Yeni Üyelik
24.
Bölüm

23. Son Kez (1. Kısım Sonu)

@askilav

Merhaba! Lütfen bir önceki bölümü geçmeyelim, bu gece iki bölüm attım gözden kaçmasın :) 💝

Sığınağımda sakladığım şarkıyı sonunda çıkarıyorum, tam onun zamanı çünkü...

Sibel Bilgiç'ten Alışamadım dinleme zamanı. :')

23. SON KEZ (1. Kısım Sonu)

Uygar Özkurt

Gün doğumunun üstünden geçen yarım saat ile hava berrak bir hal aldı, ortaya çıkan çiy damlaları öğlene varana değin tamamen kurumuş olacaktı; kulağındaki kulaklığı çaresizce indiren Uygar, gayriihtiyari silahının kabzasını kavrayıp dişlerini birbirine bastırdı. "Teslim oldu," diye mırıldanırken gözlerini de kapatmıştı, bir süre öylece bekledi çünkü yapabileceği hiçbir şey yoktu. "Ona masum olduğumu söyledim, itiraf ettim ben... itiraf ettim gerçeği."

"Uygar."

"Bile bile teslim oldu o adama." Gözlerini geri açtığında gördüğü ilk şey, nefes nefese halde yanına koşan Tekin oldu; sarı sakallarının arasında birbirine sıkıca bastırdığı dudaklarını aralayıp bir şeyler söyleyecek olduğunda Uygar çaresiz bir mırıldanışla onun konuşmasına mâni oldu. "Ben..." derken bir şeylerin yeni farkına varıyor gibiydi. "Ben kendi ellerimle karşı karşıya getirdim ikisini, böyle olacağını ilsem," dedikten sonra yutkunmak zorunda kaldı, yine aynı acı tat inmişti boğazından aşağı, yüzü daha da buruştu. "Bilsem onca şey konuşmazdım."

"Ne konuştun?" Nereden çıkardığı belirsiz bir sigarayı parmakları arasında dalgınca çeviren Tekin, başını eğip Uygar'ın çatık kaşlarının altında kararan gözlerine bakmaya çalıştı; o sırada ön taraftan koşarak gelen Reha, saçlarını arkaya itip soluklanarak karşılarına dikilmişti. "İki adam ön tarafa kaçtı ama ekipler peşinde, başka sıkıntı yok gibi görünüyor şu anlık."

Tekin, sessiz kalan Uygar'ı kolundan tuttu. "Kimle ne konuştun oğlum, bir şey söylesene!"

Yarım bir eldivenle sarılı elini pişmanlıkla yüzüne kapattı Uygar, hangi birinden bahsedeceğini bile bilmiyordu. Yakut'a karşı dile getirdiği kızgınlığı ve hırsı mı itiraf etmeliydi yoksa sanki kurulu bu plandan haberi varmış gibi Mürsel'e anlattıklarından mı? Yüzüne sürdüğü elini daha sonrasında saç diplerine kaydırdı. "Yakut'un planından haberim olmadığı halde altını doldurmuştum bir sürü." Dilini dudaklarında gezdirdi. "Sikeyim, bilsem ağzımı açmazdım direkt tutuklardım o herifi orada!" Hemen sonra hayal kırıklığıyla Reha'ya döndü. "Sen de söylemedin bana, Yakut'la iş çevirdiğinizi bana söylemedin Reha! Aklın neredeydi oğlum senin, sen niye onun dediğini yapıyorsun benim korumaya çalıştığımı bile bile..." Şimdi Yakut'un içeride, Mürsel'in karşısında ne halde olduğunu bilmediği için endişeyle yükseldi göğsü. "Bile bile niye onu buraya getirdin sen?"

Yakut içeride tüm iletişimi kesip silahı attığından beri geçen zaman yavaşlamış, gitgide katlanılmaz bir hal almıştı; üstelik onun bunu neyin tehdidi altında kalarak yaptığını bilmedikleri için hareketleri de tutuk sayılırdı. "Mantıklı çünkü," dedi birden üstüne yönelen suçlamadan dolayı kendisini savunmak isteyerek. Yakut da inanmıştı gecenin başarıyla sonuçlanacağına, ki zaten hala bir şey kaybetmiş sayılmazlardı... Tek sorun, Yakut'un sebepsizce içeride silah bırakmasıydı. "Tam sırasıydı, bu şansı değerlendirmekten başka çaremiz yoktu, Yakut da aynısını söylemişti."

"Adamlar sorguda zaten her şeyi bir bir ötecekti, niye direttiniz böyle?"

"Yakut anlatmayacaklarını düşündü, hatta tutuklandıkları duyulduğu an geride bıraktıkları bütün delilleri birilerinin yok edeceğini söyledi." Reha, telaşla bahçeyi incelerken alnını sıvazladı. "Korkacaklar, muhakkak bir noktada açık verirler dedi haksız da çıkmadı..." Eliyle arka taraftaki evi işaret etti hemen, az sonra oraya girecekleri kesin bir gerçek olsa da Yakut'un belirsizliği bağlıyordu ellerini. "Niye gelmiş olabilir buraya Uygar? Zaten konuşurlarken Yakut söyledi, sen de duydun, bunu mu arıyordun dedi!"

"Şimdi çok mu iyi oldu peki?" Kısık ve öfkeli sesinden dolayı kendisini sakinleştirmek için omzunu tutan Tekin'i sinirle geri itti. "Şimdi çok mu iyi oldu Reha?"

Kolu büyük bir öfkeyle savrulunca Tekin de kızgınlıkla Uygar'ı uyardı. "Yavaş lan."

"Göz göre silahını bıraktı, o herife teslim oldu!" Uygar'ın göğsü acıyla yükselip alçaldı, havaya kaldırdığı eli çaresizlikten dolayı titriyordu; son konuşmalarının yankısı zihninde iki duvara çarpıp büyük bir karmaşaya sebep olduğunda, dudaklarını aralık bırakıp temiz havayı içine çekmek istedi. "Beni bile duymadı, göz göre göre o orospu çocuğuna teslim oldu! Böyle değerlendirdiğiniz şansı sikeyim sizin, ben onu herkesten hatta kendimden koruyacağım diye canımı dişime takıyorum bu yaptığınız işin-"

"Uygar, artık sakin ol."

"Olamam." Ellerinin ayasını gözlerine koyup hızla bir şeyler düşünmeye çalıştı. "Gitti, köşe bucak kaçtığı adama teslim etti kendisini, ben sakin olamam."

"Yakut aklı başında bir kadın-"

Uygar bedenini hızla geri çevirdi. "Ne biliyorsun lan sen onun hakkında?" derken günlerdir biriktirdiği kızgınlığın hıncıyla Tekin'in yakasını kavradı, karşısındaki adamın hiçbir koşulda bozuntuya vermeyeceğini biliyordu, öyle ki Tekin'in baygın bakan bakışları daha da öfkelenmesine sebep oldu. "Yakut'u ne kadar tanıyorsun da böyle konuşuyorsun?"

O gece evine bir katil gireceğinden habersiz sessiz sakin uyurken ondaki dalgınlığın farkında olan sadece Uygar'dı, onu bu hayatta en iyi Uygar tanırdı; eğer eski karısının hiç değişmemiş olsa ufak bir tıkırtıda uyanacağını ve kendisini savunacağını biliyordu ama o gece Yakut, ölme ihtimalinden habersiz kulağında eski bir şarkının sesiyle yorgunca uyur haldeydi.

Hala düşündükçe sızlıyordu teni, hiçbir şeyden haberleri olmasa Yakut'un o gece usul bir uykuda can vereceğini hatırladıkça boğazına ağır bir yumru oturuyordu; onu gerçeklerden habersiz bırakan şeyin ne olduğunu ve böyle dalgınlaşmasına yol açan sebebi bilmeye ihtiyacı vardı, Yakut böyle hayattan elini eteğini çekecek kadar yorulmuş olmamalıydı.

Tekin ondaki endişenin farkında olarak sakin kalmaya çalıştı. "Tanımak ya da tanımamak değil mesele," diye aceleyle mırıldandı. "Bu işi yapıyorsa zaten aklı başında mantıklı davranmak zorunda." Göğsünü şişirerek nefeslendi, sonrasında parmağında çevirdiği sigarayı içmemek için direnerek kulağının ardına sıkıştırdı. "Yakut'u senin kadar çok tanımasam da ona güveniyorum, içeride sağ salim bekliyordur bir kurtuluş planı illaki vardır."

"Sikeyim ben öyle kurtuluşu!"

Reha uykusuz gözlerinin altını ovaladıktan sonra elini kulaklığına yasladı ve bir süre bekledi. "Uygar, bu kadar köpürdüğün yeter... Gireceğiz içeri, endişe etme Yakut da göze aldığını başarır, o kadar da değil koruması değilsin sen onun." Elini kulaklığından çektikten sonra telaşla bekleyen adamın gergin kolunu tuttu, ellerinin altında sertleşen kaslarından bile ne tür bir duygu yaşadığının farkındaydı. "Siz aynı mertebedesiniz, sen ne yapabiliyorsan o da yapar."

"Ben onca yalanı Yakut gitsin o herife teslim olsun diye söylemedim." Birkaç adım geri gitti, işaret parmağının tersini kabaca burnuna sürterken niyeti içindeki düşkün adamın hayaletini gizlemekti, sonrasında kararlı gözlerini Tekin ve Reha'ya çevirdi. "Sarraf'ın bir ayrıcalığı kalmadı artık, geceden beri anlattığım yalanlardan sonra Sarraf'ı o alemde barındırmazlar. İki senelik emeğim lan bu benim, iki senede güç bela geldim şu hale onca şerefsizin güvenini kazandım ve sadece bir gece yıktım attım her şeyi... Neden biliyor musun? Sadece onu koruyabilmek için." Parmaklarının ucunu sertçe gözlerine bastırdı, onun içeride ne yaptığını bilmeyip böyle beceriksiz gibi bekledikçe üstündeki yük artıyordu. "O adamların karşısında zor duruma düşmesin diye yaptım hepsini, gidip de ben karımı-" Bunu dile getiremeyeceği için sustu ve hızlıca yutkundu. "Gidip de öyle bir şerefsizin karşısında diz çökmesine izin vermem."

Gerçi geri dönse, ona kollarını açamayacak kadar da yeminliydi; yine de bir tarafı, Yakut'u böyle çaresizce kurtarılmaya değer görmezse, geçmişine ihanet edeceğini biliyordu Uygar.

"Birazdan-"

Reha'nın dile getireceği sözleri, elini kaldırarak keskin bir tavırla susturdu. "Birazdan falan değil, ben içeri giriyorum."

"Uygar, bak birazdan bizim cihazlar geldiğinde güvenlik kamerasına bağlanacağım!" Onun kararla eve ilerleyen peşine takıldı, yanında yürüyen Tekin'e bakıp bir şeyler söylemesini beklese de karşılaştığı sessizlikle küfretmek zorunda kaldı Reha. "Yakut'un ne halde olduğunu görürsek daha sağlam adımlar atarız, dinle beni!"

"Otur izle, belki o puşta yapacaklarımı da görürsün."

"Gitgide kafayı yiyorsun haberin yok."

"Bırak işte, adam karısını almaya gidiyor." Tekin adımlarını hızlandırıp Uygar'ın yanına yetişti ve onun kendisine yönelttiği ters bakışlara gevrek bir gülüşle karşılık verdi. "Değil mi lan?"

Uygar, burun kemerini bir süre sıktıktan sonra kapalı tuttuğu gözlerini açtı. "Kes sesini."

"Özür dilerim, eski diyecektim." Gevrek gülüşünün arasında, sanki sakız çiğner gibi dişlerini keyifle hareket ettiren Tekin sonrasında dilini dişlerinin arasına sıkıştırdı. "Sizin medeni durumlar biraz karışık olduğu için yetişmekte zorluk çekiyorum."

Keyfini daha da çok kaçıran sözlerden sonra Uygar sessizce önüne döndü, herhangi bir cevap vermemesinden dolayı Tekin bir daha konuşmuştu ama bu sefer hitabı arkada kalan Reha'ya yöneldi. "Biz içeri bizim kızı almaya gidiyoruz, korkmuştur belki bir teselli omuzuna ihtiyacı vardır." Sonrasında kendi omzunu silkeler gibi silkeleyip kulağının ardındaki sigarayı çıkardı ve Reha'nın üstüne fırlattı. "Benim omzum çoktan hazır; bak sen de o sigaraya dikkat et ha, geri dönünce Uygar'la ikimizden birisi yakacak."

Reha havada kaptığı yanmamış dalı memnuniyetsiz bir tavırla cebine sıkıştırdı, başını iki yana çevirip kısa bir zaman önce içeri girmek için Yakut'un kırdığı cama ilerlerken canı sıkkındı; yine de hiçbir şey söylememek için eliyle dudaklarını ovalayıp sustu.

Uygar az önce çıkarttığı kulaklığı tekrar takıp özel kuvvet ekiplerine kısa bir bilgi geçti, zaten evin tamamı aranacağı için bölük olarak ayrılırlarken Uygar ve Tekin de kırık camdan geçip mutfak tarafından giriş yapmışlardı, içerisinin sessizliği nefesini tutmasına sebep olduğunda dikkatini dağıtabilecek her şey için teyakkuzdaydı. "Eğer," diye kendi kendine mırıldandı. "O herife gerçekten teslim olduysan Yakut..." Devamını getiremeyerek nefeslendi, canını böyle yakan şey onun canının ufacık yanma ihtimaliyken bu saatten sonra ettiği yeminlerden nasıl dönebileceğine dair hiçbir fikri yoktu. Dönmeyeceğim, bu saatten sonra sözlerimin dönüşü yok... Ama yine de onun saçının teline zarar gelmeyecek, bu kadar basit. "Umarım sağ salim çıkarsın ortaya."

Evin sağ kanadına giden ekipten bir malumat geldiğinde Uygar kısık gözlerini etrafta gezdirdi. "Burası temiz, Yakut Hanım'dan iz yok."

Uygar sıkıntıyla başını aşağı yukarı salladı ve loş evin içinde, mırıltısıyla sessizliği kırdı. "Anlaşıldı."

Silahını yukarı kaldıran Tekin, bir süre temkinli adımlarla ilerledikten sonra başını yukarı kaldırdı; aşağı sarkan bir silahı gördüğü an sırtını geriye verip isabetli bir atışla önündeki engeli ortadan kaldırdığında aynı gevrek gülüşünü takınmıştı. "Eksi bir, bence benim omzum daha rahat olacak."

Kısık gözlerini sessizce Tekin'in iri bedeni üstünde dolaştırdıktan sonra merdivene sert bir adım bastı, cevapsızlığını dişlerini sıkıca birbirine bastırarak sürdürürken namluyu da dikkatle yukarı çevirdi.

Hemen ardındaki Tekin'in avcı misali etrafta gezdirdiği gözleriyle tekrar peşinde yürüdüğünü biliyordu fakat gelişini belli eden diğer iz, gür sesini kısık tutmaya çalışarak mırıldandığı şarkı oldu. "Ne bir sevenim var ne seven bir kalbim, ellerim bağrımda perişan kaldım... Bir gün değil sana her gün yalvardım, duymadın sesimi sürünüyorum."

Uzun ve sabahın ilk ışıklarına rağmen henüz aydınlanmamış koridoru ilerlerken Tekin'in kesilen sesinin yerini bu sefer kulaklığına gelen malumat aldı. "Kütüphaneye giriş yaptık, bir hareketlilik görünmüyor."

"Takipte kalın," diye mırıldandı, botlarının ezdiği parkelerden tek bir gıcırtı sesi gelmiyordu; sırtını duvara doğru çevirip adımlarını daha temkinli sürdürdü, sessizlikte kulağına ilişen acılı nefes sesinin hemen yan tarafındaki duvarın ardında gizlenen bir bedenden geldiğini biliyordu.

Uygar işaret parmağını dudağına yasladıktan sonra başıyla kısaca o tarafı işaret etti Tekin'e ve çok geçmeden silahını oraya uzatıp korkuyla geri kaçan adamı hedefine aldı, yerde oturan takım elbiseli korumanın bacağı yaralıydı. "Bırak o silahı," diye tehlikeli bir sesle onu uyardığı an zaten titrek ellerden düşen tabanca, yerde ufak bir gürültü bıraktı.

Peşlerinden ekiplerin geldiğini biliyordu, silahını hedeften çekmeden birkaç adım geri kayıp arkadaki özel kuvvetler ekiplerine baktı; çoktan yaklaşıp yerde acıyla kıvranan adamı teslim almışlardı.

Onların desteğiyle koridor arasından geri çekildi ve sesleri takip ederek koridoru ilerlemeye devam etti; kendisi yerine sol tarafa ilerleyip aralık bir kapıyı ittiren Tekin'in girişiminden sonra boş bir misafir odası çıkmıştı karşılarına. "Temiz."

Sıkıntılı adımlarla ilerledi, buralarda bir yerlerde Yakut'un da olduğunu biliyordu; ilerlediği en ufak mesafede onu kaybetmeye yaklaşmanın endişesiyle silahını biraz daha sıkı kavradı Uygar.

Ve tam o sırada, hemen ilerideki kapı, sabırsız kalbine bir vurgun gerçekleştirerek açıldı; içeriden elleri ensesinde çıkan Mürsel İzgi'nin ardında onu kolaylıkla zapt ettiği belli olan Yakut vardı.

Donuk görünüyordu, önündeki adamın ensesine bastırdığı silahı tutan eli için için titrerken Yakut, Uygar'ın onu tanıdığı kadar bitkin görünüyordu; dudaklarını içe kıvırıp pozisyonunu bozmadan baş düşmanına ve eski karısına doğru temkinle yürüdü Uygar, bakışlarının kesiştiği kadının mahzun suratına bakarken bundan sonra takınacağı tavrı düşündü.

Yüzüme bakabiliyorsun Yakut, ve bunun ne demek olduğunu hiç bilmiyorsun.

Şimdi dayan dayanabilirsen benim karşımda; çünkü ne yazık ki ben de aynısını yapacağım.

Yakut Yalınkılıç

Onu gördüm, yıllar sonra onu ilk kez gördüm; ne maskenin ardına ne de karanlığa saklanır halde... İlk kez gerçekten bana yüzünü göstermeyi seçtiği en talihsiz anda, içimdeki utançla gördüm onu.

Tam beklediğim gibi, elmacık kemiğinde kalmış bir çizik haricinde hiçbir değişik yoktu suratında; olgunlaşmıştı biraz, ne de olsa artık tüm sevgisini koşulsuzca bağışlayan o genç adam değildi, otuzuncu yaşının getirisi yüzüne büyük bir ağırbaşlılıkla oturmuştu.

En acıtıcı şey ise gülümsemekten ya da şefkatten uzak bakışlarıydı, sen benim yüzüme bakmaya dayanamazsın derken bunu mu kastetmişti yoksa; masumiyetinin ardına gizlediği kızgınlığı ortaya çıkaracağı anı bekleyip önceden mi uyarmıştı beni?

Önümde yalpalayan Mürsel'i ensesinden kavrayıp ayakta tuttum, bacağındaki yaraya rağmen yere düşmeyip dikilmek zorunda kalışı canını daha çok yakmış olmalıydı, içeride bana yönelttiği tehdit ve şantajlardan sonra çoğalan hıncımın kendisine yansımayacağını düşündüyse suçlu ben değildim.

Yanmalıydı canı; bana yaptığı gibi, ölmekten daha fazlasını yaşamalıydı.

Özel kuvvet ekipleri hızla yanıma gelip Mürsel'i çabucak ellerimden aldılar; uzun bir süredir odada onunla yapayalnız olduğum için üstüme yüklenen yük kalkmak yerine daha ağır oturdu omuzlarıma.

Düşmemek için nereye tutunacağımı bilmiyordum; uykusuzluk değil korku, gurur değil utançtı beni böyle bitkin hale getiren.

Allah'ım, bu gecenin sonu için beklettiğim umutlarımın sonucunda niye kazanan ben olmadım? Ellerimde var bir şeyler, bir şeyler kazandık da... Neden böyle kayıp hissediyorum kendimi? Kaybetmiş gibi değil de... Kaybolmuş gibi hissediyordum.

"Eh be kızım," diye karşıdan hızla yanıma gelen Tekin, silahını beline sıkıştırdıktan sonra kolumu tuttuğunda ben de onun kaslı koluna dayandım; ağlar gibi değildim, güçsüz de görünmüyordum çünkü herkes, kafa tuttuğumuz bu gecenin şüphesiz başarılı bittiğini biliyordu.

Ama ben hiçbir şey bilemiyorum.

O an kendimi yere atıp annemin karnındaki gibi cenin pozisyonuna geçmeyi çok istedim; ağlamanın ve böyle kıvranmanın bizim küçüklüğümüze dönme çabamız olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım, artık şaşırmıyorum.

Ne zaman kaybetmiş olsam, annesinin karnından yeni doğduğu için hayatının ilk tepkisini ağlamakla gösteren bir bebek olmak istiyorum; en masumu bu görünüyor gözüme, çünkü şimdi hiç masum değilim.

Elimi yüzüme sürdüm, beni tutan Tekin destekleyici bir tavırla fısıldadı. "Aferin..." Gözlerimi yavaşça onun sarı saçlarına çevirdim, sonra sert yüzüne yakışan sarı sakallarına baktım; bu renk pek onun rengi değildi ama yine de iyi taşıyordu, henüz yeni tanışmamıza rağmen sempatik ifadesini başarılı kullanıyordu. "Aferin sana Yakut, tek şansını iyi kullandın."

"Gerçekten mi?" diye mırıldandım boğuk bir sesle, başımı yana çevirip Uygar'a bakmaya çok korksam da onun suretini öyle özlemiştim ki... Bir süredir kendisini benden sakladığı için duygularım daha da yoğundu, bu yüzden dayanamayıp loş koridorun ortasında, elinde silahıyla bekleyen Uygar'a baktım. "Bitti mi?" diye fısıldadığımda, sorum belki Tekin'e göre bu beş yıllık dava içindi ama bana sorsalar öyle söylemezdim... Uygar'la biz, gerçekten de bittik mi yani?

"Bitti." Önüme düşen siyah bir saç tutamını kendine göre nazik ama biraz kaba bir tavırla geri itti Tekin. "Bitirdin o beş yıllık davayı."

Gözlerim bir türlü Uygar'dan ayrılmadı, öylece durup bana baktığı müddet hiçbir şey bitecek gibi değildi; ağlamamam, bunu kendime yapmamam gerektiğini bildiğimden aceleyle yutkundum ama boğazımdaki yumru bir süre nefes almama engel oldu.

Onun tüm suçlamalardan arınmış, görmek istediğim halini seyrettim; başının duruşu bile şimdi daha gururlu, omuzları daha dik, açıkta kalan yüzü gecelerce hayalini kurduğum gibi tertemizdi.

O benim, gönlümün rahatlığıyla dokunmak isteyeceğim sevgilimdi; ama artık ben onun için değildim, hiçbir şey bilmese bile... değildim.

Geldiğimiz yolu geri yürürken dik durmama yardım eden Tekin, beni biraz daha kendine çekip merakla sordu; sanki bir şeyleri öteliyormuş gibi eksikti sözleri. "Ne buldun içeride?" dese de bence neden silahımı attığımı merak ediyordu.

Sormaması faydama olurdu zaten, söyleyemezdim.

"Parmak," diye fısıldadım, adım adım yaklaştığım Uygar silahını beline sıkıştırıp duruşunu bozdu ama hala kaskatıydı. "Bir kutuda yarım bir parmak saklıyorlarmış."

"Ne?"

Bu sorusuna cevap veremedim, sesim konuşabileceğim kadar düzgün değildi; ağlamamak için direndiğinden mütevellit titriyordu, Tekin de fark ettiği için daha fazla üstelemedi, yalnızca beni şefkatle kendisine çekti.

Uygar'a yaklaşırken keşke Tekin yerine o sarılsa dedim içimden; kararmış gözlerinin ardında ne olduğunu çözemediğim duygular vardı, ne düşünüyordu? Kızgın mıydı yoksa kıskanç mı?

Şimdi elimi kaldırıp ona sürmek ne güzel olurdu, dokunsam bir kez titremezdi yüreğim ondan dolayı... Beni başka bir şey ürkütürdü, onun kirinden değil kendi aptallığımdan ürkerdim. Değiştik işte, rolleri değiştik ve utanç çukurunun içine ben düştüm.

Adımlarım karşısında son buldu. "S-sen?" diye sekteye uğrayan kelimelerimi dile getirdim fakat o bana bakmak yerine, güzel yeşil gözlerini Tekin'e çevirdi, kısaca bakıştılar, onun da bir şeyler söylemekten çekindiği belliydi ve konuşmadığı zaman sözleri Tekin devraldı. "Dışarı çıkalım, evde arama yapılacak hadi."

"Biraz sonra gelsinler." Uygar parmağının tersiyle burnuna dokundu, her hareketini itinayla takip ettim ta ki gözlerinin bir türlü beni bulmadığını fark edene dek... Bakmıyor bana, elinden gelse yüzünü bile ters çevirecek onu görmeyeyim diye. "Sen söylersin Tekin."

"Peki, öyle olsun." Ellerini beline koyup kahverengi bakışlarını ikimiz arasında gezdirdikten sonra Uygar'da duraksadı. "Yakayım mı sigarayı?"

Bilmediğim bir konuşmanın yabancısı oldum birden, çaresizce nefesimi tuttum. "Yak sen," dedi Uygar ıssız bir sesle, bu zamana kadar yüzüne taktığı maske bile kendisini böyle geri çekmesine sebebiyet vermemişti, oysa şimdi daha farklıydı. "Keyfine bak."

Tekin'in sessiz bir kabullenişle gidişinin ardından dayanamaz halde Uygar'a döndüm, titrek ellerimi kaldırıp ona tutunmak istediğimde yapamayıp kendi boynuma dokundum; oraya dokunurken yine ismini mırıldanmıştım. "Uygar... Sen?"

Başını vakur bir tavırla bir kere öne eğip kaldırdı, yutkunduğu için ademelması hareketlenmişti. "Ben," derken sesi bana göre daha sertti, yine bana nazaran daha metanetli durabiliyordu gördüğüm kadarıyla.

"Yani..." Başım ağlamaklı hisse yana eğildi, dudaklarımı içe kıvırıp bir süre onun soğuk bakışları altında dik durmaya çalıştım. "Gerçekten?"

Gözlerini net bir tavırla üstüme doğrulttu, karanlığı altında önümü görememekten korkuyordum; bu bakışlar hiç tanıdık değildi, öfkesi ve nefreti onu yabancı bir adama çeviriyordu gitgide. "Evet, gerçekten," dediğinde, sırf ben söyleyeyim diye daha fazlasını dile getirmeye tenezzül etmediğini fark ettim.

Ve o gerçeği en sonunda onun yerine ben itiraf ettim. "H-hain... değilsin."

Başını iki yana salladı, sanki daha çok pişman olmamı istiyor gibiydi. "Hiç olmadım."

Elimi uzatıp ona tutunmayı, sarılmayı o kadar isterdim ki... Beni ayakta tutma görevini terk eden bacaklarımın ihanetinden kaçıp sığınabileceğim bir dayanağa ihtiyacım vardı ama yapamadım, Uygar'a dokunmaya cesaret edemedim. "Ben," dedikten sonra aceleyle nefeslenmem gerekti, hava mı tükendi ne, hiç rahat değildim... Üstelik Uygar'ın masum olduğu bir hayatta nasıl davranmam gerektiğini bilemeyecek kadar da acemiydim. "Bilmiyordum."

Dilini ağır ağır dudaklarında gezdirdi, kaşları tuhaf bir tavırla yukarı kalkıp indi. "Bilmiyordun," diye kısık bir mırıltıyla tekrarladı beni; artık sadece sesi ya da yüzü değil, ruhu ve duyguları da bambaşkaydı, dün gece bana tutkuyla ellerini süren adamdan hiçbir iz bulamadım bu sabah onda.

Ağlamamak için alt dudağımı ısırdım fakat sesimin ürkek ve incecik çıkmasına engel olamamıştım. "Bana niye söylemedin?"

İki yana kayan yeşil gözleri hiç de özlemediğim şekilde suratımı taradı, böyle değil eskiden dayanamaz gibi bakardı bana... Şimdi bakıp da ne görmesi gerektiğini bilemeyecek kadar kararsız duruyordu. "Bana niye güvenmedin?" diye sorup kaşlarını çattığında, daha fazla katlanamayacağım sandım bu işkenceye.

Dudaklarımı içe kıvırıp başımı öne eğdim, buna verebileceğim hiçbir cevap yoktu, tek yanıtım da gözümden akan sıcak yaş oldu zaten. Bir süre bekledim, ona sarılmak gibi bir suça bulaşmamak için sessizce bekledim, gözlerimden çaresiz yaşlar aktı; sorsa şimdi ne için ağladığımı, sayamayacağım kadar çok şey vardı aklımda... Unuttum, sadece birkaç dakika içinde ben neden ağladığımı bile unuttum.

Gözlerimin önünde onunla olan anılarımız bir bir gezdi; benimle uyuduğu ilk gece, dudağımın kenarına kondurduğu sabırsız öpücükler, belime doladığı yaramaz parmakları, tenimde gezinen arzu dolu dokunuşları... Ve şimdi geriye, artık ondan isteyebileceğim hiçbir şey kalmadı. Ellerimi çaresizce dudaklarıma örtüp bu sefer loş ve rüzgârın uğultusunun kapladığı koridorda omuzlarım sarsılarak ağlamaya başladım, Uygar da hak ettiğim gibi beni teselli etmek için tek bir girişimde bulunmadı.

Başımı, saniyeler sonra dik tutmaya çabalayarak kaldırdım; gözlerimden yaşlar aksa da hala konuşabilecek kadar gücüm vardı. "Bana söylersin sanmıştım," diye mırıldandım, avucumu çaresiz bir tepkiyle açıp kısaca salladığımda gözleri oraya kaydı sonra yine ıslak bakışlarımı buldu.

"Niye?"

Acımasız.

"İşte..." Başım omzuma doğru eğildi. "Öyle sandım."

Bana biraz acırsın da böyle bir zorlukla sınamazsın sanmıştım, gecelerce ağlayıp onu beklediğimi itiraf ettiğim halde gerçekleri böyle saklamazsın, en azından şu darmadağın kalbimi rahatlatırsın sanmıştım.

Ve biraz erken gelebilseydin, ben de seni suçladığım yerde kendi bulmazdım; o korktuğum, her şeyini yitirmiş kadın olmazdım.

"Biz-" diyecek olduğumda, beni çabuk susturdu Uygar: "Biz diye bir şey yok."

Dudaklarım, sözlerimden sonra hafif aralık kaldı; konuşmak üzereydim konuşamadım, son bir damla da gözümden düştüğünde artık ağlamam duraksamış geriye kaybolan hislerim kalmıştı.

"Bizim aramızdaki her şey," dedi yeşil gözlerini yüzümün her tarafında dolaştırarak. "Senin bana güvenmemeyi seçtiğin gün bitti Yakut."

Ellerimi önümde birbirine doladım, parmaklarımla avuç içlerimi ovalarken omzumda duran saçım yerinde sıyrılıp önüme geldi, neredeyse gözlerimin önünü gölgeleyecek gibi oldu. "Uygar," diye fısıldadım, bir şeyler söylemem gerekti kendimi affettirmek için değil ama en azından o karşısında pişman bir kadın görüp de rahatlasın diye. "Özür dilerim."

"Dileme." Başını iki yana salladı, onun sesine de gitgide bir ağırlık çöküyordu ve ikimiz de altında kalacağız diye korkuyordum, o korkmuyor muydu acaba? Belki de uzun zamandır alıştırıyordu kendisini buna. "Uğraştığım halde affedemediğimi görür üzülürsün, benden sakın özür dileme."

"Ama... Daha dün gece?"

"Son şansın olduğunu hiç mi anlamadın Yakut?" Bir adım attı, yaklaştığı an kokusu daha derinden ulaştı burnuma. "Senden son kez bana inanmanı beklediğimi anlayamayacak kadar kapattın mı kendini dünyaya?" Aralık kalan dudaklarından sızan nefes yüzüme değdiğinde ürperdim. "Ben senin dünyanda, hiçbir masumiyete ve güvene layık değil miydim? Bırak onu bunu, ben senden gelecek tek bir inancı hak etmedim mi Yakut?"

"Özür dilerim..."

Beni yine uyardı. "Sana benden özür dileme dedim," derken sesi nispeten yükseldi, bu esnada kolumu da tutmuştu. "Bir şeye fayda etmeyeceğini bile bile yorma kendini, olmuyor." Alt dudağını bir süre dişleyip o da acı içinde bekledi. "Zaten yorgunsun," derken sesi boğuklaşmıştı. "Bir de bana karşı çabalama, olmayacak."

"Uygar ama ben," dedikten sonra bir süre beklemek zorunda kaldım, yoksa ağlayacaktım, onun bana tutunduğu kolunu sarıp bir adım da ben attım. "Dün gece seni böyle görmemiştim."

"Sen beni hiç görmedin ki."

"Öptün sen beni..."

"Bekliyordum," diye sızlandı, başı yavaşça yüzüme eğiliyordu ama kendini durdurması uzun sürmedi, artık aramıza mesafe koyabilecek kadar dirayetliydi demek ki... Oysaki dün gece, kulübesinin kapısı çalındığında şansımızı yitirdiğimiz için küfredecek kadar aşıktı bana. "Onca tesadüfün içinde bana inanmak için tek bir ihtimal bulmanı bekliyordum Yakut, seni affetmez miyim sandın gerçekten?" Başını iki yana salladı, güzel yüzünü ben gölgelediğim için kendime çok kızgındım. "Bir kez yaşadıklarımızı sorgulasan zaten ben şu siktiğimin gururunu bile kenara bırakır, senin için her şeyi yapardım."

"Şimdi..."

Gözlerini eğdiğinde sesi de kısılmıştı. "Şimdi o kadar değeceğini düşünmüyorum, kimseyi zorla kendime inandıramam... Zaten senin de böyle bir şey istediğini sanmıyorum, bırak her şey olduğu gibi kalsın." Elini benden çekti, geri çekildi. "İstediğin gibi nefret et benden, ama benden de daha fazlasını bekleme." Cebine dokunup oradan bir şey çıkardığında bakışlarım tam oraya kaydı, avuçları arasında bekleyen şey eski bir alyanstı, onu bir süre parmaklarının ucunda tuttuktan sonra bana uzattı.

Bakmaya dayanamayarak bakışlarımı yukarı kaldırdım, iyi ki uyarmış beni... keşke ben de onu biraz dinleseydim; bu bakışları hiç de dayanılacak gibi değil ki. Şimdi maskesini geri takıp bu acımasız ifadesini geri çekmesini istesem, delirdiğimi düşünür; ama böyle bakarsa da sonum farklı olmayacak, gerçekten de kaybettim her şeyimi.

"Uzun bir süre bununla ne yapacağımı düşündüm," diye mırıldanırken Uygar, ben kollarımı kendime sarmak zorunda kaldım, sözlerini işitmek ürpermeme sebep oluyordu çünkü. "Belki bir şekilde geriye dönebilmek için çabalardık." Başını bir defa aşağı yukarı salladı yavaşça. "Artık yapamayız, bir daha eskiye dönemeyiz."

Şimdi suratında taşıdığı hayal kırıklığı, başımı döndüren geçmişten farksızdı; kaldığımız yeri çok iyi biliyordum, birbirimizi son kez bıraktığımız ve bir daha hiç göremediğimiz o yerde hayat durmuş, iki yıl sonra devamını yaşatmaya koyulmuştu.

1 Ekim'in takvim yaprağında hem beklediğim hem de hiç beklemediğim şekilde yer edindiği gündü; evliliğimizin ikinci yıl dönümü.

Birazdan Uygar'ın yorgun argın eve döneceğini biliyordum, tüm sızılarının geçmesi için eşiği adımlayacak ve benim "Ele avuca sığmazdı deli gönlüm, bir zamanlar neredeydi şimdi nerede?" diye tekrarlayan bir şarkıyı dinleyerek yemek yaptığım mutfakta arkamdan yaklaşıp en tutkulu dokunuşlarıyla belimi saracaktı.

Ama son kez saracaktı.

Kapıda dönen anahtar sesini şarkıya rağmen işittim, ondan sonra gözyaşlarımı silmem gerekmişti ama geriye az biraz damla bıraktım, nasıl olsa nüksedeceklerdi; en azından bu haliyle Uygar'ı, beni soğanların ağlattığına ikna edebilirdim.

Zaten soğan da ağlatırdı insanı, ama herhalde belirsiz kadar ağlatmazdı; gerçi bilmezdim ki, yemekleri genelde beraber yapardık ve soğanları hep o doğrardı, ben değil.

"Yavrum, ben geldim," diye içeri doğru seslenmesiyle, sesinde ilk kez bir farklılık sezdim; bunun farkına o varmayacaktı, benim kendi doğurduğum kuruntularımın aklımda uyandırdığı farklı bir şüpheydi bu.

Sesi hala aynı adama mı aitti yoksa bir yalancıya mı?

Mutfağa girdi, pervaza tutunduğunu gıcırtıdan duymuştum ama geri dönüp de Uygar'a bakamadım, birkaç saniye sonra her zaman güvende hissettiren ellerini belime sardığında aramızdaki mesafeyi sona erdirmiş oldu. Günahımı katladığımı bilsem bile ben de her zamanki gibi sırtımı daha çok yasladım sıcak göğsüne, o yörüngeme girdiğinde gerçeklerden arınıp tamamen onunla bütünleşirdim ben. Yüreğimdeki dürüstlük uzak dur diye haykırdı ama bir inadı yaşatır gibi daha çok sığındım.

Bu esnada Uygar başını omzuma koyduğunda, gözlerimdeki ıslaklığı fark etti. "Ağladın mı sen?"

"Hı hı," dedim mırın kırın, sesim epey boğuk çıkmıştı. "Soğan doğradım ya."

Uygar elini karnıma kaydırıp avucunu oraya yasladı, bunu son zamanlarda daha sık yapıyordu; istediği şeyi biliyordum, açık yüreklilikle dile getiremese de çok istiyordu bir bebeğimizin olmasını. "Ben yokum diye soğanları doğramak zorunda değildin bebeğim."

"Zorundaydım," derken dudaklarımı nafile bir çabayla iki yana kıvırmak istedim fakat titreyerek engel olmuşlardı buna. Uygar kesinlikle fark edecekti, belki de etmezdi, son zamanlarda dalgınlığı daha da artmıştı çünkü. "Soğansız salata yemezsin sen."

Yeni uzamaya başlayan sakallarını açıkta kalan tenime değdirerek boynuma sıcak ve haylaz öpücüklerinden birisini kondurdu, önceden gıdıklanır ve hızlı bir tutkuya kapılırdım bu sefer sadece bir ürperti sardı içini. Gülme çabamı gösteremedim, bunun için hiç takatim yoktu. "Bir günlüğüne yerdim gelincik," dedi azarlar gibi. "Senin gözyaşından önemli değil ya."

"Olsun." Dirseğimle vurup onu kendimden uzaklaştırdım, geriye döndüğümde gözlerimin deli gibi kızardığını bilmeme rağmen bakışlarımı onun yeşil harelerine dikmiştim. "Hadi ellerini yıka gel," derken çenemi tutup dudaklarımı öpmeye koyuldu, beni dinlemiyordu.

Kısa kısa karşılık vermeye çalıştım ama beceremedim, içimden gelen tek yoğun bir ağlama arzusuydu; yine de bunun son kez olduğunu bilerek bir süre Uygar'a müsaade ettim. "Yıkacağım," diye mırıldandıktan sonra kısa kaçamak öpücükler kondurdu az önce uzun uzun öptüğü dudaklarıma. "Güzel karımdan biraz uzak durabilirsem... Yıkayacağım."

"Ama yemek yiyeceğiz."

Kısa bir saniyeliğine geri çekildi. "Ne yiyeceğiz?" diye sorarken, her zamanki merakındaydı; onun bu hallerini de çok seviyordum, açken biraz daha meraklı olmasına bayılıyordum aslında, ama bugün aynı duyguyu hissetmekte zorlandım.

"Kırmızı biber dolması yaptım." Sesim yine ağlamaktan dolayı tıkanık çıkmıştı. "Sevdiğin gibi."

"Ne ara vakit buldun onu yapmaya?" Siyah saçlarımı parmak uçlarıyla geri ittirip yüzümü açtı; yeşil gözleri suretimin her noktasında geziniyordu, boylarımız biraz yakın olduğu için karşılıklı sayılırdık ve ben de çehresini rahatça izleyebiliyordum fakat bir süre sonra bu dayanılmaz hale geliyor, boğazım düğümleniyordu. Artık Uygar'a baktığımda onu tertemiz göremediğimi, pis bir adamın asla geçmeyecek lekesini taşıyormuş gibi izlediğimi fark ettim.

Midem bulanıyor, yıllar önce ilk iş tecrübemi yaşarken maruz kaldığım ceset kokusu gibi tuhaf bir duygu beni huzursuz ediyordu. "Sabah biraz halsiz olduğumu söylemiştim ya," derken başım bir defa öne eğilip kalktı. "İzin alıp eve geldim, işte o zaman yaptım."

Açıklamamdan sonra Uygar'ın kaşları daha da çatıldı, ellerini bu sefer çeneme sarmış baş parmağını da az önce öptüğü dudaklarımın kenarlarında dolaştırmaya başlamıştı. "Halsizken güzel yemekler yapmasa güzelim benim."

Ona bunun evlilik yıl dönümümüz için son armağanım olduğunu söyleyemedim; bunu hatırlatmak istemiyordum, unutsun istiyordum, sonsuza dek silsin istiyordum ama beni değil... Lütfen beni değil, bugünden sonrasını sildim. "Zor değil ki," dedikten sonra burnumu çekip en nihayetinde birazcık tebessüm edebilmiştim. "...sen sevdiğin için zor değil."

Karşı koyulamaz şekilde dolgun dudaklarını iki yana kıvırdı. "Ben senin elinden her yemeği seviyorum," dedikten sonra eğilip gözlerimi rahatsızca kapatmama sebep olacak şekilde dudaklarımı usulca öptü, sanırım bugün özel bir gün olduğu için daha tutku doluydu. Geri çekildiğinde gülümsemesini sürdürdü. "Biraz sınırlı sayıda olsa da seviyorum."

Onun keyfine eşlik edemiyordum bir türlü. "Özür dilerim," dedim ama bilemezdi, konunu sadece yemek olmadığını bilemezdi; büyük bir risk almıştım, içim kendimden yana rahat olsa da ondan yana hiç değildi. Şüphelerimin gerçek çıkmasından ayrı, gerçeklerin yalan çıkıp da Uygar'ın beni kalbinden silmesinden apayrı korkuyordum; ama bugüne kadar sadece bir tanesi ağır basmış, ben de adalet uğruna Uygar'ın benden nefret etme ihtimalini seçmiştim.

"Özür dilerim," diye fısıldadım, sesim titrediğinde Uygar da artık engel olamadığı tereddüde büründü; dudaklarını sıkıca birbirine bastırıp kontrolü ele alır gibi "Otur şuraya," demişti sertçe, yavaş yavaş ciddiyetini takınıyordu. "Az sonra geleceğim, bekle beni."

Belli ediyordum işte; gidişimi değil, onun gidişini belli ediyordum.

Yorgunca sandalyeye oturup beyaz masanın üzerinde hiç de uyumlu durmayan kaktüs desenli yemek takımına baktım biraz; o sırada Uygar da mutfaktan çıktı ve içeri gitti. Sessizlik içinde sıcak gözyaşlarımı döktüm, damlalar bacaklarıma yasladığım ellerime düşüyordu etrafa yayılarak.

Ama kendimi durdurmam gerekliydi, ellerimin tersliyle gözlerimi silip ayaklandım ve fırından çıkardığım sıcak dolmaları tabaklara yerleştirdim, bu sırada tekrar aldığım şarkı hala çalmaya devam etti. Kendim de titrek sesimle, bu umutsuz sözlere eşlik ettim. "Bir deli rüzgâr savurdu beni böyle; umutlu tutsak benim, altın kafeste..."

Gözyaşlarım az çok durulduğunda Uygar da fazla geç kalmadan mutfağa geri dönmüştü, daha dinç halde gülümseyip bu dengesizliğimle onu şaşırttım, az önceki ağlayışıma ve birden canlanışıma garipsercesine baktı. Ben telefonumdan şarkıyı durdururken "Bana farklı şeyler düşündürtüyorsun Yakut," diye mırıldanmıştı.

Merakla sordum. "Ne gibi?"

"Şimdi böyle korkudan aklımı alıp," derken hafifçe yutkundu karşımda, sonrasında fikrini ne ele geçirmişse gergin suratı düzeldi ve dingin bir ifadeye kapıldı sözleriyle eş zamanlı. "...sonra da mutluluktan çıldırtacakmışsın gibi."

Üstünde gerilen lacivert tişörtünü seyrederken bahsettiği şeyin ne olabileceğini düşündüm, onu mutluluktan ne çıldırtırdı ki?

Gözlerim saniyeler sonra farkındalıkla havaya kalktı, dudaklarım hafifçe aralandığında bir hayreti yaşamıştım fakat Uygar'a da büsbütün hayır diyemedim, sanki bundan çok daha farklı bir anlam çıkarmış gibi ellerini havaya kaldırdı ve "Tamam dur bir şey söyleme," dedi hızlıca. Hayır, hayır... Nafile düşlere kapılıyordu, hamile olduğumu sanıyordu. "Masaya otur hadi."

Yavaşça masaya geçtik ancak artık düzelemeyecek kadar hüzne boğulmuştu yüzüm, bu ümitsiz halimi bambaşka şeye yorduğu için çenem yine ağlamakla titredi. "Bana bakma sen," diye boğukça mırıldandım. "Yemeğini ye, yemin ederim bu sefer güzel yaptım."

"Yakut," dedi üstüne bastıra bastıra, ondaki umut da kırılıyordu artık. "Elinden zehir olsa gözümü hiç kırpmam yerim," derken güzel yüzünde kısılan yeşil harelerini içinden bir şey taşmasın diye hapsediyordu yoksa beni duygularına boğardı, o böyle bir adamdı. "Eğer unuttuysan diye sana ufak bir hatırlatma yapmak istedim."

Bilemem ki, artık bunu bilemiyorum; ama yine de mırıltıyla konuştum. "Unutmam," derken bir gözyaşı daha aşağı aktı.

"Son zamanlarda iş yükü ikimize de ağır geldiği için belki birbirimizi ihmal etmiş olabiliriz, seni suçlamam ama bana karşı şüpheye düşmene de dayanamam." Kaşığı bırakıp elini masanın altına soktu ve eşofmanının cebinden bir şey çıkardı, sonra masaya koydu göstermek istediği şeyi. Kare şeklinde büyük kadire bir kutuydu, onu usulca bana itti.

"Bu ne?" diye korkarak sordum.

"Aslında şimdi vermek istememiştim." Uygar'ın açıklaması esnasında kutuyu hafifçe araladım. "Ama madem gözyaşların canımı yakacak, o zaman vaktini beklemeye gerek yok." Dudakları hafifçe iki yana kıvrıldı, en huzurlu haliyle gülümsüyordu karşımda. "Evlilik yıl dönümümüz kutlu olsun güzel karım, eğer kuşkuya kapıldıysan diye söylüyorum ben unutmadım... Unutmam bu günü."

Kutunun içinden bir değil, iki tane bileklik çıkmıştı; biri benim bileğime göreyken diğeri daha küçüktü. İkisinin de pırlanta zincirinin ortasında ufak yakut taşı vardı, kırmızı halde parlıyorlardı. "Eskiden pek çok uygarlık," derken kısık gülüşü kulağımı okşayıp geçti. "...değerli taşların efendisi dermiş yakut taşına, benim dünyalar güzeli karım da kendisi gibi en değerlisini, en güzelini hak ediyor zaten, bu şaşırtıcı değil."

Hayatımdaki en güzel şey sendin.

Uygar'ın sesi gitgide boğuklaştı, büyük olan bilekliği değil küçüğünü elime aldığımda gerçekten onun zihninde beni ürkütecek hayallerin gezindiğini fark ettim. "Ama bu yıl ilk kez ben de senden bir şey isteyeceğim." Kaşları merakla havaya kalktı. "İsteyebilir miyim?"

Gözlerim hala minik bileklikteyken "Ne isteyeceksin?" diye titrekçe sordum.

Söyleme.

Lütfen söyleme Uygar.

Göğsüm titrekçe inip kalkarken en umutlu sesiyle sordu. "Yoksa bu ağlayışların, o haberi sen vereceksin diye mi?"

Eğik başım yavaşça ona kalktı, yüzünde gerçekten hoş bir tebessüm vardı, karşısında canım bir kez daha yanmıştı. "Hmm?" diye süregelen merakıyla sorduğunda ben dudaklarımın iç kısmını ısırıyordum. "Yoksa benim güzel karımın gözyaşlarının sebebi, onun sürprizini bozmamdan dolayı mı?"

Her şeyden habersiz nasıl güzel hayaller kuruyor böyle, sanki canım daha çok yansın diye. "Ne sürprizi?" derken ağlayışlarım arasında güldüm.

Asıl sürprizi o az sonra görecekti.

"Bir bebek." Dilini hafifçe dudaklarında gezdirdi, gerçekten bir aile kurmanın keyfini o kadar içten yaşıyordu ki ona istediğini veremediğim için üzülsem mi bilemedim, hak ediyor muydu bunu gerçekten? Fakat öğrenmek için zamana ihtiyacımız vardı. "Senin gibi kırmızı elbisesi içinde bir kız çocuğu ya da Beşiktaş forması giymiş bir erkek çocuğu."

Çaresizce nefesimi tuttum, omuzlarım sarsılırken buna ne cevap vereceğimi düşünemiyordum bile; çünkü imkânı yoktu, bizim hayallerimi gerçekleştirebilmeye dair imkânımız hiç yoktu. Minik bilekliği göğsüme bastırıp masaya eğildim; artık bir süredir kendime sakladığım sırrın ağırlığını taşıyamayacak kadar yorulmuştum, bu yüzden hıçkıra hıçkıra ağladım. Uygar ise sandalyesini gürültüyle ittirerek yerinden kalktı ve çabucak yanıma geldi. "Yavrum ne oluyor sana? Neyin var söyle, niye böyle ağlıyorsun içli içli? Bir şey mi yaptım Yakut, canını mı sıktım ne olur söyle?"

Başımı iki yana salladım, siyah saçlarımı okşarken son kez onun merhametine sığındım. "Yakut'um, yapma bak yalvarırım ağlama... Ne oldu söyle hadi?"

Aslında bir süredir iyi gidiyordum, duygusallıkla değil mantıkla götürmüştüm işi ama sonra bastırdığım her şeyin bir gün patlak vereceğini unutmuş olmalıydım; acı derine yerleşip oradaki tüm gücümü sömürürken bir gün böylesine taşacak gibi değildi hiç, şimdiyse tezahürünü beklediğimden de belirgin kılmıştı.

Uygar oturduğum yerde üstüme eğilip beni daha da bastırdı göğsüne, hala saçlarımı okşuyordu çünkü o saçlarıma dokunmaya bayılırdı. "Eğer tam şimdi açıklamazsan neden ağladığını-"

Ama sözlerini tamamlamasına fırsat kalmadan evin kapısı acı şekilde çaldı, kendimi sakinleştirmeye çalışıp geri çekildim ve gözlerimi temizledim. Uygar ise "Bu kim?" diye ters bir şekilde mırıldanıp bana baktı; haberim odluğunu sanıyordu, zaten vardı ama ona söylemek yerine sessiz kalıp ayağa kalktım.

Uygar da ısrarla çalan kapıya ilerlemeye başladı, bilekliği hiç bırakmadan peşinden ilerledim; aydınlık koridorda kapıya vardığımızda Uygar ilk önce deliğe baktı, sonra merakla kapıyı açtı.

Karşımıza Belçin çıkmıştı; beyaz saçları tepesinde sıkıca toplu haldeydi, hâkim yaka bir ceket ve altında da mürdüm bir etek vardı, ellerini arkasında bağlamış hali bu otoriter görünümünü tamamlıyordu.

Bir süre hepimiz sessizlik içinde bekledikten sonra ince dudaklarını aralayıp "Uygar Özkurt," diye mırıldandı.

"Dinliyorum Belçin." Uygar da sabırsızca konuşmuştu, aklının bende olduğuna emindim çünkü arada bir bakışlarını ardına çevirip beni kontrol ediyordu.

"Seni kurumda biraz misafir etmemiz gerekiyor."

"Söylemeyi unuttuğun bir şey mi var?" Kapı kolunu daha sıkı tuttu Uygar. "Daha bugün oradaydım ya zaten."

"Bu sefer farklı Uygar." Belçin göğsünü şişirerek derin bir nefes çekti içine, sonra da hicap içinde bakışlarını yere eğdi, birbirimize bakmaktan kaçınıyorduk fakat sonra, gözlerimiz onun ciddi sözleriyle birbirini buldu. "Sorgulanmak üzere."

"Anlayamadım?" diye tehlikeyle mırıldandı Uygar; ardından şahit olduğum bedeni, işittiklerinden sonra biraz daha gerildi. "Neyin sorgusu bu?"

"İstihbarat teşkilatına ihanet ettiğin gerekçesi-"

"İhanet?" Tekrarladığı sözlerinden sonra Uygar geri döndü ve bana baktı, yüzümde ne görmeyi bekliyordu bilmiyordum ancak umduğunu bulamamanın hayal kırıklığını hızlı yaşadı, ona istediğini veremedim. Çatık kaşlarındaki sinir yerini gitgide hüzne bıraktı, ifadesi boz bulanık bir hal almıştı. "İhanet..." diye mırıldandığı esnada Belçin'in ardında bekleyen Yaşar'a işaret vermesiyle evimizin eşiğine, bir suçlamanın adımları bulaştı.

Yaşar iri bedeniyle pervazdan geçip ayakkabısını halının üzerine değdirdiğinde, normalde olsa Uygar'la buna kızardık ama şimdi ikimiz de bir zamanlar mutlu bir çiftin yaşadığı bu evin içine kirli bir ayakkabının basmasına kızamayacak kadar dehşetin esiriydik.

Uygar bana baktığı esnada kolundan yakalandığında önüne döndü, kendini çekiştirip engel olacak sanmıştım ama beklediğimin aksine hiç zorluk çıkarmadı. "Öyle olsun bakalım," diye yorgun bir solukla konuştuğunda duruma çabuk ayak uydurduğunu gördüm. "Bir de bu rolü oynayalım, saçmalığınızı eninde sonunda anlarsınız zaten."

Belçin'in ardında sessizce bekleyen Fatih karıştı bu sefer söze; yüzünde, uzun zamandır beklediği bir anı yaşıyor gibi onda hiç şahit olmadığım kadar hoşnut bir ifade vardı. "İş ciddi Uygar, sandığın gibi bir oyun yok."

"Benim istihbarata ihanet edebileceğime inanıyor musunuz siz?" derken en sonunda Uygar da sesinin tonunu yükseltti, sabrı gitgide taşıyordu.

Fatih ise başını hafifçe öne eğdi ve tek kaşını belli belirsiz havaya kaldırdı. "Benim ihanet etmeyeceğine inandığım kimse yoktur."

Uygar geniş bedeninden dolayı Yaşar'la eşikten geçemeyeceğini biliyordu, bu yüzden omuzunu öne tıp ilk önce o dışarı çıktı ve Fatih'in karşısına, kendisine yöneltilen tüm suçlamalara rağmen cesurca dikildi. "Evet, tam olarak bu yüzden yalnız öleceksin Fatih."

Bu acımasız sözlerden sonra Fatih'in de yüzü karardı. "Sen de benim kadar yalnız olacaksın Uygar." Minik bilekliği göğsüme yaslarken ikisine korkuyla baktım, nefeslerim içinde sıkışıp kalmıştı, sonrasında Fatih'in hınç dolu gözleri beni buldu. "Ve seni ihbar edenin kim olduğunu öğrendiğinde de bu söylediğimi çok iyi anlayacaksın."

Belçin onu "Fatih!" diye uyarsa da ben çoktan yıkılmak üzere hissediyordum kendimi, minik bileklik göğsümde çoğalan hayal kırıklığından dolayı parçalanacaktı sanki... Bu nasıl bir acıydı ki kalbimi aşıp tenime gerçek bir sızıyla yayılabiliyordu?

Uygar'ın şüphe bile duymayan bakışları rahatça bana döndü, Fatih'i ciddiye almadığını gösteren bir gülüş vardı yüzünde; kendi suçlamasını kabul ettiği kadar bana doğrultulmuş o silahın ateşlenmesine izin vermeyecekti, ancak bu bitik halimi görünce o rahatlığın belirdiği gülüşü de gitgide azaldı.

O an yeşil gözlerindeki tüm ışık söndü, yerini karanlık bile diyemeyeceğim kadar yoğun bir hiçlik sardı; itiraz etmek istedim bağıra çağıra, çünkü tek bir reddimle Uygar'ın bana güveneceğini biliyordum ama Belçin'in uyarıcı bakışları susmam gerektiğini haykırıyordu.

Sussam bile Uygar çoktan anlamıştı, konuşmasam bile o benim hakkımdaki her şeyi anlardı; oysa tüm her şey bittikten, Uygar bu suçlamalardan aklanıp kurtulduktan sonra gerçekleri ben açıklayacaktım ona, şimdi bu şekilde öğrenmemesi gerekiyordu.

Dudaklarımı birbirine sıkıca bastırıp her şeye rağmen dik durmaya çalıştım. Uygar'ın ise omuzları taşıyamadığı bir yükten dolayı düştü, karşımda ilk kez bu kadar küçüldü. "Yakut?"

Bir yardım ister gibi mırıldandığında ona içini rahatlatacak hiçbir şey söyleyemedim; yalnızca son bir bakışı kucaklardan suratından, yeşil gözlerini uzun bir süre göremeyecek olmanın farkındalığıyla dikiliyordum koridorda.

Bu da benim Uygar'a, yıl dönümümüzün en acı sürprizi oldu.

Ağlayışlarımın, karnımda can bulan bir bebekten mütevellit olduğunu düşünürken aslında ellerine geçirilecek bir kelepçenin tasavvurundan kaynaklandığını hiç bilemedi. Onu kapımızdan öyle uğurladım; yüzünde hayal kırıklığı, omzunda suçlaması... Uygar, düşmandan değil kendini benden kurtaramadı.

Çaresizlik içinde birbirimizi seyrederken yutkundum; boğazımdan bir nefes, belki de ufak bir hayat emaresi geçsin istedim, geçmedi.

Ben onu böyle öldürdüm... Ya da hiç bilemeyiz, belki de o gün aslında ben öldüm.

Tıpkı o günkü kadar hayal kırıklığı dolu bakışlarını üstümden çekmeden soğuk alyansı son kez tuttuğu elime bıraktı. Bir daha eskiye dönemeyeceğimizi ifade ettikten sonra tek bir kelime etmeyişinin boşluğunu ben de dolduramadım; dudaklarım, tıpkı evimizden son kez ayrıldığı günkü kadar büyük bir hayretle aralık kaldı.

Hiçbir zaman göze aldığım şeyleri gönül rahatlığıyla yaşayamadım; tıpkı o gün onu ihbar ettiğimi bile bile alışamadığım gidişini seyrederken hissimi saran huzursuzluk gibi, bugün de bir türlü inanamadığım masumiyetiyle bıçaklandım.

"Uygar..."

Cevap vermedi, arkasını döndü; bakmaya dayanamayacağımı ifade ettiği bakışlarını bende tek bir iz bırakmadan geri çekip gitti.

*

Üzgünüm, bu bölümü düzenlemeden atıyorum eğer kendime bir gün daha müsaade tanısaydım muhtemelen yine çok geç kalacaktım :( ben de sonra düzenleme niyetiyle atıyorum.

Bu kesinlikle bir ara değil, yine yazdığım an bölüm atmaya devam edeceğim; buraya birinci kısmın sonu dememin sebebi birinci kitabın bitişmiş olması 😄 hep bir kitabımı böyle seri gibi yapmak istemiştim zaten.

Ee şimdi Yakut Uygar'ın masumiyetini öğrendi, artık adamımız suçlu gibi davranmak zorunda değil; peki nedir bu Sarraf isminin hikmeti?? Çünkü Sarraf olmak demek yalnızca maskeli bir adam olmak değil, aynı zamanda metaforik olarak tüm değerli taşları satıp bir tek Yakut'u kendine saklamak demektir. 😍😍 çook sevmektir kısacası.

Buralar çok çok ayrılık ve dram gibi geldiyse size üzgünüm, böyle yazmam gerekti yazdım valla artık yaptıklarıma bir sebep bulamayacak kadar yorgunum ve kendimi sadece akışa bırakmak istiyorum 😄 ama sakın kitabın bundan sonrasının sanki daha da kötüye evrileceğini düşünmeyin, eğer severseniz azıcık kitabın ikinci kısmından spoi verebilirim ama neyse, vazgeçtim az çok anlarsınız zaten 😍

Daha farklı mekanlar, daha farklı olaylar, daha farklı kişiler, azalan mesafelerden dolayı daha sık karşılaşma ve birbirine bir türrrrlü karşı koyamayış falan, eğlenceli olacak bence... Bu yüzden burası birinci kitabın bitişiydi, ikinci kısım daha canlı olacak diye umuyorum 😍

Buraya kadar okuduğunuz için çok teşekkür ederim; on üç on dört ve hatta on altı yedi civarında defalarca hesabımı sessiz sedasız silip burayı terk etme planlarıma rağmen yine de iyi ilerlemiş sayılırım 😄 gelenler de iyi geldi bana çoook iyi geldi hepinizi çok öpüyor ve selamlıyorum, artık kapı komşusu olan Uygar ve Yakut'la görüşelim 💝

çoookk iyi gecelerr 🐱‍🏍✨

 

Loading...
0%