@askilav
|
22. BÜTÜN SIRLARINIZ İÇİNİZDE * Uygar Özkurt "Yoksa senin için adil olmak demek, sadece çoğunluğun takdirini kazanmak gibi bir şey mi?" Eski karısının, artık birbirlerini böyle eski ve bitmiş hatırlamak zorundalardı, ince bedenini hareketlendirip kulübeden ayrılışında belirgin bir kırgınlık vardı; buna sebep olan şeyin kendi sözleri olduğunu bilse de Uygar içindeki öfkeli adama dur diyemedi... Yakut onu her şeyin güzel olduğuna kolaylıkla inandırabilirdi, beyaz tenine eşlik eden siyah tutamlar ince ince omuzlarına döküldüğü esnada onları narin parmaklarıyla geri itişi bile taşıdığı sessiz gösterişi yansıtmakta bu kadar ustayken Uygar asıl ona inanmazsa haksızlık ederdi. Fakat sonra, tıpkı şimdiki gibi, bir anda yön değiştiriyordu tüm tavrı; elini kaldırıp acıtma maksadından uzak yalnızca öfkenin doğurduğu tokadı maskeli surata çarpmaya niyetlendiğinde Yakut yine her zaman olduğundan farklı davranmıştı. "Sen... bir daha karşılaşmayalım diye dua et, tamam mı?" Sesinden taşan öfkeyi Uygar'ın suratına vurmaktan çekinmedi. "Dua et, hayat bizi bir daha karşılaştırmasın; çünkü ben hiçbir zaman senin yanına gelmedim," diye bir daha inkâr etti dakikalar önce birbirlerine karşı hissettikleri tutkuyu. Uygar seneler geçmesine rağmen ona dokunurken hala aynı istekle dolup taşıyordu ve Yakut'un da kendisine dokunuşlarından ne anlam çıkarması gerektiğinin farkındaydı; o da geçmişte yaşadıkları ne varsa hepsini özlemişti, hatta geçmişin hesabını kapatmak istercesine aceleci davranır haldeydi ellerini kendisine sararken. "Zaten ne yaparsan yap kimseyi böyle bir şeye inandıramazsın." Kimse değil, sadece sen inanmazsın. Uygar dişlerini öfkeyle sıktı. "Değil mi?" diye sorarken başını dizginlemeye çalıştığı kızgınlığıyla yana doğru eğdi. "Ben öyle de inanılmayacak şerefsizin tekiyim, değil mi Yakut?" İnsan bazen bir cam kırığına bile tesadüf demek yerine onlarca sebep yükleyebiliyorken, beni aklamak konusunda sana göre bu kadar imkânsız olan şey ne bir anlayabilsem. "Kim olduğun bu saatten sonra benim umurumda bile değil." "Olmasın." Çünkü ben de artık bir gün bana gerçekleri sorma ihtimalinden vazgeçtim. Sesi titredi. "Olmayacak." Uygar, Yakut'ta unuttuğu dokunuşlarını yavaşça geri çekti; birbirlerinden uzaklaştıklarında aklına gelen en iyi ihtimal, bunca öfkenin üstüne Yakut'un burada kendisini koruma niyetiyle beklemeyecek olmasıydı. Az sonra içeri onun asla karşılaşmaması gereken birisi girdiğinde, Yakut'u buradan uzak tutan şey de ancak gururuna yöneltilmiş oklar olabilirdi zaten; onu sadece ilkeleri ve değerlerinin yokluğu zedeleyebilirdi. "Gencay'a dikkat edeceğim dışarıda," deyip son kez bir şeyler söylemek istedi Yakut, ancak tıklatılan kapı erken susmasına sebep oldu. Aralarındaki geçidin kapağını örtmek zorunda olduklarını bilerek yavaşça hareketlendiler, ikisinin de birbirine karşı tükettiği merhametin soğukluğu Yakut'un gözlerini gölgelediğinde Uygar birkaç küfür mırıldanmamak için parmaklarını yere daha sıkı bastırdı. "Kulübenin kapısının kapandığını duyduğun an hemen uzaklaş kimse seni görmeyecek," diye uyardı, her şey böyle karmaşık olmasaydı ve yalanlar gerçeklerin üstüne çökmeseydi oturup yaşananları daha uzun konuşabilirlerdi. Belki o zaman birbirlerini anlamak için zaman daha insaflı davranırdı. Ya da belki konuşmak daha sonraya da ertelenebilirdi, onunla tartışmayı düstur edinmeden önce tam da özlediği gibi sımsıkı sarıp her bir zerresine kavuşmanın tadını çıkarabilirdi. Buna da izin vermedin; geldin, o koyu gözlerindeki ateşle beni dağıtmayı tercih ettin ve dağıttığın hiçbir şeyi toparlamayı istemedin. Beni arkanda darmadağın bırakmak senin uzun bir süredir alışkanlığın Yakut, ama ben de uzun bir süredir bu kadar acıttığını hissetmemiştim. Uygar'ın son uyarısından sonra dile getirdiği sözler, Yakut'a karşı gösterdiği iyi niyetin son kalıntıları oldu. "Ve Gencay'a dikkat ederken kendine de dikkat et." Eğer Yakut 'neden yaptın' diye en başından ihaneti kabullenmiş şekilde konuşmasaydı ve sadece bir kez 'sen böyle bir şey yapmazsın' diyebilseydi, ettiği yeminlere rağmen Uygar ona karşı hissettiği tüm öfkeyi şu geçen süreçte hızla yıkıp bitirebilirdi. Birkaç hafta önce henüz hiç karşılaşmadıkları zaman, aklındaki plan zaten Yakut'un karşısına çıktığında acımasız olmaktı, gardını en başından takınacaktı. Fakat maskenin ona tanıdığı özgürlük ve 'belki onca yıldan sonra eskisi gibi değildir bu sefer bana inanmayı seçmiştir' fikri, yeminlerini bozmasına sebep oldu; bu yüzden Uygar ona duyduğu merhamete ve tutkuya engel olmak yerine, gerçekte ne hissediyorsa o duygunun akıntısına kapılmayı seçti. Karısıydı o. Eski, diye düzeltti içinden, eski eski eski. Yakut bu hayatta her şeyi bir kenara bırakmasına değecek tek kadındı. Onun uğruna yalancı da olurum, beni bir sefer haksız çıkarsın umurumda bile değil, bana inanmasını da geçtim bana inanmaya çalıştın yeter. Uygar yapmamıştır, diyebilsin. Ben daha boynuna sakladığı o eşsiz kokusuna bile kayıtsız kalamıyorum, Yakut da zaten nefretine rağmen ona dokunduğumda dikenlerini uysalca geri çekecek kadar özlemiş beni. Bana inanmak için bir şeyler yapsa gözüm geçmişte kalan hesapları görmeyecek, her şeyi silip atacağım. Onun için değmez mi? Sadece onun için değer. Ama zaman tüm beklentilerini boşa çıkarmak konusunda başarısız değildi. Yakut bir masumiyetin ihtimalini bile düşünemeyecek kadar kendi dünyasına kapılmıştı ve Uygar da mecbur bırakılmış bir güvenle yetinemeyecek kadar kızgındı, bu yüzden gerçekleri dile getirmekten o an vazgeçti. İnanmak istediği şekilde kalsın, bu azabı bitirmek istiyorsa artık hayatın karşısına yeni bir tesadüf çıkarmasını beklemek zorunda. Ama ben onu hiçbir şeye inandırmak için çabalamayacağım. Uygar, kapanan geçitten sonra Yakut'un gidişinin ardından yorgun argın doğrulup üstündeki tişörtü çekiştirdi, rahatlamak için yaptığı bu hareketin peşi sıra boğazına dizilen kekre tatla yüzü buruştuğunda ise huzursuzluğunu bitirmeye ne tişörtünü çekiştirmenin ne de bir yerleri yumruklamanın yetmeyeceğini anlamıştı. Kırılmak kadar kırmak da yaralayıcıydı; avuçları arasında sıkıştırılmış bir cam o kuvvete dayanamayıp dağıldığında, parçaların kanatarak batacağı ilk yer kendi elleri olacaktı. Düşüncelerinden dolayı gerilen sinirlerine hâkim olmak için dişlerini sıkıca birbirine bastırdı ve birkaç hızlı adımla asma kata çıkıp orada bıraktığı telefonunu cebine attı. Aşağı tekrar geri inip, Yakut gittikten sonra tekrar yalnız bir adama ait gibi sessizleşen kulübesinin kapısını araladığında ise ilk başta yüzüne esen rüzgarla değil, karşısındaki üç kişiden dolayı çatıldı kaşları. Ada Akdeniz, Ahmet Akdeniz ve... Mürsel İzgi. Sanki uzunca zaman kaçılmış bir kapan gibi. Reha mesajda 'ailecek geliyorlar' dediğinde Uygar'ın düşündüğü kişi sadece Ahmet Akdeniz'di; hemen arkada elleri ceplerinde bekleyen Mürsel İzgi'yi bu ihtimale dahil etmemişti. Ama böyle daha iyi, daha iyi. En azından az önce yüzüme çarpılan o tokattan sonra öfkemi çıkaracağım bir şey var benim elimde de. Uygar bakışlarını ilk önce ön tarafta sinirle titreyen Ahmet'te, hemen sonra tuhaf bir tereddütle kendisini seyreden sarışın kızda gezdirdi; en son ise arka tarafta sanki hakkında bir yakalama kararı çıkarılmamış, ülke sınırları içerisinde köşe bucak aranmıyormuş gibi rahatça bekleyen Mürsel'de duraksadı. Onun korkusuzca bir yerlere gitmesi aslında Uygar için şaşırtıcı değildi, çünkü aklında seneler önce Tufan Kula davasına başlayıp da itaatsizlikle suçlandığı zaman Direncan'ın söylediği sözler yankılanıyordu: Artık suçlu olmanın bir dokunulmazlığı var. Rüzgârın savurduğu bukleli saçları neredeyse kirpiklerine ulaşacak haldeyken bunu hiç umursamadan etrafı seyreden adam da saniyeler sonra başını kapı tarafına döndürdü ve Sarraf'ın gözlerinin içine baktı, oysa kimin karşısında olduğun habersizdi. Mürsel İzgi, her ne kadar Yakut'u yaşamıyla tehdit eden ve oğlunun intikamını almak için onu kara listesine ekleyen kişi olarak bilinse de Uygar için çok önceden kapanmamış başka bir hesapları daha vardı. Ahmet Akdeniz'in mekânında hayatını kaybeden abisinin canını alan kişiydi o, tüm deliller karartılmış olsa da Uygar için bu peşi bırakılmayacak bir meseleydi. Hayatında sadece tek bir kişiye değil, hem abisine hem de eski karısına dokunma teşebbüsünde bulunarak aralarındaki hesabı gitgide hiç kapanmayacak bir hale getiriyordu Mürsel; şimdi bu sessiz ve sakin duruşunun altında kısa zaman önce kaybettiği oğluna duyduğu hüznün ağırlığı vardı ama o bunun daha fazlasını da yaşayacaktı, ta ki yaptıklarının bedelini ödeyemeyeceğini fark edinceye kadar. Benim karım... Yakut, dakikalar sonra odasına bir katil gireceğini bilmeden uyurken, sessiz uykusundan ürkerek uyanmak zorunda kaldığı için bile çok yakışacak o kelepçeler eline. O gece her şeyden haberdardım, şanslıydın. Bu gece hiç değilsin. - Uygar, içeri aldığı misafirlerinden sonra Yakut'un duyabileceği kadar yeterli bir sesle kapıyı örttü; ağır adımlarla masasının ardındaki sandalyeye yaklaşıp otururken dikkati tamamen kapalı perdelerdeydi, içten içe yavaşlayan kalbiyle Yakut'un bir an önce oradan uzaklaşmasını diledi. Gecenin sonuna dair planları kesin olsa da, eski karısının gözlerindeki yorgunluğun farkındaydı; odasına bir katil gireceğinden habersiz uyurken bile sezmişti ondaki yorgunluğu, kendisini bile tanıyamayacak kadar bitkinleşmiş haldeydi. Bugün de her şey beklediğinden kötü sonlanmışken Yakut'un hüznü dolayısıyla bir talihsizlik yaşamasını istemiyordu. Oturduğu sandalyede hafifçe yayılıp ensesini ovaladı. "Sizi dinliyorum," derken gözlerini tamamen onlara çevirdi, zamanın bir an önce geçmesini diledi. "İlk ö-" Ada ters giden bir şeyleri engellemek için ellerini havaya kaldırıp hem babasını hem de amcasını aceleyle durdurdu, önüne düşen sarı saçlarını histerik bir tavırla geri iterken zaten içeri yalnız davet etmediği için Sarraf'a öfkeliydi. "Ben konuşacağım," dediği esnada, sanki Sarraf'tan sonra ikinci ev sahibi gibi üsten bir tavırla baktı herkese. "Sizin araya girmenize gerek yok." "Sadece tanışmak istemiştim cimcime," Mürsel yeğenine sahte bir gülümsemeyle karışık verdi, oturduğu yerde bacak bacak üstüne atarken geniş bedeniyle fazla yer kaplamıştı. "Kötü bir niyetim asla yoktu." "İyi tamam, ben tanıştırırım." Genç kız çatık kaşlarının altındaki kısık bakışlarını önce babasına çevirdi ve hızlı bir sesle ismini dile getirdi. "Ahmet Akdeniz, babam." Ve sonra eliyle hala koltukta oturmakta olan Mürsel'i işaret etti. "Amcam, Mürsel İzgi." En son durağı ise, sandalyesinde pervasızca oturan maskeli adam oldu; ona bakarken sesi az çok dalgınlaşsa da kızgınlığından ödün vermeyecek kadar dirayetliydi. "Ve o da anlattığım gibi, Sarraf..." Sözleri arasında kısaca yutkundu, bakışlarını güçlükle de olsa amcasına çevirdi, onun inceler gibi baktığının farkında olsa da kimseye meydan bırakmayacak kadar sert bir tavırla kaşlarını havaya kaldırdı Ada. "Yeterli mi sizin için? Tanışabildiyseniz şimdi abim hastanede bir başına yatıyorken bir an önce merak ettiklerimizi sorayım mı?" "Oğlumu vuran şırfıntıyı nereye götürdün!" Ada'ya kalmadan Ahmet öne atıldığında, genç kız ellerini sinirle yanaklarına koydu ve ayağını yere vurdu. "Baba, bekle, size burada diğer herkese davrandığınız gibi davranamazsınız demiştim! Uygar oturduğu sandalyede bedenini doğrultarak dik bir duruş aldı, tam o an masanın altından ufak adımlarla kendisine yürüyen siyah tüylü Hata'yı gördüğünde usulca yere eğilip onu tırmanmaya çalıştığı bacağından sıyırdı. "Oğlun," diye bir şeyler mırıldanıp Ahmet'i dinlediğini belli edercesine konuştuğunda, niyeti sadece onlara karşı biraz zaman kazanmaktı. "Okan Akdeniz, şerefsiz herif!" Karşısındaki maskeli adamın umursamazca bir kediyi sevdiğini görünce Ahmet bastonunu yere vurup üstüne yöneldi. "Kim olduğunu çok iyi biliyorsun, bugün yanı başında vurulmuş ya sen de oğlumu vuran kızı tutup götürmüşsün! Kimin adamısın lan sen?" Kucağında mırıltıyla oynayan yaramaz Hata'yı okşamaktan vazgeçmeyen Uygar, bu esnada üstüne yürüyen yaşlı adamın da farkındaydı; kulübenin ahşap zeminine vuran ayakkabı sesleri sonlanıp en sonunda üstüne doğru bir baston yükseldiğinde Uygar da kedide gezinen gözlerine rağmen rahatça sandalyesinden ayaklandı. Uzun boyu Ahmet'in üstüne uyarıcı bir gölge düşürdüğü için yaşlı adam da konuşmak üzere araladığı dudaklarından kısa bir nefes bırakıp duraksadı. "Beni zıvanadan çıkarmadan, derhal, ne biliyorsan anlat!" Tam önünde, havada kalan titrek bastonu henüz fark ediyormuş gibi Uygar gözlerini Hata'dan ayırdı ve o tarafa çevirdi. "Sizi evime almış olmam benim çok misafirperver ve sabırlı olduğumu göstermez," derken bastonun sönen bir hınçla yere inişini seyretmişti. "Benimle konuşmayı seçtiğiniz takdirde, ben de konuşmayı tercih ederim." Uygar'ın sert ve kararlı sözlerinin arasında, Hata uslu durmayarak tişörtünün sağ koluna tutundu ve oradaki kanlı beyaz kazağı çekiştirdi. Altından sızan ufak kan damlalarını gören Uygar da parmağını oraya değdirmiş ve tenine yapışan kanı ovalayarak dağıtmıştı. "Ama eğer iş başka kayacak diyorsanız," derken bakışlarını kolundan çekip Ahmet Akdeniz'in kızarık suratına doğrulttu. "Ben de iyi niyetimi seve seve gözden geçirmek zorunda kalırım." Hafifçe burnunu çekti, sonrasında sesi bıkkın bir tavırla ayrıldı dudaklarından. "Emin olun zaten böylesi hiç keyif vermiyor." "Senin keyfine başlarım ama ben." Ada küskün bakışlarını babasından alıp henüz rahatlığını bozmayan, hatta durumu daha da gergin hale getiren Sarraf'a çevirdi, ona da kırılmıştı. Elbette yanlarında varken kendisine karşı şefkatli davranması pek mümkün değildi, zaten her zaman çok sıcak birisi de değildi ama en azından bu geceliğine aralarındaki şeyi umursuyor gibi görünse ya da bir kez dönüp baksa Ada daha mutlu olurdu. "O kan ne öyle?" derken engel olamadığı bir merakla mırıldandı ve ona yaklaşmamak için elbisesinin eteğini nafile bir çabayla düzeltti, endişeli gözleri Sarraf'ın maskeden açıkta kalan suratı ve kanlı kolu arasındaydı. "Sen de mi yaralısın?" Uygar, Hata'yı tişörtünün üstünden çekti ve başka yerde oynaması için usulca yere bıraktı; onun küçük patileriyle uzaklaşmasını seyrettikten sonra Safir'i de kontrol etmişti, alacalı minik kedi her zamanki uslu haliyle oturmuş patisiyle ilgileniyordu. "Aynı gecenin eseri," dedikten sonra eğildiği yerden tekrar doğruldu, yarasını açıkta bırakan tişörtünü düzeltti ve ardından sandalyesine yerleşti. "Kız... Okan'a hedef aldığı sırada beni de vurdu." "Ama sen alıp götürmüşsün kızı?" Ada'nın sesinde masumane bir ton vardı, bunu yapmasının altında mantıklı bir sebep olmadığını biliyordu, hatta Sarraf'a güveniyordu. "Eğer onunla bir alakan yoksa, niye kızı yanına aldın?" Uygar masaya yasladığı parmaklarını kaldırıp sertçe yumruğunu sıktı ve sonra açtı, bir süre vakit geçirir gibi ellerinin üstündeki damarları seyretti. Bu umursamaz hali kulübedeki üç misafirin sabırsızca nefesini tutmasına sebep olduğunda Uygar'ın dikkatini çeken tek şey, elinin üstünde damarların arasına gizlenmiş eski yanık iziydi. İlk görevlerinden kalma belirsiz ateş yarasını Yakut da hala taşıyor olmalıydı, peki ona bakıp kendisi gibi anımsıyor muydu geçmişi, gerçek bir arzuyla? "Bir cevap versene şerefsiz herif!" Ellerini dalgınca germeyi bıraktıktan sonra göğsünü şişirdi ve nefesini onları rahatsız edecek şekilde dışarı bıraktı, hemen sonra bariz bir gerçekten bahseder gibi Ahmet Akdeniz' doğru kollarını iki yana açtı. "Bu soruların cevabı zaten belli değil mi?" "Biz senden duymak istedik!" "O zaman şu hatayı düzeltelim," deyip hırıltıyla öksürdü Uygar. "Ben hiç kimseyi, hiçbir yere götürmedim." Elini bir defa açıp parmaklarını rahatlattıktan sonra tekrar yumruk haline getirdi. "Birisinin ortalık daha fazlası karışmasın diye kızı durdurması gerekiyordu, durdurdum; oğlunuz da o sırada kaçıp gidecek kadar yaralıydı zaten." Koltuğun sırtına kolunu yaslayan Mürsel, bir bacağını diğerinin üstüne bıraktı ve başını aşağı yukarı salladı. "Belli belli, anladık," derken tuhaf bir ağırlık oturmuştu sesine. "Ama yine de baştan başlasak olmaz mı, böyle kafam çok karışıyor zaten ilkokulda da arkadaşlarım kadar hızlı öğrenemezdim derslerde." Oyuncu tavrıyla parmaklarını alnına değdirdi ve boğazından çıkardığı bir sesle hayıflandı. "Ahh, zaman geçse de hala küçük salak bir çocuk gibiyim, kusuruma bakmayın, bu da benim sıkıntım... Ne yapsak ki?" Oturduğu yerden hafifçe doğruldu, şiş göbeğini kapatmayan ceketini çekiştirirken kapanmaması pek de umurunda değil gibiydi. Bir elini cebinden çıkardı ve beline götürdü, oradan silahını çıkardığında sadece meydan okur gibi davranmasına karşın Uygar hiçbir koşulda rahatlığını bozmamıştı. "En iyisi bu şekilde halledelim Sarraf; çünkü böyle sikik bahaneler hiç bizlik değil, sen de vurulmuşun da kızı uzaklaştırmışsın da falan filan..." derken bunların hepsinin bahane olduğunu belli etmek istercesine yüzünü buruşturup başını iki yana eğdi. "İnan ki umurumuzda değil." "Amca, böyle olmayacaktı." "Böyle olacak Ada." Mürsel yarım kalan sözlerinden dolayı gözlerini sıkıca kapatıp açtı ve kendisini sessizce bekleyen Sarraf'a doğru konuşmaya devam etti, suratı anlayış ve öfke arasında belirsiz bir noktadaydı fakat gitgide yukarı kalkan silah öfkenin arttığını gösteriyordu. "İster geber oğlum, bize ne senden değil mi? İstersen kahraman olarak öl, bize ne senden, sen bizim umurumuzda değilsin ki..." Seyrek kaşlarını bir kere havaya kaldırıp indirdi. "Zaten gerekirse bir delik de biz açarız koluna." Uygar istifini bozmadan bir elini çenesine koydu, oradaki kumaşı tutup parmakları arasında ezer gibi ovalarken onun dimdik duran hali Mürsel'e aynı rahatlığı vermemişti. "Vur o zaman." Henüz bunu yapmak için doğru zaman değildi, keza ilk itiraz da Ahmet ve Ada'dan geldi. "Hayır," diyen yaşlı adamdan sonra genç kız, Sarraf'ın yerine yaşadığı tüm korkuyu aceleyle dile getirdi. "Amca o bize yardımcı oluyor, hiç dinlemiyor musun sen? Lütfen yapma, konuştuk sizinle hemen bu yola başvurmayacaktınız! Abim için, lütfen abim için dinle beni." "Ama adam istiyor." Çocuksu bir sızlanmanın ardından Mürsel, sevimsiz göründüğünü bilse de alt dudağını ısırdı. "E biliyorsunuz, ben de kırmam böyle çok isteyeni." "Henüz değil dostum, bekle." Ahmet bastonunu bir kez yere vurdu. "Dediğin gibi bu şerefsiz her şeyi en baştan anlatmadan kapanmayacak bu mesele... Bize bak Sarraf, şu dövüş zımbırtısını anlat, oğlumu niye maçtan indirip kendin çıkmak istedin? Niyetin ne oğlum senin? Kendi şeyini de iki saat sonraya erteletmişsin, o sürede bir şey yaptınız oğluma değil mi?" Mürsel İzgi, Ahmet'in oğlunu kaybetmekle ilgili korkusunu çok derinden bildiği için silahını yavaşça indirecek gibi olduğunda henüz işittiği soruya cevap vermeyen Uygar, bakışlarını bir süre Mürsel'de tuttu ve onu, net bir şekilde uyardı. "İndirme silahını." Bu ikazla beraber, siyah gömleğinin yakasını rahatsızca düzeltti Mürsel. "Hay hay." Uygar hemen sonra ağırdan aldığı bir mırıltıyla Ahmet'e döndü. Bugün gerçekleri öğrenebilmek adına Yakut'la beraber uydurdukları hikâyenin, gecenin sonunda ayağına dolanacağını pek düşünmemişti, yine de hala bu yalanı devam ettirebilmek için gücü vardı. "Cüneyt'i duymuşsunuzdur?" "Ne bilelim biz Cüneyt'i, kimmiş o?" diyen adamdan sonra Ada devraldı sözleri. "Evet, biliyorum sayılır." Ancak bu, bastonunu daha sıkı tutmaya çalışan yaşlı adamın dişlerini sıkmasına sebep oldu. "Ada, senin bunca insanı nasıl tanıdığını gerçekten çok merak ediyorum." Ahmet Akdeniz, sözlerinin ardından bakışlarını da yavaşça kızına yöneltti. "Ben bile yerini yurdunu bilmezken sen kalktın beni bu yüzsüz herifin gecekondusuna getirdin, yetmedi adama kefil oldun, ha bak bunlar da yetmezmiş gibi daha soyadını bile bilmediğin Cüneyt midir her ne haltsa o kişiyi tanıdığından bahsediyorsun." En sonunda sesi öfkeyle yükseldi. "Sen benim aklımla dalga mı geçiyorsun kızım? Ne işin var senin bunca uçkursuzun arasında?" "Sadece..." Genç kız yutkundu. "Abimden duydum işte, bu gece Cüneyt'le dövüşe çıkacağını söylemişti, yüz yüze tanıdığım birisi değil." "Oh çok rahatladım, çünkü benim kızım adamı yüz yüze tanımıyormuş! Daha iki gün önce yurt dışından dönen oğlum elin belalısıyla dövüşe çıkacak, kızım da adamı yüz yüze değil sadece ismen tanıyormuş, oh nasıl da rahatladım vallahi anlatamam!" Sabırsızca yükselen sesinden sonra Ahmet bastonunu yere sertçe bir daha bastığında çevresinde kendince oyun oynayan minik Hata, ürkek bir miyavlamayla oradan kaçtı ve Uygar'ın ayak ucuna sığındı. "Benim niye haberim yok bundan? Kim bu Cüneyt, oğlumdan ne istiyor? Siz beni deli mi edeceksiniz?" Uygar masanın üzerine dökülmüş birkaç külü elinin tersiyle tek yere çektikten sonra küllüğü üstüne örttü ve masada gözüne çarpan bir mendille, kül bulaşan elini gelişigüzel temizledi. Bu pervasız davranışlarını hala ona silah doğrultarak seyreden Mürsel ise, umursanmayışları karşısında dişlerini sıkıca birbirine bastırdı. "Pezevenk." Mürsel'in memnuniyetsiz mırıldanışını duyan Uygar, maskenin ardından dudaklarını hafifçe kıvırmakla yetindi; hemen sonra mendili küllüğe fırlatmış ve tekrar yaslanmıştı sandalyesine. "Bugün birisini öldürmek için çıktı Cüneyt dövüşe," derken geç kaldığı cevabı Ahmet'e iletti. "Okan'ın da maça çıkmasını bu yüzden istemedim." Gözlerini sıkıca örten Ahmet, ön cebinden çıkardığı kumaş mendili alnına dokundurduktan sonra açtığı bakışlarını geride ürkekçe bekleyen kızına çevirdi. "Bunu da biliyor muydun güzel kızım?" "H-hayır..." "Ama dövüşe çıkacağını biliyordun ve bana söylemedin, üstelik abinin nerede olduğunu da itinayla sakladınız." Ada başını hüzünle aşağı yukarı salladı, en başından hiçbir şeyi babasından saklamaması gerektiğini biliyordu fakat tamamen abisine inanıp bu meseleyi gizli tutmayı tercih etmişti; çünkü her şey yalnızca bir gece eğlencesi olarak kalacaktı. Gerçi durumu biraz erken öğrenmiş sayılırdı, abisinin peşinde onu öldürmek için bir katilin dolandığı haberi ulaştığında vakit geç değildi; ancak sonrasında abisinin telefonuna ulaşmak mümkün olmamıştı, bu esnada tüm aksilikler de başına geldiği için, o dövüş mekanına istediği gibi yetişemedi. "Baba yemin ederim benim bundan haberim yoktu, ben sadece orada maça bıkacağını biliyordum bana da bu kadarını söylemişti zaten! Başını belaya sokmayacağına söz vermişti, inandım işte ne yapayım?" "Bundan ala bela mı var kızım?" "Tamam bunların şu an ne önemi var ki?" deyip tüm dikkati tekrar asıl noktaya odakladı Mürsel. "Geçip gitmiş bir şey, bu konuda prensesin bir suçu yok Ahmet, onu sıkıştırma." "Bana söyleseydi ben Okan'ı hiç oraya yollar mıydım? Sadece arkadaşlarıyla uslu uslu kafa dağıtmaya çıktı sanıyordum, beyefendi içer gelir de bir de akşam onun sarhoşluğuyla uğraşırız diye aklımdan geçirdim hatta... Ne bileyim ben eşek herifin amacının farklı olduğunu?" "Önemli olan bu değil," diyerek Mürsel bir daha onu uyarmaya kalktı, silahını fark etmeden indirecek gibi olduğunda ise Sarraf'ın tekrarlayan uyarısıyla karşılaşmıştı. "Silahını indirme Mürsel." Maskeli adamın bu inadına karşı, Mürsel tek kaşını sorgularcasına havaya kaldırdı; dudakları da benzer bir sorguyla aralanmış fakat tek bir kelime dökülmemişti dilinden. Sessizliği, tekrar ayaklanıp ellerini masaya yaslayarak öne eğilen Sarraf'ın kelimeleri bozdu; siyah maskesinin arasında sıkışan yeşil gözleri kısık ve bir o kadar da kararlıydı. "Evime gelip bana silah doğrultmaya cesaretin varsa bu sana tek tavsiyem olur, o silahı tek bir saniye bile indirme." "Öyle mi?" Histerik mırıltısından sonra dilini dudaklarında dolaştırdı Mürsel. "O zaman ilk önce nereden yakmamı istersin canını, Sarraf?" "Tam göğsümden olsun." Abisini anımsayınca, yutkunmak zorunda kaldı. "Mümkünse iki kurşunla." Mürsel birden çoğalan hararetten korkup geri çekilecek değildi, böyle yüzünü göstermekten bile korkan acemiler onun yerini alamayacak kadar küçüktü Mütsel'in gözünde. "Yanarak ölmek nedir, peki onu bilir misin?" Uygar başını bir kere öne eğip kaldırdı. "Fazlasıyla." Abisi öldüğünde, her şey otopsi raporuna karbonmonoksit zehirlenmesiyle gelişmiş bir ölüm olarak sığdırılsa da gerçek belliydi, hiçbir yerde konuşulmamış ve izahı hiçbir zaman yapılmamış o iki kurşun yarasını abisinin göğsüne süs diye bırakmamışlardı, adalet belki yanılabilirdi ama doğrular asla. Kendisine meydan okunmasının kızgınlığıyla Mürsel cebindeki telefonu hızla çıkardı, dışarıdaki adamlarından birisini ararken silahını ise hiç indirmemişti, hatta birkaç adım daha atıp ayakta dikilen Sarraf'ın maskeli suratına daha yakından tuttu namluyu. "Aptal hocanın dersi zor geçilirmiş Sarraf," diye dişlerinin arasından mırıldandı. "Biraz uğraştıracağız seni." Ahmet Akdeniz, mendilini terli alnına bir daha değdirdi; sanki boş bir amaç uğruna burada oyalanıyorlarmış gibi hissederken tek isteği bir an önce hastaneye, oğlunun yanına dönmekti. Yıllar boyunca çocuklarının başına bir şey gelmemesi için çokça uğraşmış ve bunu bir kez zaten acısıyla yaşamıştı; beş sene önce Ada kaçırıldığında da en az şimdiki kadar bitap hale düşmüştü, ancak o zaman kızını kaçıran kim olduğunu ve kiminle anlaşma yapması bildiği için nispeten rahattı. Oysa şimdi, oğlunun canına göz koyan kişinin kim olduğunu bilmiyordu ve yılanın başını ararken beyhude yolculuklarla vakit öldürüyormuş gibi hissediyordu. "Mürsel, dostum konuşmadan önce ortalığı karıştırmaya gerek yok bak ben de kendimi zor tutuyorum ama..." Ada hala uzayıp giden mesele yüzünden gözlerini keyifsizce kapatıp açtı, ağlamaklı halde gözleri dolmasının tek sebebi hayal kırıklığına uğramaktan korkmasıydı; yıllar önce babasının karanlık dünyası yüzünden kaçırıldığında, bu hayat ona zarar verdiği için uzun bir süre ailesini sevmekte zorlanmıştı fakat geçen zaman, insanlara tekrar güvenmek konusunda ona hiç yardımcı olmadı, derin bir yalnızlığa sürüklendi ve kaçtığı ailesine bir daha tutundu. Onlardan başka hiç kimsesi yoktu, ta ki tüm dünyasını bir maskenin ardına sığdıran Sarraf'ı tanıyana dek. Onun kim olduğunu bilmemesine rağmen duygusal bir karşılık bekleyişinin altında, kendisine böyle belirsiz bir hayatı reva gören babasına hissettiği uzaklık vardı; çırpınışları, yıllar önce kaçırıldığı zaman kurtarıldığı gibi bu sefer bu de bu karanlık hayattan kurtarılmak içindi. Daha öncesinde, Yakut denen kadının peşine takılan kiralık katili sırf Sarraf istedi diye uğraşarak bulmuş, onun hayatının kurtulmasına yardım etmişti. Her ne kadar yüzünü hiç göremediği bu adamı kaybetmek istemese de masum bir kadının haksız yere ölmesini kabul edemeyecek kadar derin korkular tecrübe edinmişti kendisi de. Bu yüzden Sarraf'a yardım etmek hiç gocunmuyordu ama işte... Eğer onu kaybederse, daha aydınlık bir hayatla arasındaki bağ da kopacakmış gibi hassastı her şey. "Sarraf artık bir şey söylesene, hiçbir şeyin suçun olmadığını açıklasana!" Uygar gözlerini biraz sağa kaydırdı, tedirgin halde bekleyen sarışın kızın üstüne. Ada'yı henüz küçük bir genç kızken kurtardıkları zamanı düşündü; onu kaçıran kel adamı tam ensesinden vuruşunu, yere düşmekte olan adamın bir grup koruma tarafından alınıp oradan uzaklaştırıldığı anı... O adamın ölümüne kendisini hiç hazırlamamıştı, bir ihtimale tutunup da kim olduğunu öğrenmek isterken çoktan hayata veda ettiğini öğrenmek ise Uygar'a geçen onca yılı boş bir inançla harcamış gibi hissettirmekten öteye geçemedi. Eğer böyle bir ihtimale hiç tutunmasaydı, eğer videodaki adamın peruğu belki alttaki saçsız başı belli etmek ister gibi havalanmasaydı hiç kapılmazdı bu fikre; ancak bu fikre inanan sadece kendisi de değildi. Yakut da kendisinden uzakta, akılları birbirinden apayrı olmasına rağmen aynı sonuca ulaşabiliyordu; o sezgileriyle hareket etmez, kesin kanıtlar yoksa tek bir adım atmaz, ben yaparım bunu o riski sadece ben alırım. Yakut almaz. Ama hatıralar öyle belirgin ki en kritik anda ölmemek için bu ihtimale tutunmaktan başka çaresi yok. Peki bir yalan gerçeklere nasıl bu kadar yakın olabilirdi? Aradıkları kişiyi, Yakut'u gerçekten öldürmek isteyen kişiyi burada kimse tanımıyordu; ellerinde bir ses, bir görüntü vardı ama ihtimaller dahilinde o kişinin bir ismi yoktu. Zaten Okan'a kimin zarar verdiğini bilecek olsalar, Ada'nın kendisine olan güvenine tutunup da buraya hiç gelmezlerdi. Tıpkı seneler önce Ada kaçırıldığında, Ahmet Akdeniz'in sessiz sedasız işini halletmek istemesi gibi; çünkü o zaman adam kiminle kontak kurması gerektiğini çok iyi biliyordu, şimdi ise onların ellerinde de kuvvetli bir şüphe yoktu. Uygar sinirle maskesinin boynunu düzeltti, daha sonrasında kıracak kadar derin bir öfkeyle dişlerini birbirine bastırdı; bu iki adamı elinden kaçırma niyetinde değildi, Mürsel İzgi kaçtığı onca yıldan sonra enseyi ele verdiğinde kurtuluşu öyle kolay olmayacaktı. İlk kez bu kadar yorgun hissetti; bir yanda yıkılmış evliliği, artık ona güvenmekte bile zorluk çeken karısının ağırlığı varken diğer yanda, bu adamların içinde tıpkı onlar gibi bir alçak olarak bildiği yılların yükü vardı. "Sarraf." Ada'nın çaresiz uyarısını içerideki kimse kale almadı; saniyeler sonra cevaplarını henüz bulamamış Ahmet'in sesi doldurdu rüzgârın uğultusunu taşıyan kulübeyi. "Mürsel, hata ediyorsun daha ben oğluma ne olduğunu bile öğrenemedim, yapma beni en iyi sen anlarsın!" Uygar, parmaklarını sürerek ahşap masanın üstündeki çizgileri saydı; başparmağıyla oraya bastırıp odağını kaybetmeden yumuşak yüzeye bir iz bıraktı, bu esnada Yakut'un kulübenin çevresinden bir an önce uzaklaşıp uzaklaşmadığına dair bir sorgu vardı aklında. "Sence bu şerefsiz cevaplasa bile, çok mu masum görünüyor sana?" Boynunu bir tur çevirip rahatlamaya çalışan Mürsel, birden fırlayan tükürüğünü diliyle temizledi; sonrasında sertçe burnunu çekti. "Şunun gözlerine bak, merhameti hak eder gibi bir hali mi var?" "Amca, sen suçladığın için kendini açıklayamıyor!" "Yok ya... Okan'ı dövüşten indirmenin, vurulmadan önce oturup bir başlarına ne konuştuklarının falan hepsinin adam akıllı izahı var da ben mi konuşturmuyorum bu piçi?" Sesini yükseltti, bundan sonra haykırışa geçmişti. "Sabrımı sınamadan maksadını anlatacaksan anlat, prensesimin hatırına birkaç dakika fazladan yaşarsın onu da kendine zulmetme Sarraf efendi!" Bu son yalanım olacak. Uygar, başını yavaşça Ada'dan tarafa çevirdi; onun az sonra korkuya kapılacağını bilse de bu sözleri dile getirmek zorundaydı, bir kıskaca düşeceğini önemsemeden. Yıllar önce ölmüş bir adamın ismi, maskesinden tamamen kurtulmadan önce bu iki adamdan alacağı son kanıt olacaktı. "Okan'la o odada, Ada'yı yıllar önce kaçıran adamı konuşuyorduk," dediğinde, kendisine silah doğrultan Mürsel'in bakışları da o yana döndü. "...söylesene amcanla babana, onlar da öğrensin abini öldürmek için kimin uğraştığını." Genç kız, az önce düzeltmek için tuttuğu saçlarını donuk bir tavırla arkasına bıraktı; bir şeyler söylemek için dudaklarını araladığında, Ada'nın titrek kelimelerin idile dökmesine kalmadan Ahmet Akdeniz karıştı araya. "Saçmalıyorsun, bunun imkânı yok, sen bayağı bayağı saçmalıyorsun oğlum benim kafam atmadan sussan iyi olur." "Niye?" Uygar parmaklarının uçlarını biraz daha ahşap masaya bastırdı, elinin altında gıcırdayan masa üstüne yüklenince hafiften sallanmıştı. "Bir kere yapan bir daha yapmaz mı bunu?" Hışımla bağırdı Mürsel. "Siktir lan, öldüğü için yapamaz!" "Başka yalan mı bulamadın sen bize uyduracak?" Uygar başını bir kere öne eğip kısaca iki yana salladı, sakin ol yalanına birkaç dakika daha katlanabilirsin, sakin ol. Gözlerini tekrar onlara çevirdiğinde eskisinden de ciddiydi. "Kalkan'ın odası mekânın ikinci katında, baştan üçüncü kapı; dolapları açın içindeki haplara bakın." Hırıltı boğazını düzeltmek için hafifçe öksürdü. "Kalkan onlardan birisini Okan'a ayırdı, bu gece dövüşte ölsün diye." "Ha sen bunu da ölü bir adam mı yaptırdı diyorsun yani?" Keşke bunun cevabını ben de bilebilseydim. "Ölü bir adam buna tenezzül edemez diyorum." Ahmet elini cebine attı, bastonuna tutunmasına rağmen bir şeyler duyabilmek için pek de gücü kalmamıştı; gözleri hemen yanındaki kızına değmek gibi bir gaflete düştüğünde, onun suratında da dağınık bir korku gördü. "Ada yok," dedi kızını yatıştırma maksadıyla, onun tekrar kendisinden uzaklaşmasını izleyecek kadar gücü yoktu. "Öldü o, bekle bak yok öyle bir şey kanıtlayacağım sana." İçine titrek nefesler çeken genç kız, parmağını henüz hiçbir yaşın akmadığı kirpiklerine sürdü ürkerek. "Hayatın hep beni böyle darmadağın etmek zorunda mı baba?" "Ada..." Kızına seslendiği esnada numarayı çevirdi ve adamların birisini aradı, kulağında hem Ada'nın nefret dolu solukları hem de telefondan gelen arama sesi yankılanıyordu. "Bir şey yok, korkmana gerek de yok, bitti gitti her şey, güvendesin kızım." Saniyeler sonra arama cevaplandı, Ahmet Akdeniz adamlarına Kalkan'ın yerine geri dönüp tüm her yerde o hapları bulmalarını söyledikten sonra havanın gitgide soğuduğu kulübenin içinde sarsak bir adım attı. Bu sefer hedef arayan bakışları Sarraf'ı buldu, titrek işaret parmağı da yönünü bilirmiş gibi o tarafa doğrulmuştu. "Sen çok büyük oynuyorsun bak, sen... Sen mahvolmadan önce son oyununu oynuyorsun kuyumcu bozması!" Ada nefes almakta gitgide güçlük çektiğini hissetti, saçına parmağını geçirip sarı tutamları geri ittikten sonra iki elini birden yanaklarına değdirdi. Ailesinin insafına bıraktığı bu hayatı artık tamamen terk etmenin vakti gelmişti belki de. "Kimseyi suçlama," diye nefes nefese mırıldandı babasına. "B-bizi..." Göğsü hızla inip kalktı, şimdi Sarraf onu tutup yanına çekse ve sarılsa biraz olsun rahatlayabilirdi, onun merhametine güveniyordu ancak beklediği karşılığı bir türlü bulamadı. "Bizi... Bu- bu hale sen getirdin." "Ada, bunun hiç sırası değil hem babana da haksızlık ediyorsun güzelim." Mürsel diliyle dişlerini sıyırdı, bir ava odaklanır gibi tetikteydi; gitgide titreyen elindeki silahı diğerine bıraktıktan sonra öne doğru bir adım daha attı. "Ben bu yüzsüz herife senin kadar güvenemiyorum." "O senden de, babamdan da ve hatta-" Göğsü hızla inip kalkarken Ada ellerini öfkeyle yumruk yaptı, geçmişi anımsamanın en kötü yanı böyle histerik bir tavra bürünmesiydi. "O..." Kendisine beklenti içinde bakan Uygar'ın farkında değildi, tatsız hatıraları arasında saklı kalan ismi bir türlü dile getiremedi. "Hepinizden daha güvenilir benim için Sarraf, neden biliyor musunuz?" Gözlerini öfkeyle irileştirdi Ada. "Sarraf'ı tanıdığım için değil, asız sizi ciğerinize kadar tanıdığım için... Bu hayattaki herkes sizden daha güvenilirdir!" "Ada, haksızlık ediyorsun kızım." Hayal kırıklığıyla dolan gözlerinden en sonunda tek bir yaş düştü, uzun tırnağının kenarıyla oynarken en azından bu gece burada, Sarraf'ın güvenli kalabilmek gibi bir ümidi vardı. "Asıl haksızlığı sen ettin bana senin gibi bir adamın kızı olma ağırlığını yükleyerek... Pişmanım, gerçekten her şeye rağmen sizi sevmeye çalıştığım için çok pişmanım baba." "Kanıtlarım, yemin ederim gider şimdi o mezarı ellerimle kazar sana Kadir'in öldüğünü kanıtlarım Ada! Bu şerefsiz herife inanacak değilsin herhalde?" Kadir. Hiç tanımadığı, ölüp ölmediği meçhul bir adamın; üç kişiyi böyle hınçla birbirine düşürmesine karşın Uygar kulübesindeki gürültüyü daha kulak kabartarak dinledi, o gün Ada kaçırıldığı gün gerçekten de büyük bir anlaşmazlık yaşanmış olmalıydı ki hala bugüne iz sürebiliyordu Kadir denen adam. Ada şüpheyle başını yana eğdi, saçları yine gözünün önüne düşünce bu sefer geri çekmeye tenezzül bile etmemişti. "Yapamazlar mı sanıyorsun? Diyelim ki sen haklısın, gerçekten öldü o... Yine de bizden intikam almazlar mı sanıyorsun baba? Sırf sen her şeyin sahibi olacaksın diye-" "Şştt, hayır, tamam, sus." "Sen her şeyin sahibi olmak istiyorsun diye yaşıyoruz biz bunları!" "Ada, hayır!" "Ve o öldüğü için şimdi bizden yine intikam almazlar mı sanıyorsun, o kadın-" Mürsel hızlı bir uyarıya geçti. "Ada, yeterli, sınırını aşma." Uygar düşünceler içinde eğilen başını kaldırdı, yüzüne doğrultulmuş silahtaki sabırsız titreyişi gördü; Mürsel'in zamanla yaşlanan bedeni artık bir tetiği kollayamayacak kadar güçsüzleşmiş olmalıydı. Gitgide çoğalan aile trajedisini sürdürmenin büyük bir baş ağrısından başka faydası olmayacaktı daha fazla, üstelik hararet çoğaldıkça kendisine yönelen oklar da artacaktı. Bir de Kalkan pılını pırtını toplayıp mekanını terk ettiyse, haplar hiçbir halükârda bulunamazsa Mürsel'in çıkaracağı karmaşada, büyük bir ateş hattının içinde kalırdı. En nihayetinde Yakut da istediği kadar uzaklaşabileceği zamanı elde etmişti, Mürsel ya da Ahmet onun için tehlike değildi, bu yer altı dostluğunun kayıp da ismi de artık ellerindeydi... Kadir. Son yalanının kazancını aklına kazıyıp dakikalardır elini sürttüğü ahşaba son kez bastırdı, derin bir nefes çekti ve hafif masayı, yaralı kolunun acısına rağmen dayanılmaz bir güçle kaldırıp Mürsel'in silahlı eline doğru keskin bir isabetle devirdi; ahşabın çarptığı bilek kemiğinden çıkan tok ses ve düşen eşyaların sesi birbirine karıştığında, duydukları şey yalnızca bunlar olmamıştı. Zaten tetikte bekleyen Mürsel İzgi, kendisini korumak isteyerek silahı ateşlediğinde kurşun yönünü şaşırıp Ahmet Akdeniz'in göğsüne saplandı. Uygar yana devrilen masanın üstüne basıp bir adım geriye savrulan Mürsel İzgi'ye yaklaştı ve onun zaten incinen bileğini hızla kavrayıp aşağı büktü; hiç acımadan silahı çekip kendi hakimiyetine aldığında namlu bu sefer Mürsel'in kırışık alnında duraksamıştı. Maskenin ardından öfkeli solukları yükselen Uygar, yaşlı adama tek bir merhamet göstermeden onu kalın boynundan yakaladı ve boğazını sıktı. "Konuşmayı tercih etmem dedim Mürsel, ben bu iyi niyetten seve seve vazgeçerim dedim sana." Mürsel hırıltıyla nefeslendi, başını da kendine inancıyla salladı. "Başka bir yaran var senin..." Yutkundu. "Başka bir yaran var onun acısını çıkarıyorsun benden..." "Rastgele denk geldiğin bir adama bunu diyebilecek kadar çok mu can yaktın yoksa?" Arkadaki kapıya yasladığı bedeni çekti ve diğer tarafa çevirdi Uygar, artık yerde kanlı haliyle uzanan Ahmet ve onun başında, elleri dudaklarına örtülü şekilde bekleyen Ada'yı da görebiliyordu. Her ne kadar onlara kızla bile tek gecede hem abisini hem de babasını kaybetmenin korkusunun onda hasara yol açtığı belliydi, sarsak nefesler alırken sendeleyen göğsünü tutup "Baba..." diye fısıldadı, sonrasında donuk bakışlarını yukarı kaldırdı. "Ne yaptınız?" derken kimi suçlayacağını şaşırmış haldeydi. "Ne yaptınız siz?" "Bırak lan beni!" Yaralı dostuna yaklaşmak isteyen Mürsel kıvrandığı yerde silahın soğukluğunu hissedince duraksamak zorunda kaldı, kulağında da Sarraf'ın silah kadar soğuk sesi vardı. "Kıpırdama." En başından biliyordu, en başında kendisine kafa tutan bu yüzsüz adamın başına bela açacağına emindi. "Ahmet, dostum... İyi misin, beni duyuyor musun? Ada, bir şey bastır babanın yarasına, çabuk!" "Baba..." Genç kız ilk başta üzülmek ve az önce nefretini kustuğu adamdan uzaklaşmak arasında gidip gelirken, yine kaybetmenin endişesiyle titreyince yaralı babasına yaklaştı; yaşlı yüzündeki ufak gözleri yorgunlukla kapanmak üzereydi. "Baba, baba tamam dur kapatma gözlerini..." Hemen sonra dışarıdaki korumaları yardıma çağırmak için ayaklandı ancak Sarraf'ın silahı kendisine doğrulttuğunu görünce duraksadı. "Yapma," derken boynu hüzüne yana eğilmişti. "Babamın ölümünü seyrettirme bana, lütfen..." Başını hızla iki yana salladı. "Özür dilerim, senin de başını belaya soktum ama-" Sözlerine devam edemediği için yutkundu. "Lütfen." "Eğer dostum bu kulübede can verirse-" Uygar onu, konuşmasına müsaade etmeden susturdu. "Kes sesini... puşt." Aceleyle nefeslendi, perdeler kapalı olduğu için normalde dışarıdan içeriye bizzat şahit olması gereken Reha'nın hiçbir şey göremediğine emindi, bu yüzden Mürsel'i Ahmet'in üstüne ittirdikten sonra sert adımlarıyla geri çekildi, silahını hala onlara doğrulttuğu için kimse kıpırdayacak durumda değildi. Reha'yı arayıp haber vermek üzer telefonunu cebinden çıkardığında, çoktan kendisine ulaşan aramayla karşılaştı; o da içeride neler döndüğünü merak ediyor olmalıydı. Aramayı cevapladı; birbirlerini duymanın zorluğuna rağmen Uygar sesini özenle kıstı. "Söyle." "Ne yapıyorsun sen? Ne sessizliği bu, niye içeride beklediniz bu kadar?" Reha'nın tuhaf akseden sesi ve sorularından sonra Uygar'ın kaşları çatıldı. "Bir problem mi var?" "Evet, Ahmet'in dışarı çıkmasını bekliyorum," diye mırıldandı Reha, hemen ileride ellerini birbirine sürterek ısınmaya çalışan Yakut'a kısaca baktıktan sonra o duymasın diye kısık sesiyle konuşmaya devam etti. Uygar ve Yakut hala aralarında gerçekleri konuşmadığı için Reha da bu yalana devam etmek zorundaydı, bu yüzden Yakut'a başkasıyla konuştuğu yalanını söylemişti. "Tutuklamadın kimseyi, değil mi?" "Ne demek lan bu?" Uygar, yerde uzanan yaralı adama kısa bir bakış attı. "Niye sordun şimdi?" "Bırak çıksınlar demek istiyorum Uygar... Ahmet bize lazım, anladın mı? Çok ciddiyim, eğer yapmadıysan sakın kimliğini falan açıklamaya kalkma, istihbarattan olduğunu anlayıp da tutuklayacağını düşünmesinler, operasyon daha bitmedi... Yeni başlıyor, masken kalsın." Sesi kısık olsa da her şeyi orada açık açık konuşamayacağı için Uygar bir an sinirle burnunu çekti, bu günü sabırla beklemişti; şimdi bir bahaneyle onları buradan salmak o kadar kolay olmayacaktı. Dilini maskenin altından dudaklarına değdirmek istediğinde kumaşın tüylü yüzeyi sinirini bozunca derin bir nefes bıraktı dışarı. "Siktirme bana şimdi belanı, sen benden istediğinin farkında mısın?" "Uygar, sadece adamları sal. Ahmet'le ufak bir işimiz var bunu bil yeter, uzatmadan sal gitsin, merak etme peşlerini bırakmayacağım, yine sabaha doğru onları tutuklayacağız ama biraz daha vakti var." Oysa buna imkân kalmamıştı, yerde uzanarak yaşama tutunmaya çalışan adama baktı, bir eli yarasının üstündeydi; onun vurulmasına sebep olmakla Yakut'a iyilik mi yoksa kötülük mü ettiğinin farkında değilken, kendisine yalvarış dolu bakışlar atan Ada'ya karşı usulca mırıldandı. "Söyleyeceğimi söyledim, bir dahakine bu kadar affedici olmam... Şimdi, çıkın gidin buradan." - Yakut Yalınkılıç Saat gece üçe varmak üzere, hava gitgide soğuyor ve belki de bir daha yağmur bastıracak günler sonra; sisin çöktüğü geniş arazide Reha'nın arabasından başka hiçbir araç yok, korumalar ön tarafta konuşlandığı için görüş açıma giremeyecek kadar uzaktalar. Sesler sadece ormandaki hayvan uğultusundan ibaret; bir şey görmemize gerek kalmamış gibi karanlık sarmış her yeri ve ben, çok kısa bir zaman içinde karar verdiğim bir gayeye tutunarak, ellerimi direksiyona daha sıkı sardım. Geçmişin üzerine uzun uzun düşünmeye vaktimiz yoktu, belirsiz bahaneleri kılıf edinemeyecek kadar hassas bir denge tahtasının üstündeydik, bu yüzden tek bir isabet hakkımız vardı; onu da hakkıyla kullanmak istedim. Bugünlerde alışkanlık olsa gerek, yine geçmişi hatırlamak istedim. "Tekin, çıktın mı yola?" Telefona ulaşan sesimden sonra Tekin'den bana soluklu bir mırıltı ulaştı, birkaç defa 'oh' deyip yorgunluğunu belli etti; hiçbirimiz uyumamış, bu gecenin sonuçlarına odaklanmıştık bu yüzden doğru düzgün oturup dinlendiğimiz yoktu, öyle ki Tekin de Güllü'yü güvenli bir yere bıraktıktan sonra acilen geri dönmek zorunda kalmıştı. "Birkaç basamak kaldı, iniyorum bekle." Kendime engel olamadan, huysuz bir sesle konuştum. "Bu kadar çok sigara içmezsen böyle tıkanmazsın." Hemen yanımda sessiz sakin bekleyen Reha'nın suskun bakışları üstüme çevrildi, niye böyle baktığını anlamasam da sebebini sormadım, zaten aklından geçeni söylemeyecek kadar kendi içinde yaşayan birisiydi; ya da beni kendisine yakın görmüyor da olabilirdi. Benim onu uyarışımdan sonra Tekin 'cık cık cık' sesi çıkararak ağır ses tonuyla güldü. "Derdimi tasamı unutturacak birisi olsaydı ben de herhalde şu siktiğimin dumanını çekmezdim, sanki keyfimden içiyormuşum gibi konuşma benimle." Sözleri arasında gürültüyle burnunu çekti, hava zamanla ayaz halini aldığı için üşümüş olmalıydı. "Bana birisini bulursan sigarayı bırakırım ama." "Ne münasebet, ne bulacağım ben sana?" Elimi yüzüme sürüp gözaltlarımı ovaladım. "Neyse, dağıtma konuyu, neredesin sen onu söyle." "İki saniye önce merdivenin üçüncü basamağındaydım, şimdi yedinciye geçtim, yeterince hızlı mıyım Yakut Hanım?" "Değilsin, acele et biraz." Sıklıkla arkasını dönerek binayı kolaçan eden Reha, en sonunda vaktin gelmiş olduğuna karar vermiş olacak ki dikkatini telefondan koparıp arka koltuğa baktı, orada ağzı bantlı halde oturan adamı kontrol ettiğinde ben de parmaklarımı dudaklarıma sürtüp sabırsızca bekledim. Tekin memnuniyetsizce cevapladı son sözlerimi. "Oyalama o zaman kapat da." Bana kalmadan kapanan telefonun sesi, arabadaki son gürültü oldu; Reha onu hiç görmediğim kadar sert bir tavırla silahını kaldırdı, namluyu usulca adamın alnına yasladı, yavaş hareketlerine karşı ben de ürperdim. "Şimdi, patronunu arayacak ve sana ne anlattıysak onu söyleyeceksin anlaşıldı mı?" Ağzı bantlı adam Ahmet Akdeniz'in dışarıda yalnız başına dolaşırken denk geldiğimiz korumalarından birisiydi; alnından terler akarken başını hızla aşağı yukarı salladı ama herhangi bir şey söyleyemediği için yine Reha konuştu. "En ufak bir yanlışında seni öldürmekle ödüllendirmem." Tetiği çekti, çıkan ses arabada yankı yapınca peşi sıra adamın yutkunmasını da işittik. "Bu yüzden konuştuklarına dikkat et." Bant çekilince, geriye kızarmış bir çene kaldı. "A-Anlaşıldı efendim..." "Güzel, ara bakalım şu numarayı şimdi." Bir arama sesi uzun uzun çaldı, ama herhangi bir şekilde açılmadı; sırtımı verdiğim yerden ayrılıp dışarıyı kontrol ettim, hiç ses seda ve hareketlilik yoktu, içeride her ne oluyorsa telefon da bir türlü açılmadı. En sonunda ne yapacağını bilemeyerek bizden bir komut bekleyen adama döndüm. "Diğerini ara, Mürsel'i." Reha hızla karşı çıktı. "Hayır, devam et sen ara Ahmet'i." "Ulaşılmıyor işte." "Ahmet'i ara dedim." Son emirle beraber, tekrar itiraz etmek için ağzımı açmadım; Reha ekipler geldiğinde Mürsel'in yakalama kararından dolayı tutuklanacağını söylediği için plana Mürsel'i karıştırmak gibi bir isteği yoktu; ancak bir türlü açılmayan telefon da sanki bizi Mürsel'le yüzgöz etmek ister gibi ısrarcıydı. Dakikalar sonra ikimiz de yorgun bir nefes bıraktık dışarı. "Bir çaresi yok işte, bırak inatlaşmayı... Adamın yokluğu belli olmadan Mürsel'i arasın." Reha eliyle alnını ovaladıktan sonra yorgunca nefeslendi; o da neredeyse yirmi dört saate yakındır ayaktaydı ve bir dakika durmamıştı, yorgunluğunu anlayabiliyordum, mantıklı kararlar almak istiyordu ki ben de istiyordum... Ama şimdi elimizde böylesine nadide bir fırsat varken kaçıramayacak kadar da hırslıydım; gerek Ahmet gerekse Mürsel, birisi yıllardır süren bu davanın kapanmasını sağlayacaktı artık. "Tamam," dedi en sonunda kabullenerek. "Bir de öyle deneyelim bakalım." Adamın bu sefer başka bir numara çevirmesiyle, elimi dudaklarıma sürüp sabırsızca beklemeye başladım; içeride bunca zamandır neden durduklarını pek bilmesem de sessizliklerinin altında Uygar'a bir zarar gelmiş olma ihtimalini düşünüyordum istemsizce. Sonra gözlerim kapanıyor ve içimdeki ses mahvolsun diyordu, söylediklerinin cezasını çekmeyecek kadar masum değil. Bu sefer telefon açıldı, arkadaki cızırtılı rüzgar sesi ve ahizeye vuran nefes seslerinden Mürsel'in dışarıda olduğu ve koştuğu belliydi; onları dinlerken tekrar dışarıya bakıp sessiz araziyi kontrol etmek istedim, Reha'nın kontrolcü hükmü hala telefonla konuşan adamın üstündeydi zaten. "Efendim, size ulaşamadım." "Niye aradın?" Konuşma arasında Mürsel bize söylemediğini belli edercesine bir başkasına seslendi. "Alın çabuk, hastaneye yetiştirin! Geliyorum ben de, hadi acele edin!" Devamında kırık sesiyle, bu sefer telefona haykırdı. "Dinliyorum hadi ne var, ne diyeceksin!" "Efendim, hastaneden ilettiler..." Gözlerini ürkekçe bizde gezdirdi, sanki doğru söyleyip söylemediğinden emin olmak ister gibi. "Ne ilettiler, ne olmuş?" "Efendim." Reha'nın namluyu onun hassas bir bölgesine daha çok bastırmasıyla adam inlememek için kendisini zor tuttu ve gözlerini örttü. "O-Okan Bey yerinde yokmuş, birisi... birisi ka-kaçırmış..." "Siktir." Tek bir kelime; hayreti fazlasıyla aşikardı, bunu beklememişti, geceden beri kimliği belirsiz bir düşmanın hesabını sormaya çalışırken ellerinden kayıp giden yaralı bir bedenin ona ne hatırlatması gerektiğini az sonra fark edecekti. Tıpkı Tufan'ı sakladıkları gibi, karnından yaralı bir ceset onlara aynı şeyi hatırlatmalıydı zaten; ne yaptıklarının farkında olarak vicdanlarının yükünü taşımalılardı. "Ne demek lan o?" Sesi yine tedricen yükseldi. "Ne... Ne diyorsun lan sen!" "Efendim, çok üzgünüm." Reha silahı biraz daha bastırdı, ürkek korumanın ademelması hareketlenip aşağı kaydığında korkusu hat safhaya ulaşmıştı, ezberlediklerini dile getirmekten başka hiçbir çaresi yoktu. "Kalkan'ın yerinden uzakta bir noktada kamera kayıtlarına ulaşmış bizim çocuklar, Okan Bey'i vuran kızın Güllü olduğu görünüyor efendim." "Güllü kim oğlum, Güllü kim sen bana ne anlatıyorsun?" "Hani vardı ya efendim, Tu-Tufan'ın şeyi, eskisi..." "Eee?" "Bir de not bırakmışlar hastaneye." "Söylesene çabuk, çıldırtma adamı ne yazmışlar?" Mürsel'in ilk kez şahit olduğum dehşet sesi, bu gece ilk kez dudaklarımın kıvrılmasına sebep oldu; yıllar önce Tufan Kula'nın cesedini saklamalarının altındaki amacı, şifreli haritada yazan o notun ne anlama geldiğini çözmeye çalışırken biz de onun kadar dehşete bürünmüştük. Gerçi o zaman yaşananların, benim Uygar2ın bir yalancı olduğuna inanmam konusunda tesiri de çok büyüktü; eğer şimdi Mürsel'in önüne bıraktığımız bu eski hikaye bizzat Mürsel İzgi'nin ellerinde doğrulanırsa ben Uygar'ın yalancı olduğuna inanarak hata mı edecektim? Reha'nın tehdidini henüz üstünden çekmediği adam dudaklarını aralayıp sesli bir nefes bıraktı dışarı; hemen ardından, daha az önce hafızasına kazımasına rağmen bizden çabuk unuttuğu sözleri iletti karşı tarafa. "Ben pek anlayamadım, siz daha iyi bilirsiniz elbette. Kimse bilmez, ey ruh, uçurumlarını senin yazıyormuş... Bir de şey, sırlarınız içinizde, hep içinizde." - Saat gece beşi geçiyor, günün doğmasına daha iki saatten fazla var; henüz karanlık geri çekilmedi ve önümüzde fırtına gibi ilerleyen arabanın peşinde, onun ufak rüzgarına gizlenmiş haldeyiz. Ayağımı gaza değdirip hızımı biraz daha arttırdığımda Reha kendinden emin bir şekilde başını aşağı yukarı salladı. "Hastaneye gidiyor, gidip kendi gözleriyle görecek notu." "İstediği yere gidebilir." Saçımı kulağımın ittikten sonra virajı dikkatle geçtim. "Tekin ondan önce vardıktan sonra sıkıntı yok." Reha, elini alnına 'şap' diye çarptı, sonra sessiz ve usul hareketlerle tüm yüzünü ovaladı; bunu yapmasının tek sebebi kucağında taşıdığı sinyal kesiciydi. "Sorun zaten Tekin'in hastaneye varıp varmadığını bilmememiz Yakut, şu an nerede yetişebildi mi bilmiyoruz." Başımı yana çevirip onun gözlerini diktiği sinyal kesiciyi seyretmesini izledim kısaca. "Çok büyük risk alıyorsun şu an." Alt dudağımı sakinlikle dişledim, birisi yüreğimi yerinden koparıp atmış gibi yola çıktığımızdan beri hissizdim; önceden olsa Uygar yanı başımda benimle sürekli konuşur, beni sinir eder bulabildiği ilk fırsatta öper ve güldürür, bana bir şekilde yaşadığımı hissettirirdi ama artık bunu yapamayacak kadar uzaktı. "Ona acele etmesini söyledim," diye mırıldandım. "Yetişir bir şekilde, merak etme." "Sinyalleri kesmek zorunda mıydık?" Eğilip endişeyle karanlık yolu gözetlemeye çalıştı, onun ilk kez bu kadar tedirgin olduğuna şahitlik ediyordum. "Bu olanları duyduğu an Mürsel'in ilk kimi aradığını bilsek iyi olurdu." "Hayır, sakın bozma." Direksiyona parmaklarımı daha sıkı sardım, tenim beyazladı ve çizgilerin arasına kırmızı renk doldu. "O adam kimseyle iletişim kurmayacak Reha." Boğazını temizlemek için öksürdü, sonra kaçamak bakışlarını bana çevirdi. "Bizi zora sokuyorsun gibi hissediyorum." "Hayır, sadece karar alıyorum." Kaşlarım kararlılıkla çatıldı, zihnimde aynı sözlerin ısrarcı yankısı vardı: Yoksa senin için adil olmak demek sadece çoğunluğun takdirini kazanmak gibi bir şey mi? Ellerimi acıyan gözlerime değdirip ovaladım; hala iyi birisiyim, diye kendime hasarlı bir gerçeği hatırlatmam gerekti, onun evine buyur ettiği insanlarla aynı yolun yolcusu değilim ben, bir farkım var, hala yürekli bir kadınım ben hem de onun cesaret edemediği kadar... "Size göre, istihbarat bunu gerektirmiyor muydu Reha? Ben mi yanlış hatırlıyorum? Yıllar önce aynısı yapmaya niyetlendiğinizde ve ben bize verilen emirden dışarı çıkmamamız gerektiğini söylerken sen de aynı şeyi düşünmemiş miydin?" Yavaşlayan bakışlarını bana çevirdi, bunu kişiliğine yakışır şekilde ağır ağır gerçekleştirmişti; çünkü ikimiz de aynı şeyi anımsamıştık, Uygar'ı. Benim başına buyruk, dediğim dedik eski kocamı. "Senin için gerektirmezdi," derken sırtını gergince koltuğa yasladı, acaba eski dostuna birkaç adım mesafe kalacak kadar yaklaştığını bilse ne tepki verirdi? "Bundan dolayı uyarıyorum, ben sonuçlarını kaldırırım da..." Başını yavaş bir ritimle salladı. "Seni bilemem." "En fazla ne olabilir ki?" "Hayal kırıklığına uğrarsın." Gözlerini tamamen yola çevirdiğinde, kafasını da koltuğa yaslamıştı; ses tonundaki gerçekliğin sebebi yaşanmışlıklardan mı geliyordu yoksa bir tür uyarı mıydı çözemediğim için sessiz kalıp başka şeyler söylemesini bekledim. "Ve bu senin için fazla ağır olur." Çaresizce yutkundum, herkesin mecbur kaldığı anlar olabilirdi, ben de öyle bir andaydım. "Belki gidecek başka yolum kalmamıştır," dedim zamansız titreyen sesimle, kalbim küt küt atmaya başladı; eğer imkânım olsaydı zaten kurallar çerçevesinden hiç çıkmaz, kendime bu eziyeti yaşatmazdım... Ancak tek bir hakkım vardı, Uygar'ın bana bulaştırdığı o lekeyi silebilmek için son hakkımdı bu. Belki gerçekten de saatler sonra hiçbir şey elde edemeden kuru kuru Mürsel İzgi'yi tutuklamakla yetinecektim ve bu Reha'nın dediği gibi, büyük bir hayal kırıklığı olacaktı ama bir kereliğine denemekten, risk almaktan başka çarem yoktu. "Sen hiç kendini uçurum kenarında, düşmemek için çabalıyormuş gibi hissetmedin mi?" "Hissettim." Reha gözlerini kapattı ve yolun kontrolünü tamamen bana bıraktı, ancak çok geçmeden açtığında o kadar da güvenmediğini anladım, hatta bu sefer öne eğilip daha dikkatle seyretti uzağımızda kalan arabayı. "Ama ben hiçbir zaman uçurumun kenarına gelmem de demedim." Gözleri saniyeler sonra bana çevrildi. "Bu yüzden düşmek benim için o kadar da acı verici olmaz." Keyifsizce dişlerimi birbirine bastırdım. "Benim için de olmaz." "Umarım." Sıkıntıyla nefeslendi, gözleri tekrar sinyal kesiciye kaymıştı; telefonu kullanamadığımız için Tekin'e ulaşamıyorduk, bu da Reha'yı gergin bir hale getiriyordu. "Yakut, adamı engelleyeceğiz derken kendi ayağımıza çelme takmayalım." "Tekin büyük ihtimalle daha hastaneye varmadı." Dilimi dudaklarımın üstünde gezdirip kuruluğunu giderdim. "Mürsel hastanedeki adamlarını arayıp durumu teyit etmek istese bütün her şey ortaya çıkar." Açıklamamdan sonra yine sessiz ve çaresiz bir kabullenişe geçen Reha, cebinden bir paket çıkardı ve hışırtıyla açtı, pastilin kokusu arabanın içine yayıldığında ilk önce bana uzatmıştı; reddetmeden bir tane alıp dilimin üstüne koydum, böyle ferah bir şeye ihtiyacım vardı gerçekten de. "En azından kimseye ulaşamazsa zaman kazanırız, o yüzden..." Önümüzdeki arabayla aramızdaki mesafeyi kontrol eden Reha "Biraz daha yaklaş," diye uyardı, sinyal kesicinin menzilinden çıkmamam gerekliydi bunun hesabını da en iyi Reha biliyordu. "Dikkat et bak bu cihaz o kadar donanımlı değil, zaten sınırdasın işlevsiz kalması an meselesi." Hızımı kontrollü bir şekilde artırıp mesafeyi korumaya çalıştım. "Tamam, dikkat ediyorum." - Yolumuz hastanede son buldu, artık etrafta bir sıkıntıya mahal vermekten endişe ettiği için cihazı devre dışı bırakan Reha, ellerini dizlerini koyup karanlığı seyretti; acilin kırmızı ışıklı tarafında bir kalabalık vardı, acı bir ambulans sesi geliyordu aynı noktadan. "Arasana Tekin'i," diye telefonu işaret edip konuştum, hala ulaşamadığımız için yetişip yetişmediğine dair bir bilgimiz yoktu. Reha ekranı aydınlatıp dediğimi yapmaya koyuldu, Mürsel İzgi çoktan acil tarafından giriş yapmıştı Okan'ın ne halde olduğunu görmek üzere. Burada parmaklarımın ucunu ezerek beklerken ben de onun ne halde olduğunu merak ediyordum, eğer olur da Tekin yetişemeden Okan yerinde bulunursa, muhtemelen onları nafile bir girişimin sonunda basitçe tutuklamaktan başka bir çare kalmayacaktı elimizde; gerisi ise sadece sorguda halledilebilecek bir meseleydi. Gerçi geçmişi düşününce bu konuda da emin olamıyordum. Tufan'ın otopsisini yapan sorumsuz doktor, Güllü'nün sorgusunda bazı şeyleri göz ardı eden polisler ve savcı derken her bir kademede beklenmedik çelmelere maruz kalmıştık; yetkililerin eline bıraktığımız her mesele aleyhimize sonuç vermişti, kimseyi suçlamak istemese de bazı kurumlar bazı mafyanın ellerinde kukla olmaktan öteye geçemiyordu, bunu inkâr edemeyecek kadar çok şeye şahit olmuştum. Yine aynısı yaşanırsa ve gücüm yetmezse diye, kendime engel olamadığım bir korku sardı içimi; hayatın bir tesadüf olarak önüme düşürdüğü bu gece, hiç kimsenin insafına kalmadan sonuca ulaşabilmek için son şansımdı... Yoksa bir daha hiçbir zaman Okan'ı Tufan gibi yaralı bulamaz, üstelik buna sebep verecek kişi olarak da geçmişten intikam arayan birisini denk getiremezdik. Ahmet ve Mürsel beyhude çabalarla oğulları için bir şey yapmaya uğraşırken, tıpkı seneler önce Ahmet'in hastaneden kaşla göz arası ayrılması gibi, biz de bu senaryoyu onlara yaşatamazdık bir daha. Bu gece sadece benim gururumu temizlemem için değil, beş yıllık bir davanın sonuç bulabilmesi için tek şansımızdı. Reha, defalarca denedikten sonra telefonunu kapattı; o da alnını ovalarken sinirlenmiş görünüyordu. "Açmıyor," dedikten sonra telefonunu vitesin önüne gürültüyle fırlattı, sessiz küfrünü işitmeyeyim diye başını başka yöne çevirse de duydum, fazlasıyla öfkeliydi ama her şeye rağmen bana sakince döndü. "Az sonra sadece Mürsel değil, Ahmet Akdeniz de burada olacak hem de ordu gibi gelecekler." Tane tane anlatmak istercesine nefeslendi. "Bu adamın yakalama emri var, eğer olur da bu işten bir bok çıkmazsa Yakut... Onun köpek gibi etrafta dolaşmasına izin vermeyeceğiz; özel kuvvet ekipleri hazır bekleyecek." Arabanın içindeki paspasta dolaşan bakışları yavaşça bana döndü, saat altıya yaklaşıyordu ve güneşin doğmasına çok az kalmıştı, ardında azalan karanlık Reha'nın suratını biraz daha aydınlatırken en sonunda sakinleşmiş gördüm onu. "Hak ettiği şekilde tamamen yakalanacak, biliyorsun, bu adam senin için de tehlikeli, bir dakika bile kaçmasına müsaade edemeyiz." "Haklısın ama biraz daha bekleyemez miyiz?" Koltuktaki oturuşumu düzelttim. "Geçen sefer de böyle oldu biliyorsun, davayı elden bıraktığımızda her şey mahvoldu." Kaşlarını hafifçe havaya kaldırdı. "Sen de mahvolmasını az çok desteklemedin mi?" Suçlamasını hızla bertaraf etmeye çalıştım. "Hayır ben hiçbir şeyi desteklemedim, sadece prosedüre uygun davranalım diye gerektiği noktalarda sizi uyardım... İlk görevimizdi, ne yapmamı bekliyordun ki zaten? Elbette emir komuta zincirinde hareket edecektim." "Ama muhtemelen bu yaptığın da Tekin'i ele verecek Yakut." "Hayır." Gözlerimi yana kaydırıp başımı iki yana salladım. "Yakalanmayacak, o kadar değil." Dikkatimiz hastanenin önüne birden akın eden siyah arabalarla o tarafa kaydı; içeriden çıkarılan bir bedene hızla sedye yerleştirildiğinde oturduğum yerde dikleştim. "O kim? Kimi getirdiler?" "Bir dakika..." Bedenini doğrulttu ve öne eğilip dikkatle orayı seyretti. "Ahmet, siktir... Yaralı mı o?" "Demek ondan açamadı telefonu." Elimin tersiyle burnumun üstüne dokunup dudaklarımı dişledim. "Dert değil," derken kendime teselli vermeye çalıştım hemen. "Dert değil, sıkıntı yok... İsterse Ahmet olur isterse Mürsel, fark etmez demiştik." "Biraz fark eder Yakut." Geri çekildi ve ellerini ensesine sardı Reha. "Bence bu biraz fark eder... İçerisi birazdan çok daha kalabalık olacak, Tekin'in başını belaya sokmayalım, bırak da bu sefer-" Reha'nın sözlerini tamamlamasına vakit kalmadan arabanın arka kapısı açıldı, hızla geriye dönüp kimin geldiğine baktım; ve tam da beklediğim gibi, nefes nefese haliyle Tekin girdi içeri. Başındaki gri kapüşonu çıkardıktan sonra sarı saçları dağınıkça dikilince, onları hızla eliyle düzeltti ve en sonunda donuk yüzü beni buldu. "Huhh! Yoruldum amına koyayım, orospu çocukları birden hastaneye göç ettiler kabile gibi, aralarında neredeyse belli oluyorum!" Koltuğun başlığına tutunup beklenti içinde gözlerimi üstünde gezdirdim. "Eee sonuç?" Tekin birden donuk yüzüne öfkeli bir ifade oturttu. "Sağ ol patron, iyiyim şükür." "Ondan zaten şüphem yoktu," deyip başımı omzuma yatırdım. "Ne oldu sen onu söyle, ne yaptın?" Gözlerini kapattı ve başını yorgunlukla geri yasladı. "Sigarayı kimseyi beklemeden biraz erken bırakmaya karar verdim." "Bunu mu sordum ben sana?" diye sızlandım hemen. Tekin bakışlarını araladı ve tam da benim tutunduğum başlığa tutunarak sıkış tepiş oturduğu koltukta öne eğildi, küçük sivri dişlerini göstererek güldüğünde içim erken rahatlamıştı. "Hallettim," dedi nefeslerini düzene sokarak. "Arasalar onca kayıt içerisinde bir süre Okan Akdeniz diye birisini bulamazlar, odasından çıkarması zor oldu ama o da tamam, not da bırakıldı... İstikamet-" Reha'nın konuşmasıyla Tekin'in sözleri yarım kaldı, bedenimi öne çevirip hastanenin çıkışına baktım, acele adımlarla ilerleyen Mürsel, defalarca araba anahtarına bastıktan sonra en sonunda kilidi açmış olacak ki buraya geldiği arabasına bindi; yalnızdı ve telaşlıydı... tam istediğimiz gibi. "İstikamet bu herif nereye gidiyorsa orası." Tekin arkadan elini uzattı ve birkaç defa omzuma vurdu. "Sür patron." - Uzun bir yolculuğun ardından, hastaneden aceleyle ayrılan Mürsel'in varmak istediği ilk yer dostu Ahmet'in evi oldu; düz yolda hızlı bir manevrayla sola dönüp gelişigüzel park ettiği arabasından inerken gözlerimi bir saat içinde aydınlanacak karanlık sokağa diktim. "Acelesi var," diye hızlanan kalbimde mırıldandım. "Reha bir şey için acele ediyor!" "Görebiliyorum." Silahını çıkarıp hazır ederken elini kapı kulpuna koydum. "Tekin," deyip işaret parmağını bir tur döndürdü. "Civarın güvenliği sende, biz peşinden gidiyoruz." "Anlaşılmıştır." Tamamen yola indiğimizde, Reha'nın arabanın üstünden fırlattığı kulaklığı havada kapıp aceleyle kulağıma geçirmeye çalıştım; evin otomatik kapısı sarı bir uyarı ışığıyla yavaş yavaş kapanırken Reha eliyle o tarafı işaret etti. "Ses çıkarma," derken kaşlarını uyarıyla havaya kaldırdı. Tekin'in arka bahçeye gitmesini kısaca seyrettikten sonra telaşla Reha'ya döndüm. "Kapı kapanacak, bekleyecek miyiz böyle?" "Güvenlik kulübesinde birisi var," diye sabırsızca fısıldadı. "Sen otomatik kapının önüne geç, ben seni kollayacağım." Çatık kaşlarımın altındaki kısık gözlerimi ilk önce elimde ateşlenmek için hazır bekleyen silaha, sonra Reha'nın dediği gibi otomatik kapıya çevirdim, kapanmasına çok az kalmıştı. "Geçsene!" dedi tekrarlayan fısıltısıyla. "Sen arasında durduğunda kapanmaz o, geri açılacak geç çabuk!" "Öyle mi oluyor?" Gözlerini irileştirdi ve iki parmağıyla bana orayı gösterdi. "Yakut, kapının arasına geç." Başka çarem olmadığından dolayı Reha'nın sözünü dinledim ve biraz büktüğüm bedenimle sessizce kapının ortasına geçtim, neredeyse kapanmak üzere olan kapı ortada duraksayıp bu sefer sesli bir uyarıyla geri çekilmeye başladı; güvenlik kulübesi kapının üst kısmında, fazla yüksek olmayan bir tepede olduğu için güvenliğin beni görme ihtimali yoktu. Muhtemelen ufak bir sorun olduğunu düşünüp tekrar kapatmaya niyetlendiğinde, olduğum yerde durmamı gözleriyle anlatan Reha'ya başımı sallayıp bekledim. Dakikalar sonra aşağıyı göremeyen güvenlik kulübesindeki adam, kapının inatla kapanmamasına karşın homurdanarak kendi kapısını açtı ve dışarı çıktı; onun aşağı yöneldiği sırada tamamen açılan kapıdan geçen Reha da sırtını duvara vermişti, silahını kaldırıp sessizce adamın gelmesini beklerken ben de görünme ihtimaline karşın içeri ilerledim. Mürsel çoktan gideceği yere varmış olmalıydı, adımlarım sabırsızdı; bugün gerçekten istediğim bir sonucu elde etmenin heyecanıyla dudaklarım kıvrılacak gibi oldu, gülüşümü hızla durdurdum. Zaten benim aksime Reha'nın suratı donuktu, bana bakmasına rağmen hiç gülmedi ya da böyle bir şey için ufacık da olsa tenezzül etmedi, sadece "Ne oluyor ya?" diye aşağı inen güvenliği bekliyordu. Çok geçmeden, duvarın ardındaki Reha'yı fark etmeden beni gören adam elini beline atacak oldu. "Sen kimsin lan, ne işin var burada?" Benim silahımı kullanmama hiç gerek kalmadı, duvarın ardından sıyrılan Reha atik bir tavırla adamın boynunu tutup duvara yasladığında yalnızca ufak bir acı iniltiden başka hiçbir şey duyamadık. "Git hadi, acele et!" "Tamam..." Elimi kulaklığıma yasladım. "Tekin, bir aksilik var mı?" "Yok," dedi nefes nefese. "Yürü sadece, daha içeride Mürsel'i bulman lazım..." Bir süre sadece hırıltılı soluklarını işittim, çok geçmeden bir uyarıda daha bulundu. "Ön kapıdan giremezsin, arka bahçeye geç." Ahmet Akdeniz en son gördüğümüz üzere hastanede olduğu için evde de pek kimse yoktu, ortalık beklediğimizden daha ıssızdı; eğer tam da tahmin ettiğim şey için buraya geldiyse diye düşünmekten kalbim küt küt atar haldeydi... Ben bugün belki çok geç belki tam zamanında, kazanmış olacaktım; sadece birkaç saat içinde kulağımdan silinecekti Uygar'ın suçlama dolu sözleri. Beni kendiyle karıştırmanın cezasını belki yüzüne hiç vuramayacaktım çünkü dilediğim gibi, artık karşı karşıya gelebilmemiz için dualarla yalvarmaktan ve tesadüfleri beklemekten başka çaremiz yoktu... Yine de içimi bulayan o karanlık bir nebze de olsa çekilecekti hissimden. Tekin'in söylediği üzere aceleci adımlarla arka bahçeye geçtim, ön kapı açamayacağım kadar ağır fakat arka bahçedeki mutfağa bakan cam kapı beni kolaylıkla içeri buyur edecek kadar hassastı, orada ufak bir kırığa sebep olduktan sonra içeri girdiğimde, köşe bucak kaçtığım düşmanımla sessiz bir evde yapayalnız bulunmanın ürpertisi kollarımdaki tüylerin dikelmesine sebep oldu. Sırtımı mümkün mertebe duvara vererek, silahımın siperiyle adım adım ilerledim; kafa karıştırmayacak kadar büyük olan evin ortasında iki kanatlı bir merdiven vardı, tam olarak oradan gelen homurdanma sesleri beni mıknatıs gibi oraya çekerken ardımı ve önümü kontrol ederek yukarı çıktım, kulağıma ise Reha'nın uyarısı ilişti. "Yakut, yavaş yavaş korumalar buraya geliyor." Arada bir küfrederek nefeslendi. "Bahçedeyim, içeri girmem mümkün değil, yalnız halledersin değil mi yoksa içeride sıkışırız." "Dert değil," diye fısıldadım, buraya kadar gelebilmek de mucizeydi benim için; en nihayetinde, bana bu fırsatı sunar gibi yaşanan şeyleri de beklememiştim, bundan sonrası da halledebilirdim. "Beni koru yeter, bundan sonra Mürsel'i halletmek zorlamaz." "Niye buraya döndüğünü fena merak ediyorum şu an." Tekin'in fısıltısından sonra dudaklarım çaresiz bir tebessümle kıvrıldı, bu gecenin sonunda gün sabaha varırken bir şeylerin az da olsa beni gülümseteceğini düşünmezdim. "Ben tahmin edebiliyorum," dedim ince mırıltımla, az önce aşağıdan duyduğum homurtuyu duyabilmek için koridordaki kapılara kulağımı yaslarken sırtımı biraz daha duvara yasladım. Reha da aynı şeyi düşünmüş olacak ki, ben daha dile getiremeden konuştu. "Çelik sığınakla ilgili olmalı, seneler önce..." Sözleri arasında birden yutkundu. "Ada kaçırıldığında da çelik sığınağın olduğu yerde kızı kaçıran adam ölmüştü zaten, o sığınak için bu kadar endişeleniyorlar." Başımı kendi kendime aşağı yukarı salladım. "Okan'ın vurulması Tufan'ın ölmesiyle benzediği için bu kadar endişelendi, bir de nasıl oldu bilemem ama..." Ben de fısıltım arasında nefeslendim. "Ahmet'in vurulması da pavyon yangınını hatırlatmış olmalı, o zaman da dikkatleri başka yöne çekip alelacele yapılan otopsiden sonra hastaneden kaçmışlardı." "Bitiyor mu diyorsun, beş yıl öncenin davası?" Titrek dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım, o zaman insanların inanmakta zorluk çektiği şekilde haklı çıkıyordu Uygar; onun dediği gibi, belki de az sonra Tufan'ın cesedinde bizim hala ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyi sakladıkları gerçeğiyle karşılaşacaktım. "Bitiyor," dedim en son kulağımı yasladığım kapının ardındaki gürültüyü bir süre dinleyip. "Bu gece herkes kendi kazdığı kuyuya düşecek." Kulpu indirdim ve kapıyı hızla aralayıp ayağımın ucuyla ittirdim, silahımı yukarı kaldırdığımda gözlerim yerde oturmuş halde duran Mürsel'e değdi, meraklı bakışları arkaya döndüğünde beni görmekle bozguna uğramıştı. Saatin yediye varmasıyla beraber doğan güneş, arkadan vurduğu için yüzü karanlıkta kaldı Mürsel'in; yine de ilk başta bozguna uğrayan fakat sonradan rahatlayan ifadesini görmek zor olmadı, bir açıktaki parkenin altından çıkardığı ufak çelik kasaya baktı bir de bana. Şifresini çoktan girdiği için kasanın kapağı aralıydı, içinde parlayan şeye kısaca göz gezdirdim; camdan bir kutu, kutunun içinde de rengi hiç solmamış bir parmak. Sanki izini bir yere dokundurmak için hazırda beklermiş gibi, taşınabilecek kadar boyutu yeterli bir parmak. Mürsel, dizleri üstündeki oturuşunu bozdu ve omuzlarını düşürdü. "Yakut Özkurt," dedi ağır sesiyle, eski soyadımı kullanmasıyla ürperdiğimi hissettim, bunu bilmesi yanlış değildi ama kullanması epey yanlıştı. "Beni gafil avladın kızım." "Biraz geç kaldım ama evet, avladım," derken kapıyı örtmeden o tarafa ilerledim. "...değil mi?" Sırtımı tekrar duvara döndüğümde biraz daha rahatlamış sayılırdım, ne eski bir soy ad ne de hatıraları hiçbir zaman içimden silinmeyecek bir adam... Bu gece her şey bir kenardaydı, aklımda yalnızca beş yıl gecikmiş bir davanın bitiş anı ve çalan zafer çanları vardı. "Merhaba Mürsel, aradığını bulabildin mi?" Yanına yaklaştım, ayak ucumla eline dokunduğumda itiraz etmeden kasayı bıraktı ve açık haliyle yere düşmesine izin verdi. "Yoksa bunu benim için mi hazırlıyordun?" Bakışları bir süre parkede takılı kaldı, birden hareketlenecek diye tetikte bekledim. "Her şey senin oyunun muydu?" dedi bazı şeylerin geç farkına vararak, o kadar zeki bir adam değildi; ya korkaklığından ya da hırsından, bir noktada herkes gibi kaybetmek zorunda kalmıştı. Nefeslendim. "Her şey senin oyunundu... Nasıl biliyorsanız masum insanların cesetlerini transit olarak kullanmayı, Okan'ın kaçırıldığını duyunca hiç şüphe bile nasıl olabileceğine dair." Alt dudağı üst dudağına göre daha kalındı, bu yüzden gülünce geriye sadece bir dudağı kalır gibi oldu, böyle daha garip görünüyordu işte. "Çünkü siz böylesiniz," diye mırıldandım. "Bütün sırlarınız içinizde." "İyi tanımışsın sizi." Başını gururla aşağı yukarı salladı. "Baudelaire'yi severiz." Ve sonra bakışları bana doğru kalktı, şiş göz altları doğuştan bir özelliğiydi ve gözleri o torbaların arasında küçücük görünüyordu. "Sen de sever misin Yakut Özkurt?" "Bana o şekilde seslenme." Kulaklığıma başka birisinin uyarısı karıştı, Reha'ydı konuşan. "Yakut, inatlaşma boşuna, seni zaten sinir etmeye çalıştığının farkında değil misin?" "Baudelaire'nin anlatımına bayılırım; gerçekliği derin anlamlarla ifade etmek gerektiğini söylese de onun üstü kapalı sözleri de en az bir gerçek kadar çarpıcı gelir bana." Bir süre uzun camdan dışarıdaki güneşi seyretti, kızıllık derin bir turuncudan gitgide şeffaf bir ışığa dönüşüyordu ve en sonunda Mürsel'in bakışları yine beni buldu. "İnsan ve Deniz şiirinin galiba sadece iki mısrasına hakimsin Yakut Özkurt." "Sana," derken silahımı yüzüne doğru salladım, sesim son derece net ve kararlıydı. "...bana o şekilde seslenmemeni söyledim Mürsel." Reha bir daha kızgınlıkla beni uyardı. "Yakut ona takılmanın sırası değil!" Kendimi dizginlemek için nefeslendim. "Edebiyat konuşmaya gelmedim ben buraya!" "Ama dur, belki de bugün dostumu yanlışlıkla vurmamın sana olan yararını konuşmalıyız Yakut." Ellerini bacaklarına koyup iri bedenini dikleştirdi, ona uzattığım silahtan da hiç çekinmiyordu, bu kalbimdeki Özkurt soyadımla beraber daha da hızlandırmıştı. "Belki de Ahmet'i vurmam benim yararıma oldu, bilemeyiz... Umarım bir an önce iyileşir." Başını hüzünle yana eğdi. "Ama şimdi bakıyorum da, kader insanlardan nasıl da daha çok şey biliyor öyle?" Eğdiği başını tekrar tuhaf bir rahatlıkla kaldırdı, küçük gözlerini kısarak biraz daha gizledi. "Bu gece, yüzünü bile gösteremeyen bir şerefsiz yanlışlıkla dostumu vurmama sebep olmasaydı, belki de çoktan bitmiş olurduk." Yüzünü bile gösteremeyen... Uygar'dan bahsediyordu, demek o sebep olmuştu Ahmet'in vurulmasına. Yine de bunu umursayacağım bir an olmadığı için başımı iki yana salladım. "Senin kehanetlerinin zamanında değiliz, ellerini ensene koy ve yavaşça ayaklan." "Bir dakika." Kaşlarımı uyarıyla havaya kaldırdım. "Sana söylediğimi yap Mürsel, derhal." "Baudelaire, İnsan ve Deniz şiirinin başında ne söyler biliyor musun? Belki sonuna odaklanmaktan kaçırmışsındır, sana hatırlatmak istiyorum." "Ellerini ensene koy ve yavaşça ayaklan!" Beni umursamadı, gözlerini kapatıp hayatımızı gereğinden fazla işgal eden şiirin bir başka mısrasını okumaya başladı pervasızca. "Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman..." Bir süre bekledi. "Deniz aynandır senin, kendini seyredersin." Gitgide kıvrılan dudaklarından sızan gülüşü rahatsız ediciydi. "Sus dedim sana, ellerini ensende birleştir; suç işlemek maksadıyla örgüt kurma suçundan tutuklanacak ve yargılanacaksın Mürsel İzgi, lüzumsuz şiirler sana zaman kazandırmayacak... Boşuna uğraşma." Ama o şiirini okumaya devam etti. "Bakarken, akıp giden dalgaların ardından; sen de o kadar acı bir girdaba benzersin." "Bu seni engellemeyecek, sana dediğimi yap!" Ve saniyeler sonra gözlerini açtı, yükselen başını normal hale getirdiğinde gülüşündeki şeytani hisle bir kapana sıkıştığımı hissettim; bir şeyler yapıyordu, bir sebepten rahattı ve asıl ben rahat olmam gerekirken kendimi diken üstünde görüyordum. "Gelen var mı ardından?" Başını kapı tarafına çevirdi ama dönüp de bakmadım, silahımı sıkı sıkıya tutmaya devam ettim. "Senin düşüneceğin şey değil bu, bana canını yakacak kararlar aldırmadan önce sözlerimi yerine getirsen iyi olacak; diz çök, ellerini ensende birleştir Mürsel!" Kapıya bakmaktan vazgeçip bana döndü, başıyla kulağımı işaret etti. "Kulaklık takılı mı? Dinliyorlar mı seni?" Bir adım ona yaklaştım. "Sana dediğimi yap, hemen!" Bu sefer Tekin uyarmaya çalıştı beni. "Yakut sakin ol, bak seni sinirlendirmeye çalışıyor olabilir, oyununa gelme, birazdan içeri geleceğiz o zamana kadar sakin kalman lazım." Ancak Mürsel'in soruları bitecek gibi değildi, umursamazlığından tek bir ödün vermeden yere düşmüş kasaya ve içindeki yalnız parmağa baktı. "Evimi sarıyor musunuz şu kasa için? Yoksa yalnız mı geldin?" "Mürsel... Bu oyunların vakti geçti artık, son noktadasın." Beni dinlemeyip elini cebine attı, oradan telefonunu çıkardığında yine tetikte kalarak sessizce onu bekledim; bir şeyler yaptı ve saniyelerin ardından, ekranı yavaşça bana çevirdi. "Eğer sesimizi duyuyorlarsa," derken seyrek kaşlarından birisini havaya kaldırdı. "Bence üstünde varsa atan iyi olur Yakut..." Gülüşünü daha da artırdı. "Özkurt." Eski soyadımı bir daha kullanmasıyla titredim, ve bu beni ürkütecek şeylerin arasında tek değildi; video apaçık ben vardım... O da vardı, haftalar bana bana Uygar'ı öldürme teklifiyle gelen adam. Benim de hiç tanımadığım halde, sadece öfke ve hasretle teklifini kabul ettiğim adam. Videonun sesi kapalıydı, aynı sessizlikte her şeyi inkâr ettim, bu tam da Reha ve Tekin'in uyardığı gibi bir oyundu işte. "Bir şey ifade etmez bu," diye gayriihtiyari titreyen sesimle ona engel olmaya çalıştım. Mürsel sertçe burnunu çekti, her bir hareketinin altında yoğun bir tehdit vardı. "Kulaklığını ve silahını bir kenara bırakacak mısın yoksa ben hikayemizi herkese anlatayım mı Yakut Özkurt?" Birden kulağıma acele bir ses ilişti, konuşan bu sefer Reha'ydı. "Hayır tabi ki de," dedi son derece sert bir tonda, bunu kabul etmem zaten başlı başına bir aptallık olurdu. "Sakın yapmıyorsun öyle bir şey Yakut, besbelli adam oynuyor seninle, sakın oyununa gelme sakın bak sakın." Mürsel'e, beklediği şekilde inanmadığımı anlatabilmek için dudaklarımı çaresizce iki yana kıvırdım. "Hala hiçbir şey ifade etmez bu, Mürsel... Emin ol-" Elmacık kemiklerini belli edercesine tebessüm edip, kapalı dudaklarının altından incecik bir fısıltıyla konuştu sözlerimi yarıda bırakarak. "Bu videodaki adam," derken şiş göz altlarının sıkıştırdığı gözlerini irice açtı. "...içine bakmak istediğiniz çelik sığınaktaki bir dosyada var." Sanırım kulaklığa ilişmemişti, bu yüzden ne Tekin'den ne de Reha'dan bir uyarı almadım, yalnızca kendim itiraz ettim. "Sana inanmadığımı biliyorsun." "2015, 3 Kasım... Bilim şenliğine giden uçağın aniden yere çakıldığı zamanı hatırlıyor musun?" Hatırladığım için birden yorgunca yutkundum, şans eseri kimse hayatını kaybetmemiş fakat pek çok mühendis yaralı ayrılmıştı kazadan. Mürsel hatırlatmalarına yine sadece benim duyabileceğim bir fısıltıyla devam etti. "İşte, o zaman uçağı sabotaj eden adam bu." Sonrasında sesini yükseltti. "Şimdi bırakacak mısın silahını ve kulaklığını, yoksa ben gerçekten de hikayemizi herkese duyurayım mı Yakut Özkurt?" Sessizliğim biraz uzun sürdü, bu soru kulaklığımın ardındaki kişileri endişelenecek kadar yanıtsız kaldı; elimin arasında titreyen silahı indirdiğim an kendimi koşulsuz şartsız ona teslim etmiş olacaktım, baktığım kadarıyla onda kendini savunabilecek bir suç aleti göremiyordum fakat her ne olursa olsun, kendi can güvenliğimden de vazgeçemezdim. Hem, bu bir şey değiştirir miydi? Pekâlâ videodaki adamla konuşarak yanlış bir şey yapmıştım, onun bir suç faili olup olmaması benim yanlışımı zaten değiştirmezdi ama en nihayetinde Uygar gibi birisini bitirmek adına iş birliği yaptığım bahanesine sığınarak da kendimi temize çekebilirdim. Yine yalan söylemiş olmam demekti bu, bir yandan da kriz anı kararı olduğu da söylenebilirdi; fakat tereddütte kaldım, bunu fark eden Reha hızla uyarıya geçti. "Ne konuşuyorsunuz bilmiyorum ama o siktiğimin pezevengi seni çok pis oyuna getiriyor Yakut, yüz defa sana inanmaman gerektiğini söylemeyeceğim, sakın bırakma silahını!" "Daha bilmediğin ne var biliyor musun?" Yutkundum, gözlerim videoda sessizce kıpırdanan dudaklarıma değdi; bir an sesi açılsa sanki tüm dünyada yankılanacakmış gibi tereddütteydi itibarım. "Bana masal anlatma..." "Silahını indir, kulaklığını at, yoksa emin ol canın çok yanacak Yakut Özkurt." "Bana o şekilde seslenme dedim sana!" Diretti. "Silahını kenara bırak." Tekin bir kez daha uyarmak istedi. "Sikeyim ya ordu gibi geliyorlar, Yakut bekle o zamana kadar bırakma sakın silahını!" Mürsel dişlerini göstererek sesini bir kez daha kıstı, yine kimse duymasın diye fısıldamaya çalışmıştı. "Burada öldürmek için kabul ettiğin adam," derken sözleri arasında daha da ürpermem için duraksadı birkaç saniye. "...aslında hiçbir zaman olduğunu sandığın kişi değildi Yakut Özkurt." Kalbim çaresizce teklediğinde, geriye doğru sersem bir adım attım; yüzüm öfke ve hüzün arasında bir duyguyla kasıldı. "Kes sesini!" Ama yine beni dinlemedi. "Ve sen silahını bırakmayarak bunu bütün istihbaratçı dostların öğrensin mi istiyorsun?" "Yok öyle bir şey," diye umutsuzca mırıldandım, söylediği şey apaçık Uygar'ın bir hain olmayışına, doğrudan masum oluşuna çıkıyordu, ben bu söylediğinden başka hiçbir şey anlayamazdım... Ancak bunu kabul etmek demek, kendi ellerimle adalete teslim ettiğim adama yüklediğim haksız bir suça tekabül ederdi aynı zamanda; boşa geçmiş iki yıla, onun karşısında benim düştüğüm suçlu bir duruma, derin bir pişmanlığa, haksızlığa ve çok da haklı bir düşmanlığa. "Sen var ya öyle bir şeytansın ki kurtulmak için yazıp çizmeyeceğin hiçbir yalan yok şerefsiz herif!" Odada yalnız kaldığımız andan beri Mürsel ilk kez yüksek sesli bir kahkaha attı, gür sesinde titreyen gülüşü kalbime dokunduğunda dudaklarım aralık kalmıştı; içim öyle acıyordu ki bir an hangi seçeneği tercih edeceğimi bilemedim, hangisi güzel olurdu ki? Uygar'ın gerçekten bir masum oluşu ve benim tehdit altında kalışım mı, yoksa Uygar'ın hala içimi acıtan bir hain kalmaya devam etmesiyle beraber üstümden kalkan tehdit mi? "Açıyorum o zaman videonun sesini." "Kes sesini orospu çocuğu!" diye avazım çıktığınca haykırdım, bu dilimden dökülen nadir küfürlerden birisiydi; zaten çoğunlukla huysuz ve ters birisiydim ama kolay kolay da küfretmezdim, şimdiyse neyi seçeceğimi bilemeyerek avuçlarım arasında titreyen silahı seyrettim. "Kes sesini..." "İnan çok pişman olacaksın." Başımı hızla iki yana salladım. "Yok öyle bir şey." "Ama şanslısın ki..." Sözlerinin sonunu yine bir fısıltıyla dile getirdi. "Senin kocan hiçbir zaman bir hain olmadı, silahını ve kulaklığını atmazsan sen olacaksın orası da ayrı." Yine uzun bir sükunete daldım, sanki silahımı ve kulaklığımı onu dinleyerek bırakacak kadar kararsızdım... Bu kulaklığımın ardındakilere aksetmiş olacak ki Reha hızla uyardı. "Yapmıyorsun öyle bir şey." Tek bir ses veremedim, bu Reha ve Tekin'i endişelendirmiş olacak ki art arda konuşmaya başladılar. "Yakut... Yakut bırakmıyorsun değil mi? Yakut ses ver ses!" Bir süre bekleyebilirdim, bir süre Mürsel'in ona inandığımı düşünmesine izin verebilir ve hem kendime hem de Rehalara vakit kazandırabilirdim; çünkü mümkün değildi, böyle bir şeyi ancak beni böyle kritik bir anda düşürmek için uydurabilirdi... Fakat hala karşı tarafı telaşa sürükleyen sessizliğim bir süre sonra uyarıların el değiştirmesine sebep oldu, kulaklığımda cızırdayan bir sesten sonra gecenin sonuna doğru kulağımdan silinsin diye uğraştığım adamın sesini duydum. O konuştu, beni teselli etme düşüncesiyle daha da düşüreceğinden habersiz, Uygar konuştu: "Sakın yapmıyorsun bunu, duydun mu beni Yakut? Buradayım, dışarıdayım bak görevimin başındayım, asla yapmıyorsun böyle bir şey, bırakma silahını." Bilemez ki, o yıllar boyu beklediğim masumiyetinin beni bugün büyük bir suça iteceğini bilemezdi; nereden bilsin, saldırgan hallerini seyretmenin kendisini epey güldürdüğü kadının, içinde doğan öfkeyle hem kendisini hem de sevdiği adamı yakabilecek kadar çıldırdığını? Ses edemedim, beni gecelerce ağlatan o haberi aldığım an boynuna koşa koşa atlayıp defalarca özür dilemem gerekirken artık özür bile dilemeyecek kadar derin bir utanç çukurunun içinde olduğumdan dolayı, tek bir ses edemedim. Silah az önceye nazaran daha çok titredi ellerim arasında ve Uygar artan endişesiyle bir daha konuşmaya niyetlendi. "Yakut, sakın yapma bunu; ben dinlemeyeceğin birisi değilim, hala tertemizim bak tam da istediğin gibiyim." Ama istediklerim bu sefer kurtulmama yetmiyor Uygar, neden... Neden korktuğum kişiye dönüştüm birden? "İnanmıyor musun bana?" Bağırışından hemen sonra, hırıltılı nefesleri bir süre kulağıma vurdu. "Bekle! Bekle bak Reha söylesin, ona inanacaksın," dedi çaresizce. "Reha anlat Yakut'a, hain olmadığımı masum olduğumu söyle!" "Evet öyle, dinle onu sakın silahını bırakma, Uygar da dışarıda seni bekliyor!" "Duydun mu?" Uygar'ın beklenti içinde dile getirdiği sorudan sonra önümde sessizce oynayan video kafama daha sert darbelerle vurmaya başladı; çünkü ben artık bahanelerin ardına gizleneceğim kadar suçlu bir adamı öldürmek için değil, apaçık ki bir istihbarat mensubunu öldürmek için asla konuşmamam gereken birisiyle nafile bir anlaşmaya tutuşmuştum. "Yakut," diye ismimi bir daha yalvararak söylediğinde, eskiden olsa kendimi yaslayıp sığınacağım göğsünde kendime yakışır bir yer göremedim. O kötü olduğu için değil, ben kötü olduğum için. Neresinden tutsan, bir şekilde boşta kalırdı halim; açıklasam bile muhakkak ki bu sefer aptallığımdan dile düşerdim, insanlara söylesem onun aslında masum olduğunu bilmediğimi, bana inanırlar mıydı ki? Kulaklığımı çıkardım, silahımı sessiz bir kabullenişle kenara koydum; kulağıma sıkışıp kalan son ses Uygar'a ait çaresiz bir yalvarıştı ki, o da aklımdan gitgide kalbime indi. Öncesinde kalbimize düşen acının zamanla aklımızda bir silaha dönüşeceğini söylediğinde Uygar; bana bu intikam şansını kendi elleriyle verdiği için ona çok kızmıştım, şimdi öfkemi çıkartabileceğim tek bir kimse yok çevremde. Ben ne yaptıysam kendime yaptım. Mürsel kabullenişimi gördükten sonra hiç beklemeden videonun sesini açtı ve eliyle arkadaki çelik kasayı tutup havaya kaldırdı. "İşte bu parmak iziyle gireceğin o çelik sığınağın içinde, senin anlaşmaya vardığın bir suçludan tut..." Gitgide kararan suratını bana dikip, ademelmasını hareketlendirerek yutkundu. "Aslında hiçbir zaman 'hain' olmamış istihbaratçı kocan Uygar Özkurt'a iftira atan asıl hainin kim olduğuna kadar her şey var." Başım omzuma doğru düştüğünde, kaşlarım öfkeyle değil hüzünle çatılmıştı, sessizliğimi fırsat bilip Mürsel konuşmaya devam etti; hakkı vardı, o da beni gafil avlamıştı, bir intikam nasıl alınır iyi biliyordu... Ben o adamı Uygar benden intikam almak için yolladı sanıp körü körüne dinlerken, aslında bir insan nasıl derin bir bataklığa batarmış onu anlatıyormuşum kendime. "Bu adamla anlaşmak için elinden telefonunu aldın, evine koydun, şimdi orada değil mi hala bekliyor yerinde?" "Hayır..." Aslında, o telefonun nerede olduğunu bile bilmiyorum. "Evet." Başını kendinden emin şekilde aşağı yukarı salladı. "Seni öldürmek için döndüğümü söylediklerinde, bu yalanı kim ortaya attı diye düşündüm çünkü bu çok kolay olurdu... Kimin canı yanmış ki ölmekle?" Keşke öldürseydin. Mürsel de ağlamaklı halde alt dudağını titretti, onu üzecek bir şey hatırlamış olmalıydı. "Benim oğlumun canına kıydılar," dediğinde, Şehlevent'i hatırladığını anladım. "Yine de sizi öldürmekle kolaya kaçmadım ben, belki kabul edersin belki etmezsin diye düşünüp bu riski göze aldım... Şaşırtmadın biliyor musun, zaten senin gibi sevdiği insanları tek seferde harcayacak bir kadından da ancak bu beklenirdi." Gözleri düşmanca bir tavırla kısıldı. "Bir git bak o sığınağa, tabi gururunu satmaya gücün yeterse... O zaman kocanı niye ihbar ettiğini çok iyi anlayacaksın, ama unutma oraya girişinin çıkışı olmayacak senin. İçerideki dosyalarda anlaşma yaptığın herifin kim olduğunu okuduklarında hayatın bitecek kızım senin! Hiç yüreğin yeter mi senin adaleti kovalamaya?" Dişlerini gıcırdattı. "Sen sadece kendini düşünürsün, kimseyi sevdiğin yok zaten senin sevgine de lanet olsun." Keyifsizce güldü bağırışları arasında. "Senin sevgine herkes lanet edecek Yakut Özkurt, en çok da iftiralarınla suçladığın o kocan lanet edecek; çelik sığınağa git o kocandan intikam almak için seni maşa gibi kullanan asıl hainin kim olduğunu da öğreneceksin orada ama var ya, onu öğrendiğinizde kocan daha çok nefret edecek senden... Senin gibi ahlaksız, çıkarcı bir kadını bir daha kimse kabul etmeyecek. Bundan sonra bittin sen, kim senin gibi bir kadını devlete hizmet etsin diye kabul eder ki?" Dilini diş etine vurarak canım yakarak beni ayıpladı. "Bunu istiyordun değil mi?" Elindeki minik çelik kutuyu bana fırlattı, parmak izi beş yıl bir gecikmeyle önüme düştü. "Al, ama kazandın sanma sakın." Ellerim iki yanımda, güçsüz birer yumruk haline geldi; sıcak gözyaşları yanaklarımdan akarken eden böyle olduğumu bilebiliyordum artık. Ben buydum, bu kadardım; insanların bilemediği kadardım. * Bir sonraki bölüme geçmeyi unutmayın iki bölüm attım çünkü. Orada da Uygar ve Yakut yüzleşmesi sizi bekliyor; ama bu sefer aralarında kara bir maske yok, tamamen yüz yüzeler... Yakut'un gururu size ağır geliyor mu bilmiyorum, bir noktada kesinlikle sinirinizi bozduğuna eminim :') ama onu böyle yazmak istiyorum 😄 Bazılarımız da yalnızca gururu için yaşar diyelim ne yapalım 😓 Okuduğunuz için teşekkür ederim, bir sonraki bölümde görüşelim 💝
|
0% |