@askilav
|
Merhabaa🖤
21. ADİL OLMAK “Biraz daha kal yanımda,” derken bir elini benden ayırıp yatağın üstündeki maskesine uzattı. “O zaman kimseye söylemem.” “Ama…” “Yardımım için karşılık vermek istememiş miydin?” Evet, eskisi gibi olsa da benden bir şeyler beklese istemiştim yoksa ben kendim, onunla bir şeyleri paylaşabilecek kadar eli açık değildim. “Karşılığı bu,” dedikten sonra maske olmadığı için artık daha net duyulan sesi ilk kez mahzun bir hale büründü. “Biraz daha yanımda kal, kimseye hiçbir şey söylemeyeceğim.” Yıllar önceki kadar açık sözlü değildik, aynı masada oturduğumuz insanlara aramızdakileri belli etmemek için uğraşırken aslında herkes her şeyi bildiği için, içi alev alev yanan ve birbirinden uzak duramayıp kendilerine sığınacak bir kuytu arayan iki genç değildik… Bu yüzden kimsenin hiçbir şey bilmeyecek olması o günün aksine bugün beni tatlı bir heyecana değil, hummalı bir utanca sürüklediği için bu teklif epey cazip geldi, kimse bizi bilmemeliydi. Kabul edecektim, onu sevmenin, onunla sevişmenin lekelerini henüz kendimden silemediğim için sessizliğim biraz zaman alsa da bu aptal teklifi o an kabul etmeyi gerçekten çok istedim… Fakat sükunetin kol gezdiği ufak kulübede, onun titreyen telefonunun sesi duyulduğunda herhangi bir yanıt için vaktim kalmadı. Uygar yan taraftaki komodine uzanarak telefonunu aldı, ilk başta ekranı kaydırıp bir şeylere baktı, başını öne eğdiği için ifadesini görmem mümkün değildi, onu neyin beklettiğini anlayamadım üstelik telefonu da hala çalıyordu. Sonrasında “Söyle,” diyerek aramayı cevapladı, yakın durduğumuz için karşı tarafın konuşmasını duymak zor değildi. Sesi hemen tanıdım, kulübenin önündeki deponun çevresinde dolaşan çocuktu bu. “Abi,” dedi genç çocuk, biraz sıkıntılı bir sesle. “Abi valla rahatsız ettim kusura bakma… Ada yenge geldi de onu söylemem gerekti yoksa rahatsız etmezdim, valla çok özür dilerim.” Ellerim mekanik bir tavırla Uygar’ın üstünden çekildi, artık ilişiğini kesmemiz gereken tenlerimizden dolayı usulca ayrılmak istedim. Başka bir kadının ismini duymak, bu ismin aklımda bir şüpheye yer açması o an fazla yaralayıcıydı, yanına koyulmuş hitabı düşünmek ise düpedüz eziyet. Uygar’ın bana yardım ettiğini düşündüğüm gece gelen bu kız, sıradan bir Ada mıydı yoksa tahmin ettiğim üzere Ada Akdeniz mi? Çünkü eğer öyleyse, güvenim beklemediğim kadar çok kırılacaktı. Nefesimi tutup yine de onun kucağında usul usul konuşmaları dinlemeye devam ettim. “Anladım.” Uygar nasıl tepki vereceğini belli etmeği donuk sesiyle konuştu, ben ondan uzaklaşmak istediğimde ise elini belime daha sıkıp beni kucağına biraz daha yerleştirmişti. Niye böyle yaptığını çözemedim, eğer başka bir şey çıkmasa zaten ben de ondan bu kadar erken uzaklaşmak istemezdim… Hafifçe doğruldu, telefonda onu bekleyen birisine rağmen aramızdaki mesafeyi kısaltışı tedirgin hissetmeme sebep oldu. “Niye gelmiş?” Karşı taraftaki Gencay’ın konuşmadan önce ‘hmm’ diye mırıldanırken sesi titredi. “K-konuşmak için herhalde? Değil mi abl-…” Sonra birden sözlerini değişti. “Pardon, yenge diyecektim.” Ve bu sefer Gencay’ın sesine, daha önce hiç tanıklık etmediğim bir ses daha karıştı, bu ses Ada’ya aitti. “Evet, sadece konuşmak için.” Hala yoğun bir karanlığın içindeydik, az önce telefonun ışığı yandığında şans eseri Uygar’ın suratını görebilirim sansam da bir süre sonra telefon da söndüğü için tekrar eski halimize döndük… Karanlığa, birbirimizi hiç göremediğimiz bir ana. Ondan sabırsızca tepki bekledim, gel ya da git diyecekti, sadece birisini seçerek aslında beni de belirsiz bir konuma düşürecekti. Gerçi tam şimdi bir kararsızlığa düşmesi yerine bu aramanın hiç gelmemiş olmasını dilerdim, en azından ona biraz sığınabileceğim kadar vicdanımın sesini bastırmışken başıma gelmemeliydi bu talihsizlik… Dudaklarımı ısırdığım esnada sessizliği baltalayan tek şey Uygar’ın nefes sesleri oldu. Hadi bir şey söyle, bir cevap ver, zaten sana kaçtığımdan dolayı karışık aklım… Bir de o kızın buraya gelebilme tenezzülü göstermesine dayanabilecek değilim.
Kalkan’ın Yeri Büyük mekânın yüksek tavanındaki cılız aydınlatmalar birer birer söndü; dövüşün yapılacağı platformun ışıkları birbirlerini görmek için yeterliydi, yine de loş ışıktan dolayı ürken Kalkan iki adam tarafından tutularak oturduğu yerde rahatsızca kıpırdandı. Yüzüne doğrultulmuş silaha bakarken uzun uzun sızlanmak geçti içinden, buna rağmen kendisine bir şeyler sorulana dek susmayı tercih etti. Yan yana sandalyelerde üç kişi oturuyorlardı, en solda dövüş izlemek için geldiği yerde sızıp yakalanan birisi varken ortada bekleyen kişi Güney’di. Sağında oturan Kalkan’a hiçbir şekilde bakmayıp yalnızca suratlarına doğrultulmuş silahı takip ettiği için Kalkan bir süre ayağını ritimle yere vurdu, niyeti onun dikkatini çekmekti fakat bir süre hiçbir sonuç elde edemedi, en sonunda Kalkan da sıkıntıyla önünde dönmek zorunda kaldı. İçeriyi huzursuz bir uğultuya boğan adam, silahının kabzasını parmaklarını hareket ettirerek bir kez daha sardı; sürekli bu hareketi yaptığı için namlunun ucundaki iki adamın tedirgince kıpırdanışlarını seyretmekten keyif duyduğu ayrı bir gerçekti fakat o an kalbinde, kısa bir süre önce kaybettiği oğlunun kaderini yaşamasından korktuğu manevi yeğeninin intikamı da vardı. “Şimdi biriniz cevap verecek,” diye ağır ağır mırıldandı. “…oğlumuzu vuran o kevaşe nereye kayboldu?” “B-bilmiyorum, valla bilmiyorum!” Kırmızı dövmeli başını korkuyla hareketlendiren Kalkan, kendisini tutan adamların dokunuşları altında kıpırdanıp gözlerini yalvarırcasına kıstı. “Ama inanın ki çok dua ediyorum evladımıza hiçbir şey olmaması için-” Mürsel İzgi, silahını parmağının ucunda atik bir tavırla tam tur çevirdi; bunu yaptığı an Kalkan oturduğu yerde irkilmişti, yarım kalan sözlerini ise tamamlamak yerine yutkunarak susma mecburiyeti hissetti. “Biz senden Allah’ın işine karışmanı istemedik, biz senden sadece cevap istedik,” derken sesindeki anlayış kalbindeki hırsla pek örtüşmüyordu. “Gerçek bir cevabı olan yok mu yoksa ben sırayla konuşturayım mı sizi?” Hemen ardında sabırla bekleyen dostu Ahmet’in yaşamasını istemediği bir şeydi kendi kaderi… Bir cezaevi koğuşunda darağacına asılarak canı alınmış oğlu gibi, ufak tefek bir kızın intikam yemini olmayacaktı Okan; her ne kadar doktorlar durumunu iyi görse de karşılığını ödetebilecek kadar sebepleri vardı, öfkeliydiler, bu yüzden Mürsel silahını Kalkan’dan uzaklaştırıp diğer iki adamda dolaştırdı. “Yahu siz de adımı zorla kötüye çıkarmayın,” dedikten sonra keyifsiz bir kahkaha attı fakat o andan sonra vahşeti andıran suratıyla haykırdığı sözler, birkaç saniye önceki gibi onu sakin göstermeye muktedir değildi. “Kim götürdü lan kızı!” “S-Sarraf…” Ellerini dizlerine yaslayıp pantolonunu sıkan Güney, omzundan bastıran adam yüzünden bedenini biraz aşağı eğdi, ıkınarak sarf ettiği sözlerin ardından derin bir nefes çekmişti içine. “Kızı onun götürdüğünü gördüm, zaten Okan da en son onun yanındaydı.” Arka tarafta kolları önünde bağlı halde bekleyen Ada, duruşunu bozup bir adım geri çekildi, maksadı ilk başta itiraz etmek olsa da sessizce bekleyen babasının tepkisini henüz göremediği için susmakla yetindi. Kalkan duyduklarından sonra gözlerini sıkıca kapatıp açtı, bunu yaparken temizlediği boğazıyla Güney’e susması için bir uyarı vermek istemişti oysa bir yanı da saatler önce Sarraf tarafından şantaja uğradığı için epey kızgındı. “Ah öyle mi?” diye elinden geldiğince kibar bir mırıldanışın ardından kaşlarını havaya kaldırıp indirdi. “Hiç bilmiyordum… Ben o an evladımız için çok çok dua ettiğim için bir şey göremedim ne yazık ki…” “Mürsel amca,” diye incecik mırıldanan Ada, babasının yanından ayrılıp korkuyla ön tarafa çıktı. “Sanmıyorum, yalan söylüyor olabilir… Sarraf öyle birisi değil.” “Sen de tanıyorsun demek?” Uçlarına doğru sarılaşan kıvırcık saçlarını bir kez eliyle taradıktan sonra arkasına döndü Mürsel, bakışlarını direkt manevi yeğeni Ada’ya dikti. Şehlevent hayattan elini çektiğinden beridir onlara karşı hassasiyeti daha fazlaydı. “Evet biraz, çok yakından değil.” Genç kızın gözlerinde, abisinin yaralanmasından ötürü hissettiği hüzün ve korkunun ıslak izleri vardı. Bu işin, son zamanlarda ilgisini fazlasıyla cezbeden Sarraf’ın üstüne kalmasının korkusunu yaşıyordu… Sarraf abisinin canına kastetmek isteyecek birisi değildi, eğer öyle olsa zaten hiç yan yana gelmezlerdi. “Ama eminim, yapmaz o.” “Canım bunu ona sormadan bilemeyiz.” Mürsel, hemen sonra silahını diğerlerinin suratında gezdirdi. Kalkan ve Güney’in dışında kalan bir kişi sürekli uyuklarken pek de orada bulunuyormuş gibi değildi fakat hiç kimseyi serbest bırakmaya yanaşmadan bir soruyu dile getirdi. “Tanıklık etmek isteyen başka cesur yürekli var mı Sarraf konusunda?” “O odada sen de vardın Kalkan,” dedi Güney en sonunda sinirle, eline bir şans geçmişken bunu değerlendirmeyecek değildi. “Hatta isterseniz Cüneyt’e sorun, odada kimin olduğunu o da çok iyi gördü! Sen de konuş kardeşim, konuş, o odada uzun uzun ne anlattınız birbirinize? Sarraf, Okan’ı ringden boşuna mı indirdi?” “Ne ringinden bahsediyorsun?” diyen Ahmet Akdeniz, bastonunu sertçe bastırıp oraya yaklaştı. Oğlu yurt dışından döneli henüz iki gün olduğu için başlarına böyle aceleci bir bela geleceğini düşünmemişti ancak çok zaman geçmeden yaşadıkları hayatın gölgesinin oğlunu da karanlıkta bıraktığını fark etti. “Ayrıntılı anlat şunu, oğluma ne yaptınız!” Güney omzundaki eli sinirle ittirip dikleşti. “Sizin oğlunuz bu gece dövüşmek için ringe çıkacaktı ama Sarraf buna müsaade etmedi, ben çıkacağım deyip maçı da iki saat sonraya erteletti… E sonra da ikisi ortalıktan kayboldu, hadi anlat Kalkan, en son ikiniz yok muydunuz Okan’ın yanında? Cüneyt senden parasını almaya geldiğinde gördü sizi o da anlatsın!” “Maşallah,” diye bıyık altından öfkeyle sızlandı Kalkan.” Maşallah, bize ne hacet sen yeterince her şeyi görmüşsün zaten…” Hiçbir şey duymadığı için Güney suçlamalarına hızla devam etti. “Hatta çocuğu vurmak için gelen kızı da Sarraf alıp götürmedi mi? Niye götürdü lan kızı? Konuşsana oğlum bir çıkarın mı var yoksa bu işten?” Kalkan titrek elinin orta parmağını yavaşça alnına sürttü, bu esnada korku içinde mırıldandı. “Efendim şimdi şöyle…” Gözlerini sinirle kapatıp açtı, kısa süredir tanıdığı arkadaşına ihanet etmek istemese de kendisi onun tarafından çoktan kazıklandığı için ani bir hırsla ne biliyorsa söylemek geçti içinden. “Doğru, kendisi benden Okan’ı dövüşten geri çekip onu çıkarmamı ama maçı da iki saat sonraya ertelememi istedi, sonra da biz sizin oğlunuzla oturup konuştuk.” “Ne konuştunuz?” diye haykırdı Ahmet, onun histerik çıkışını Mürsel elini kaldırarak durdurdu. “Dostum biraz sakinleş… Bu işler böyle yürümüyor.” “Nasıl sakin olacağım Mürsel? Rezalete bak, bir uçkursuz mu göz dikti benim oğlumun canına yani?” Ada babasının bastonuna tutunan kolunu kavradı ve onu yavaşça kendisine çekti. “Babacım bence de amcam haklı, sakin olmalısın… Hem Sarraf’ın kızı alıp götürmesi onu suçlu yapmaz, ne olduğunu hiç bilmiyoruz.” Ahmet yavaşça geri çekildi. “Adam akıllı anlatsınlar o zaman şunu.” “Açıkçası evet, ben Güney arkadaşıma katılıyorum,” derken titreyen sesini kısa bir öksürükle kapattı Kalkan, elini kaldırıp güven vermek istercesine göğsüne de yasladı. “Biz gayet normal sohbet ederken içeri birden bir kız geldi ve Okan’a ateş etmek istedi, kızı da buradan Sarraf götürdü… Ayrıca tüm duam gerçekten-” “Kes tatavayı, kızı götürdü yani son sözünüz bu mu?” “O götürmemiştir,” diye son çırpınışlarını sergilemeye çalıştı Ada, dağınık sarı saçlarını başını geriye yatırarak ittirdikten sonra burnunu koluna sildi. “Böyle bir şey yapacak birisi değil o, abimin canına kastetmek istemez ya da onu öldürmek isteyen birisini korumaz!” Yaşlı adam gerçek bir merakla kızına döndü. “Ada şimdi neyin savunması bu?” “Onu tanıdığım için söylüyorum baba, yapmaz işte…” Çok değil, sadece birkaç defa bir araya gelmiş olsalar da Ada tüm merhametini kuşanıp Sarraf’a yardım ettiği için bu kazığı ondan yemeyeceğine inanıyordu. Babasından aldığı tüm değerleri reddedip daha iyi bir şey yapmak uğruna ailesinden gizli işler çevirmenin cezası suratına böyle bir ihanetle çarpmamalıydı… Ne de olsa vurulan kendi abisiydi, onlara karanlık bir dünyada yer aldıkları için kızsa da ailesinden kimseyi yitirmek istemezdi, bu yüzden hayal kırıklığıyla mırıldandı. “…yapmamalı.” “Demek ki tam olarak tanıyamamışsın cimcime,” diye alayla konuşan Mürsel, sevimli olduğunu düşündüğü ifadesini sarı dişlerini göstere göstere gülerek tamamladı. “Adresi nedir bu herifin?” Güney bu soru kendisine yöneltilmese bile hızla cevapladı. “Buraya çok yakın… Yedi kilometre ilerideki eski milli parka giden bir yol var, oradaki ormanın içinde de kullanılmayan bir depo. O eski deponun arkasındaki göl adasında tek başına yaşıyor, tüm işlerini oradan hallediyor.” “Eh madem öyle, biz bir ziyaret edelim kendisini.” Ada hışımla karşı çıktı. “Hayır hayır, sizden önce ben gideyim.” Sessizliğini içinde yaşadığı korkuyla sürdüren Ahmet, duyduğu şeye kızgın bir tavırla itiraz etti. “Yok öyle şey efendim, ben kızımı elin uçkursuzuyla bir başına bırakmam!” “Baba, bu ilk olmayacak.” “Kaçıncı olacak peki yavrum?” Sıkıntıyla ofladı. “Daha fazla kabadayılığınızı seyretmeye sabrım yok,” derken tek isteği, gerçeği herkesten önce öğrenmekti; buradaki insanlar belki Sarraf’ın canını yakmak istiyor olabileceği için herkesten önce davranacaktı. “İlk önce gidip ben konuşacağım, o bana karşı her zaman dürüst oldu… Yalan söylemeyecek, biliyorum.” “Hani sen bu lavuğu o kadar çok tanımıyordun Ada?” Genç kız bu sefer bakışlarını Mürsel’e çevirdi, mekân kalabalık olmasa da içeride yalnız değillerdi ve bu durumda hem babasına hem de amcasına bir şeyler anlatmaya çalışmak pek iyi hissettirmedi. “Demek ki bu kadar tanıyormuşum! Siz öldürmek isterken ilişkilerinizi ve bağlarınızı sorgulamıyorsanız benim de birisi haksız yere canı yanmasın diye uğraşırken kimseyle yakınlığımı sorgulamayın, en azından ailemizde hala birileri merhamet sahibiyken bence hiç yapmayın Mürsel amca…” “Eğer sen böyle tatlı tatlı güvenirsen,” deyip manevi yeğeninin omzunu tuttu Mürsel, az önce havada olan silahını da sakince aşağı indirdi… Tam olarak böyle zamanlarda kendi oğlunu özlüyordu. Şehlevent onun bu hayatta her şeyiydi, düğümlenen boğazını açmak için bir defa yutkundu. “Seni gerçekten çok üzerler güzel kızım.” “Amcan haklı, kim olduğunu bilmediğin insanlara böyle güvenemezsin Ada.” Ada, iki taraftan gelen baskıyla omuzlarını düşürüp gözlerini devirdi. “Beni üzeni ben daha çok üzerim siz merak etmeyin, bana da bebek muamelesi yapmayın.” Mürsel onun mızmızlanan haline ufacık gülümsedi. “E ama bebeksin daha.” “Pardon efendim, biz artık gidebilir miyiz acaba?” diye mırın kırın konuşan Kalkan’ın ardından, Ada’nın üstünden ellerini çeken Mürsel yorgunca nefeslendi, sonrasında silahını kaldırıp kafası dövmeli adamın ayağının ucuna ansız bir kurşun sıktı. Kalkan’ın “Ayy!” diye bağırıp yerinde kıpırdanışını çatık kaşlarıyla dinlemişti. “Hadi kalk git.” Ahmet, Ada ve Mürsel’in mekândan ayrılmasının ardından, içeride dolanıp konuşulanları dinleyen Reha, hızlıca arabasına bindi ve anahtarı aceleyle çevirdi. Dikiz aynasından sıklıkla arkasını kontrol ederek yola koyulurken bir yandan da ceketinin cebine sıkıştırdığı telefonu çıkardı. “Başa bela bu kız, başa bela başka bir şey değil,” diye memnuniyetsizce mırıldanıp telefonu kulağına yaslamıştı. Saatlerdir mekâna gelip işlerini baltalamaması için uzakta tuttuğu kız, Okan’ın peşinde bir katil olduğunu bildiği için durmaksızın ‘abimin yanına gitmek istiyorum’ diye tutturmuştu demek ki… Bir türlü açılmayan telefonu tuttuğu elini kafasına vurdu ve bir daha sinirle mırıldandı. “Kafama sıçayım, en başta müsaade etseydim böyle olmayacaktı.” Eğer en başında Ada’yı Uygar’ın olduğu yerden ve abisinin yanından uzakta tutmasaydı, belki bir ihtimal Güllü’yü erken bulurlar ve böylelikle Güney’in olanları afişe etmesine sebep olmazlardı. Şimdi herkesin tek hedefi Sarraf iken arabanın hızını biraz daha artırdı, ısrarla ulaşmaya çalıştığı Uygar’dan ise bir dönüş alamadı. En son, çaresizce karanlık yolu seyrederken hızlı birkaç mesaj bıraktı: Mekandakiler senin adını verdi. Ada kulübeye geliyor ama yalnız gelmeyecek, aile boyu geliyorlar. Yakut hala yanındaymış. Sakın Ada’nın içeri tek girmesine izin verme, hepsini içeri al ben Yakut’un dışarı çıkması için ortalığı temizleyeceğim. Bu arada tam bir şerefsizsin, sebebini sakın sorma.
Yakut Yalınkılıç Ondan sabırsızca tepki bekledim, gel ya da git diyecekti, sadece birisini seçerek aslında beni de belirsiz bir konuma düşürecekti. Gerçi tam şimdi bir kararsızlığa düşmesi yerine bu aramanın hiç gelmemesini isterdim, en azından ona biraz sığınabileceğim kadar vicdanımın sesini bastırmışken başıma gelmemeliydi bu talihsizlik… Dudaklarımı ısırdığım esnada sessizliği baltalayan tek şey Uygar’ın nefes sesleri oldu. Hadi bir şey söyle, bir cevap ver, zaten sana kaçtığımdan dolayı karışık aklım… Bir de o kızın buraya gelebilme tenezzülünü göstermesine dayanabilecek değilim. Eğer mevzu sadece kırıcı bir kıskançlık olsaydı burayı darmaduman edebilirdim… Mesele, benim hayatımı tehlikeye atması muhtemel birisinin gelme ihtimaliydi. “Yanında kalmaya çalışıyordum,” diye incecik fısıldayarak dudaklarımı kıpırdattım, söylediklerimi yalnızca Uygar duysun istedim, zaten telefonun ardına ulaşamayacak kadar kısıktı tonum. Gerçi konuşmasam bile hüsranım gözlerimden de anlaşılırdı, bu yüzden az önceki gibi beni sıkıca saran Uygar konuşmayı tercih ettiği an hiç uzaklaşmadı ve “Gelsin,” dedi. Her şey bilincime ağır ağır nüfuz ettiği için ilk başta biraz tutuklu davrandım, bacaklarımı onun kucağından sıyırmak için yavaşça hareketlenişim o kadar kesin bir sonuç getirmedi çünkü Uygar da gitmeme engel olarak üstüme kapanmıştı. Artık telefon konuşması benim için daha netti, aramanın diğer tarafındaki sesleri duymak için dikkat kesilmeme gerek yoktu. “Ama söyle tek gelmesin, cümleten buyursunlar içeri.” İnceden inceye bir alay barındıran konuşmasıyla duraksadım, tam bu esnada dibimde soluklanan Uygar dudaklarını hafifçe bana sürttü. Hayrete bürünen tepkimi gösterebilmek için onun dudaklarımı çok kısa bir süre kavrayıp geri çekilmesini bekledim… Tam bu an, bir de benden aklı başında davranmamı bekleyecekti aptal. Derin bir soluk çektim içime. “Cümleten mi buyursunlar?” diye dudaklarımı kıpırdatarak sözlerini tekrar ettim yavaş yavaş. Gencay da buna şaşırmış olacak ki benim gibi bir tepki verdi. “Abi anlayamadım…” “Ne yapıyorsun sen?” diye bir daha fısıldadım, Uygar ise sanırım beni uyarmak maksadıyla boğazını temizledi. “Ya dönsün gitsin ya da peşinde başka kimi getirdiyse dürüstçe çıkarsın karşıma.” Konuştuğu esnada nefesleri bana değiyordu, parmaklarımı üstünde tereddütle indirip kaldırırken en sonunda tamamen ona tutundum. “Konuşulacak ne varsa açık açık konuşuruz, yoksa benim kimsenin oyununa ayıracak vaktim yok.” Sözlerinin arasında, uzak duramadığından mı bilmiyorum, ya da o da benim kadar çaresiz hissediyordur belki, dudaklarıma kaçamak bir öpücük bıraktı. Ona karşılık verecek kadar bile vaktim yoktu, çok uzaklaşmadan geri çekildiğinde omzunda duran elimi özlem hissiyle yukarı kaldırıp yanağıyla boynu arasına koyup tenini sardım, bu hissi çok sevdiğim için geçmişte de kendime engel olamazdım zaten… “Meşgulüm, uyuyorum,” diye mırın kırın yarım kalan sözlerini devam ettirdi Uygar, tek isteğim telefon konuşmasının diğer tarafından fark edilmemekti. Gencay, aramayı cızırdatacak kadar uzun bir nefes bıraktı. “Ada ab-… Aman ya yenge diyecektim.” Arka taraftan uzak bir sesle, “Tamam, gerek yok,” diye mutsuz mutsuz cevapladığını işittim Ada’nın. “Sarraf abim tek gelmesin, kimle geldiyse beraber buyursunlar içeri diyor, yoksa öbür türlü kabul etmeyecekmiş.” “Ben…” Bir süre bekledi, sesindeki şey ya hayal kırıklığıydı ya da karasızlık. “Tamam öyle olsun, yalnız gelmeyeceğim.” Neler olacağını bilemediğim için sıkıntılı bir soluk bıraktım; hemen ardından Uygar da “İyi olur, beş on dakika sonra yolla ben daha yeni kalktım sayılır,” diye bir cevap verince aklım daha çok karıştı, eğer o kız burada yalnız değilse muhtemelen yanında babası vardı… Abisinin vurulduğu gece Uygar’ın yanına gelmelerinin tek sebebi de ancak gece yaşananlar hakkında bir şeyler duymaları olabilirdi. “Gencay sen de depoda bekle, kaybolma bir yere.” Ama ya ben? Onlar az sonra buraya geldiğinde, benim için planı ne olacaktı Uygar’ın? Bundan dolayı güvenimde kırılgan bir sarsıntı vardı, tam şimdi nefesi dudaklarıma değip dururken yalnızca dokunuşlarımızın birbirine olan muhtaçlığına tutunamazdım, evet onunla her şeyimi paylaşmak tarif edemeyeceğim kadar haz ve heyecan veriyordu ama koşulsuz bir teslimiyetin de hasar bırakmaması imkansızdı. Uygar telefonu kapattı, onu geriye fırlattı ve ben kucağındayken ayağa kalkmaya koyuldu, omuzlarına tutunduğum için uzun çizmelerimle yere sağlam bir adım bastım. Telefonun son ışığı bir kez daha çekip gidince onu görmeyi kıl payı kaçırmışım gibi kendimi şanssız hissetmiştim, hatta bize ayrılan zamanı da bu kadar çabuk tükettiğimiz için çok üzüldüm ama zaten ne Uygar’ın bana suretini göstermek gibi bir niyeti vardı ne de bu vakitler tam anlamıyla bize aitti. “Ne olacak şimdi?” diye bir şeyler sormama kalmadan, sadece iki adımla geriye yürüyüp beni asma katın çok yüksek olmayan korkuluğuna yasladı. Az önce ince atletimi sıyırdığı için çıplak belim soğuk demire değdiğinde Uygar’ın da ellerini benden fazla uzaklaşmadan iki yana koyduğunu hissettim, demire tutunsa bile kaçamak bir dokunuşla tenimi okşadı. Uzun boyu ve geniş cüssesiyle üstüme kapanmıştı. “Hakkımızı kaybettik,” dedi mırıltıyla, bir şeyler söylemek istedim fakat telefon yüzünden yarım kalan öpüşmemizi tutkulu bir aceleyle devam ettirince derin bir sükûnet doğdu kulübede. Yaralı kolunu hala demire yaslamaya devam ederken sonrasında diğer elini kaldırdı ve önüme gelen düz siyah saçlarımı hafifçe geriye itti, bir süre sonra geri çekilince vakti değerlendirmek ister gibi art arda hızlı öpücükler kondurup kelimelerini de araya sıkıştırdı. “Sikeyim böyle işi…” Başparmağımı bir türlü göremediğim dudaklarına koyduktan sonra “Şştt,” diye usulca uyardım. “Şunu düzgün anlat, gerçekten içeri mi girecekler yani?” Uygar yüzünde duran elimi tutup aşağı indirdikten sonra geriye ittiği saç tutamlarımdan açıkta kalan boynuma eğildi, ben de diğer avucuma batan ufak sakallarının son kez keyfini çıkardım çünkü az sonra kapı tıklatılınca büyük bir arbedenin içinde bulacaktık kendimizi… Ben ne olacaktım hiçbir fikrim yoktu, buna rağmen yıllar sonra tekrar onunla olmak o kadar güzeldi ki. Ve şimdi ne kadar isterdim hiç yalan söylememiş olmayı… Evimize dönebilmek bile ne kadar şanslı kılıyormuş bizi. Onun o zamanlar temiz olduğuna inandığım kalbinin beni hüsrana uğratmaması, aslında elimde sıkı sıkıya tutmam gereken anlarmış. Derin derin nefeslenen burnu belli ki kokumu içine çekerken, bu anın bile huzursuz hissettirmesi hiç de yaşanmayacak bir ihtimal değilmiş benim için. “Gelecekler.” “Ben ne olacağım?” diye korkuyla değil ama ona dair bir tereddütle sordum, buradan her türlü yaşayarak çıkardım da ona güvenip yarı yolda kalmanın pişmanlığını yıllar geçse unutmazdım. Daha önce en azından hiçbir şey bilmiyordum, şimdi bile bile ateşe anlatmanın izahı da yapılmazdı kimseye. Kısa bir iç çekişle üstümden ayrılıp ellerini yanaklarıma sardı, Uygar bu anı benden daha çok beklemiş gibi süregelen arzusuyla dudaklarımı kavradığında keşke ben de onun kadar pervasız davranabilseydim diye geçirdim içimden. Bir süre birbirimizde oyalandıktan sonra aramıza tekrar mesafe açtığında, sıcak nefesi güven vermeye çalışırcasına tenimi okşadı. “Küçük bir şans bulmuşken benimle ol isterdim,” derken mırıltısını öyle ağır sarf etmişti ki şu kritik anda bile başka bir şey düşünmesi karşısında dehşete uğradım… Az sonra kapısı tıklatılıp beklenmedik misafirleri karşısına dikildiğinde başı belaya giren yalnız ben olmazdım ki. Başparmağını yanağıma sürtüp son bir kez dudaklarımı eğildi. “Ama sadece birbirimize karşı belaya düşmedik işte.” Yine birkaç saniye, kaybettiğimiz vakti değerlendirircesine öptü beni; bu iki yıl sonra bizim için bir ilkti, az önce birbirimize karşı koyamamış ve bir duvarı yıkmıştık çünkü bu bir defalığına yeter, sonra da unuturuz sanmıştık… Aradan sadece birkaç dakika geçti, biz hiçbir şeyi unutamadık, o duvarın yıkılışını ansız bir hata olmaktan çıkarıp bile isteye seçilmiş bir aptallığa çevirdik. Sonra usulca geri çekildi, ikimiz de birkaç saniye sessizce bekledik çünkü bu telaşı atlatabilmek için ihtiyacımız vardı. “Ve sen,” diye mırıldanıp dilimi dudaklarıma değdirdim, ondan kalan son tada. “Şu anda… Yani…” Sözlerimin arasında yutkunuşum sessiz kulübede rahat duyuldu ve hemen ardından Uygar’dan kısık sesli bir gülüş geldi. “Sakin,” derken maskesinden sızan kelimelerinde belirgin bir boğukluk vardı. “Hayat öyle acele bir şey değil.” “Başımıza silahı dayadıklarında görürüm seni!” diye, en sonunda kavuştuğum bilincimle konuştum. “Kalkmış burada beni öpüyorsun bir de…” Tamam güzel, sanki ben istemedim mi? Her zaman istedim, bundan sonra da isterdim, zaten kızgınlığım sana değil sadece sana kızmak kolay… Ama anla işte Uygar, bu şey bizim gözümüzü boyuyor. “Kapında canıma göz dikmiş insanlar varken derdin ne senin?” Karanlığı fırsat bilip arkasını dönüşünü seyrettim; bir kumaş sesi geldi, muhtemelen maskesini giyinmişti. Çok geçmeden açtığı abajurun loş ışığı eşliğinde, yataktaki ceketimi aldığına şahitlik ettim. Asma katın dar zemininde birkaç adımla bana yaklaştı ve ceketi havaya kaldırdı. “Giy bakalım.” “Uygar!” Arkamı dönüp söz dinleyerek cekete kolumu geçirdim. “Bir şey söyle, ben ne olacağım?” Sessizce saçlarımı çıkarmaya koyuldu, fazla hassas davranışları beni de tuhaf bir rahatlığa iterken “Uygar,” diye bir kez daha sızlandım. “Efendim?” Hala devamında hiç güzel şeyler söylemiyor. “Bana cevap ver; o kızın yanında kim var, kim gelecek buraya, ne biliyorsun bana da anlat… Onlar geldiğinde ben ne yapacağım? Saklanabileceğim bir yer yok ki gibi burada!” Bu sefer elimi tutup beni merdivenlere yöneltti, beraber aşağı indiğimizde direkt kulübenin perdelerini örtmeye koyuldu. Kalın güneşlikler dışarıyı görünmez hale getirdiğinde ellerimi belime koyup bir süre çevreye bakındım, o sırada yukarıdan yansıyan loş ışığın etkisiyle masadaki küllük daha belirgin oldu. Daha önce de görmüştüm onu, içindeki sayısız sigarayı… Zaten o sigaraların da Uygar’ın hoş sesinde nasıl bir tesir bıraktığına tanık olmamak mümkün değildi, boğazdan gelen bir hırıltı konuşmasına gölge düşürüyordu, maske ise kelimelerin boğuklaşmasına sebep olduğu için sanki başka bir adamı dinliyor gibi hissediyordum her seferinde… Bu yüzden karşıma ilk çıktığında onu tanımakta zorlanmıştım. Perdelerin hepsini örttükten sonra masanın üstündeki birkaç kâğıdı itti ve altından bir silah çıkardı, adım adım bana gelirken onun bu sakin halini baştan aşağı seyrettim; yere basan sert adımlarında bile bir sükûnet vardı, az önce koluna sardığım beyaz kazağım sıkıca yerindeydi ve maskesi, yine onu görünmez bir adam yapmıştı. “Ada, Okan’ın kardeşi.” “O kadarını biliyorum,” diye memnuniyetsizce mırıldandım ama peki niye senin yakınlarının yengesi diyemedim. “Okan daha birkaç saat önce vuruldu, niye buraya geliyor ki?” Gözlerini birkaç saniye içeri dolandırdı, dar kulübede bana yaklaşması uzun sürmedi, az sonra yeşil hareleri de üstümde duraksadı. “Okan’ın yanında en son ben vardım, mekândan birisi muhakkak görüp adımı vermiştir.” “Harika, bir de başım belaya girmesin diye bana uzak dur demiştin…” “Keşke sözümü de dinleseydin.” Yanımdan geçip eğilerek asma katın altındaki boşluğa geçti, orada bir dolap vardı, onun önünde diz çektiğinde ben de sabırla Uygar’ı seyretmeye devam ettim. “Gidip o lavukla konuştun ve yakalanmadın diye içim rahat sanıyorsan, sanma.” Uygar’ın huysuz sözlerinden sonra aklıma Okan’ın beni merdiven boşluğuna itişi gelmişti, birkaç adımla yanına ilerleyip ben de diz çöktüm. “Sen o meseleye bu kadar takılacağına içeri davet ettiklerini bir düşün Uygar, ben şimdi ne yapacağım onu söyle… Bunu yapacağını bilseydim hiç gelmezdim buraya.” Sorumu bir süre yok saymakla kalmayıp merdiven boşluğunun altındaki orta boy dolabın kapağını açtı, içeride birkaç eski eşya varken oradan ne çıkaracağını görmek için Uygar’ı seyretmeye başladım fakat o içeriden bir şey almak yerine bir bacağını uzattı ve dolabın arka kısmına sert bir tekme geçirdi, bu esnada huysuzca homurdanmıştı. “Neyi yapacağımı bilseydin?” Cılız tahta gıcırtıyla yerinden ayrıldığında, orasının dışarıya çıkmak için alternatif bir geçit olduğunu fark ettim. Gözlerim açılan orta boy kapının ardındaki ufak ada toprağında ve göl sularında gezindi, dalgın mırıltım dudaklarımdan ayrılırken ufak bir ıslık sesi de çıkmıştı. “Beni…” Sözlerimin doğruluk payı olmasa da garip bir dürtüyle ağzımdan fırladılar. “Beni yarı yolda bırakacağını bilseydim.” Dışarıda kim varsa herkesi içeri çağırdı çünkü maksadı bir kez daha beni korumaktı, yarı yolda bırakmak değil… Açtığı geçidin ardından bacağını kendisine çekip bana yaklaştığında, az önce masadan aldığı silahı da büyük bir güven ve şefkatle avucuma bıraktı, hırıltılı bir şekilde konuşurken kulağıma yaklaştığı için sesinin içimi gıdıklandığını hissettim. “Dışarıdaki herkes içeri gelecek, sen de bir an önce buradan çıkıp gideceksin. Perdelerin hepsini örttüm, dışarıda seni kimse görmeyecek olur da görürse…” Parmaklarımı silaha sarmama yardımcı oldu. “Kimsenin sana bir şey yapmasına müsaade etmiyorsun, anladın mı beni? Depoya gir zaten seni Gencay karşılayıp arabama götürür.” Arada yorgunca nefeslendi. “Ona da ayrıca dikkat et, başını belaya sokmasın.” Çaresizce yutkundum, bir kez daha önüme geçmişti Uygar; elbette bu çoğunlukla ona karşı bir haksızlık gibi hissettiriyordu ama bir yandan da yapabileceğim hiçbir şey yoktu, böyle birisi olmayı kabul ettiğinde ona karşı yaşanacak güven kırıklıklarını da zaten göze almış olmalıydı. “Peki sen?” diye uzak bir sesle mırıldandım. “Burada kalacağım.” “Onlarla mı?” Rahatça konuştu. “Bana bir şey yapamazlar.” “Nasıl?” diye sızlandım, ardımda olduğu için başımı yana doğru çevirmem gerekmişti onu görebilmek için. “Tamam, kız yalnız olmadığını itiraf etmiş olabilir ama yanında tam olarak kimlerin olduğunu daha bilmiyorsun.” Uygar yine fazlasıyla rahat cevapladı beni. “Muhtemelen babası var.” “Babası olsun ne fark eder? Allah bilir kaç tane adamla gelmişlerdir, seni burada bırakıp nasıl-…” dedikten sonra boğazıma bir şey oturduğu için yutkundum. Onun beni yapayalnız bırakacağını sandığım yolda, arkasını dönüp giden kişi olma yükü de en az yüz üstü bırakılmak kadar zordu. “…ben nasıl gideceğim?” “Gitmek zorundasın.” Yeşil hareleri gözlerimde sabit kaldı, bir saniye bile bakışlarını üstümden çekmedi. “En başından bu işe bulaşmanı istememiştim zaten, seni görmelerini hiç istemiyorum Yakut.” “Ama zaten her şey en başından benim meselemdi,” diyerek itiraz etmeye çalıştım. “Asıl bunu senin yapman yanlış Uygar, sen…” Yarım kalan sözlerimden sonra gözleri sert bir ifadeyle kısıldı. “Ben, ne?” “Sen…” Hızlıca bir şeyler düşünmem gerekti, dudaklarımı aralayıp aceleci bahanelerimden birisini sıraladım, gerçi bu çok büyük bir bahane değil az önce çok çabuk üstünü örttüğüm bir meseleydi. “Telefondaki çocuk o kızdan ‘yenge’ diye bahsetti, ben bu çelişkiyi göz ardı edip sana nasıl güveneceğim ki? Demek ki kız daha önce geldi buraya, bir bağlantınız var sizin.” “Neden yenge diye hitap ettiğini yanına gidince Gencay’a sor,” derken sesinde boğuk bir alay vardı. “Çünkü neden öyle dediğini ben de bilmiyorum.” Kırgın kalbim hızlı bir saldırıya geçti. “Yalan söyleme bana…” “Yalancı muamelesi yapmazsan yalan söylemediğimi de anlarsın.” Birkaç saat önce Akdeniz ailesinin bir diğer üyesi olan Okan’ı konuşturmak konusunda bana yardım etse bile, yine onlardan birisinin buraya gelişiyle, Uygar’ın da işbirlikçi olma ihtimali fazla uzak görünmediği için istemsizce yarı yolda kalma korkum vardı; elbette yakınlıkları da kıskançlığımı körüklüyordu ama bir süreliğine onu ikinci plana attığım için, tüm aklım tek bir noktaya odaklandı… Uygar yüzünden yeni bir pişmanlığa uğrama korkusu. “Derdim senin canını tehlikeye atmak olsa,” diye mırıldanırken yine çenemi kavrayıp parmaklarının arasında, yoğun bir sıcaklığı hissetmeme izin verdi. “…bunca zaman gözümden sakınır mıydım seni?” Elleri bana incitmek istemez gibi dokunuyor, en başından beri canımı koruyor, üstelik gerektiği takdirde bana yardım ediyor… Bunların hepsi onun için gözünden sakınmak da bana evimizi dar eden ihaneti ne oluyordu peki? “Sen beni gözünden sakınıyor olsaydın zaten böyle bir adama dönüşmezdin,” dediğimde, tavrımdaki kırgınlık Uygar’ın gözlerinin titremesine sebep oldu en az benim yüreğimin titrediği kadar. Boz bulanık bir sözle beni en çok yaralayan şeylerden birisini dile getirdim. “Eskisi gibi sadakat sözleri verdiğin karın değilim ben senin.” Baksana, bir başkası yerimi almaya çalışıyor… Çünkü ben olmam gereken yerde değilim. Bekleyişim esnasında o da mırıldandı söylediklerimi, sesindeki hırıltı üstüne eklenen sertlikle ürkütücü bir hal almıştı. “Karım değilsin,” derken sanki kendine hatırlatır gibi söyledi kelimeleri, bence de bunun farkına varmalıydı… Biz birbirimizi daha kelimelerde bile zor bitiriyorken kalbimize nasıl söz geçirecektik ki? “Evet, sen de benim beklenti içinde olduğum kocam değilsin,” deyip maskeyle sakladığı suratını seyrettim. “Buna rağmen hiç kuşku payım olamaz mı benim?” “Onca yaşadıklarımıza rağmen asıl benim hiç mi güven payım olamaz Yakut?” derken mırıltısı gitgide tehlikeli bir hal almaya başladı ama tehdit ettiği için değil, zaten yapmıyordu böyle bir şey, ürperdim çünkü fazlasıyla içten gelen bir soruydu bu. Yüzüm huzursuzlukla buruştu. “Onca yaşadıklarımız diye dile getirme şöyle…” Uygar bileğimi yakaladı ve dikkatimi tamamıyla üstüne çekti. “Niye?” derken peşimizdekilere rağmen konuştuğumuz konunun başka yöne kayması ürkütücüydü, beraber ölümün kıyısında dolaşıyorduk ve konu hala aramızda bir türlü inşa edemediğimiz güven duygusuydu. “Sen kendin değil miydin az önce yanımda kalmayı kabul eden?” “Ama-” Uygar tuhaf bir şekilde hırslandı. “Ben sana zorla mı dokundum Yakut? Sen hiçbirini istemedin mi yani? Bunları kendin göze almadın mı?” “Aldım ama…” Öylesine kızgındı ki bir türlü konuşmama müsaade etmedi. “Tamam, niye benim şimdi bunları unutmam gerekiyor? Ben niye bunların karşılığında senin güvenini kazanamıyorum? Ne yaptım ben sana?” “Ne mi yaptın?” Hayretle çatıldı kaşlarım. “Biraz düşünsene neler yaptın acaba, iki yıldır başıboş dolaşan sensin ben senin neler karıştırdığını nereden bileceğim?” “Çok iyi biliyorsun,” deyip bu sefer de o meydan okudu bana. “Yerim yurdum, adım sanım her şeyim zaten ellerinde.” Eğildi, elini ağır ağır yukarı kaydırdı. “Sen iste bilmediklerini de ben anlatayım… Çektirecek misin o zaman cezamı bana?” “Uygar…” “Cevap ver.” Vakitsiz bir kızgınlıkla diretti. “Yapmaya imkânın var, ben de eline daha büyük kozlar veririm, o zaman bir kez daha cezalandırır mısın beni?” Kısa sessizliğimi bir yanıt olarak algılamış olmalı ki başını yavaşça salladı. “Yapmazsın.” Çaresizce yutkundum, böyle bir sınava tabi tutulmak istemiyorum ki ben. “Niye? Ben iki yıl sonra tekrar kulun köpeğin oldum diye mi?” “Olmadın bir şey, sus…” Hedefi belirsiz bir serzeniş gösterdi, ya bana ya da kendisine. “Sen isteyeceksin de ben boyun eğmeyeceğim mi sandın? Karşına geçip bir kere yüz çevirdiğimi gördün mü hiç? Yakut…” Solukları kelimelerin sonunu duyulmaz yapmıştı. “Nelerle savaştığımı bir bilsen; şu sakinliğime aklın şaşırdı, kendini nasıl tutabiliyor derdin.” Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı iki yana salladım hızla. “Buna boyun eğmek mi diyorsun?” derken aceleci bakışlarım yine bir türlü görmeyi başaramadığım suratında gezindi. “Kendini tutamadığını mı söylüyorsun?” Dudaklarımın iç kısmını birkaç defa ısırdıktan sonra bıraktım. “O kadar yalvardım ama sen daha bana yüzünü bile gösteremedin, bu mu senin boyun eğişin?” “Tek derdin bu mu?” İstemsizce omzuna bir yumruk attım. “Evet, tek derdim bu!” Onu ne kadar özlediğimin, içimdeki duygularla ne kadar çarpıştığımın, inkarımın ve kabullenişimin hiçbirisinin farkında değildi… Ben neler hissettiğimi daha beni bu dünyada en çok sarıp sarmalamış adama bile anlatamıyordum, olur da düşersem bu saatten sonra beni kimin kaldırmasını bekleyebilirim ki? “İyi,” dedi soğuk soğuk. “İyi yapmışım, sen benim yüzüme bakmaya dayanamazsın.” “Niye dayanamayacakmışım?” derken kelimelerim zamanla çelimsiz bir duruma düştü. “Bir şey mi var suratında?” Evet fotoğrafta bir yarası vardı ama sebebi sadece bu olamazdı, ona kendisini saklatan bambaşka bir neden vardı ama ben bir türlü çözemedim bunu… “Söylesene; yüzünü göstermek, öpmekten dokunmaktan daha tehlikeli nasıl olabilir ya, açıkla şunu!” “Bana bir kere güvendiğini söyle,” diye sertçe kelimelerin üstüne bastırdı, sanırım sözlerim bazı noktalarda onu incitiyordu, hakkı olsaydı biraz ket vururdum öfkeme… Ama benim Uygar’a olan kızgınlığım da yalnızca onun suçundan doğan bir duygu değildi; işte bu konuda biraz haksızlık ediyordum çünkü dayanamayıp ona sığındığım her an yaşadığım korkunun bedelini de ona ödetiyordum. Uygar’ın bir süredir taşıdığı yük sadece kendisine ait değildi. “Söylemeyeceğim.” Göğsüm, kendimi durdurmaya çalıştığım esnada epey aceleyle inip kalktı. “Sen benim koşulsuz güvenebileceğim kadar iyi biri ol ilk ö-” “Yakut,” diyerek beni sertçe durdurdu. “Benim anlamadığım bir şey var.” Mırıltısından sonra dönüp geriye baktı ve kapıyı kontrol etti, az sonra geleceklerdi işte, ben de buradan yine en ıssız halimle ayrılıp bir daha istihbarata dönecektim… O zaman onu bir daha görme fırsatını nasıl yakalayabilirdim ki? Eğer tesadüfler bizi bir araya getirmezse, kaderimizdeki ayrılığa sonsuza dek katlanmak zorunda kalırdık… Allah’ım, ben önümdeki hiçbir yolu göremiyorum, lütfen biraz olsun görünür kılamaz mısın benim için ayırdığın geleceği? Yoksa artık yaşayabileceğim bir hayat olmadığı için mi göremiyorum önümü, yoksa bundan sonra Uygar da bir daha hiç benim olmayacağı için mi bu kadar seviyor karanlığı ve gömülüyor oraya, benim çok özlediğim suretini gizleyerek? Ama ben eskisi gibi istiyorum, eskiye dönmek istiyorum, yüreğim artık birkaç dakika sonrası için bile yeterince hazır değilken ben şimdinin esareti altında bekleyemeyecek kadar yoruldum; fakat henüz ne olduğunu bilemediğim bir sebeple ayakta durmak için çabalıyorum, eğer beni ayakta tutan şey kalbime gizlenmiş gerçekçi bir umudun hayaletiyse, o zaman lütfen yalvarıyorum artık bitsin bu işkence… Ölmek bile artık onurumun kırılmasından daha çekici benim için ve bir gün, o sonsuz uykunun ışığıyla kör olmaktan çok korkuyorum. Bu korku da bir gün bitebilir, tıpkı sevdiğim adam uğruna çiğnediğim gururum gibi bitebilir o da. “Neymiş o?” deyip yutkundum ve onu dinlemeye devam ettim. “Yaptıklarım benden bir şeyler eksiltiyor da senden niye hiçbir şey eksilmiyor?” “Bu ne demek şimdi?” Gözlerinde kararan bir duygu vardı baktıkça içimi acıtan ve bekleyişi bu acıyı biraz daha katladı. “Biz bu geceki her şeyi saklarız da, benim bunları biliyor olmam senin için sorun değil mi?” Dışarıdan bazı gürültüler içeri sızmaya başladı, kapıyı çaldıklarında benim buradan çoktan ayrılmış olmam gerekiyordu. Dilimi dudaklarımda gezdirirken Uygar’ın sözlerinin devamını bekledim sabır içinde. “Burada olduğunu, benimle neler yaptığını, daha neler yapmayı göze alabildiğini, senin beni bildiğin gibi ben de senin her şeyini çok iyi biliyorum.” Yüzünü biraz daha bana eğdi, nefesleri maskesini ufak ufak havalandırırken derin nefesler verirse sıcaklığı hissedebileceğim hale geliyordu. “Bu bir tehdit değil, ben her şeyi kendime saklarım; kimsenin hiçbir şeyden haberi olmasın sen yine gel bana… Ama yine de benim bir şeyler biliyor olmam seni hiç korkutmuyor mu Yakut?” Gözleri son kez hareket edip suratımı taradı. "Yoksa senin için adil olmak demek sadece çoğunluğun takdirini kazanmak gibi bir şey mi?" Elim, en çaresiz hissettiğim anda havaya kalktı ve maskeli yüzüne çarptı; başı hafifçe yana eğildiğinde, attığım tokadın ona fazla gelmediğini bildiğim için bu güçsüzlüğü sergileten şeyin benim ona vurmaya tenezzül etmem olduğunun farkındaydım… Bendeki gurursa, ondaki de gururdu; çünkü bu Uygar’a attığım ilk tokattı. Dışarının esintisini içeri taşıyan ufak geçide biraz daha yaklaştım, oysa ben onu burada bırakmayacaktım… Evet biliyorum, her zamanki gibi yalancı olan benim hem de Uygar’ı suçladığımdan daha fazlasıyım. Ona kızgınım, güvenmekte zorluk çektiğim halde ardımda bırakamıyorum bir türlü ama bu sözler de beni kaçırmayacak gibi değil. “Sen… Bir daha karşılaşmayalım diye çok dua et, tamam mı?” diye öfkenin, nefretin, hüsranın ve garip bir intikamın birleşimiyle mırıldandım. Az önce hafifçe eğilen başını yine en sarsılmaz haliyle bana çevirdi ama gözlerinde bir şeyler değişmişti. “Dua et hayat bizi bir daha karşılaştırmasın, çünkü ben hiçbir zaman senin yanına gelmedim.” Sözlerime devam edebilmek için yutkunmam gerekti. “Zaten ne yaparsan yap kimseyi böyle bir şeye de inandıramazsın.” “Değil mi?” Başını ağır ağır omzuna eğdi, önceden bunu tatlı tatlı yaparken şimdi aramızdaki soğuk savaşı daha perçinlemek ister gibi yapışı bizim yakınlıklarımızın nasıl bir hayalden öteye geçemeyeceğini gösteriyordu. “Ben öyle de inanılmayacak şerefsizin tekiyim, değil mi Yakut?” “Kim olduğun bu saatten sonra benim umurumda bile değil.” “Olmasın.” Sesim titredi. “Olmayacak.” Dokunuşlarını büsbütün çektiğinde soğuk daha vurucu olmaya başladı, ben de bedenimi sona ermiş bir hesaplaşmanın hafifliğiyle değil gerçek bir ağırlıkla geri çektim; sorun bu işte, o bana bizim aramızdakilerin kimse bilmediği halde yeterince kötü bir durum olduğunu söylüyor ve haklı, ama ben gitsem bile aklımın geride kalacağını bilerek yaralamaya devam ediyorum onu… Dilimi yavaş yavaş dudaklarımda gezdirip hüzünle çatılmış kaşlarımın altından maskeyle örtülü suratına baktım. Ama ben onu hiç görmemek için değil, sadece bir kez bile olsa görebilmek için yalvaracaktım her zaman. Elimdeki silahı sıkıca kavradım. “Gencay’a dikkat edeceğim dışarıda,” diye son bir şeyler söyleyip ayrılmak isterken en sonunda kulübenin kapısı güçlü bir yumruğun en sakin haliyle tıklatıldı, artık susup gitmek zorunda olduğum için dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Açık kapıyı kapatmak için tahtayı ittirdiğimde, o da içeri dönme mecburiyetle bedenini geriye kaydırdı ve bakışlarını da tahta zemine çevirdi. Son uyarısını yaparken üstünde buna mecbur kalmanın soğukluğu vardı, her şey sesinden anlaşılıyordu çünkü yüzünü göstermemekte ısrarcıydı nedensizce. “Kulübenin kapısının kapandığını duyduğun an hemen uzaklaş, kimse seni görmeyecek.” “Tamam.” “Ve Gencay’a dikkat ederken…” Saniyeler sonra aceleyle bana çevrilen gözbebekleri, çehremi kontrol edercesine iki yana kaydı; kelimeleri hala sesinde can bulan soğuk tonla çarpışır haldeydi. “…kendine de dikkat et.” Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp aradaki kapağı sessiz ve usulca tamamen örttüm, artık görüş açımdan silindiğinde nasıl bir boşluk hissiyle orada oturduğumu Uygar görmedi… Bedenimi bir pelte gibi toprağın üstüne bırakışımı, artık ağlamayı bile beceremediğim için ıssız gözlerimi, fazla yakınımda olan göle sabitleyişimi görmedi. Yoksa senin için adil olmak demek sadece çoğunluğun takdirini kazanmak gibi bir şey mi? Kendimi çok iyi tanıyorum; o beni, beni sevmediği gerçeğiyle bile üzemezdi… Eğer yıllar sonra aramızdaki duyguların bittiğini en acımasız haliyle haykırsa, kesinlikle bu kadar kırılmazdım. Ama az önce duyduğum o kelimeler bambaşka bir acının silahıydı, beni geceleri uyutmayan bir korkunun ve günümü adeta karanlığa boğan bir endişenin tehdidiydi. Her ne kadar hiçbir şeyden kimseye bahsetmeyeceğini söylese de Uygar yeterince çok şey söylemişti zaten, bu duyduklarım bana uzun bir süre yeterdi. Artık buradan gidebilmek için kulübenin ön tarafına geçmem gerektiğini bilerek duvar dibine yaklaşıp ilerledim; sürekli son konuştuklarımızın yankılandığı aklıma rağmen kulübenin ön tarafından gelen uğultuyu işitebilecek kadar kulaklarım açıktı ama esintinin vurduğu ağaç dalları ve ufak göldeki dalgaların sesinden dolayı duyduklarımı anlamlandırmak mümkün değildi. Adil olmak demek… Gözlerimi sıkıca kapatıp açtım, derin derin nefeslenmem gerekti, şu an beklediğim tek şey Uygar’ın bahsettiği kapı sesini duymaktı. Dakikalar sonra konuşma uğultusu kesilip de kapı nispeten sertçe örtüldüğünde kalbimin atışı da yavaşladı. Elimdeki silahı sıkı sıkı kavrayıp beklediğim yerden usulca ayrıldım, ön tarafa geçerken her ihtimale karşı tetikte olarak yolumu kesecek birilerini bekleyişim Uygar’la son kez tartıştığımız konunun bir etkisiydi ama karşıma kimse çıkmadı, kapalı perdeler ardında birkaç gölge hareket etse bile kulübenin önü ben rahatça geçeyim diye bomboştu. Boğazıma oturmuş korku ve hayal kırıklığının düğümüyle, ufak göl adasını terk etmek konusunda en zorlayıcı kısım olan tekinsiz köprüye ilerledim ve bu da bir tereddüde sebep oldu… Ama yine de arkamı dönüp kapalı perdeleri bir daha kontrol ettikten sonra orayı da sessiz adımlarla geçtim, uzaklaştığım her an ardımda bir hayalimi bırakıyordum; bir şeylerin düzeleceğine dair umudumu, eskisi gibi olmanın arzusunu… Ama artık çok geçti. Deponun kapısını yavaşça açıp karanlık depoya adım bastım, elimdeki silahı hazır duruma getirip telefonumun ışığını da açmam gerekmişti. Bu saatten sonra yine payıma belirsizlik düştüğü için sızlayan yüreğime gitti elim, orayı hafif hafif ovalayarak karanlık deponun dolambaçlı yolunu ilerledim. Çok geçmeden pas kokulu deponun içinde benden başka bir ses yankılandı. “Kim o?” Bu ses Gencay’a aitti, telefon ışığını tamamen ona çevirdiğimde yere oturmuş bedeni görünür oldu. Sırtı arkasındaki duvara yaslıyken elini gözlerine örtüp bana bakmaya çalıştı, ışık gözlerini almıştı muhtemelen. Sessiz birkaç adımla yanına ilerleyip ben de yanına eğildim. “Merhaba…” “Merhaba,” diye garipsercesine mırıldandı. “Sen geçen gelen ablaydın değil mi? Yakut?” “Hı hı.” Saçımı hafifçe geriye ittirdikten sonra nereye koyacağımı bilemediğim ellerimi dizlerime yaslayıp bağladım, bir şey söyleyecek olduğumda Gencay beni pek tanıyamadığı için ilk başta asık olan suratını alaycı bir gülüşle değiştirdi. “Ama ben sana demiştim değil mi adamın kapısında yatan çok diye… Sen de beni ciddiye almamıştın o gün, hatırladın mı?” Bir süre bakışlarım Gencay’ın üstünde takılı kaldı, evet buraya ilk kez geldiğimde öyle bir şey söylemişti ama henüz Sarraf’ın kim olduğunu bilmediğim için o sözler bana hiçbir şey hissettirmemişti. Uygar’ın Ada hakkında söylediklerine göre yine hissettirmemesi gerekirdi ama ben son tartışmamızdan dolayı birden sarsıldım ve Gencay’a herhangi bir cevap veremedim. Gencay da “Üzüldün mü gerçekten?” diye sordu, ilk başta halime acıdı sansam da sonrasında elinin tersini avucunun içine vurarak tiz bir ses çıkarmasıyla yine dalga geçtiği çıktı ortaya. “Ama sen bana daha adamın yüzü bile görünmüyor demiştin, niye üzülüyorsun ki?” Issız bir sesle mırıldandım. “Sen benim her söylediğimi özellikle mi aklında tuttun?” Telefondan yansıyan seyrek ışıkta ince dişlerini göstererek güldüğü belliydi. “Yok benim hafızam çok kuvvetlidir ablacım.” “Aferin sana.” Keyifsizce başımı aşağı yukarı salladım, ben gerçekleri nasıl unutacağım? Şimdi fırsatım varken Gencay’a neden Ada’ya ‘yenge’ dediğini sorasım da yoktu hiç, ama sormazsam bir daha sorma şansı elde edemem diye de korktum. Olur da gerçek beklediğimden çok daha farklı çıkarsa Uygar’a olan anlayışım büsbütün kırılırdı, başka birisini tercih ettiği için değil bana yalan söylediği için ona kırılırdım. Nasıl olsa bir daha karşılaşmayacaksınız, öğrenme, için son kez rahat kalsın, diye bir düşünce aklımı sarınca dilimden başka bir soru döküldü. “Var mı dışarıda birileri? Deponun önünde?” “Yok, niye sordun?” “Beni dışarı çıkarken görmemeleri lazım, ondan.” Gencay anlamış halde kaşlarını havaya kaldırdı ve “Haaa,” diye mırıldandı. “Tamam anladım anladım. Yok kimse dışarıda, az önce içeri giren adamların birkaç koruması vardı ama onlar da etrafı kontrol etmeye çıktılar, birisi salak salak bağırınca hepimiz korktuk amına koyayım ya…” Omzunu tutup hafifçe sıktım, sadece Uygar dikkat etmemi söylediği için değil zaten bunu yapmam gerektiğini bilerek ona göz kulak olacaktım. “Tamam hadi gel o zaman seni evine bırakayım,” diye mırıldanırken sesim fazla titrek çıktı, şimdi gerçekten gidecektim buradan. Sadece kalbimde, bu kabustan uyanma dileğiyle… O mucizevi bir dokunuşla benim eskiden sevdiğim adama dönüşmeliydi. İmkânsız ama yine de, lütfen olsun. Gencay’la depodan ayrılıp orman yoluna geçtiğimizde ilk işim etrafıma bakınmak oldu, başımı sağa çevirdiğimde nefes nefese ön tarafa yürüyen Reha’yı gördüm, o da beni gördüğünce önce duraksadı ama sonrasında gayet rahat bir şekilde sürdürdü adımlarını… Ve ondaki gerginlik birden bana aksetti, hemen yanımda sessizce bekleyen Gencay’a kısa bir bakış atıp Reha’ya döndüm, koyu saçlarının ön kısmını geriye attırdıktan sonra hafifçe öksürdü. “Yakut?” Ellerimi ceketimin ceplerine sıkıştırdım. “Reha?” Ona fırsat kalmadan benim sorum döküldü dilimden. “Ne yapıyorsun burada?” Kısa bir zaman önce beni bulmak için peşimden gelen Sevtap’la da tam olarak burada karşılaşmıştım, hatta buna yakalanmak bile denebilirdi… O zaman için esaslı bir bahanem olmasa da şu an her şey aklımda hazırdı, kimsenin gerçekleri anlamasına müsaade etmeyecek kadar öfkeli fakat aynı zamanda korku doluydum. Titrek ellerimi cebimde yumruk yapıp gizledikten sonra yalanların müsaade ettiği kadar suratımı sabit tutmaya çalıştım, sanırım dürüstlükten uzaklaşmak daha tuhaf bir soğukluk sağlıyordu insana. Bendeki ifadenin doğalı ise Reha’da vardı, dilini hafifçe dudaklarında gezdirdikten sonra her zamanki sakinliğiyle konuştu. “Ada’nın peşindeydim,” dedi mırın kırın. Bunu bir an unuttuğum için kaşlarımı çattım, evet, o kız en son Uygar’a karşı yersiz ilgisini gösterdiği için bu aklımdan çıkmıştı birden. Elimi hafifçe alnıma bastırdım. “Pardon, bir an unutmuşum… Evet.” “Sen?” Kaşlarını hafifçe havaya kaldırdı; hemen sonra, hiç tanışmıyormuşuz gibi bir yabancılıkla konuşmaya devam etti. O her zaman Uygar’ın en yakın arkadaşıydı ama biz aramızda pek yakınlık kurmamıştık, hep bir mesafemiz olmuştu. “Tekin bir yere, birileriyle konuşmaya gittiğini söyledi ama pek anlamadım.” Elimle yavaşça arkamdaki depoyu işaret ettim. “Ihm... Okan’ın katıldığı dövüşlerde birisiyle tanıştım,” derken bu çok hızlı bir yalan oldu. “Bana yardımcı oldu, hatta şu peşimde olduğunu sandığımız kel adamın öldüğünü söyledi bana.” Reha da şaşırdı, bunu beklememiş olmalıydı. “Uygar’ın vurduğu adamdan mı bahsediyorsun?” Artık bu isim aramızda daha rahat geçiyordu, başımı yavaşça aşağı yukarı salladım. “Aynen o, ölmüş yıllar önce.” “Anladım…” “Okan peki,” diye ben sordum bu sefer merakla. “O nasıl, ölmedi değil mi?” “Hayır, hayati tehlikesi yokmuş diye duydum ama vurulmasa daha iyiydi, en azıdnan ortalık karışmazdı.” Evet, bu sayede kimse bu gece olanları görmez ve aynı konudan dolayı Sarraf’ı, yani dolaylı olarak Uygar’ı sorumlu tutmazdı kimse… Ada’nın peşinden giden Reha’ya yakalanmaz, tekrar yalan söylemek zorunda kalmazdım ben de… Sınırlarımı aşmazdım. “Haklısın.” Başımı ağır ağır aşağı yukarı salladım. “Ada’nın yanında kim vardı peki, gördün mü?” Reha göğsünü şişirip elini üstüne sürdü beni cevaplamadan önce. “Ahmet Akdeniz,” dedikten sonra etrafta gezinen bakışları yine bana dönmüştü. “Mürsel… Bu şekilde.” Beklenmedik bir hayretin belirtisiyle dudaklarım aralık kaldı, elimi yine göğsüme yasladım. “O da mı burada?” derken sesim istemsizce kısıldı, korktum. Uygar halledebileceğini söylemişti, hallederdi, zaten bu saatten sonra canı ne kadar yanarsa yansın benim umurumda olmamalıydı ya… Reha’nın gözüne battım birden. “Endişelenme,” dedi kaşlarını havaya kaldırarak. “Etrafta seni tanıyacak kimse yok, sağ salim eve dönersin şimdi.” “Eve dönmek istemiyorum.” Ama bu sözlerim Reha’nın damarına basmış gibi yorgunca saçlarını geriye itti, sabahtır Ada’nın peşinde koşturup sırf o işlerimizi aksatmasın diye onu Okan’dan uzak tutarken yorulmuş olmalıydı; gerçi gecenin bu saatinde hepimiz yorulmuştuk, uyku gitgide özlediğimiz bir şey olmuştu fakat onca tehdit ve sıkıntının arasında bu düşünülecek en son şey gibiydi. “Belanı mı istiyorsun o zaman?” “Ada, Ahmet ve Mürsel burada yani?” Reha garip bir sıkıntıyla nefeslendi yine, bunu dert etmedim çünkü o her zaman iletişim kuramadığım birisiydi. “Evet, buradalar.” “Hepsi?” “Yani,” deyip başını yorgunlukla öne eğdi, gözaltları çökmüştü. “Hepsi.” “Okan da hastanede yatıyor?” Sürekli tekrarlayan sorularım, bu sefer bakışlarının bana dönmesine sebep oldu; koyu gözleri hafifçe kısıldı, belindeki ellerinin parmak uçlarını kaldırıp sorarcasına hareketlendirdi. “Yatmasın mı?” Dudaklarımı içe kıvırıp bir süre yorgun ve sessiz bekledim. “Yatsın…” Ama aklımdan geçenler o kadar sert vuruyordu ki kafama, ellerimin karıncalandığını hissettim; ani vuran bir coşkudan öte, içimdeki şey gümbür gümbür yanan bir ateşti. Başım yavaşça yana döndü ve deponun ardındaki kulübeyi düşündüm, geçmişi düşündüm, onu düşündüm. Yaptıklarım benden bir şeyler eksiltiyor da senden niye hiçbir şey eksilmiyor? Dakikalar önce duyduğum sorunun yankısı hala kulaklarımdaydı, hatta bu sözlerin devamı da peşimi bırakmayıp yakama yapıştı. Eğer bir şeylerin geçmesi için yalnızca oturup beklemek yeterli olsaydı bunu yaptığım iki sene sonunda, ihanetin hasarlarını nispeten atlatmış daha az üzgün bir kadın olmam gerekirdi… Ama durağan kalmak hiçbir şeyin çözümü olmadı, gün geldi bir suçlamayla yüzleştim, öyle ki bu saatten sonra beni aklından bile geçiremeyecek bir adamın diline pelesenk oldu gururum. Ama ben ondan da bir şeyler öğrendim. İstihbarat üç şey gerektirir; eğitim, deneyim ve inisiyatif. “Gencay’ı evine bırakalım,” diye mırın kırın konuştum, bu esnada artık sıkıntıyla kararan gözlerim depodan ayrılıp beni bekleyen Reha’ya döndü. “Sonra seninle ayrı bir görüşmemiz lazım.” “Ne hakkında?” diye şüpheyle sordu. Artık korkup kaçacak bir kadın değilim, olamam, tüm ipleri elime alacağım ve bu işin sonunda herkes kim olduğumu öğrenmiş olacak. Tamam, bazı gerçekleri bilmeyecekler ama olsun, en nihayetinde bildikleri kadarı da ben değil miyim? *
Uygar, Yakut'un tam damarına bastı; bu saatten sonra ikisi için de işler çok değişecek.💔 |
0% |