@askilav
|
Uygar Özkurt Elindeki anahtarı kilide geçirdikten sonra mekânın üst katındaki odaya girdi, aşağıda öfkeyle bağıran Cüneyt'in sesi yukarı kata taşınırken Uygar'ın o an düşündüğü tek şey Okan tarafından tanınma ihtimali olan Yakut'un ne yaptığıydı... Kırmızı saçları ve mavi gözleriyle kendisine fazla güvenmesine rağmen Uygar onu çabuk tanıdığı için sanki bir başkası da kendisi gibi onu hemen bulabilir diye korkuyordu. Aşağıda maçın gecikmesini açıklamaya çalışan Kalkan bir kez daha kaçma bahanesiyle sızlandı, sesi yukarı taşacak kadar fazlaydı. "Dur yukarıda odama bakmam lazım, elimde nakit varsa avansını veririm Cüneyt!" Ancak karşılığı o kadar da sabırlı olmadı. "İki saatse iki saat lan, öde bedelini! Benim sayemde ben kaç para kaldırdığını bilmiyor muyum buradan, zamanımı çalmanın karşılığı da olacak elbette it herif!" "Bekle diyorum ya işte!" Bir arbedenin gürültüsü yükseldi. "Bağırma bana!" "Lan tamam bağırmadım, bebeğim sakin olsana..." "Ne bebeğimi ulan pezevenk?" Uygar kalın kapıyı örttükten sonra kilidi çevirdi ve anahtarı cebine attı, az sonra koşarak merdivenlerden çıkan Kalkan uzun koridoru arşınlayıp odasının önüne geldiğinde içeri giremeyeceği için masanın ardındaki sandalyeye rahatça oturdu, birkaç defa dönen sandalyeyi çevirdi. Gözlerinin önüne bir daha kırmızı saçlı Yakut düştüğünde, başını yorgunca sandalyenin arkasına yatırıp gözlerini örttü. Aklından, o kırmızı tutamların bile Yakut'un beyaz tenine ne kadar yakıştığı geçti. Ama bunu sadece güzel olmakla da açıklayamam. Tam da tahmin ettiği gibi dakikalar sonra Kalkan kapıya geldi ancak kilitli kapıdan içeri giremediği için sağa doğru kayıp odanın camına vurdu. "Sarraf, açsana lan kapıyı!" Sersem bir yaşamdan dolayı erken yaşlanan suratını cama yasladı, ağlamaklı halde bir daha bağırdı. "Ne olur aç bak Cüneyt geliyor, yiyecek beni! Senin yüzünden, ulan sen demedin mi maç iki saat sonra olsun diye? Sarraf... Ne olur aç şu kapıyı, güzelim ne olur aç!" Uygar oturduğu sandalyeden ayaklandı, cama yaklaşırken ellerini de ardında birleştirdi. "Sözümü dinleyecek misin?" diye sorarken rahat hareketlerinden hiçbir ödün vermemişti. Kalkan ellerini saçlarının dövmeli kısımlarında koyup hayretle haykırdı. "Aşkım daha ne kadar sözünü dinleyeceğim Allah'ını seversen, her istediğini yapmadım mı zaten?" "Daha çok şey istiyorum." Masanın altındaki çekmeceden aldığı başka bir hap paketini kaldırdı ve salladı, bu yaptığı Kalkan'ın suratının daha da beyazlamasına sebep olmuştu. "Görüyor musun bunları?" "İndir lan şunları, sen benim sonum mu olacaksın oğlum çabuk indir!" Başını yana çevirdi ve koridorun sonunda gördüğü Cüneyt'le, bir daha ağlamaklı halde suratını buruşturdu. "Bak geliyor, gözünün yağını yiyim yavrum kapıyı aç, ne istiyorsan yaparım bak!" "Ne istersem..." Uygar hap paketini indirdi ve bu sefer aşağıda dalgın dalgın sallamaya başladı. "Okan Akdeniz'e, bahsettiğim adamla onu öldürmek üzere iş birliği yaptığını da söyler misin peki?" Kalkan ellerini hızla cama yapıştırdı, hatta burnunu da aynı yere yasladı. "Yuh amına koyayım yuh! O kadarını da yapmam herhalde!" Panik haliyle yan tarafına bir daha baktı, koridorun sonundan yaklaşan Cüneyt'in bağırtısı da Kalkan'ın sözlerine karışmıştı. "Sen az önce bana bebeğim mi dedin şerefsiz herif? Hem paramı vermiyorsun hem götüme niyetleniyorsun, gel lan buraya!" Kalkan ellerini bir daha telaşla cama vurdu. "Ne istiyorsun bir daha söyle, bir daha söyle!" Uygar yavaşça kapıya kaydı, anahtarı çevirdiği an korkuyla kıvranan Kalkan aceleyle içeri girmiş ve beklemeksizin kendisini yere atmıştı ancak tekrar kilitlenen kapıya Cüneyt'in dayanması gecikmedi, o da kapıyı yumruklayarak kırmaya niyetlenirken ortadaki haplar hala görünür haldeydi. Kalkan, Cüneyt'e parasını vermek üzere yorgunca ayaklandığında eliyle paketi işaret etti. "Kaldır çabuk şunları, görmemesi lazım yok et çabuk!" "Görebilir de..." diye mırıldandı, paketi saklamadan elinde tutarken cama doğru kayan Cüneyt'in görme ihtimali Kalkan'ın tutuşmasına yetmişti. Sarraf'a yönelip elinden almak istese de Uygar rahatça ondan uzaklaştı. "Değil mi Kalkan, anlaşmamızı ne çabuk unuttun?" "Oğlum bir git işine ya, ben hiç Akdenizlere başkasıyla iş birliği yaptığımı söyleyebilir miyim? Hem de öldürmek için? Götümden kan alırlar lan!" "Tamam." Uygar kapıya yöneldi, dışarıda burnundan soluyarak bekleyen Cüneyt'e gideceği hareketlerinden belliydi. "Ama açarım bu kapıyı, haplar da ortaya dökülür; bir tur da adamı haplıyorsun diye Cüneyt'in nazını çekersin nasıl?” "Sarraf... Sarraf!" "Ya da benim sana söylediklerimi Okan Akdeniz'e iletir, sonra da benim seni gerektiği takdirde korumamı beklersin." Geriye döndü ve sırtını kapıya verdi, kollarını önünde bağladığında şişen kasları Kalkan'ın aklının karışmasına sebep olmuştu, her an karar verecek gibi görünüyordu. "Seç birisini." "Sana bebeğim dedim yavrum dedim sen kancık çıktın." "Kalkan..." "Tamam kaldır hapları, tamam söyleyeceğim Allah senin belanı versin söyleyeceğim!" Dolaptan çıkardığı banknotları cama doğru sallayarak Cüneyt'e gösterirken Sarraf'a hitaben konuşmaya devam etti. "Maça çıkarsın doğru düzgün para kazanırız dedik bi' kulağımın arkasını dikmediğin kaldı şerefsiz!" Deste yaptığı paraları masaya fırlattıktan sonra kulağının arkasını işaret etti öfkeyle. "Al lan bunu da al, al kulağımın arkası burada işte ne yapıyorsan yap!" Yaslandığı yerden doğrulup az önce kilitlediği kapıyı bir kere daha açtı. "Oyalanma, ver parasını geç... Daha işimiz var seninle." - Dakikalar sonra hesap sormaya gelen Okan Akdeniz, kendisine ayrılan koltuğa rahatça oturdu ve sorgu dolu bakışlarını Kalkan'ın üstüne dikti. Uygar da sandalyenin arkasında ağır ağır dolanırken Okan'ın oraya tek başına gelmesini ve Yakut'un sessizliğini düşünüyordu. "Sana mı verdiler o hapları?" Kalkan utanç içinde paketi masaya bıraktı, foyası ortaya çıktığı için değil bunun ortaya çıkmasına müsaade ettiği için utanıyordu. "Bana verdiler," diye küskünce mırıldandı. Okan gördüğü paketle ellerini saçlarına sürdü, sonra sakallarına indirdi. En son merdivenlerden düşürdüğü kızın gerçekleri söylemesini beklememişti, yine de herhangi bir pişmanlık duymuyordu. Bozuk bir tavırla Kalkan'ı sorgulamaya devam etti. "Kim verdi?" "Ben tanımıyorum, adam bana sadece para teklif etti ama şey... Tekerlekli sandalyedeydi, sakattı işte." "Anladım onu, başka?" "Kel baştı." "Başka bir özelliği yok mu bu herifin, herkes aynı şeyi söylüyor!" Uygar gözlerini şüpheyle kıstı. "Başka kim söyledi sana?" Okan memnuniyetsizce sırtını geriye yasladı. "Duydum işte, isim mi lazım sana?" "Haptan gidemedin, şimdi canını ben mi alayım istiyorsun?" Elindeki silahı kaldırıp rahatça kafasını kaşıdıktan sonra "Hmm?" diye mırıldandı, en başında niyeti onu bu kadar ters karşılamak değildi ama yakından tanıdıkça pek de iyi davranılacak bir yanı olmadığını fark etmişti... Üstelik Yakut'un sessizliği Uygar'daki huzursuzluğun artmasına sebep olan başka bir durumdu. "Öyle bir arzun varsa Akdeniz, rahatlıkla iletebilirsin, ben kimseyi kırmam." "Sağ ol, eksik olma..." Hemen sonra huysuzca omuz silkti. "Bir tane kızdı işte, görmüş bunları o söyledi." Uygar öfkeyle dişlerini sıktı, neredeyse kelimeleri çiğnediği için sadece "Öyle mi?" diye mırıldanabildi. "Öyle." Bir an önce oradan ayrılmak niyetindeyken Kalkan'ın omzunu dürttü, gidip Yakut'u bulsa iyi olacaktı. "Şu herifin kim olduğunu söyle de dağılalım artık, uzadı bu iş." "Yav kardeşim bilmiyorum işte, ellili yaşlarında dazlak bir sakattı..." Kalkan sözlerinden sonra masaya vurup Okan'ın dikkatini çekti. "Lan beybi Akdeniz, sen düşmanlarından habersiz misin oğlum? Baban sana hiç mi bahsetmiyor? Ben sana söyleyeyim yani bu kafayla çok yaşamazsın, senin can ciğer Şehlevent de aynı böyle bok yoluna gitmemiş miydi?" "Babam bana sakat ve kel diye adam ayırmıyor." Duydukları canını sıktığı için kaşlarını çatıp bakışlarını yere eğdi, bir süredir çalan telefonu artık çalmadığı için sessizliği garipseyip ceplerini kontrol etti ama telefonunu bulamadı. "Öyle birisini bilmiyorum," derken fazla dalgın konuşmuştu. "Off zamanında senin kız kardeşini kaçıran adam değil miydi bu ya?" Okan telefonunu aramayı bırakıp gözlerini Kalkan'a çevirdi, konu en sonunda beklediği yere geldiği için Uygar da tüm dikkatini oraya verdi. "Efendim?" Sorusundan sonra Okan gülerek kaşlarını havaya kaldırdı. "Kim dedin?" "Ben öyle hatırlıyorum, yıllar önce sanki kel bir tane herif senin babanın kızını kaçırmamış mıydı? Sonra felç kaldı dediler o adam için, aynen ya bana gelen de galiba oydu." "Dalga mı geçiyorsun sen benimle?" Kalkan başını huysuzca iki yana salladı. "Aynen bebiş, nasıl bildin ya?" "Kim dedin, bir daha söyle?" "Kız kardeşini kaçıran kel baş diyorum, anlamıyor musun?" Yakut Yalınkılıç Merdiven boşluğundan ayrıldıktan sonra artık tamamen kendim olarak mekânın bahçesine koşturdum, arabanın kaputuna yaslanmış halde çay yudumlayan Tekin ortalığı gözetlemekten bir an bile vazgeçmediği için ona doğru geldiğimi çabucak fark etti ve hızla oturduğu yerden doğruldu. Karton bardağı da yan taraftaki çöp kutusuna isabet alarak rahatça fırlattı. “Neredesin sen? Reha artık kızı tutamıyormuş, kız abim abim demekten ölmüş! Konuşturamadın mı oğlanı hala?” Elimi göğsüme yaslayıp temiz havayı ciğerlerime çektim, sağ omzumda derinden bir ağrı vardı. “Ahmet’le konuştum…” Tekin anlamadığı için hayretle sordu. “Anlayamadım, ne yaptın tam olarak?” Bedenimdeki eziklere rağmen çok hızlı koştuğum için nefesim kesilmişti, bir süre öne eğilip uzun uzun nefeslendiğimde Tekin de sırtıma dokunup yardımcı olmaya çalıştı. “Sakin ol dinliyorum seni, derin derin nefes al.” “Okan’ı aradı,” diye mırıldandıktan sonra eğildiğim yerden doğruldum, kollarımda yardımcı bir tutuş olduğu için artık daha rahat duruyordum. “Telefonu açtım birden ayrıl oradan seni öldürmeye geldiler diye bağırmaya başladı… Sen hiç çevrede birilerini gördün mü?” Başını hemen iki yana salladı. “Yok asla sezmedim bir şey,” demenin ardından sarı kaşları da şüpheyle çatıldı. “Yoksa senden mi bahsediyorlar?” "Bilmiyorum! Bilmiyorum..." Alelacele giydiğim kot ceketi düzelttikten sonra elimi alnıma yasladım, gözlerim birkaç serserinin sigara içtiği çevrede gezinirken suratımı göstermemeye dikkat ettim fakat kuşku damarlarıma çabuk dolduğu için etrafa bakınmaktan da geri duramadım bir türlü. "Reha hiçbir şey söylemedi mi, onun haberi yok mu?" "Yok sadece kızın abime gitmem lazım diye tutturduğunu söyledi, buraya gelmesine de asla izin vermiyor." "Acaba benden mi bahsediyorlar Tekin?" "Senden bahsediyorlarsa bile Okan'ın yanında durmamız lazım, sen değilsen zaten Allah belamızı verdi sayılır..." Boğazını tutup tenini sıktı ve sonra sıktığı yerleri ovaladı, o da düşünceler içindeydi. "Ama ya seni onun yanında bulurlarsa? Benim gidip Okan konuşana kadar ortalığı sakin tutmam lazım, sen burada tek kalsan kendini koruyabilir misin?" "Herhalde korurum!" Saçlarımı kulağımın ardına sıkıştırdıktan sonra tekrar geri çıkardım. "Sen çevrede bir yaramazlık olmadığı konusunda emin misin? Nereden baksan yarım saattir oğlunu arıyor bu adam, hadi biraz da geç öğrendiğini varsaysak öldürmek isteyen kişi adım adım yaklaşıyor olabilir Tekin." "Yemin ederim hiçbir tuhaflık yoktu, olsa fark ederdim!" Onu suçlayacağımı zannettiği için telaşa kapıldı, kolunu tutup hem kendime dayanak ettim hem de biraz sakin kalması için ufak bir uyarıda bulundum. “Tamam bir şey demedim zaten… Bahsettikleri kişi ben olabilir miyim gerçekten? Birisi beni mi tanıdı acaba?” Artık bu sorulara dayanamayan Tekin yüzünü sıkıntıyla buruşturdu ve "Tamam," diyerek sözlerimi kesti. "Tamam burada beklemeyeceğiz, seni de riske atamam... Yanımdan ayrılma, içeri beraber girelim hem Okan'ı kontrol edelim hem de seni korumuş olayım, burada yalnız kalırsan içime sinmeyecek." "Peki." Mekâna tekrar girdiğimizde saçlarımı biraz daha önüme çekerken çabucak birisini durdurdum. "Kalkan'ın odası nerede?" Şansıma sarhoş denk gelen kişi "Yuk-yuk..." dedi ama devamını getiremedi, onu agresif bir tavırla, tıpkı bir çuval gibi rahatça ittiren Tekin "Tamam anladık siktir git hadi," deyip hemen yoluna koyuldu, fazla ters davrandığı için ben de gerildim ama yine de peşinden ilerledim. Merdivenlere geldiğimizde önümüzde tepsi taşıyarak giden garson kızın fazla yavaş davranmasından dolayı göğsüm sıkıntıyla şişti, çekilmesini isteyeceğim esnada basamakları bitirdiğimiz için sessiz kaldım. Tekin bir türlü sessiz tutamadığı gür fısıltısıyla kulağıma eğildi. “Gözlerim etrafta katil olmak isteyecek birisini seçmiyor.” "Acaba benden mi bahsediyorlardı?" Boğazlı kazağımı ufak ufak yukarı çekiştirdim ama çenemden yukarı geçemeyecek kadar dardı, bu saklanma işi gitgide zor bir hal alıyordu... En azından Okan'ın konuştuğunu bilsem arkamı dönüp giderdim ama ondan da haberim yoktu. "Bilmiyorum." İkinci kattaki uzun koridoru ilerlerken başımı yan tarafa çevirip camlı odalara baktım, ilk ikisi boştu ama sonuncusunda Uygar, Kalkan ve Okan’a denk gelince hemen duraksadım. “Burada… Tekin, burada.” “Yaşıyor değil mi?” “Evet.” O da çabucak yavaşladı, sadece üçü içerideydi, özellikle Uygar sandalyenin ardında tuttuğu heybetli bedeniyle dikilirken rahatlar gibi oldum… Ne çabuk güvenmiştim böyle. Ancak sonrasında tereddüde bulanan bakışlarım Tekin’e döndü, onların kim olduğunu sormasını beklediysem de o kıstığı gözleriyle çevreyi kontrol etmek dışında bir şey yapmadı. Önümüzde yürüyen küçük garson kız da odaya girecekti, son bir nefes alıp kapıyı tıklattığı esnada başından düşen kapüşonu tutmak istedi ama yetişemedi, açıkta kalan ince telli saçları yüzünü benim gibi saklayamadığı için suratındaki tedirgin ifade dikkatime çarptı, oradan uzaklaşmak yerine şeffaf cama rağmen kızı seyrettim. Kızın kapıyı tıklatmasına karışan bir konuşma sesi vardı içeride, duyduğum kadarıyla Okan’a aitti: “Ada’yı kaçıran adam…” Daha net duymak için oraya yaklaştım, benim de adım attığım esnada kapıyı aralayan kız birden yüzünü buruşturdu, tanıdık bir his aklımı zorladığından dolayı kıza uzun uzun baktım… ve bir türlü bitmek bilmeyen hesaplarıyla geçmiş, yüzüme çarptı, herkesin beklediği bir an vardı ya işte şu an tam da o andı. “Güllü…” Açtığı kapının ardından elini cebine uzattı, hala bir tepsiyi taşımasına rağmen iyi bir cesaret göstermişti… Hızla oraya yöneldim; yıllar önce Tufan Kula’yı, Ahmet Akdeniz’in mekânında öldürmek suçuyla cezalandırılan Güllü, yıllar sonra intikamını almak isteyerek bir silahı cebinde çıkardığında, onun direkt Okan’a uzanacağını anlamak zor olmadı. Arkasından yaklaşıp az sonra bir gerçeği itiraf edecek olan Okan’a zarar gelmesin diye Güllü’nün kolunu tutmak istedim, diğerleri de birden artan gürültüye karşın ayaklandığı için ortalık beklediğimden daha da karıştı ve benden daha aceleci olan kurşun hızla Okan’ın karnının aşağısına saplandı. En sonunda onu ardından yakalayabildiğimde “Bırak beni!” diye sızlanan Güllü’nün hırsı henüz tükenmemiş olmalı ki Okan’ı bu sefer daha net isabet almak istedi, bense daha fazlasına müsaade etmek istemedim… Tuttuğum kolun yönünü serbest bir yere çekmek istedim ama dar odada kaçmak hiç mümkün değilken ikinci bir kurşun Uygar’ın kolunu bulmaktan daha fazlasını yapamadı. “Sakin ol!” diyerek onu etkisiz hale getirdim, ortalık çoktan silah sesinden dolayı karışmıştı bile. Kalkan ve hatta yarasına rağmen Okan hızla arkamızdan geçerek kaçtığında, Uygar avaz avaz bağırarak kıvranan Güllü’yü yaralı koluna rağmen kavradı ve benden uzaklaştırdı. Ardıma dönüp Tekin’e işaret verdim. “Gitsene peşinden hadi!” Ancak tereddütlü bir hali vardı, boynunda hareketlenen ademelmasından sonra göğsünü derinden şişirdi ve “Tamam,” diye mırıldanıp uzaklaştı. Uygar’ın yanına giderek ona yardımcı olmak istedim. “Yaralısın, ben halledeyim.” Fakat bırakmadı, aceleci adımlarla mekânı terk ederken “Dışarı çık çabuk, birazdan burayı basalar, acele et,” diye beni uyarmaktan başka hiçbir şey yapmadı. İkimiz de her an daha büyük bir tehlikenin patlak verme ihtimaline karşın büyük pis binadan ayrıldık, dışarı çıktığımızda telaşlı koşumuzu Uygar kalabalığın uzağında sakin bir bölgeye yönlendirdiğinde onu takip etmek dışında hiçbir şey yapmadım hatta sessizliğini bozsun, benimle konuşsun diye bekledim ama hiçbir şey söylemedi, zaten saniyeler sonra Tekin yanımıza yaklaştığında konuşacağı varsa da konuşmuş oldu. “Ne yaptın Tekin?” “Kaçtı şerefsiz,” derken kolumu tutmasıyla ikimizin de hızı arttı. “Ama babasının buraya yakın olduklarını duydum, hemen gitmemiz lazım hemen!” Elinin altındaki kolum beklemediğim şekilde sızlayınca, dudaklarımı birbirine bastırıp inlememi saklamaya çalıştım ama dişlerimin arasından acı bir mırıltı dökülmesine engel olamadım. “Ahh kolumu bıraksana…” “Tamam,” deyişinden sonra şefkatle üstüme eğildi. “Bir şey mi oldu koluna?” “Yok bir şey olmadı, hadi uzaklaşalım!” “Dur la kızı almadım daha.” Bu sefer Uygar’a yöneldi kalbim korkuyla atmaya başladığı için hemen peşinden seğirttim. “Bu şaklaban kim? Oğlum versene kızı nereye götürüyorsun?” Uygar otoparka vardığımızda, gitgide yavaşlayan adımlarıyla durdu; elinin altında kıvranan Güllü’yü rahatça bekletirken “Götürmüyorum,” deyişinde büyük bir sabır sezdim. “Alabilirsin.” “E ver zaten.” Tekin’in sorun çıkarmasını bekledim, şaklaban olmasının dışında daha büyük bir sorguyla Uygar’ı sarsacak sandım… Ya bize yardım ettiği için ses etmek istemedi ya da böyle bir kavganın sırası değildi ama ters birkaç hareket dışında ondan beklediğim yönde bir hareket göremedim. Gözlerim, silahı en son terk eden kurşunun değdiği yeri bulunca tenime değen ayazın haricinde bambaşka bir sızı ve titreme sardı bedenimi, yaralı koluna rağmen atik davranıp Güllü’yü Tekin’e teslim ettikten sonra dikkatini bana yöneltti. Bir şey soracak gibi beklentideydi ki ben de öyleydim, tişörtün altından akıp da kendine yol bulan kanı sormak için kıvranır haldeydim. El değiştirdikten sonra uysalca arabaya yerleştirilen Güllü’yü bırakıp sert adımlarıyla Tekin döndü yanımıza. “Okan’ı sen konuşturdun değil mi?” derken öylesine kızgındı ki suskunluğumu perçinlemek adına dudaklarımın iç kısmını ısırdım. “Evet,” diye içeride uzun bir süredir daha canlı olan ama yavaşça solan sesiyle konuştu Uygar. Kollarımı önüme sarıp bedenimi acıyla büktüm, ayakta durmak artık daha da zordu, gerimizdeki kalabalığın sesi artarken bu karmaşa peşimizi bırakmayacak diye tereddüde düştüm, bir an önce uzaklaşmak zorundaydık buradan. Bakışlarım tekrar Tekin’e kaydı, anın sıcaklığıyla bana bir şey sormuyordu ama ben ona nasıl söyleyecektim ki? Şimdi belirsiz bir kızgınlıkla sorguladığı maskenin ardında eski kocamın bulunduğunu ve ufak yarası yüzünden kendimi berbat hissettiğimi nasıl açıklayacaktım? Tekin’in “O zaman bir açıklaman da vardır,” diye kelimelerin üstüne fazlasıyla bastırdığı esnada bir kurşun yağmurunun sesi kulaklarımızı doldurdu, ellerimi başıma örtüp korunaklı bir pozisyon almak istediğimde yaralı koluna rağmen Uygar hızla önüme gergi olup sızılı bedenimi savunmaya geçti. Uygar, duyulmayacağını düşünerek Tekin’e doğru bağırdı bu esnada. “Var!” Tekin aceleyle silahına davrandı, arada bir bakışları bize döndüğünde sarı kaşları birkaç dakika öncesine göre daha da çatıktı. “Hadi bak şanlısın seni iyi bir adama benzettim!” diye seslendi. Yanağımdaki ele biraz daha sığındım, sanki bunu beklemişim gibi… Oysa artık kan lekesi daha da yakınımdaydı. “Teşekkür ederim!” diyerek Tekin’in az önce seslendiği şeye kısaca cevap verdi, ne ara büyüdüğünü bilemediğim çatışma içeride sürerken herhangi bir hedefte kalmayacağımızı anlayan Tekin silahını aşağı indirip önüne döndü. “O yüzden şu kızı al götür, konuş ona!” dedikten sonra doğrulmak için elini yere bastırmıştı. “Bizim kız, sen de anlatacağı ne varsa dinle şu şerefsizin!” Hızla nefeslendi, sürekli etrafı kontrol etmek zorunda olarak bakışlarını çevrede dolaştırıyordu. “Ama koru kendini tamam mı, bak korurum dedin sana güvendim sakın ha… Böyle şaklabanların ne yapacağı hiç belli olmaz!” Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım, içimi yangını biliyor gibi konuşmasaydı kendime daha az kızardım… çünkü Tekin’in söylediklerinin dışında, Uygar’ın peşinden koşmak için çıldıran bir başka yanım zaten vardı. “Dikkat edeceğim,” dedikten sonra Uygar’a tutunarak ayağa kalktım, eğer yalnız kalırsak ya kendimi bir yanlışın kollarına atarsam düşüncesi kıskıvrak yakalasa da… zaten her zaman doğrusunu seçerek ne zaman mutlu olduğumu düşünme gafletine düştüm, önümü açan buydu, doğrularımla bile mutlu olamayışım. “Gelme,” dedi hiç beklemediğim bir anda, hasarlı bedenimi habersizce dik tutarken bendeki bakışları sonrasında Tekin’i buldu. “Siz beni yine bulursunuz.” “Bizim işimiz gücümüz seni arayıp bulmak mı lan?” Tekin’in aksi sesinden sonra çaresiz bir yutkunuşla Uygar’ın kolunu kavradım. “Acelemiz var, ne konuştuysanız hepsini öğrenmek istiyorum.” Sıkıntılı bir nefesle göğsünü şişirdi, ardımızda gitmek için yerinde sabırsızca kıvranan Tekin aynı tavrını sesine yansıtarak bir daha bağırdı. “Yakut, bırakma peşini… Git sakladığı ne varsa öğren şu şerefsizden! Piç herif, pezevenk, orospu ço-” Elimi kaldırıp Tekin’e salladım. “Ne yapıyorsun sen, sussana!” “Gidiyorum artık bekleyemeyeceğim başımıza bela alıyoruz bekleyerek!” Ve gerçekten de dediğini yapıp arabaya bindi, uzaklaşırken bile açık camdan işittim homurdanmalarına karşın kaşlarım çatılsa da ben şimdi beni yanında istemeyen Uygar’a daha çok kızgındım, kendi acıma rağmen bükük bedenimi ona yaklaştırdım. “Nerede araban?” Maskenin altında hareketlenen ademelmasından yutkunduğu fazlasıyla belli oluyordu. “Arabada konuşuruz, sonra seni nereye gideceksen oraya bırakırım haberin olsun.” “Yok ya…” Kendi acısını çabuk unutan gözlerim yaralı kolunu buldu. “O kadar kolay değil, koluna bakacağım.” “O senin işin değil.” “Ne yapacağımı söylemek de senin işin değil… Yürü hadi.” Ancak itirazında gecikmedi, sesi kızgın değildi hala sıcak bir merhamet barındırdığına emindim ama niye şimdi beni yanında istemiyordu? En başta zaten gelip de kurtarmasaydı beni, ona olan muhtaçlığımı hatırlayıp da hiç rezil olmazdım ki… “Beni dinle,” dese de arabaya binişime engel olmayışıyla kendiminkine benzer bir dengesizlik sezdim. “Kolumda bir şey yok, gelmene gerek de yo-” Sözlerini böldüm. “Sessiz ol, yoluna bak, kulübene gittiğimizde zaten konuşacağız.” - Sessiz bir yolculuğun ardından tanıdık kulübeye geldik, arabadan indikten sonra Uygar anahtarı kendisini hazır bir şekilde karşılayan genç çocuğa fırlatıp "Gencay, bunu buradan alın oğlum," diyerek arkamızdaki arabayı işaret etti, tekinsiz bakışları bende dolaşan Gencay daha sonra bir emri yerine getirir gibi salladı, sanırım karanlıktan dolayı yaranın farkına varamamıştı. "Tabi abi, hemen." Yaralı kolunu tutarak depoya giren Uygar'ı takip ettim, karanlığa rağmen yolunu bilir gibiydi ama ben ikinci defa geldiğim halde tereddütteydim. "Bekle," dedim yorgun ve kısık bir sesle. "Önünü görebiliyor musun?" Uygar yanıtsız kalarak boştaki elini geriye uzattı ve beni kolumdan tuttu, peşinden yavaşça çekerken çok rahattı ama yine de güvenemedim. "Dur beni de düşüreceksin." Keyifsizce mırıldandı. "İstemez misin?" "Neyi?" "Beraber düşmeyi." "Hiç sırası değil," diyerek homurdandım, daha yarasına bile bakamamıştım. "Bence de," dedi sonradan ciddileşen bir sesle. "O yüzden sessiz ol ve sadece beni takip et, madem buraya kadar geldin bana güveneceksin." Sükunete bürünme mecburiyetiyle dudaklarımı ısırdım, neredeyse beş dakikalık yolu aceleyle tamamladıktan sonra tekrar gölün sessizliğine eriştik, oradaki karanlık ay ışığından dolayı daha kırıktı, bu yüzden Uygar'ın bir kolundan sızan kan daha net görünüyordu. Adımlarımı hızlandırdım ve soluna geçtim, parmaklarımın ucunu ürkekçe oraya sürerken gördüğüm yaranın içime bu kadar oturmasını ister istemez garipsedim hatta... Günler önce ben de onu öldürmek istemişti, bunu yapabilecek kadar hınç doluydum boğazıma kadar... Ama bir şekilde tüm gardımı kırıp onun en ufak acısına bile dayanamayacak hale getiriyordu beni. "Çok yanıyor mu canın?" "Hiç yanmıyor." İnanmadım. "Tamam, içeri geçtiğimizde pansuman yaparım." "Pansuman için ıvır zıvırım yok benim," diye kısık sesiyle konuştu, sanki sadece pansuman malzemesinden bahseder gibi değil de... başka bir şeyden bahseder gibiydi, yalnızlıktan bahseder gibi. "İyi," derken sallantıdaki köprüyü geçiyorduk, ona tamamen sokulduğumda sıcaklığına bürünmeme müsaade edip beni daha sıkı tuttu, düşmeme izin vermeyecekti. "Bende ıvır zıvır var, ben hallederim." "Gerek yok, kurşun sıyırdı sadece." "Sana sormadım." Başını geriye çevirip açıkta kalan gözlerini henüz çözemediğim bir duyguyla bana dikti, onda da gitgide taşan sabrın sonunu gördüm, umarım son noktaya sağ salim ulaşırdık. Kulübeye apar topar girdiğimizde ne yapacağımı nereye gideceğimi bilemedim, konuşacak pek çok şey varken hemen Uygar'ın yarasının derdine düştüm... O ise sanki hiç vurulmamış gibi rahatça asma kata çıktı. Gözlerimi birkaç saniye kapatıp alnımı sıvazladıktan sonra etrafta işe yarar bir şeyler aramam gerekti ama Uygar'ın tam da söylediği gibi hiç ıvır zıvırı yoktu. Birjaç metre yükseklikten düşmenin acısı tekrar kendini göstermeye başlanıştı, buna rağmen az sonra kendimden bir başka yaraya bakmak için etrafa bakınmaya devam ettim. "Fazladan kıyafetin yok mu?" "Yok." Bu kısa cevaptan sonra dolap karıştırmaya çalıştım ama gerçekten de işime yarayacak bir şey bulamadım, öyle ki umutsuzca kitaplığa da yöneldim, bir toz bezi olması bile iyi gelirdi... Parmaklarımı zamansız bir ilgiyle kitaplarda gezdirdim, evdeki kütüphanesinde bir başına bekleyen kitaplarının bazılarını öfkeyle yırttığımı bilse ne düşünürdü acaba? "Sen burada yaşamıyor musun? Niye doğru düzgün bir şeyin yok hiç?" "Fazla dolanma oralarda." Uygar'ın uyarısına rağmen kitaplığa bakmaya devam ettim, çok geçmeden orta rafta hiç beklemediğim bir kitap gözlerime çarptı, onu sırtından tutup hafifçe kendime çektim. Kumların Kadını Bu yıllar önce benim ona verdiğim kitaptı, hatta ilk sayfasına not ettiğim yazıyı da kapağı araladığımda yerli yerinde buldum: Her kitabı okuyarak aslında baştan yazdığımızı biliyor muydun? Ben bunu öğrendiğimde biraz geçti, o yüzden güzel anılar bırakamadım satırlara. Şimdi sen benim için bu kitabı en güzel haliyle bir daha yazar mısın? -Gelincik. Geçmiş "Arabaya bindim, geliyorum," dedi inatla. "...sakın kıpırdama." Saçlarımı sıkıntıyla geri ittirip ofladım. "Diretmenin anlamı ne? Sanki gelmeyecekmişim gibi davranıyorsun Uygar, geleceğim diyorum tamam ama kendim geleceğim! Niye beni anlamıyorsun?" "Yavrum ayrı ayrı gitmek ne?" Sesi gerçekten kızgın geldi, onu nadir durumlarda böyle gördüğüm için o an sadece beni evimden alamamasına karşılık bu şekilde tepki vermesi komik geldi birden. "Ben yolumu da seninle geçirmek istiyorum, asıl sen niye beni anlamıyorsun?" Farkında olmadan dudaklarım kıvrıldı, oysaki ben sadece verdiğim sözü tutmak istiyordum. "Eğer gelip de beni bu evden alırsan o çok beklediğin akşam yemeğini yalnız yemek zorunda kalırsın, çok ciddiyim." Belli ki o da ciddiydi. "Yakut." "Uygar, lütfen..." En sonunda huysuz bir nefes sesi geldi. "İyi çabuk gel o zaman, seni özledim." Halbuki daha iki gün önce görüşmüştük, yine de bu sözlerine gülümsedim. "Hemen şimdi geliyorum, bekle." "Ben hep seni bekliyorum." "Aptal." Telefonu kapattıktan sonra ince bantlı topuklu ayakkabılarımı giyip vestiyerdeki aynadan kendimi kontrol ettim. Ne abartılı ne de özensiz, saten bir elbise giymiştim; siyah elbisenin kollarını düzeltip çantamı da aldım ve dışarı çıktım. Kapının önünde çağırdığım taksi bekliyordu, kapıyı açıp hızlıca bindiğimde dikiz aynasından bana bakan şoföre Uygar'dan güç bela aldığım adresi söyledim. Böyle bir karar almak en başta çok mantıklı gelmişti ama sonradan kararlılığım yavaşça sönmeye başladı, acaba yanlış mı yapıyorum diye kendime defalarca sordum... İki gün önce Uygar'ın dudaklarıma değişini unutmak çok zor oldu, onu yakından hissetmek... Yorucuydu, kalbim neredeyse bir maraton attığı için yoruluyordum. Ve gardımı çok çabuk indirdiğime inandım... Bu yüzden saçma bir şekilde, en azından yemeğe tek başıma gideyim dedim. En başta mantıklı gelen karar tam da bugün geri dönmek istediğim bir söz haline dönüştü. Uygar'ın beni evden alması ne değiştirebilirdi ki? Hiçbir şey. Biz en sonunda o masada karşılıklı oturup yemeğimizi yedikten sonra oraya ayrı ayrı gelmek çok da bir anlam ifade etmeyecekti. Sadece hala uygulamaya çalıştığım birkaç kuralımdan birisiydi bu, şimdi geri de dönemiyordum. Yarım saat kadar süren yolculuktan sonra taksiden inip restorana göz attım; şık bir yerdi, neyse ki kıyafetim de yeterliydi. Yalınkılıç ailesine mensup olduğum için bu tür ortamları bilirdim, sevmesem bile alışkındım. İçeride beni bir görevli karşıladı. "İyi akşamlar, rezervasyonunuz var mıydı acaba?" "Uygar Özkurt adına olacaktı sanırım." Garsonun yüzü birden aydınlandı. "Yakut Hanım... Şöyle buyurun, kendisi de zaten çok yeni geldi, şu an sizi bekliyordur." Eliyle iç tarafı işaret etti, önden ilerlerken çantamı sıkıca tutup etrafa göz attım. Aralıklı konuşlandırılmış masalarda çiftler ya da aileler vardı, birkaç da iş yemeği gibi görünen kasıntı insanlar... Ve cam kenarında tek başına oturan Uygar. Dirseğini oturduğu koltuğun kolçağına yaslamış, huysuz suratını da eline koymuş halde camdan karanlık bahçeyi seyrediyordu; öylesine mutsuzdu ki onu bu hale getiren durumu bildiğim için gülmeden edemedim. Az sonra yüzünü bizden tarafa döndüğünde geldiğimizi gördü, dudaklarımdaki gülüşü aceleyle sildim. Direkt ayaklanan Uygar'ın ciddi ifadesine baktım sadece, gerçekten mutsuz görünüyordu, buna rağmen eliyle beyaz gömleğinin kıvrılmış kolunu düzeltirken gözlerini tüm bedenimde dolaştırdı. Aptal. Aptal ve gıcık. Görevliyle teşekkür ettiğimde adam "Keyifli geceler dilerim," deyip uzaklaştı. Uygar sandalyesinin önünden ayrılıp bana yaklaştı, elimi uzatıp tokalaşmak istedim ama o bileğimi tutup usulca beni kendisine çekti ve sarıldı; eli bel çukurumdaydı, bedenimi hissettiğim gıdıklanma hissiyle bükmemek için kendimi zor tuttum, dokunuşları gerçekten çok etkiliydi. Pislik... Nefesi de saçlarımın ardından kulağıma değdi. "Gerçekten çok kızgınım sana," dedi homurdanarak. Bir elimi omzuna koyup tutunurken "Neden?" diye sordum, halbuki sebebini biliyordum ama ondan duymak daha keyif vericiydi. "Çünkü bana geldin." "Sana gelmek mi? Sadece yemek yiyeceğimiz yere geldim Uygar." "Seni alabilirdim." Geri çekildiğinde parmaklarını çeneme sarıp hafifçe yukarı kaldırdı. "Beni kabul etsen yeterli, fazla uğraşmana gerek yok biliyorsun." "Teşekkürler, ben kendime köle aramıyorum." Eğildi, sanki yapması gerekiyormuş gibi ama bu sefer hedef şaşırtarak şakağımdan öptü beni. "Arama zaten, ben varım." "Uygar..." Onu uyarmamın ardından yine en serseri tavrıyla güldü. "Ayrıca, dudaklarının tadına vardığım bir kadınla tokalaşmam, bir daha böyle gereksiz şeylere yeltenme." Bir eli usulca belimde dolanıyordu, gözleri de iki gün öncesini hatırlar gibi tekrar dudaklarımda gezindi. Açık açık "Bu bir şeyi değiştirir mi?" diye sordum. "Çok şeyi değiştirir." Kendinden emin bir şekilde omuz silkti, dikkatim bu sefer beyaz gömleğinin altındaki bedenine kaydı. "Öncelikle de bizi." "Biz?" Uygar geriye çekildi ve oturmam için sandalyemi çekti, çantamı bırakıp yerleşirken "Biz," diyerek beni tekrarlayışını dinledim. "Kulağa güzel geliyor değil mi?" "Fazla uyumsuz geliyor." "Bunu denedik gördük." Karşıma geçtiğinde hem dilini kısaca dudaklarında gezdirdi hem de meydan okur gibi güldü. "Gayet uyumluyuz." Saçlarımı hafifçe geriye ittirip parmak uçlarımı boynuma değdirdim, sanırım biraz sıcak basmıştı. "Bu konuyu kapatma imkânımız var mı acaba?" "Bu konu artık sonsuza kadar açık Yakut." Masaya yaslandı, öne doğru eğildi; hala bana bakıyordu, gülmese bile çehresindeki ifade o kadar anlamlıydı ki hemen bakışlarımı kaçırdım. "Ve kapanmasına da izin vermeyeceğim, haberin olsun." Oysaki kendime çok güvenirdim, hiçbir şeye dair korkum olmazdı fakat şimdi onun karşısında ufak bir kız çocuğu gibi ürkmem haksızlıktı... Kaçırdığım bakışlarımı en sonunda yine onun yeşil gözlerine çevirdim, neyse ki çok kısa bir süre sonra bu işkenceye bir son verip garsona işaret etti. Siparişlerimizi verdikten sonra kaşlarıyla üstümü işaret etti. "Kırmızı elbisen nerede?" "Giymem demiştim." "Ben de çok beklemiştim?" Dayanamayıp güldüm. "Öyle fazla güzel oluyorum." "Böyle peki?" derken dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı. "Bu halin ne?" "Ne varmış halimde?" Gerçek bir cevap beklediğim esnada Uygar gülüşü arasında usulca iç çekti, öyle dalgın bir iç çekişti ki bu seyrek bir hayretle ona bakakaldım. "Neyse," diye kısık bir tonda mırıldandı, kızgın değildi sadece kendine hâkim olmaya çalışan bir tavrı olduğunu fark ettim, acaba bu halinin karşı koyulamazlığı hakkında bir fikri olsaydı yine böyle yapar mıydı? Bence hiç yapmamalıydı, bana bakıp da hiçbir halükârda dalgın dalgın iç çekmemeliydi. Neyse ki o andan sonra gerginliğimin farkında olarak işten konu açtı, bunu yapması açıkçası hoşuma gitmişti; sürekli imalı gözler ve sözlerle bu akşamı sürdüremezdim, yemek yerken durum biraz aksadı tabi. Yalınkılıç evinde yemek yerken konuşulmazdı, bu kuralı hala üstümden atamamıştım. Uygar'la da ilk kez bir yemek masasında olduğum için haliyle o da garipsedi. O kadar az konuştum ki Uygar en sonunda "Bir sorun mu var?" diye sordu. "Hmm? Ne?" Tabağa bakmayı kesip ona döndüm, çatılı kaşları ve içten ısırdığı belli olan dudaklarıyla biraz bozuk duruyordu ama bir yandan da meraklıydı. "Niye konuşmuyorsun?" "Ben yemek yerken pek fazla konuşmam." Bardağımdaki sudan bir yudum için kendimi ferahlattı, açıklamak biraz gülünç geliyordu, yine de sanırım bir başkasının değil de yalnızca Uygar'ın bunu bilmesini isterdim. "Bizim aile kuralımızdır, sofrada konuşulmaz." Buruk bir şekilde tebessüm ettim; evden ayrılalı sekiz ayı geçiyordu, onları hem özelmiş hem de hiç özlememiş gibi hissediyordum, kopmak ve kurtulmak arasında bocalatan bir duyguydu bu. İyi mi kötü mü henüz çözemedim... Aslında gözümün önünde eskiyen yüzlerini biraz görmeye ihtiyacım var gibiydi ama yanlarına gitmek bir işkence gibi geliyordu. "Sen de ailenle aynı şekilde mi düşünüyorsun peki?" Yanağımı elime yaslayıp camdan görünen manzaraya bakarken birkaç saniyeliğine düşündüm, geçmişte birkaç defa arkadaşlarımın sohbet dolu yemek masalarına denk gelmiştim ve fikrimin tam olarak ailemle aynı olmadığını o zaman fark ettim. Şimdi Uygar'ın sesini duymak bile çok hoşuma gitmişti zaten, huzur veren bir havası vardı, bu yüzden "Hayır," diye mırıldandım. "Onlarla aynı düşünmüyorum... Ama sanırım yıllar boyu buna alıştığım için kopamıyorum." Bir gerçeği itiraf etmeden önce kendime güldüm. "Aslında daha farklı olmayı ben de isterdim." Uygar kollarını masaya dayayıp tekrardan eğildi, ikimiz de aynı pozisyonda ve yakındık. Uygar'ın kıpırdanan kalın dudakları tam karşımdaydı. "Bunun için çok pratik yapman lazım Yakut," dedi gizemli bir sırdan bahseder gibi. "Çok fazla kahvaltı, çok fazla akşam yemeği... Tabi bir de seninle sohbet edecek birisine ihtiyacın var." Aptal, o haylaz bakışlarıyla elbette kendisinden bahsediyordu. İstemsizce tebessüm ederken "Haklısın," dedim. "Birisinden bunu rica etmeliyim." "Kesinlikle, seninle konuşmayı çok isteyen birisi olmalı bu." "O zaman yarın sabah kahvaltıya evime gelmesi için hemen teklif edeyim değil mi?" Başını yavaş yavaş sallayıp "Et," dedi, fazlasıyla kendinden emin bir havası vardı. Çantamdan telefonumu çıkarıp öylesine karıştırdım. "Umarım Fatih bu teklifi kabul eder o zaman," diye mırıldandığımda ise çok geçmeden masada boğuk bir öksürük duyuldu. Başımı telefondan kaldırıp şaşkınca Uygar'a baktım, yumruk yaptığı elini dudaklarına yaslamış öfkeyle öksürüyordu. "Bir şey mi oldu?" dedim sahte bir telaşla. Yutkunduğunu hareket eden ademelmasından görmek mümkündü, son derece kızgın ifadesindeki kısık gözlerini yüzümde gezdirdi, oturduğu yerde sıkışmış gibi rahatsızca hareket etti ayrıca. Elini masaya koyup parmaklarını sıkarken "Olmaması için hiçbir sebep yok," demişti. O ağır ağır mırıldanırken ciddi ifadesine gülmemek için dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. "Cidden o ismi ağzına aldım, hem de bizim masamızda?" "Fatih bizim ekip arkadaşımız." "O benim hiçbir şeyim olamaz." "Profesyonel değilsin." Ben de biraz gerilmiştim çünkü bu kadar tepki vereceğini düşünmemiştim, telefonu kenara bırakıp kollarımı önümde bağlarken sırtımı sandalyeye yasladım ve Uygar'a biraz uzaktan baktım, gerçekten kızgın görünüyordu. Hiç pişmanlık duymadan "Profesyonelliği sikeyim," dedi. "Gerçekten..." Şaşkınlıkla aralandı dudaklarım, önümde bağladığım kollarımı açıp ellerimi yanaklarıma yasladım. "Sana inanamıyorum, birbirinizi bu kadar mı sevmiyorsunuz?" "Birisini sevmemek için özel bir çaba göstermem ben, o yüzden daha fazla masamızda onun konusunun geçmesini istemiyorum." Restoranda bir müzik sesi duyulmaya başladı, yavaşça akan ritimle beraber hemen yan masamızdaki bir çift de dansa kalktı, gözlerim onlara kaysa da sonradan kendimi toparlayıp tekrar Uygar'a baktım. "Ayrıca yarın sabah sana kahvaltıya geleceğim," dedi. "Seni davet etmedim ki," derken şaşkınlıkla güldüm, bir yandan da keyif duyduğumu inkâr edemezdim. Uygar'ın karşımda kıvranması hoşuma gidiyordu, bazen bunu yapınca kendimi insafsız ve acımasız hissediyordum, haliyle utanç da peşinden hissime uğruyordu... Yine de engel olamıyordum işte. "Gelirken ne istersin? Simit, poğaça..." Kendi kendine vazgeçip "En iyisi hepsinden alayım," dedi sonra. "Peki börek nasıl seversin? Patatesli, peynirli, kıymalı, ıspanaklı?" Herhangi bir cevap vermeden onun haline baktım; planı kurmuş, evime gelmeyi çoktan kafasına koymuştu. Benim bekleyen sessizliğime karşın "Onun da hepsinden alırım," dedi Uygar, sırtını sandalyenin arkasına yasladı ve yoğun bakışlarını üstüme dikti, bir süre gözlerimiz birbirine takılı kaldı. Yavaş müzik hala devam ediyordu, dansa kalkan çifte birkaç kişi daha eklenmişti; onları seyretmeyi bırakıp yan tarafımdaki çantama uzandım, nedendir bilmem yol boyu yanımda taşıdığım kitabı Uygar'a uzatırken taze bir utanç yanaklarımın kızarmasına sebep oldu, sanırım birisiyle en mahrem anları paylaşmaktan daha zordu gerçek bir benliğin kapılarını aralamak... "Al bunu." Kaba mırıldanışıma Uygar sadece güldü. "Aldım." Kitabı hafifçe kaldırdıktan sonra ismini dikkatle okudu. "Kumların Kadını." Ve sonra yeşil hareleri bana doğru kalktı. "O benim." "Öyle mi?" "Yani..." Masaya yaslanıp başımı usulca omzuma yatırdım, açıklamak biraz saçma gelse de kendimi susturamadım. "Hayatını kumdan bir çöl içinde yapayalnız ve durağanlıkla geçiren bir kadının evine gelen, maceracı bir böcek avcısının hikayesi." Kuruyan dudaklarımı rahatlatmak için dilimi yavaş yavaş üstünde gezdirdim. "O maceracı böcek avcısı, kumların içinde bir başına yaşayan kadınla tanışınca sanki bir duvara toslamış gibi oluyor ama sonradan..." Kumdan çölün sıkıcılığı, o maceracı adamı da en az kendisi kadar durağan bir hale getiriyor. İçimden geçen sözcükleri ona ifade edemediğim için konuşmam yarım kalmış gibi oldu, bakışlarım hüzünle önüme eğildi... Kendimi tekdüzeliğiyle özdeşleştirdiğim 'Kumların Kadını' bendim ve o da hayatta göreceği pek çok böceğin peşinde koşan maceracı bir adam... Onu en sonunda yok eden ben mi olacaktım? Korkuyla kaşlarım çatıldı, niye bunu anlatmak istediğimi sonradan unuttuğum için elim sıkıntımı geçirmek ister gibi alnımda dolaştı. "Tamam yok bir şey," diyerek anlatacaklarımın önünü tıkadım. "Yakut..." Seslenişine karşın elimi kaldırıp onu susturmam gerekti, şu an açıklayamadığım bir utancı atlatmaya çalışırken bu konunu üstüne gidemezdim. "Özür dilerim, bundan bahsetmeyecektim, birden şey oldu işte... Öylesine." Felaket senaryolarım yollarımı tıkadı. "Güzelim benim." Masadaki küskün bakışlarım yavaşça Uygar'a kalktı, bu dengesiz tavrımdan hiçbir şey anlamayacak sandım ama o öylesine anlayışlı bakıyor ve hatta kelimeleri, ses tonunu öyle bilinçli kullanıyordu ki titrek göğsüm bir süre sonra sakinliğine kavuştu. "Efendim?" "Seni seviyorum." Dudaklarım, duymayı hiç beklemediğim şeyden dolayı şaşkınlıkla aralandı; kendime olan kızgınlığımı bile unutup "Aptal!" diye sızlandım, hatta peçeteyi bulan havalanıp ona doğru savruldu, temiz mendili fazla dikkat çekmeden üstüne fırlattım. "Ne biçim konuşuyorsun benimle?" "Yavrum biz bundan daha fazlasını da yaptık." Uygar'ın arsız bakışlarına karşın kaşlarım daha da çatıldı, sinirli ya da öfkeli değildim sadece onun bir türlü yaşamadığı utanç duygusuyla kıvranıyordum. "Ben seninle hiçbir şey yapmadım." Dilini yavaşça dudaklarına değdirdi, sürekli böyle hatırlatması bedenimin sıcaklığını artırdığı için gözlerimi birkaç saniye kapatıp bekledim. "Masayı hemen şu an terk ederim bak..." Gülüşü keyifle çoğaldı, gömleğinin kollarını düzeltirken ondan beklediğim cevabı ayağa kalkmasıyla alacağımı pek düşünmemiştim; uzun boyuyla karşıma dikildi, başımı kaldırıp ardından loş ışık vuran yüzüne baktım, ne yaptığını hiç anlayamadığım için acaba gerçekten masayı terk mi etsem diye düşünüyordum. Uygar kalın dudaklarını aralayıp elini hafifçe bana uzattı. "Benimle dans eder misin?" Tamam, ben bunu daha fazla kaldıramam... Sinirle güldükten sonra hemen başımı iki yana salladım. "Hayır." Farklı yöne kayan bakışlarımı doldurmak için masadan biraz uzaklaştı. "Niye?" "Çünkü bence birazcık da sen utanmalısın, rezil ol herkese... ve benim neler çektiğimi biraz da sen anla Uygar!" Uygar bundan hiç rahatsız olmuyormuş gibi güldü, gülüşünün hoş tınısı kulağıma ulaştığında gözlerimi tekrar ona çevirdim. "Ben rezil olmam," diye kendin emince mırıldandı. Huysuzca omuz silktim. "Zorla kaldıramazsın ya." "Sen de utanmamı sağlayamazsın." Neyden bahsettiğini pek anlamadım, ben merakla beklerken Uygar ellerini pantolonuna götürdü ve çok hafif bir tutuşla yukarı çekti, sonra dizinin üstüne çökmek için yere eğildiğinde ne yaptığını fark edip aceleyle onu engellemeye çalıştım. "Hayır dur! Ne yapıyorsun sen?" Bir dizini yere yaslayıp karşımda resmen çöktü, sadece bir dans için... "Gerekirse yalvarırım Yakut." Kendinden o kadar emin görünüyordu ki ona gözü kara demek hiç yanlış olmazdı. "Bundan gocunmam." "Yapma şunu kalk." O değil, artık ben yalvarıyordum; birkaç kişinin bakışları çoktan bize dönüştü, göz ucuyla onları kontrol edip daha sonra tekrar Uygar'ın önümde diz çöken haline baktım, komik ya da saçma değil bu haliyle sadece karşı koyulamaz duruyordu. Tam olarak özenilmiş diyemeyeceğim kumral tutamları, hedefine odaklanmış gibi kıstığı gözleri, bekleyiş içinde aralanan kalın dudakları, ona çok yakışan beyaz gömleği ve siyah pantolonu... Aptal, aptal... Tam bir aptal! "Sen beni kumdan çölüne çekecek olan kumların kadını değilsin." Dudaklarını kıvırıp gülümsediğinde durumu bu şekilde yumuşatsa da aslında nasıl ciddi olduğu gözlerinden belliydi. "Sen maceracı bir adamın uzunca zamandır aradığı kumlarının kadınısın." Eğildiği yerde tekrardan parmaklarımı kavradı, teni tenime değdiğinde sözlerinin tesirini daha çok hissettim, müzik sesi bir süre bizim için geri çekildi ve dünya bize ayrılmış gibi bir başımıza kaldığımızı hissettim. "Benim kumlarımın kadınısın." Kuru dudaklarımı yavaşça ıslattım, başka yönlere kayan bakışlarım yine ona uğradı, her zaman yolumun sonunun ona çıkacağını söylerken haklıydı, o varken dikkatimi başka bir şeyin çekmesi mümkün değildi... Bir tür bağlılık, bir tür bağımlılıktı bu. "Tamam," dedim daha fazla böyle diz çökerek durmasını istemediğim için. "Tamam, seninle dans edeceğim, kalk hadi." Elini dizine bastırıp ayağa kalktı ve az önce kavradığı elimden beni kendisine çekti, tenlerimiz birbirine değdiğinden beri içime yayılan uyuşma hissinden dolayı bacaklarımı zor hareket ettirdim ama Uygar bana o kadar güç verdi ki dans eden çiftlerin arasına karışmak için yürürken kendime geldim. Tuttuğu elini omzuma attı, sonra belime dokundu. Dip dibeydik ve ritme göre yavaşça sallanıyorduk. "Bunu yapmamalıydın," diyerek kızdım ona. Uygar ise başını hafifçe omzuna yatırdı, yeşil gözleri çehremde dolanıyordu, sanki beni ezberlemek ister gibi... Bazen onun bu kadar şeffaf oluşu beni korkutuyordu ya da sevgi dolu oluşu... Bazen ne yaparsam yapayım ona yetişemeyecekmişim gibi hissediyordum fakat yine de koşmakta ısrarcıydım, nefes nefese kaldığım bu yol inkâr etmeme rağmen güzeldi. "Ama yaptım." Avucunu belime daha da yasladı. "Sen bazı yanlış inançlarını düzeltene kadar da yapmaya devam edeceğim." "Seni yoruyorum Uygar, bundan sıkılacaksın." "Hayır, aksine hoşuma gidiyor." Gözleri yavaş yavaş yüzümü dolaştı. "Bana bile karşı koyuyorsun, önüme set çekiyorsun, hepsini aşmak için çıldırıyorum Yakut... Sana ulaşmak için resmen kıvranıyorum." "Nerede durman gerektiğini bilemezsen ne olacak peki?" Ya onu soldurursam neler olacak? Gülümseyip göz kırptı. "Ben nerede durmam gerektiğini bilirim, merak etme." Dudaklarımın iç kısmını ısırıp bakışlarımı beyaz gömleğinin açıkta bıraktığı boynunda gezdirdim. O da başını hafifçe eğdi, çenesi saçlarıma değiyordu, nefesine yine tenimdeydi. "Sadece şunun için korkuyorum," diye beni meraklandırarak mırıldandı. "Dans etmek için bile bana diz çöktüren Yakut acaba evlilik teklifi için neler yapar?" "Ne?" Başımı geri çekip gözlerine baktım. "Evlilik teklifi mi? Bunu konuşmak için biraz erken değil mi?" "Ben sadece haber verdim, gün gelecek ve yine önünde diz çökeceğim Yakut." Avucunun altında belim yine gıdıklandı, bilerek yapmıyordu ama ben sürekli huylanıyordum. "Bu sefer karım olman için... Kabul edip etmemek senin kararın." "Sen fazla cüretkarsın..." "Sadece sana aşığım." Hiç şüphesiz ifade etmişti bunu, soluğum kesildiğinde Uygar'ın boynuna sardığım parmaklarımı iyice onun tenine gömdüm, müzik aslında devam ediyordu ama benim için kesilmiş sayılırdı, hatta bakışlarını benden hiç ayırmayan Uygar için de... Dudaklarım aralandığında hareketlerim de duraksadı, artık kıpırdamıyordum; aniden iki kelimenin beni böyle etkisi altına alacağını bilemezdim ki... Uygar'ın hiç ikircikli tavırları yoktu, neyse oydu. Aklındakini söyler, karar verdiği şekilde davranırdı. Zaten ondan kaçmak isterken tam olarak bu hallerine kapılmıştım, bir de böylesine emin bir aşk itirafı almak beni iyice duruma uğrattı. Uygar donuk halime tebessüm edip eğildi, gözümün kenarından ve şakağımdan defalarca öptü; birkaç saniyelik o değme anıyla kirpiklerimi örtüp tadını çıkardım, dudaklarının yerini değiştirip tekrar öptü... Bense onun beni böylesine bulutlar üzerine çıkarmasının tadına vararak biraz daha salındım, biz böyle yakın olduğumuzda zaten hep mahvoluyorduk. Müzik sona erdi, masamıza döndük; artık daha az ters davranarak onunla sohbet ettim, bir akşam yemeğine oturup da soyasıya konuşacağımı Yalınkılıç evinde yaşayan Yakut hayal edemezdi ama bu anlar çok güzeldi. Orada geçen vakitten sonra restorandan ayrıldığımızda Uygar elini benimden hiç ayırmadan beni otoparktaki arabasına sürükledi, istemsizce gülerken "Beni kaçırıyor musun ne yapıyorsun?" diye sordum. "Kaçırıyorum." Ciddiyetle arabanın yanına getirdi, kapımı açtı, sonra da binmemi bekledi, önüme bir gergi gibi durduğunda ondan başka hiçbir şey göremez oldum. "Etrafına bakıp durmasana Yakut yok taksi falan." "Ya tamam bir şey demedim ki..." Kapımı örttükten sonra hemen şoför koltuğuna geçti, bedenimi Uygar'dan tarafa çevirdim. "Şimdi mutlu musun? Hiç itiraz etmedim, arabana bindim artık beni rahatça evime bırakabilirsin." Arabayı çalıştırırken "Son sekiz aydır dünyanın en mutlu adamı benim zaten," dedi. Biz sekiz ay önce tanışmıştık... Onun bunu rahatça ifade edebiliyor oluşuna karşın biraz teklediğimde "Böyle birisi olduğunu düşünmezdim," diye usulca mırıldandım. "Nasıl birisi olduğumu düşünmezdin?" "Bilmem..." Onu ilk gördüğüm anı düşledim; yüzünde gerçek bir gülüş, üstünde onu daha çok öğrenci gibi gösteren gömlek ve pantolon, her şeye rağmen yakışıklı, biraz da ciddi... Saygılı, tüm her şeyi bilir gibi ama yine çok konuşmaz. "Daha soğuk düşünmüştüm sanırım, şimdi bu kadar açık sözlü oluşun... Of, ifade edemedim işte." "Soğuk mu?" Uygar başını itiraz edercesine iki yana salladı. "Yavrum ben daha seni gördüğüm ilk an konuşmak için yana yakıla bahane aradım haberin var mı?" Otoparktan ayrılırken kendi camından dışarıyı kontrol ettiği için bunu epey dalgınca söylemişti. Sonra onun bana tanıştığımız gün söylediği ilk şeyi hatırladım: 'Birisini dinlerken kollarını önünde bağlamamalısın.' "Evet, o bulduğun bahane yüzünden nasıl oturacağımı şaşırmıştım ve sen benim aksime o kadar rahattın ki..." "Ve beni izlemiştin." "İzlemedim!" Biraz baktım. "Gözlerini resmen benden alamadın." Bunu ifade etmek hoşuna gidiyordu, yola bakarken kıvrılan dudaklarını bastırmaya çalışsa da buna engel olamadı. "Uygar..." diyerek sızlandım. Hafifçe koluna vurduğumda elimi kapıp sıkıca kavradı ve avucumu hiç beklemediğim şekilde öptü. "Efendim güzelim benim?" Ufak bir sinirden dolayı göğsüm hızla inip kalkıyordu, sinirim hemen geçmişti ama hızlı nefes alışverişlerim durmadı. "Bak..." dedim devamını getiremedim, elim hala Uygar'ın sıkı tutuşu arasındaydı, hiç bırakmadı, sonra yolda olmamıza rağmen karanlıkta kaybolan yeşil gözlerini bana çevirdi. "Baktım." Bense onu kızgınca seyrettim; kaşlarım çatıktı, öfkeli görünmeye çalıştım ama pek beceremedim. "Tamam bakma, vazgeçtim." Bana beş dakika gibi gelen yarım saatin ardından arabadaki saate baktım; yola çıktığımız an da bakmıştım ve yolun ne kadar sürdüğünden haberdardım... ama bu yol kesinlikle yardım saat sürmedi, restorandan ayrılıp arabaya bineli neredeyse bir saati aşkın zaman geçmişti. "Taksici beni yarım saatte getirmişti, bizim eve dönmemiz niye bir saati geçti şu an?" Bakışlarımı yavaşça Uygar'a çevirdim, parmaklarını direksiyona ritimle vururken rahatça omuz silkti. O an bunu bilerek yaptığı aklıma geldiğinde bir iç çektim, o da bir kolunu aramızdaki kolçağa yaslayıp daha yakından bakmaya başladı bana, adeta bir mıknatıs gibi birbirimize çekiliyor ve haliyle ben de uzak duramadım. İçten içe çaresizliğime kızdım, çaresizlik ona asla hayır diyememekti, bu yüzden kendime engel olamadım. Bugünün tüm güzelliğine karşın bir elimi Uygar'ın omzuna koyup ona doğru yükseldiğimde Uygar niyetimi anlamış gibi direkt güldü. Dudağının kenarına onunkiler kadar cesur olmayan bir öpücük kondurdum. "Yarın sabah kahvaltıya geleceğim." Boğuk sesiyle "Geleceğim," dedi, uzaklaşmama izin vermeden eliyle boynumu hafifçe kavrayıp bu sefer daha uzun öptü beni. "Simit al, bir de kaşarlı poğaça al." Sözlerim arasında öpüşü ne söylediğimi unutacağım kadar vaktimi çalmadı. "Ben öyle seviyorum," diye yarım kalan yerden mırıldanmaya devam ettim. Hala uzaklaşamıyorduk, arabada nefes seslerimiz yükseliyordu, Uygar elini saçlarıma sarmış ve narin bir şekilde boynumla ensem arasında bir noktayı kavramıştı. "Tamam." "Börek de sen nasıl seviyorsan öyle alabilirsin, hepsini yerim." "Hepsini alacağım." Kısık sözlerinin arasında uzun uzun dudaklarımı öpmeye devam etti. "Akşam yemeğine de kalır mısın?" Hiç itiraz etmeden "Kesinlikle kalırım," dedi, zaten yanımdan ayrılmamak için an kolluyordu ya. "Peki en çok ne yemeyi seviyorsun?" "Sen ne yaparsan onu yerim," derken gözleri adım adım yüzümde dolaştı. Dayanamayıp güldüm. "Böyle politik konuşma, tek bir şey söyle ki ben de onu yapayım." Hafifçe tebessüm ettiğinde "Kırmızı biber dolmasına bayılırım," dedi, başımı memnuniyetle aşağı yukarı salladım. "Yapacağım o zaman." Son kez Uygar'ı öpüp geri çekildiğimde ikimiz de hızla nefes alıp veriyorduk. "Gideyim artık..." derken elimi kapıya uzattım, hem biraz utanıyordum... Onca şeye rağmen hala ufak bir kız çocuğu kadar çekingendim. "Sen de çabucak git hatta," dedikten sonra yutkundum ve bir nefes daha çektim. "Erken uyu, sabah çok da erken kalk, fırın açılsın ve hemen sıcak simitlerden alıp gel." Kolunu benim koltuğumun başına yasladı. "Çok mu sıcak olsun?" Gözlerimi irice açıp "Çok," dedim gizemli bir şeyden bahseder gibi, sonra da daha fazla kikirik gibi gülmemek için alt dudağımı ısırdım. Uygar benim aksime tepkilerini saklamıyordu, apaçık gülüyordu. "İyi geceler Uygar," diye mırıldanıp kapıyı bu sefer gerçekten açtım. Ben inerken başını koltuğa yaslayıp son bir bakış attı bana, artık kötü dileklerde bulunmamanın garipliğini o da hissetmiş olmalıydı. "Bak şimdi..." dedi her şey yanlış zamana denk geliyormuş gibi ya da bilmiyorum, belki de biz tutturamıyorduk. "Bu haldeyken de iyisi zor ama?" Günümüz Kitabın kapağını, geçmişin üstünü örter gibi örttüm; sıcak bir gözyaşı çoktan aşağı akıp hiç bozulmamış mürekkebi yıllar sonra ilk benim yüzümden dağıttığı için biraz utanmış da sayılırdım. Keşke o bozmuş olsaydı diye bir düşünce içimi yokladı. Zaten niye o bozmadı ki? Bunun için bir şansı yok muydu? Yoksa yıllarca bekleyen sadece ben değil miydim? Ama o neyi bekledi? Aşağı katta herhangi bir işim kalmadığını düşündüğüm için kitabı boz bulanık bir suratla yerine geri bırakıp yukarı çıktım, sıvadığı kıyafetinin altından kanayan koluna bakan Uygar geldiğimi fark edince maskenin daha da belirginleştirdiği yeşil gözlerini bana çevirdi ve şüpheyle kıstı. "Bir şey mi oldu?" “Yok…” Üstümdeki ceketi fırlatıp attıktan sonra yatağa oturdum, üstümdeki beyaz kazağımı da çıkarıp çıkarmamak arasında giderken yalnızca onun yarasını sarmak için bunu yapmamın yanlış bir hareket olup olmadığını düşünüyordum. “Ne dedi Okan?” Bir süre ceketimin kolunu çevirerek uzaktan uzağa yatakta oturmaya devam ettim, aramıza yeterli bir mesafe açan Uygar da yavaşça duruşunu düzelttikten sonra ilk önce hırıltılı bir nefes bıraktı dışarı. “Ölmüş.” “Ne?” Kaşlarım hızla çatıldı. “Kim ölmüş?” “Yıllar önce,” derken sözlerinin arasından, geçmişi hatırlamanın yüküyle bekledi. “…ilk görevimizde tam ensesinden vurduğum adam, hiçbir zaman felç kalmamış direkt ölmüş.” Bir süre hiçbir şey söyleyemedim, bakışlarım ağırlığı taşıyamamış gibi yavaşça yere eğildiğinde bile söyleyecek hiçbir şey bulamamıştım, en sonunda güç bela da olsa “Ama,” diye fısıldadım. “Biz…” “Biz yanlış düşündük.” Kabullenişi sinirlerimin gerilmesine sebep oldu. “Yanlış düşünmedik! Bu çok belliydi!” “Belli değildi, yanlış tahmin yürüttük ve ıskaladık, bu kadar.” “Hayır…” Gerçeklerin ve üstüne üstlük hala açık bir yaranın sinirinden dolayı üstümdeki beyaz kazağı hızla çıkarıp attım, bunu yaparken acıyan bedenime karşın sızlanmamak için dudaklarımı birbirine bastırmam gerekmişti… Titrek titrek nefeslendim. “Biz bu tahmini beraber yürütmedik, sen ayrıydın ben ayrı.” Her ne kadar başka bir şeyden bahsediyor olsam da sanki sözlerim yine onu suçlayan bir doğrultuda çıktı dudaklarımdan. “Buna rağmen ikimiz de aynı şeyi düşündüysek nasıl yanlış olabilir?” Sadece ince askılı atletimle kalmıştım, omuzlarım ve boynumu açığa çıkarmak dışında kıyafetim yeterince kapalıydı fakat birden çarpan soğuğun düştüğüm zaman geriye kalan ezikleri sızlatacağını düşünmedim. “Bazen her neye inandıysak o şeye inanmaktan vazgeçmek zor olabiliyor,” diye bir hayat dersi verircesine ağır ağır konuştu Uygar, sesi hala maske engeline takıldığı için kısık ve boğuktu, ben de bunun için çok sinirliydim çok. “Ama gerçekler engellenemez, yeni bir gerçek bu… O adam beş yıl önce zaten ölmüş, hiç yaşamamış.” “Ama şimdi nasıl yeni bir yol çizeceğim kendime?” diye sızlandım, omuzlarım yorgunlukla çöktü, başımı yukarı kaldırıp neden ağlamak istediğimi bilmeden yüzümü kastım, kesin merdiven boşluğuna düştüğüm ve canım çok yandığı için ağlamak istiyordum başka sebebi olamazdı… Tamam canım yandığını hiçbir zaman inkâr etmeyeceğim ama tek sebebinin düşmek olduğunu söylersem yine yalancı olmuş olacağım. Elimi boynuma atıp usul usul ovaladım, kendimi zar zor durdurup geri döndüğümde, Uygar’ın hala kanayan yarası yeni yeni çarptı aklıma. “Başka hiçbir şey söylemedi mi peki?” “O da tekerlekli sandalyeli ve kel bir adamı asla tanımadığını söyledi, bizim tarifimize uygun bildiği tek kişi de zaten öldüğü için fazla konuşacağı bir şey yoktu.” “Anladım.” Burnumu çekip yavaşça Uygar’a yöneldim, normalde öğrendiklerimden sonra böyle bir şey yapmama gerek yoktu, eğer ona inanmayı seçtiysem artık buradan gideceğim kadar yeterli bilgi vardı elimde… Ancak yaralı kolu öyle yaktı ki canımı, kalmaktan başka bir seçenek göremedim. “Şey,” dedikten sonra az önce hırsla çıkarttığım beyaz kazağımı titrek parmaklarımla hafifçe yırttım. “Bununla yaranı saracaktım.” “Boş ver,” dedi usulca. “Kendim hallederim.” “Zor olur.” “Yardımının karşılığı say.” “Karşılık beklemedim senden.” Eskiden beklerdi, eskiden olsa benimle olabilmek için her fırsatı kovalar ve istediğini alırdı, şimdi istemiyor mu? Her ne kadar tersi sözler etmiş olsa da ben koluna dokundum, Uygar da pek engel olacakmış gibi durmuyordu zaten, ona dokunmama müsaade etti. Elimde yırtık bir kazaktan başkası olmadığı için onu Uygar’ın geniş omzuna sardım, aynı yatakta otururken ne ara olduğunu bilmediğim şekilde fazla yakın durduğumuz için nefes seslerimi duymak kadar soluklarımızın birbirine değmesi de mümkündü. “Bunu yapmak zorunda değilsin,” dedi kısık sesiyle. “Niye bana yardım ediyorsun?” Eğik başımı zorlukla kaldırdım, zaten niye ona bakma yükünü sırtlanıyordum ki? Aptal maskesini açmadıktan sonra bu yorgunluktan başka hiçbir şey vermiyordu bana. "Kanasın mı kolun?" "Sen bırak..." Kısaca iç çekti. "Sen bırak kanasın." Küskün bir tavırla başımı iki yana salladım. "Olmaz." "Öldürmez merak etme, yine yaşarım." Belki ciddi değildi, bilmiyorum ama yine de kelimelerinin bıçak gibi içimi yarıp geçtiğini hissettim. "Bir gün istediğin zaman sen öldürürsün beni, bu şansı kimse elinden alamaz." Elimi kaldırıp akacak olan gözyaşının önünü hızla kestim, beni ağlatacak kadar bu denli dolduran şeyin sadece aşağıda gördüğüm kitap olduğunu sanmak hatasına düşmemeliydim... "Niye böylesin sen?" diye en sonunda kırgın bir mırıltıyı ilettim ona; kokusunu rahatça içime çekemediğim için çok kırgındım, bunu kendime hak göremediğim için... olur da bir kere izin verirsem, sus... zaten beni darmadağın etmesine çoktan izin verdim. "Niye takıyorsun bu maskeyi? Niye böyle bir adam oldun sen?" "Nasıl?" Eskiden de yalancıydı, ilk görevimize çıktığımızda aklına koyduğunu yapacak kadar dik başlıydı, istediği olsun diye Belçin'i bile köşeye sıkıştırmakta beis görmemişti, beni yanında tutmak için beni kandırması ona göre yeterliydi, düşündüklerinden öte bir gerçek bilmezdi, herkes hayalperest olduğunu söylerdi ama o bizim ona olan inancımızı başarıyla yönetmişti... Yine de bu hallere düşmemeliydi işte. Dizlerim üstüne doğruldum, o da alışkın ya böyle yapmaya, belimi hafifçe kavradı. Kıyafetim çok inceydi, sanki oraya değince direkt benimleymiş gibiydi. "Böyle..." diye geç kalmış bir cevap verdim. Böyle benim sevemeyeceğim birisi. "Bana yardım ediyorsun, beni kolluyorsun!" "Yapmamalı mıyım?" Kolunu beyaz kazağıma tamamen sardıktan sonra bir süre oradan uzaklaşamadım, onun hiç sekteye uğramayan sesine rağmen bende yoğun bir kırgınlık vardı. "Yapma," dedim usulca, gözlerim ıslandığı için görüşüm bulanıklaşmıştı. "Çıkma karşıma..." Uygar parmaklarını çıldırtır gibi değdirerek saçlarımı omzundan geriye ittirdi. "Benimle sen geldin ama... Asıl ben sormalıyım, niye geldin Yakut? Konuştuk bitti, niye hala yanımdasın?Birisi görürse-" Tişörtünün yakasını tutup onu öfkeyle sarstım. "Birisi görürse mi?" derken göğsüm hızla inip yükseldi. "Birisinin görmesini sen böyle alçak birisine dönüşmeden önce düşünecektin aptal!" "Benim için önemli değil ki..." Saçlarımı bir daha tuttu ama bu sefer bırakmadı. "Benim için seninle olduğumu görmeleri hiç önemli değil." "Ama benim için!" Ellerimle kendimi işaret ettim. "Benim için önemli!" "Yakut." "Sen beni hiç mi düşünmedin mi ya?" diyerek en sonunda geçmişin kapılarını aralamaya kalktım. "Sen evinde karın seni beklerken böyle saçma sapan maskeler takıp pis pis deliklere girmeyi nasıl göze aldın Uygar, bir şey söyle!" Dizlerimi bacaklarının arasına koyup iyice üstüne eğildim, bağırsam bile sesimi kontrollü tutmaya çalışıyordum, zaten usul usul ağladığım için fazla bağırmam da mümkün değildi. "Ne boyadı senin gözünü bu kadar? Uygar..." Elimi maskenin altından boynuna koydum, bileğimi hemen tutup fazla yukarı çıkmama izin vermedi. "Ne cazip geldi de sen her şeyini sattın böyle?" Sessiz kaldı, okuyabileceğim tek şey yeşil gözleriydi... Anlamıyorum işte, şu maskeyi aramızda duvar etmekten vazgeçse onunla ilgili daha çok cevaba erişeceğim ama sınırı geçmeme izin vermiyor. Ben böyle mi yaptım ona? Koşa koşa geldiğinde, yağmurun altında ıslanamayacak kadar arsız bir adam gibi davrandığında hiç reddettim mi onu? Tüm içtenliğimle onu kabul etmedim mi? O niye benim gibi yapmıyor? Zaten kim olduğunu çok iyi biliyorum, onu çok iyi tanıyorum... Neden siyah bir duvara bakarak ağlatıyor beni? Hırsla yakasını sarstım. "Konuşsana! Hiç mi hakkım yok öğrenmeye?” Hala konuşmadığı için dilimi ağır ağır kuru dudaklarımda gezdirdim. "Bizim güzel bir evimiz vardı," derken sesim yavaşça azaldı, o da benden böyle bir çıkış beklemediği için yeşil hareleri oldukları yerde donup kaldı. "Yuvamız... İyi bir hayatımız vardı, benim hiç kimsem yoktu bir tek sen vardın, benim için sadece sen vardın... Hep seni bekleyeceğimi hiç mi düşünmedin ya?" Başım sarsılarak öne düştü, az önce belimi tuttuğu için Uygar bedenimin yalpalamasına izin vermemişti. "Yakut geceleri bensiz uyuyamaz demedin mi hiç, onu böyle alıştırdım beni bekler diye düşünmedin mi? Aklına bile gelmedi mi ihanetini kaldıramayacağım? Sen bana hiç mi acımadın Uygar? İnsanların yüzüne nasıl bakacağımı hiç mi düşünmedin?" Yanlış olduğunu bile bile, başım yavaşça omzuna düştü. Ya en azından bir kere tutup engel olsaydı bana ben bu kadarını yapar mıydım? Silahımı kaldırsam ölmeye razı, sarılsam zaten hiç kopmayacakmış gibi tutuyor… Onun benden ne istediğini anlamıyorken ben de kendimden ne istediğimi hiç bilemiyordum, bazen aklımı oynatacak gibi hissettiğim için utancım katlanarak artıyor, sonra utanmaktan yorulduğum için düşünmemeye çalışıyordum. Keşke ikimiz de bu kadar boyun eğmeseydik yüreğimizin her söylediğine… O zaman bu kadar yenilmezdik ne kendimize ne de birbirimize. Ama biliyorum, diğer türlü de kazanmak bize yetmeyecekti, yıllar boyunca yalnızlığımın sesini dinleyerek anladım… Bilmeyecek, ona söylemeyeceğim ama gerçek bu. Onsuz savaşların zaferini istemiyorum. Hiç haberi olmayacak... ama başka bir doğru yok, istemiyorum. Bu yüzden kapandığım omzunda, tüm içtenliğimi sergileyerek için için ağladım, içimden kopan her bir itirafın gururuma haksızlık olduğunu biliyordum ama dayanamıyorum, onu hala çok severken kimseye itiraf edemediğim için utanıyorum, birazcık canı yansa ben daha çok yandığım için kendime çok öfkeliyim. “Özledin mi beni?” derken, bedenimi artık hiçbir maksadını anlayamadığım bir tutuşla, sıkıca sardı, sesi bir çocukla konuşur gibi şefkatliydi, zaten o bir bebeğe sahip olmanın arzusunu her zaman açıkça dile getirmişti… Son gidişinde bile Uygar baba olmanın çabası içindeydi. Ellerini çıplak omuzlarımda gezdirdi, sıcaklığına sığındım. "Sorma..." diye fısıldarken sanki birisi bizi bulacakmış gibi temkinli davranmama rağmen Uygar sorularını hiç bitirmedi. "Çok mu özledin beni?" "Sorma." "Söyle, çok mu özledin beni?" Sokulduğum yerden yavaşça geri çekildim ama hem kucağında oturduğum için hem de Uygar belimdeki eliyle engellediği için fazla uzaklaşamadım, maskeli suratını yaklaştırınca alnı alnıma değdi, tanık olduğum yeşil gözleri benim kadar kahırlı görünmüyordu, aksine epey sertti; buna rağmen sesinde benim hüsranıma eşlik eden bir şeyler olduğuna inandım. "Hiç mi özlemedin?" "Seni öldürmek istiyorum," diye fısıldadım, bu sayede bir yükten kurtulabilirdim... Ama işte, canı yanınca da çok üzülüyorum. "Onu biliyorum, en başından beri biliyorum." Dokunuşu omzundan başka yöne kayınca saçlarımın üstünden ensemi nazikçe kavramış oldu. "Aklına ilk bu geliyor... Ama öldürmek istesen de özlemiş olamaz mısın?" Soluğu maskesinin havalanmasına sebep oldu. "Biraz?" Dudaklarım titreyerek birbirine değdi. "Yüzünü aç." Uygar dilini diş etine değdirip cıkladı. "Olmaz." "Aç lütfen." "Sana yüzümü görmeyeceksin demiştim." "Ama merak ediyorum..." Bana verdikleri fotoğrafta bir yarası vardı, onu kontrol edersem içim biraz rahat ederdi. "Lütfen." "Beni görünce ne olacak?" dedikten sonra eğer kucağına biraz daha yerleşmeseydim sorusuna hak ettiği cevabı verebilirdim... ama az çok bir yalancıyım, benden dürüst ve adil olmamı bekleyen insanlara karşı ayrı, kendime karşı ayrı ve şimdi sıcaklığı üstümdeki ayazı kolayca kesen Uygar'a karşı ayrı bir yalancı. Maskesinin ucunu çekiştirdim, bir eliyle benim beyhude çabalarımın önünü keserken diğer eli atletimi sıyırıp bile bile çıplak tenime sızdı. "Sen sana bakmamı çok severdin eskiden," deyip bahanelerin önünü açtım. "Eskiden, sen de ben ne istersem onun tersini yapardın." "Değiştim," diye mırıldandım. Beni tekrarladı. "Ben de değiştim." Başka çarem yok mu yani, beni daha da düşürecek bir yalvarıştan başka? "Lütfen..." diye soluk soluğa fısıldadım, gitgide bağımlı düşen bir insanın kendini inandırdığı kadar bir daha bir araya gelmeyeceğimize, bunun son olacağına inanırken sözlerim de aksi bir yön seçmedi. "Bir defa değişmemiş gibi davranalım." Sanki soluksuz kalmışım gibi tüm havayı içime çektim. "Bir defa eskisi gibi yapabiliriz..." "Sonra?" "Sonrasını düşünmedim." Çünkü sonra ne isterim bilemem. "Yakut," dedi yine iç çeker gibi, yine açıkça ifade edilmemiş duygularımızın esiri olarak bir hataya kucak açtık; o az önce sardığım yaralı kolunu yavaşça uzatıp abajurun düğmesine dokundu, içeriyi saran karanlık aşağıdaki minik kedileri hatırlamaması sağlarcasına onların mırıldanmasına sebep olmuştu. Işıksızlıktan kaybolan suratı yüzünden canım sıkıldı, üstelik maskesini sıyırdığını hissedebilecek kadar da yakınındaydım. “Böyle göremem ki,” diye gitgide mahzunlaşan bir tonda mırıldandım. "Görme zaten, boş ver." Parmaklarım saniyeler sonra çekilen maskenin açıkta bıraktığı soğuk tene değdi, göremeyen birinin sarf edeceği bir çabayla ellerimi kaydırıp Uygar’ın hatırımda kalan son hatlarını seçmeye çalıştım… Çıkık elmacık kemikleri, içe göçmüş yanakları, keskin çenesi, kalın dudakları; karanlığın içinde kaybolan her bir zerresi dokunuşlarımın altında kendine bir tezahür bulmakta gecikmedi. “Görmek istemiştim,” diye mırıldandım, kumral saçları bile elimin altındayken onları göremeyecek kadar beni sınamamalıydı. “Buna ihtiyacımız var.” Sessiz mırıltısını, beni kendine çekerek sonlandırdı. Kalın dudaklarını, utanıp da söyleyemediğim bir dileği yerine getirir gibi benimkilere sürttü. Kelimelerimi bölecek, soluksuz bir öpüşe yeltenmediği için ilk başta yalpalasam bile sonra ismini mırıldandım. “Uygar…” “Efendim?” O da diyemiyor, güzel sözlerini kullanamıyor. Ellerimi boynuna sarıp biraz daha kendime çektim, sanki birisi ardımdan günahıma alkış tutuyormuş gibi tehlikede hissetmek istemiyordum… İçimdeki rahatsızlık yıllar önce hissettiğim kıpırtıya benzemiyor, hiç bilemeyeceği şekilde onu hala çok seviyorum, ama onu her zaman sevdiğim haliyle öpemiyordum şimdi. Dudaklarını hareket ettirişi çok tanıdıktı, beni belimden tutup kucağına biraz daha yerleştirmesi bile yıllar önceki yakınlığımızla aynıydı… Ama az sonra suskunluğumu bürünüp gidişim aynı olmayacaktı, bunu da hiç hak etmedim. Yine de bir kere ayak basılmış yanlış o yolu ilerleyebildiğim kadar gittim. Uygar bir elini belimden sırtıma kadar kaydırdı, belim yay gibi gerildi, hızımızı küçük öpücüklerle düşürdüğümüzde ondan tek bir karış bile uzaklaşamamış haldeydim. “Yanlış yoldayız,” diye fısıldadım. “İstememiş miydin?” “Biraz.” Mırıltımdan sonra sıcak ellerinin bedenime yaydığı uyuşukluğa kapılarak biraz daha sarıldım. Uygar da başını eğip artık maskeden gizlenmeyen suratını omzuma kapattı, artık büsbütün değiyordu… Ama bana göstermiyordu. “Biraz istemiştim.” İtirafım bu sefer güldürmedi, eskiden olsa gülerdi. Ama gülmemesine rağmen yüzünü gömdüğü yerde öyle ağır soluklanıyordu ki, eski bir hatırayı tekrar canlandırmanın, birbirimizi öpmenin yalnızca bende değil onda da büyük bir hasar bıraktığını anladım. “Özledin çünkü, değil mi?” diyerek bir süredir tekrar ettiği soruyu bir daha sordu. Boğazımdan aşağı inen nefesim göğsümün titremesine sebep oldu, yüzüm ağlamaklı bir ifadeyle kasıldı, bir elimi kaldırıp alnıma bastırdım, kendimi durdurmak için çok uğraştım ama bu çok zordu. Onunla yıllar sonra tekrar bu halde birbirimize karışmak fakat her şeyin birer hatadan öteye geçemeyeceğini bilmek çok zordu… “Özledim,” diye fısıldadım, hislerimin bana ihanet ettiği gibi gerçekleri ortaya seren dilim de bana ihanet etti. Başımı histerik bir şekilde aşağı yukarı sallayıp bir daha söyledim. “…özledim.” Ve sonra beni kuşkuya düşüren donukluğunu sona erdirip karanlığın içinde kaybolan suratını çok az geri çekti, onu bekleyen sızılı tenime eskisi gibi bir öpücük bıraktı. Tutunduğum bedenini biraz daha sıkı kavradım, etinin benim ellerim altında acıyıp acımaması bile umurumda değildi. Onunla yaralandığım yükünü zaten yıllardır içimde saklıyorum, bir de onunla iyileşmenin ağırlığı bindi sırtıma. “Kimseye,” diye mırıldandıktan sonra Uygar yerinden doğrulduğu için sustum. “…söylemezsin bunu.” “Neyi?” “Burada olduğumu.” “Beni öptüğünü mü?” Başımı gördü mü görmedi mi emin olmadan aşağı yukarı salladım. “Hı hı.” Ancak sonrasında başka bir teklifte bulunacağını bilmezdim. “Biraz daha kal yanımda,” derken bir elini benden ayırıp yatağın üstündeki maskesine uzattı. “O zaman kimseye söylemem.” “Ama?” “Yardımım için karşılık vermek istememiş miydin?” Evet, eskisi gibi olsa da benden bir şeyler beklese istemiştim yoksa ben kendim, onunla bir şeyleri paylaşabilecek kadar eli açık değildim. “Karşılığı bu,” dedikten sonra maske olmadığı için artık daha net duyulan sesi ilk kez mahzun bir hale büründü. “Biraz daha yanımda kal, kimseye hiçbir şey söylemeyeceğim.” Kabul edecektim, sessizliğim biraz zaman alsa da bu aptal teklifi o an kabul etmeyi gerçekten çok istedim… Fakat sükunetin kol gezdiği ufak kulübede, onun titreyen telefonunu sesi duyulduğunda herhangi bir yanıt için vaktim kalmadı. Uygar yan taraftaki komodine uzanarak telefonunu hemen aldı, ilk başta ekrana kaydırıp bir şeylere baktı, başını öne eğdiği için ifadesi görmem mümkün değildi, onu neyin beklettiğini anlayamadım üstelik telefonu hala çalıyordu. Sonrasında “Söyle,” diyerek aramayı cevapladı, yakın durduğumuz için karşı tarafın konuşmasını duyabiliyordum ve onu hemen tanıdım, kulübenin önündeki deponun çevresinde dolaşan genç çocuktu. “Abi,” dedi biraz sıkıntılı bir sesle. “Abi valla rahatsız ettim kusura bakma… Ada yenge geldi de onu söylemem gerekti yoksa rahatsız etmezdim, valla çok özür dilerim.” * Hoşça kalın, kendinize iyi bakınnn <3 |
0% |