönmezdim… Ve çiçeklerim de artık ne beni ne de bir başkasını bekleme özverisini gösteremeyeceğinden dolayı dolardı. “Tekrardan çok teşekkür ederim Selma Hanım,” dedim, kelimelerin üstünü çiğnemiştim birden.

“Rica ederim canım, kendine iyi bak.”

“Siz de.”

İkimiz de geri çekildik, kendi hayatlarımıza devam etmek üzere kapıları örttük. Toplanması gereken eşyalarımla bir başıma kaldım, çantama neleri sığdırabileceğimi hiç bilmiyordum.

Bu kaçış ne kadar sürecekti? Beni nereye sürükleyecekti? Babaannem bunca yıl zaten istememişti, şimdi onu kararından ne vazgeçirecekti? O kadar soru birikmişti ki aklımda, cevaplamaya kalkmadan hepsini kenara itip nefeslendim. Son zamanlarda kendi kendime çok konuşuyordum.

“Halledersin,” diye mırıldandığım an trençkotumun cebindeki telefonum titremeye başladı. Kendime tesellimi engellediği için arayana kızsam da sonradan ekranda Gökçe’nin ismini görünce sakinleştim, arkadaşıma kızacak değildim. “Efendim?”

“Yakut ne yaptın?” Nefes nefeseydi, her zamanki gibi çok aceleciydi. Bir yerlere yetişmek için koşturuyor olmalıydı. “Ne konuştunuz Belçin’le? Paketledi mi seni?”

Keyifle söylediği şeye karşın alnımı sıvazlarken onun aksine keyifsizce güldüm. “Paketledi Gökçe, gidiyorum.”

“Oh cidden rahatladım!”

“Gidiyorum dedim, farkında mısın?” Duruşumu dikleştirdim konuşma arasında. “Evden ayrılıyorum.”

“Evet, ben de bunu istemiştim zaten.”

“Gökçe normal bir durum değil bu. Babaanneme gidiyorum.”

“Yakut seni rahatsız eden şey, bir mafyanın kara listesine alınmak değil de babaannenlere geri dönmek mi yani?” Nefes sesleri ansızın kesilmişti, daha ciddiydi artık. “Yani durumu kotarmak için şakaya vurmaya çalışıyorum ama düşüncelerin beni şüpheye düşürüyor… Sen ne yaşıyorsun şu an?”

“Ben-”

“Yıllardır seni o evden çıkarmaya çalışıyorum, bitmiş gibisin asla hayatına devam etmiyorsun, ne için?”

Gözlerimi her gün tazelenen bir merakla, evimizde gezdirdim; hemen karşımda salonumuz vardı, oturup Uygar’ın en nefret ettiği filmleri ona zorla izlettiğim televizyonumuz aralık kapıdan görünüyordu. Sağ tarafta kalan koridor yatak odamıza ve benim kullanmayı tercih etmediğim çalışma odamıza çıkıyordu. Arkamda da mutfak vardı, orada şarkılar söyleyerek yemek yaptığımız çok olmuştu.

Mesela Gökçe’nin bana ne için kaldığımı sorduğu ev benim kulağımda bir şarkının çınlamasına sebep oluyordu… ama işte, o bunu bilmiyordu. “Ne için?” diye fısıldadım ben de.

“Bak anlıyorum, unutamadın yaşananları.”

Çabucak sözünü kestim, hatta hışmımdan dolayı bir adım ilerleyip öne çıkmıştım. Gerçekler yalnızca bana aitti, unutamadıysam bile bunu başkasından duyarak kendimi küçük duruma düşürmeyecektim. “Neyden bahsediyorsun Gökçe?” derken sesim olağan bir şaşkınlıkla yükseldi. “Ne unutamaması? Unuttum ben her şeyi.”

“Ya da unutmak istediklerini yanlış yerlere gömdün?” derken sözlerimi düzeltmeye çalışır gibiydi. “Ne oldu bilmiyorum ama eski bildiğim Yakut değilsin sen.”

“Değişmedim-”

Değişmedin. Ölmeyeceksin. Kimse sana zarar veremez... Daha boktan sözlerin var mı kulağıma iyice sıçmak için?”

“Gökçe…”

Bu sefer bağırdı. “Ne? Ne Gökçe? Adımı ezberlemiyorsan eğer sus, bir şeye de itiraz etme!”

Kendimi birden sessiz kalma mecburiyetinde hissettim, ayağımın ucuyla yeri ovalarken bakışlarım da parkeye eğilmişti. Hiçbir şey söylemeden, daha doğrusu söyleyemeden orayı izlemeye devam ettim. Benim sükunetimden faydalanıp Gökçe devraldı tüm kontrolü. Merhamet etmeye çalıştığında biraz gaddarlaşabiliyordu, bu yüzden ona söyledikleri konusunda kızamadım.

“Emin ol biraz uzaklaşmak sana iyi gelecek, iyiliğin için söylüyorum, inan bana. Gittiğin yer yabancı değil canım, babaannen sonuçta. Biraz katı olduğunu söylemiştin ama dert etme, yaşlılar ölmeye yaklaştıkça birden pamuğa dönüşürler.”

“Ölmeye yaklaştıkça mı?”

“Tabi bunun yaşı yok ama babaannen bayağı yaşlı değil mi? Yaşlıların tehlikesi daha yüksek ya belki ölür diye dedim.” Sonradan utanmış gibi sesi kısıldı. “Özür dilerim, ölmesini istemezsin tabi… Ay bu daha kötü oldu, gerçekten özür dilerim! Neyse ben sussam iyi olacak.”

“Sorun değil.” Aramayı sonlandırmayıp üstüne bir de evin ortasında dikilirken vakit kaybettiğimi geç fark etmiştim. Odama geçip bir bavul çıkardım çabucak, ben orta boy mu yoksa büyük boy mu alacağımı düşünürken Gökçe bir şeyler söylemeye devam etti.

“Git tadını çıkar biraz, keyfine bak.” Sonra asıl önemli şeyi söyledi. “Unut... Ya da hatırlaman gerekenleri hatırla.”

“Teşekkür ederim Gökçe,” diye mırıldandım, bundan daha fazlasını söylemeye yeltenirsem büyük ihtimalle tartışırdık. Kıyafetlerimi dolaptan çıkarıp bavula özensizce atarken gözlerim sürekli sabah komodinde bıraktığım kalem ve bileklikte dolaşıyordu. Onları da yanımda götürüp götürmemek arasında kalmıştım, bilemedim.

“Hiçbir şey yapmadım bile, her şey senin elinde.” Arkadan başka bir gürültü karıştı araya, o hala işteydi. “Tamam şu an kapatmam lazım sanırım, gidince muhakkak haber ver, öpüyorum!” Cevap vermeme müsaade etmeden telefonu kapattı. Ben de kulağımdan düşen telefonu yere bırakıp bavulumun başında beklemeye başladım.

Birkaç günlüğüne evden ayrıldığım olmuştu, defalarca yalnız bırakmıştım odaları ve oradaki hatıraları fakat ilk kez bu kadar belirsiz süreyle ayrılıyordum buradan. Boğazımdaki düğümle, gözümden akıp beni rahatlatmak için sabırsızca bekleyen gözyaşlarıyla eşyalarımı düzeltmeye devam ettim.

Herkes, hakkımda her şeyi bildiğini sanıyordu oysaki kimse hiçbir şey bilmiyordu.

Benim kendime yakışmayacak bir aşkın pençesinde kıvrandığımı, yandığım kadarını söndürmeye çalışırken üstüne bir de yardım sularıyla boğulduğumu; onun asla dönmeyeceğini, dönse bile onu kabul etmeyeceğimi bilsem de dönmesini yana yakıla beklediğimi kimse bilmiyordu.

Ve şimdi beni ona düşüren yolları tekrar yürüyecektim.

Karşıma geçse gözümü kırpmadan öldürebileceğim ancak sevgisini de kalbime sığdıramadığım bir hainin kollarına düşüren hayat, sanki tekrar düşeyim diye bırakmıştı beni oraya.

Ben inanırdım eskiden; eğer hayat bende bir boşluk açarsa orayı daha sonra bambaşka bir şeyle doldururdu, bu yüzden hiç korkmayacağımı öğütlemiştim kendime ama şimdi korkuyorum.

Dönüp dolaşıp aynı yere ulaşmakla ne gösterecek zaman bana?

-

Uçurumun kenarında yaşama ait çok şey vardı: Rüzgârdan dolayı sallanarak uğultu çıkaran ağaçlar, sivrilerek uzanan dağlar, dağlardan birine açılmış koca bir oyuk, belki orada yaşayan bir mağara kaçkını, arada bir gürültüyle uçan kuşlar, onların kanat çarpma sesleri ve bulanık halde yükselen dumanlar…

Yaşamı simgelemeyen tek şey uçurumun kenarına bir başına inşa edilmiş evimizdi. Yalınkılıç malikanesi. Bir arada yaşayan ailemizin kasveti şükür ki gri bulutlara sebebiyet vermiyordu ama yeşil dağlar kadar da canlı değildik. Bizi bir arada tutan şey neydi bilmiyordum, sözü edilecek bir mecburiyet de yoktu. Belki hırs. Ama ben artık o hırsa ait değildim.

Eskiden bir Yalınkılıç’tım diyemezdim, halen bir Yalınkılıç’ım. O berbat günden sonra apar topar gerçekleşen boşanma ile Yakut Özkurt olmayı bırakmış, tekrar Yakut Yalınkılıç olmuştum. Biraz acıklıydı ama işte, yaşanmıştı.

Bana buraya kadar eşlik eden Yaşar kapımı açtı, diğer görevli de bavulumu indiriyordu. O sırada evimizin tanıdık güvenliği Muharrem’in bize doğru koşturduğunu gördüm.

“Yakut Hanım!” diyerek yaklaşmış fakat o kadar da dibime girmemişti, buna rağmen Yaşar atik bir hareketle Muharrem’in önünü kesti. İkisi burun buruna kaldığında kendimi kurtarmak amacıyla yavaşça geriye çekildim.

Yaşar sessizdi, Muharrem ise onun aksine “Geri bas la yabancı değiliz,” dedi mahalle ağzıyla. Babaannem duysa böyle konuştuğunu, kesinlikle hiç hoşuna gitmezdi.

O andan sonra Yaşar’dan yine hiçbir cevap gelmedi, hala Muharrem’in bana yaklaşmasını engeller haldeydi; aslında bu kadar telaşa gerek yoktu, ikisi arasındaki gerilim hoş olmayan bir duruma gelince mecburen yanlarına yaklaştım. Bir izbandut gibi dikilen Yaşar’a dokunmadan “Gerçekten geri çekilebilirsin,” diye seslendim ona. “Muharrem evin çalışanı, bavullarımı almak için gelmişti sadece.”

Benim uyarımdan sonra Muharrem de imayla kaşlarını havaya kaldırdı. “Duydun?”

Bundan sonra Yaşar durumun sıkıntılı olmadığına kanaat getirmiş olacak ki Muharrem’in göğsüne yasladığı kolunu çekip müsaade etti. O anki rahatlıkla başımı bir kere öne eğip tam beş yıldır görmediğim Muharrem’e bir baş selamı verdim, hem de Yaşar’ın yerine ufak bir özür olarak geçsin istemiştim.

Diğer güvenliğin yere bıraktığı bavulumu alıp eliyle giriş kapısını işaret etti bana. Arkamda dikilen Yaşar’a “Teşekkürler, hoşça kal,” diye mırıldandım.

Hala bir robot gibi arabanın önünde dikiliyordu, kaslı kollarını arkasında birleştirmiş sessizce etrafı kontrol ediyordu. Herhangi bir cevap vermediğinde önüme dönme mecburiyetiyle ilerlemeye başladım. Muharrem de “Hoş geldiniz Yakut Hanım,” dedi, yan yana yürümeye başlamıştık.

“Hoş buldum Muharrem,” dedim ölü gibi bir sesle. Kollarımı kendime sarıp üstümdeki ıssızlığı geçirmeye çalıştım. Bu his bende hep vardı ama buraya gelince biraz daha artmıştı. “Ev kalabalık mı?”

“Tam olması gerektiği gibi.” Bu evde kimse kalabalık olarak nitelendirilemezdi, herkes tam olması gerektiği yerdeydi çünkü.

Muharrem’e “Pardon, benim hatam,” diye mırıldandım bıkkınca. Halime hüzünlü bir bakış attı, görüşmeyeli uzun zaman olmuştu ama hala bana üzülenler vardı; muhakkak ki kızıyorlardı da.

Yavaşça yokuşu tırmanıp girişe geldik, içeriden bir başka güvenlik geçmem için kapıyı tuttuğunda uzun zamandır buraya girmediğim için garip hissetmiştim. Kapının önüne taşlarla koca bir Y harfi çizilmişti, Yalınkılıç soyadını temsil ediyordu bu. Babaannemin saçma işlerindendi, böyle şeylerden hoşlanırdı. O harf motifini ayakkabımla güzelce ezerek yürümeye devam ettim. Bavulun tekerleklerinin sürtme sesinden Muharrem’in de peşimden geldiğini anlayabiliyordum. Başımı geriye çevirdim ona bakmak için. “Herhangi bir değişiklik oldu mu geçen senelerde peki? Bilmem gereken?”

Kaşlarını imayla bir kere havaya kaldırıp indirdi. “Bir değişikliğe müsaade edilmez Yakut Hanım, biliyorsunuz.”

“Bana kızgınlar mı peki?” Tevekkeli bir soru… Öylelerdi işte.

“Gerekli cezayı ödetiyorlar diyeyim.”

“Anladım, senden bir şey çıkmayacak.” Sıkılgan halde nefeslenip geniş bahçenin ardında kalan eve bakındım. Ön bahçeye bakan pencerelerden birisi babaannemlerin odasına aitti, belki camdan gelişimi izliyordur diye tam olarak ikinci katın sol tarafında kalan ikinci pencereye baktım ama herhangi kimseyi göremedim.

Gözlerim dikkatle kısıldı, camda bir yansıma vardı. Pek anlaşılmıyordu ama sanki ufak bir topuza benziyordu. Biraz daha dikkatimi verdiğim an topuz kayboldu, pencerede bir suret belirdi. O kadar silikti ki ilk başta anlaması zor olmuştu, ancak o babaannemdi.

Düşünüyorum da insanın en büyük düşmanı; eli bastonlu, sırtı kambur, nefes alırken tehlikeye düşen, bağırdıkça sarkık gıdısı sallandığı için güldüren yaşlı bir kadın olabilir miydi hiç?

Onun karşısına dikilmek, ölmekten daha çok korkutabilir miydi beni?

Evet, o bunu yapabilirdi.

*


Umarım ilk kez okuyanlar için keyifli olmuştur, bir sonraki bölümde görüşmek üzere.


wattpad: askilav


instagram: askilawt

Loading...
0%