SARRAF'ın ikinci kısmına başlıyoruz! 🎉
SARRAF (2) - GÜVERCİN KANI
Umarım beğenirsiniz, keyifli okumalar dilerim! 🖤
*
Dışarıdan bir yara aldığımızda, her ne kadar kırgınlık ve kızgınlık bizi yorsa da bir şekilde hıncımızı çıkarabileceğimiz yerler bulabiliriz; mesela ben bunu çok iyi yaparım, hıncımı başkalarını suçlayarak çok güzel çıkarırım, bazen intikam da alırım, zarar verebilirim, orayı terk edebilirim, eğer tüm bunların yanlış şeyler olduğunu düşünüyorsam da en azından bir kum torbası ya da tastık yumruklayarak öfkemi yönetebilirim.
Başkasını suçlamanın seyrek rahatlığıyla, ufak bir nefes alırım sonra; ama eğer yanan canımın suçlusu bensem, bunu öyle kolayca atlatamam çünkü öç alamadığımız tek bir şey vardır hayatta, o da ruhumuzdur; zaten insan çoğunlukla başkalarını değil, ne yazık ki kendisini incitmekten çekinir.
Ben kendimden de esaslı bir intikam alabilirim elbette, gün sonunda intikamımın kazananı da olurum; fakat kazanan olabilmem için, belli bir noktada muhakkak ki kaybeden de olmam gerekir.
Ama ben sadece kaybettiğimi hissediyorum.
Yıllar önce ailemin evinden ayrıldığımdan bu zamana değin, hiç kimse gibi olmayacağıma inanmıştım, bu yüzden her bir adımımı çok büyük özenle attım; eğer gerçekten iyi bir insan olmak istiyorsam, hep doğruyu ve dürüstlüğü seçmeliydim, kalpten önce mantık aşktan önce her zaman gurur gelmeliydi, birini sevmek de zaten kendinden kolayca vazgeçmek değildi.
Peki onca gururdan geriye, benim ellerimde ne kaldı ki?
Omuzlarımda, taşımakta zorlandığım bir utanç yükünden başka ne var?
Bir karanlığın içinde, günahlarımla ve hatalarımla yüzleşiyorum; insanlardan kaçmamın sebebi bu sefer masumiyetimin kirlemesi değil, bu kadar korktuğum şey yanlış yolları tercih eden bir aptal olma ihtimali değil… Benim üstümde başımda katrandan bir hicap var; ve gitgide katılaşıp bir süre sonra benden ayrılmaz bir hale gelecek, her şey kimseden saklamayacağım kadar ayan beyan ortaya çıkacak. Biliyorum; çünkü hiçbir duygu, sonsuza dek gizleyebileceğim kadar sadık kalmadı bana.
İnsanların yüzüme karşı ne kadar kötü şeyler yaptığımı söylemesinden çok endişe ediyorum; hiçbir şeyi beceremediğimi, işime eşime ve belki de bu hayata layık olmadığımı söylemelerinden… Başarısız olduğumu yüzüme çarpmalarından çok korkuyorum, artık hataları örtbas edilemeyecek kadar büyüdüğüm halde her şeyi saygısızca mahvettiğimi düşünmelerinden o kadar çok korkuyorum ki bazen sadece bu ürkekliğin elimi kolumu çaresizce bağladığını hissediyorum.
Ben yaptım bunu, elimde avucumda özenle sakladığım ne varsa hepsini paramparça ettim; hayatın bana verdiği değerlerimi, aslında sadece emanet ettiğini ve bir gün geri alacağını bilmiyordum ki, onlar hep benim olacak sanmıştım… Benimle yaşayıp, benimle öleceklerine inanmıştım; galiba böyle giderse ve ben tüm prensiplerimi acımasızca çiğnersem, mezara yalnız konulacağım.
Bazen… aslında bazen belki kurtarabilirim diye düşünüyorum, son yaşananları kotarıp itibarımı bir nebze ipin ucundan çekip alabilirim, ne kadar zor olabilir ki çabalamak? Zaten hep yapmadım mı bunu?
Yaptım, ama bu sefer nedense kendimi kurtarmak için bir şeyler yaptığımda bile asıl kaybeden ben olacakmışım gibi hissediyorum. Mürsel’in o odada yüzüme vurduklarını kimse değil, sadece ben bilince bu iyi birisi olmama yetecek mi?
Önemli olan her zaman bilinmek mi? Saklamak istediklerim beni bu sefer gerçeklerin katiline çevirmez mi?
Benim suçlusu her şeyin, hiçbir şeyi beceremedim ve çok utanıyorum, sadece utanç duyuyorum.
Düşünebildiğim başka hiçbir şey yokken adımlarım gitgide sekteye uğradı, başımda da eserek bir hal vardı; ekibin kaldığı binaya geri döndük vakit akşama yaklaşırken. Tekin sert kapıyı benim için açtı ve derbeder halimi görünce kulağıma eğilip mırıldandı. “İyi görünmüyorsun,” dediğinde gıdıklandığım için kulağımın üstüne değen saçları geri ittirdim. “İyiyim.”
Oysaki uykum vardı, gözlerim acıyordu, baş ağrım yerini gitgide bir mide bulantısına bırakırken bayılmadığım için şanslı sayılırdım; üstelik arkamda mı yanımda mı olduğunu bilmediğim Uygar’ın varlığı çevremde oldukça daha da kötü olacaktım.
Yüzüme bakmıyordu, gelirken farklı arabalara bindiğimiz için bu cezayı biraz geç çekmeye başladım fakat en nihayetinde başladım, onu yanımdayken bile özlemeye başladım… Halbuki, yüzünde maskesi varken daha çok merhamet etmişti bana, şimdiyse onu hiç görmediğim kadar soğuk bir haldeydi.
Tir tir titreyen elim yavaşça havalanıp dudaklarıma değdi; kuru kısmı parmağımın ucuyla ufacık okşarken bir gece önce orada alazlanan ateşi hatırladım, bedenim zaten Uygar’a karşı hiç dizginleyemediğim bir tutkunun esiriydi saklayamam bunu, inkâr edecek gücüm yok… Onu bu hayatta, herkesten ve her şeyden çok sevdim ben ama sonra fark ettim ki, onun için her şeyi yapamazmışım.
Aşktan daha vahim duyguların bizi kolayca mahvedebileceğini öğrendim; gurur mesela, içimi nasıl da oyup derin bir boşluk bıraktı oraya… Ben Uygar’ın gelip orayı doldurmasını beklerken o da hakkı olarak yeltenmedi böyle bir şeye; çünkü onda da benim bizzat el sürdüğüm bir yara vardı, o yara kapanmadan Uygar gelip bana asla dokunmayacaktı.
Bedenime değil, ruhuma.
“İstersen bu gece bende kal,” derken hafifçe öksürdüğü için Tekin’in sesi nispeten yüksek çıkınca, başımı istemsizce geri döndürdüm. Ardımızdan sessizce gelen Reha ve Uygardan birisinin bakışları bize döndü, o da maalesef Reha oldu. Uygar başını öne eğmiş, ifadesiz bir suretle duyduklarına rağmen sessizliğini koruyordu.
Çıldırmak suretiyle biraz daha seyrettim onu; gerçekten değişmemesine rağmen tuhaf bir ağırlık oturmuştu yüzüne, sert bakıyordu, öfkeliydi, maskesinin ardına gizlediği duyguları artık özgürce kullandığı için hiç çekinmeyerek bakıyordu etrafa. Bir de elbette suçlamalardan sıyrılmış olmanın mağrur ifadesini taşıyordu.
Eğer her şey normal bir ayrılıktan ibaret olsaydı ben zaten böyle pare pare dağılmazdım; ama kahretsin işte, onu bu hale ben getirdim… Hala hiç gerçekçi değil burada oluşu, sanki her an kollarına iğrenç bir kelepçe yapışacak ve onu benden uzağa götürecekmiş gibi sahte geliyordu yaşadıklarımız.
Hayır, hayır… O benim Uygar’ım, değil, gerçekten en sevdiğim haliyle benim sevgilim, değil; masum, hiçbir suçu yok… Ama hala birbirine ulaşamayacak kadar kayıptı bakışlarımız, o bana bakamıyordu, benim de bunu yapmama izin vermiyordu, beni hakkıyla cezalandırıyordu.
Tekin, dalgınlaştığımı fark ettiği esnada kolumu tutarak sözlerini devam ettirdi. “Yakut bir dinle, Sevtap yok diyorum sana, başına bir şey gelirse yanında birisi dursun.”
Başımı yorgunca iki yana salladım ama benim cevap vermeme kalmadan arkadaki Reha konuştu uyarıcı bir sesle. “Abartma Tekin.”
Ve Tekin’in az önce bana gösterdiği kibar tavrı hızla bozuldu, yerini sert hali aldı. “Sana bir şey sorarsam konuşursun.”
“Sağ ol,” dedim dikkatini kendime çekmeye çalışarak. “Ama gereği yok, ben iyiyim.”
“Emin misin?”
“O kadar kötü değilim.” Daha da kötü hissediyorum, ama söylersem bunun ilgi çekeceğinin farkındayım, en azından bir şımarık gibi davranmazsam daha az suçlu hissedebilirim; çünkü ben hatalarıma doydum artık. “Dert etme.”
“Sesin bile…” diye sızlandı Tekin ansızın, ifade etmekte zorlandığı için sözleri arasında bir süre beklemişti, çıktığım merdiven basamaklarını ağrıyan gözlerimle seyrederken söyleyeceklerini dinledim. “Affedersin… Sesin bile şey kızım ya, işte anlasana, berbat.”
Aslında söyleyeceği bu değilmiş gibi en sonunda aceleyle tamamlamıştı cümlesini. “Bir şey olmaz,” diye mırıldanıp yavaşça kuru dudaklarımı yaladım.
“Nasıl bir şey olmaz?”
“Zorlamasan Tekin?” En sonunda başımı yorgunca ona kaldırdım, gözlerim acıyla kısıldı, açık tutmak zamanla zorlaşıyordu. “Gerçekten hiç halim yok, bir de bunu sürekli reddederek seni yormak istemiyorum, çok teşekkür ederim ama bence daha fazla ısrar etme.”
Derince nefeslendi, dilini dudağının altına sıkıştırıp orayı bir tümsek haline getirdiğinde kızgın ifadesi çoğalmıştı. “Sen içeride o herifle ne konuştun da birden bu hale düştün ya?”
“Hiçbir şey konuşmadım.”
Sonra başıyla hafifçe arkayı işaret etti, sanırım Uygar’ı kastediyordu. “Sadece şundan dolayı mı bu haldesin yani?”
Yeterli bir sebep tabi, ama bir tek o değil.
Bir süre sessizce bekledikten sonra Tekin gibi yapıp arkama bakamadım, korkum sadece kelimelerimi geciktirmeme sebep olmamıştı. “H-hayır,” dedim usul usul. “Yoruldum anlasana, uzun bir geceydi.”
“Ben gerçekler ortaya çıktığı için biraz mutlu olursun sanmıştım?”
Başım yine merdivenleri göreceğim şekilde öne eğildi, benim gerçekleri aslında saklamak istediğimi bile bilmiyordu. “Yarın toplantıdan sonra biraz daha iyi olurum belki.”
“Hadi inşallah.”
Daha fazla dayanamayarak trabzana tutundum, başım dönmüyordu ama yer ayağımın altında oynuyordu sanki, gözlerimi kapatıp açtıktan sonra adımlarımı daha kararlı basmaya çalıştım, oysaki zemin altımdan kayıp giderken çok zordu.
Benim trabzana yasladığım elimin üstünden bileğimi tutup Tekin yardımcı olmaya çalıştı, bu kadar yakınlığının altında garip bir samimiyet vardı, normalde böyle şeylerden hoşlanmasam bile o an ses edemeyecek kadar yorgundum. “Bir dakika bir dakika,” dedi Tekin hızla. “Tamam dur yürüme daha fazla.” Yaklaştı ve beni ürkütmeyecek bir soğukkanlılıkla mırıldandı. “Seni bir alalım biz.”
“Yok artık.” Trabzana tutunmaya devam edip bir süre bekledim, bu gerçekten de birisi beni kucağına alsın diye değil yalnızca yukarı çıkabilmeye güç bulabilmek içindi. Başımı durumdan rahatsızca başka tarafa çevirdiğimde, belli etmeden gözlerimi ovaladım.
“Ne yok artık? Geceden beri uyumadın, koşturduğunu saymıyorum bile, iki dakika yardım etsek gücünden bir şey eksilmez korkma.” Tekin başını sinirle yana atıp gözlerini kapattıktan sonra bana geri döndü, gerçekten kızgın görünüyordu, oysa daha uysal birisi olduğunu sanmıştım fakat bazı durumlarda hızlı öfkelenebiliyordu. “Hadi biriniz el atsın,” dedi bıkkın mırıltısı binanın içinde yankı yaparken. “Yoksa ben alıp evime taşıyacağım haberiniz olsun, sonra yok efendim Tekin öküzün tekiymiş de kaba davranıyormuş da anlamam, iki dakika söz hakkınız var ondan sonra yapılacak belli.” Elini kaldırdı ve sanki bir obje sunar gibi beni rastgele gösterdi. “Hadi.”
Reha, Tekin’i geniş omzuna çarparak ittirdikten sonra elleri ceplerinde yorgunca yukarı çıkmaya başladı. “Beni karıştırmayın.”
Trabzana ellerimi daha sıkı sardım, böyle bekledikçe sırtımın ağrısı artıyordu üstelik ardımda Uygar da bekliyordu; onu huzursuz etmemek için kaçamak bakışlarımı, gerimde tepkisiz halde bekleyen Uygar’a kaydırdım. Tekin’in hakkımda konuşurken sanki bir açık artırma eşyasından bahseder gibi davranması her ne kadar sinir bozucu görünse de aslında kötü bir niyeti yoktu, ama orada kalıp Uygar’ın bir daha benim için hiçbir şey yapmak istemezmiş gibi sürdürdüğü sessizliğiyle de yüzleşemezdim.
Aramızda son kalan basamağı da yavaşça çıktıktan sonra, bende olmayan bakışlarını yavaşça üstüme çevirdi; gerçekten ne anlattığını bilsem, burada kalır ve onu beklerdim… Ama bu soğukluğu gerçek bir öfkeden mi kaynaklıyor, yoksa acaba bir nebze de olsa duygularını mı bastırıyor hiçbir şey bilmediğim için bende de korkak bir uzaklık doğuyordu istemeden. “Ben iyiyim,” diye elimden geldiğince dinç bir sesle konuştuktan sonra kokusunu alabileceğim kadar yakınıma gelen adamdan bir adım kaçtım. “Gidiyorum.”
-
Daireye girer girmez kendimi banyoya attım, suyu az miktarda açıp vücudumu ıslattığımda ilk an tüylerim ürperdi, oysaki su yeterince sıcaktı; ancak böyle ürpermeme sebep olan şey, bu binanın içerisinde bir yerde sessiz sedasız hayatına devam eden Uygar’dı.
Kapıma dayanan, içeri girebilmek için benimle beyhude anlaşmalara tutulan, sözümü dinlemeden bana yaklaşan, beni sıkı sıkı saran Uygar değil; konuşmayan, bana bakmayan, benden rahatsız olan Uygar’dı.
Böylesine köklü bir değişimin gözyaşlarımı durmaksızın akıtacağına inanmıştım, bu yüzden ağlayıp rahatladıktan sonra daha hafif bir uyku çekmenin hayali vardı aklımda ama hayat o kadar merhamet etmediği için ben Uygar’a dair gerçekleri öğrendiğim bu soğuk günde adeta buz kestiğim için tek bir damla bile dökemedim.
Çıplak sırtımı fayansa yaslayıp bir süre buğulu camı seyrettim, sırtımın değdiği yerde kesif bir acı vardı bunu yorgunluğuma bağlayıp umursamadım, zaten gözlerim daldığı an hiçbir şey göremez oldum; bu da anıların daha çok gün yüzüne çıkmasına sebebiyet verdi.
Daha bir hafta önce Sevtap beni bu eve getirdiğinde, bir kez daha banyoya girip tıpkı böyle sıcak bir suyun altında, hayatımda hala bir hain olarak yer edinen Uygar’ın hayalini kurmuştum, ben her seferinde aynı şeyi istiyordum; o kötü ya da iyi birisi olsun hiç fark etmez, kendimi sıcak suların altında yapayalnız hissederken haylazca yanıma sokulup başımı döndürsün istiyordum.
Islak saç diplerimi kavrayıp düşünmemek için kendimi sıktım, elim göğüs kafesimin üstünü ovalarken yavaşça boynuma kaydı, derimi ellerim arasında sıkıştırarak içimdeki sıkıntıyı geçirmeye çalıştım; fakat böyle bir şey gerçekleşmeden tenim çoktan çaresizlik içinde uyuşmuştu bile. “Gelemez, bu saatten sonra yanıma gelemez… Ben uzaklaştırdım onu.”
Bana her şeyden habersiz hayallerinden bahsettiği gün, ona hak ettiği hayatı yaşattığımı sanmıştım; adaletin en temel kuralı kamçıyı kendi canına vurabilme cesareti göstermekti ve ben de bunu başardığıma inanmıştım. Oysaki ben o gün bilmeden, bugünkü pişmanlığımı yazmışım satır satır.
“Ağlayabilsem,” dedim ince bir mırıltıyla. “…biraz ağlayabilsem.”
Ama onu da yapamadım, hislerimde derin bir şaşkınlıktan başka hiçbir şey yoktu, tepki veremez haldeydim; gözlerimi baygınlıkla kapatıp duşumu tamamladıktan sonra oradan çıktım, vücudumda üşümekten değil de başka rahatsız bir histen dolayı beliren ürperti bir türlü geçmek bilmedi, tüylerime kadar uyuşuk haldeydim, öyle ki adım atmakta bile zorlandım.
Salona geçtiğimde, daha geleli çok olmamış dairedeki yalnızlığım ilk başta sert çaptı yüzüme, bu tıpkı kendi evimde Uygar olmadan yaşamak kadar vahim bir şeydi; biriktirdiğimiz onca anıdan sonra yaşamımı onsuz sürdürmek felaketti, şimdiyse fazla yakınımda olmasına rağmen ben zamanımı yine onsuz geçirmek zorundaydım.
Göze aldın ya Yakut, kaldırabileceğine inandın ya, sen adaletten şaşmazdın ya?
Sakın sızlanma.
Kendimi güç bela telkin ederken, ince şortun kenarından sarkan ipini sinirle çekip koparttım, sonra da salondaki beyaz koltuğa oturdum. Sevtap da buradayken de pek konuşmazdık bu yüzden ev hep sessizdi, mesela buzdolabı uğultusu net duyulurdu şimdiki gibi, üst kattan birisi öksürdüğünde rahatça işittim bunu, hatta kapalı balkon kapısından sızan soğuğun içeri giriş sesi bile ayırt ettiriyordu kendisini fakat en azından Sevtap’ın buradayken varlığının bir doyuruculuğu oluyordu, oysa şimdi kendi zihnimi dinlemekten başka çarem kalmamıştı.
Gözlerim, orta sehpada bir başına bekleyen alyansa değdi; orada yapayalnız parlıyordu, Uygar’dan geriye kalan son hatıralardan birisiydi. Tanıştığımız ilk gün saçlarımdan ayırdığı ve bana uzattığı kurşun kalem, onu son gördüğüm gün bir bebek hayaliyle hediye ettiği minik yakut bileklik ve şimdi de teslim etmek için beklettiği alyansı… Ona nasıl kızabilirdim? Ben daha kendi alyansımın nerede olduğunu bile tam anlamıyla hatırlamıyordum, insanlar görüp de yanlış anlamasın diye onu diğer sakladığım eşyalardan farklı bir yere koymuştum çünkü.
Uygar’ın alyansını alıp parmaklarım arasında çevirdim, boyutu tam ona uygun olduğu için benim ince parmağıma geçirince altın halka acı acı sallandı olduğu yerde. Boğazım düğümlendi, bu yüzük de hiçbir zaman sahibine geri dönemeyecekti; birkaç gün önce, ben Uygar’a aşkımızı yakıştıramadığım için ve şimdiyse, kendimi Uygar’a yakıştıramayacak kadar berbat gördüğüm için.
Yüzüğü parmağımdan çıkarıp tanıdık yazıyı bulabilmek için içine baktım, yansıyan ışığın altında aradığım şey kolayca okunuyordu.
Yakut.
Benim yüzüğümde de onun ismi yazıyordu, ilk başta bu durumu çok garipsemiştim; yüzük takmaya zor alışmışken bir de içinde isim taşımak ‘asla yapmayacağım on şey’ tarzı bir listedeki birinci sıranın üstünü ağlayarak karalamak gibiydi benim için ama zamanla alışmaya başladım, hatta bizzat hoşlandım bu durumdan. Mesele sadece bir yüzüğün içinde Uygar’ın isminin yazması değildi; aslında kıymetli olan, onu anımsatan şeyleri her anımda bulundurma meylinde olmaktı, sanki hiç kopmayacak bir bağla bağlanmak gibiydi… Fakat koptu işte, benim yüzümden.
Salonda, düşünceler içinde bunaldığım için bu sefer üstümdeki ince askılı kıyafete rağmen o halimle balkona geçtim; saçlarım ıslaktı, üstümde beni akşam serinliğinden koruyacak bir örtü yoktu, yine de Sevtap’ın kendi zevkine göre düzenlediği beyaz koltuğa yorgunca oturup karşımdaki ormanı seyretmeye başladım.
Ancak dikkatim bir sonra başka bir hareketliliği fark etti, başım usulca sol tarafa çevrildi; oradaydı, sol tarafımdaki balkonda, ayakta dikilmiş ve balkon demirlerine yaslanmış halde sigarasını içiyordu.
Bir an irkilerek, dizlerime yasladığım başımı kaldırdım ve kesik nefeslerimle baktım ona; gözleri tamamen ileriyi seyrederken buraya gelene değin çıkardığım gürültüye rağmen bana hiç dönmemişti, dumanı dudakları arasından üfleyip sigaranın ucunu balkon demirinin üstünde sakat duran küllüğe bastırdı, keyifsizce yutkundum.
Gerçekten buradaydı, yalnızca bir adım uzağımdaydı; üstelik masumdu, suçladığım ve yüzüne suçunu haykırdığım kişi değildi.
Elimdeki kanıtlar, makul şüpheler, ne yapacağımı bilemeyerek günlerce çırpınışım, Uygar’a yaşayacaklarını belli etmeme uğraşım… Benim içine düştüğüm cehennem de yalandı tıpkı ona yaşattıklarım gibi.
Yani, şimdi, yitirdik mi biz her şeyi?
Titrek bir nefes bıraktım dışarı, onun sigara dumanına benzeyen sıcak bir buhar yavaşça yukarı yükseldi; o buhar önümden çekilip gittiğinde Uygar’ı daha dikkatle inceledim, üstünde lacivert bir tişört vardı ve kollarını saran tişörtün açıkta bıraktığı yerde teni sapasağlam görünüyordu, omzundaki kurşun yarası ve yüzündeki iz dışında.
Sigara dumanı havaya karışıp süzülerek uzaklaşırken Uygar duruşunu hiç bozmadı, öne eğilmiş haldeydi, balkonun demirine avuç içlerini bastırdığı için parmakları sıkı görünüyordu; derin bir nefes çektim içime, konuşulacak çok şey vardı, öyle avuçlarıma eski bir alyans bırakıp her şey bitti demekle gerçekten de her şey bitmiş olmuyordu.
Ayağa kalkıp, ansızın içimde doğan hisle dairesine gitmek ve kapısına dayanmak istedim; kötü niyetle değil, sadece dayanamadığım bu arzuyu dindirecek ufak bir konuşmaya ihtiyacım vardı fakat koltuktan inip ayaklarımı yere bastığım an bakışlarını ağır ağır bana çeviren Uygar’la yerimde kalakaldım.
Gözleriyle adeta bir silah doğrulttu bana, bu sözünü dinlememe yetmişti; hiç konuşmadan bana ‘kal yerinde’ dedi.
Yeşil gözleri üstümdeki duraksamıştı, hareleri uzun uzun bende dolaşırken ne gördüğünü o kadar merak ediyordum ki; muhtemelen aptallığına yanıyordu, onca senesini benim gibi birisiyle hiç ettiği için pişmanlık duyuyordu.
İlk önce ıslak saçlarımı seyretti, hemen ardından bedenimi sıkıca saran ince askılı atlete kaydı dikkati, önceleri yoğun bir ateşin sardığı gözleri bu sefer boştu; çıplaklık aramızda bir tabu olmamıştı hiçbir zaman bu yüzden kendimi ona göstermekten ilk zamanlar hariç hiç çekinmemiştim, birisi tarafından sevilmenin hoşluğu kalbimden bedenime yayıldığında ikisinin uyumu aksine hep hoşuma gitmişti, ondan merhamet benzeri saf duygular alamamanın yanı sıra gözlerindeki ateşin sönmesi de kendime karşı büyük bir hayal kırıklığı hissetmeme sebep oluyordu.
Bana hayallerinden bahsettiği, son kez evlilik yıl dönümümüzü kutladığımız o günden geriye hiçbir şey kalmamıştı Uygar’da; ve anımsadığım şeyden dolayı titrek ellerimden birisi istemsizce karnıma değdi.
Uygar orada bir bebek görmek istemişti, ailemizi daha da büyütmek istemişti; eğer bir gün var olursa, biz oğlumuza koyacağımız ismi bile çok önceden belirlemiştik ve ben, onun büyütmek istediği ailemizi paramparça etmiştim.
Uygar saniyeler sonra ilk kez bir tepki verdi, sanki bir ağrıya şifa olsun diye bastırdığım elimin altındaki karnıma gereğinden fazla bakınca ademelmasını kıpırdatarak yutkunmak zorunda kaldı.
Gözlerim dolduğu için balkonunda bekleyen Uygar’ı görmek zorlaşmaya başladı, parmağı arasındaki sigaranın arkasına dokunup onu oynattıktan sonra son kez çıplak bacaklarıma bakıp yine önüne çevirmişti. Bir duman daha çekti içine, bu sayede yalnızca gözlerimizin kurabildiği zayıf bağ da hızla kesildi.
Sesinin neden büsbütün değiştiği belliydi, dinlemekten hoşnut kaldığım konuşmalarına gölge düşüren şey birkaç zehirli dumandı göründüğü gibi. Korkuluklara yaklaştım, ellerimi oraya değdirdiğimde tenim sadece soğuk demirle değil aynı zamanda şorttan açıkta kalan bacaklarıma nüfuz eden esintiyle ürperdi; başım omzuma doğru eğilince, dalgın bakışlarımı tamamen ona diktim.
“Uygar.” Kısık mırıltımı, balkonlar fazlasıyla yakın olduğu için kolaylıkla duydu ama herhangi bir tepki vermedi; zaten merdivende Tekin bana yardımcı olmak istediğinde de aynısını yapmıştı, hiç mi tepki vermiyordu kalbi benimle ilgili şeylere? Ellerimi demire sarıp ağırlığımı tek bacağıma verdim, ne söyleyeceğimi bilemediğim için bir süre sessizliği kuşanmam gerekti. En sonunda derin bir nefes bıraktım ve gözlerimi sıkıca kapatıp açtım. “Biliyorum, özür dilememi istemedin,” derken sesim yine ince, ürkek çıkmıştı; isteyerek değil, gerçekten benden rahatsız olmasından korktuğum için böyleydim. “Ama elimden başka bir şey gelmeyeceğinin farkındasın.” Ağlamamak için burun kemerimi sıktım yavaşça ve sonra, belki de duyamayacağı kadar alçak bir tonda fısıldadım. “Özür dilerim, belli ki ben seni hiç hak etmedim.”
Eğik bakışlarımı tekrar ona çevirdiğimde sigarasını ağır ağır küllüğe bırakır haldeydi, çatık kaşlarının altındaki sert yeşillerini bir süre yüzümde gezdirdikten sonra yine yutkundu; birden neden böyle öfkeli göründüğünü anlayamadım, canımı yakacağına dair beni çok kaz ikaz ettiği halde hala kızgınlığıyla yüzleşmek çok zordu. “Elime yüzüğünü bırakıp gittin, bu konuda sana kızamam.” Sözlerim arasında dudaklarımı birbirine bastırıp ağlama hissimin geçmesini beklemem gerekti. “Ben sana daha kötülerini yaptım çünkü.”
Konuşmamı titrek bir şekilde bitirip en azından sözlerime bir bakışla ya da ufak bir tepkiyle karşılık vermesini bekledim; tekrar tekrar özür dilemek, ifadesi eski haline dönene kadar onun yaralarını kapatmak istiyordum ama o böyle uzak davranırken çok zordu. Daha ilk tanıştığımız zaman bile sanki beni önceden bilirmiş gibi kolayca kabullenen adamın yabancı yüzü, sanki daha önce hiç görmemiş gibi değil bir daha görmeyeceğine karar vermiş gibi uzaktı bana.
Gözlerimi kırpıştırdım, pınarlarıma dolan bir yaş akacak gibi olduğunda gözümü kaşır gibi yapıp sildim hemen; boğazımdaki düğüm çoğalıp artarken utanarak buradan kaçma niyetindeydim, küçük düştüğüm yerde bulunmak eziyetten başka bir şey değildi. “Uygar… Bir şey söyle.”
“Gözümü boyayan şey neymiş, bulabildin mi?”
İlk başta manasız gelen sorusu, saniyeler geçtikçe anlamsız kazanmaya başladı; aklıma bir gece öncesi düştü, kucağında tutup beni öfkesinden muhafaza ederken acımasızca bağırdığım sözleri hatırladım: “Bir şey söyle, ne boyadı senin gözünü bu kadar?”
Kollarını dikleştirip damarlarını belli edecek kadar ellerini sıktı, bu esnada yalnızca karanlık ormanı seyretmeye devam etti; sorularını dile getirdikçe ürpertim artıyordu. “Neyimi satmışım, ne uğruna satmışım, bir cevabın var mı artık? Bana ne cazip gelmiş, artık biliyor musun Yakut?”
Ne cazip geldi de sattın her şeyini böyle?
“Uygar…”
“Sana söylemiştim, Uygar olmamı tercih etmezsin demiştim.” Başını yavaşça bana çevirdi, gözleri tekrar beni buldu. “Şansın varken bana yapabildiğini yap demiştim.” Sözleri arasında bir süre bekledi. “Vur demiştim.” Yüzündeki yarası daha net görünüyordu, bu yaraya eşlik eden kızgınlığı ise sert ifadesinin destekçisiydi. “Yoksa ben canını yakarım,” derken cümlesini bitiremeden burnundan derin bir nefes verdi. “…demiştim sana.”
“Bilsem-”
Kaşlarını ciddiyetle havaya kaldırdı. “Neyi?” diye sorsa da cevabını çok iyi biliyordu.
“Gerçekleri,” diye mırıldandım. “Masum olduğunu.”
Eğildiği yerden kalktı ve benim gibi balkonun kenarına yaklaştı, artık karşılıklıydık; kapıma dayandığı an bütün duvarlarımı yıkabilecek kadar karşı koyulamaz olan o adamın sevgisinin bir gün büsbütün geri çekileceğini bilseydim keşke… O hatayı büyük ihtimalle bir daha yapar ama en azından bu sefer kendimi olacaklara inandırarak yapardım bunu. “Senin bunlarla bir ilgin yok,” dedi kelimeleri ağır ağır sürdürerek. “Benim masumiyetim, nasıl bir adam olduğum seni ilgilendirmiyor.”
“Ama eğer gerçekten öyle olsaydı, en başından ortaya koyardın tepkini.”
“Sınır diye bir şey duydun mu hiç sen?”
Kaşlarım anlamsızca çatıldı. “Ne sınırı?”
“Senin sahip olduklarından daha gerçekçi bir şey,” deyip bir süre alt dudağını dişledi. “Bendeki sınırlar Yakut, zamanla aşılıyor.” Hala elinde beklediği sigarayı pervasızca küllüğün içine koydu, orada hızlıca sayabildiğim kadarıyla üç izmarit gördüm. “Ve o sınır senin için diğer herkesten daha ilerideydi, bu yüzden tepkim sana biraz geç göründü galiba.” Ellerini hafifçe birbirine sürterek silkeledikten sonra küllükteki bakışlarını bana çevirdi. “Yoksa böyle yaparak hata mı etmişim?”
Bir türlü hazmedemediğim için yine sinirle burun kemerimi tuttum ve derin bir nefes çektim içime. “Bir kez soracak mısın bana neden yaptığımı?”
Kesin bir cevap verdi. “Hayır, sormayacağım.”
Ondan başka yerde dolanan gözlerimi tekrar Uygar’a çevirdim; elmacık kemiğindeki yaranın üstünü hafifçe kaşıdıktan sonra ellerini yine demirlere sarıp hafifçe öne eğildi, eskisinden daha olgun görünen bedeninin genişliğiyle, ona hissettiğim sığınma arzusunun artışıyla epey orantılıydı, sanırım artık eskisinden daha çok istiyordum sıkıca sarılmayı. “Hayır… Hayır.” Düğümlenen boğazımdan dolayı kasılan yüzümü görmesin diye elimi dudaklarıma örttüm ve sertçe yanaklarımı ovaladım parmak uçlarımla. “Peki ben dün gece,” dedikten sonra derin bir nefes çektim içime. “Dün gece yaşadıklarımızı bile bile…”
Sözlerimi tamamlayamamıştım, gerisini ise hala sert gözlerini yorgun suratımda gezdiren Uygar cevapladı. “Benim gibi yaparsın Yakut,” diye mırıldandı balkonuna daha sıkı tutunarak, öfkesini oraya yönlendiriyordu. “Unutursun.” Çenesinde, karanlığın sakladığı bir hareketlilik oldu; sanırım dişlerini sıkıyordu. “Aslında bunu sen de çok iyi biliyorsun.” Gözlerini bir kez daha aramızdaki boşluğa rağmen arsızca üstümde gezdirdi, her şeye engel olabilirdi; suratını asabilirdi, sözlerini beni yaralamak maksadıyla özel olarak seçebilirdi, benden uzak durabilirdi fakat asla kaçıramayacağı yeşil harelerinin dönüp dolaşıp geleceği tek yer vardı. “Bizim aramızda eskisi gibi sadakat yeminleri yok, sen benim,” dedikten sonra karanlığa karışan bir nefes bıraktı dışarı. “Karım değilsin, ben de senin kocan… Dün gece diye bahsettiklerin dün gecede kaldı, bunları söyleyene hatta bir daha karşılaşmayalım diye dua etmemi isteyen sendin unutma.”
“Uygar…”
Düşmanca sözlerinin bir sonu yok gibi devam etti konuşmaya, halbuki bu kadarını istememiştim. “Hala istediğin gibi bir adam olamadım mı yoksa?”
Parmaklarımı onun gibi aramızdaki demirlere sıkıca sardım; şimdi aynı evde olabilirdik, fakat arası derin bir boşluktan ibaret olan iki balkonu paylaşmak zorundaydık. “Gerçekten, yemin ederim,” diye yalvarırcasına konuştum. “Çok özür dilerim…”
Kaşları biraz daha çatıldı. “Sana benden özür dilememeni söylemiştim.”
Acınası bir şansa tutundum o sırada, ve titrek sesimle sordum. “Affetmek mi korkuyorsun?” derken kelimeler boğuk ayrıldı dudaklarımdan.
Uygar yaslandığı balkon demirlerinden geri çekildi, bedenini benden biraz daha uzaklaştırdı; son zamanlarda garip bir alışkanlık gibi yerine getiriyordu bu gidişini, sanki o günün bir tekrarını yaşatır gibi arkasını dönüp gidiyordu.
Dayanamadığımın farkında bile değildi, o günde takılı kalmış aklımın gitgide hastalığa bulandığından haberi yoktu; ıslak gözlerimle baktım ona zorlukla. “Hayır,” dedi yine bir şeyleri reddederek, şu değişen kısık sesini bile kolaylıkla duyabileceğim kadar kısa aramızdaki mesafe, ama gidemiyorum ya ona sıkılıyor canım, o kadarına cesaret edemiyorum. “Affedemediğim için üzülmenden korkuyorum.”
Bir kere daha gitti.
Karanlık balkonda, onun ardında daha fazla kalamayacağım için ben de hızla salona döndüm. Şimdi kimden özür dilemem gerektiğini bile bilmiyorum, onu kırdığım için Uygar’dan mı yoksa artık hiç sevilmeyecek birisi olacak kadar değerimi yitirdiğim için kendimden mi?
Uygar’a zaten kızgın ya da kırgın değilim, buna imkân kalmadı… Ben en çok kendime dargınım, neden bilemedim üzüleceğimi?
Neden yaptım bunu kendime?
Elimi koltuğun kolçağına yaslayıp ayakta durmayı kaldıramayan dizlerimi yere yasladım, balkon kapısını hızla ittirdiğim an kapanınca benim de bir süredir tuttuğum gözyaşlarım akmaya başladı; elimi göğsüme yaslayıp kendimi durdurmaya çalıştım, oysa bu nefesimi kesmekten başka bir işe yaramadı.
Ama iyi oldu, nefes alamayınca sessiz ağlayabiliyormuşum; iyi oldu öğrendiğim, en azından kimse ağlayışlarımı duymaz da acımaz halime. Zaten ben kimseye bırakmadan kendimi hak ettiğim mahvedecek gibiyim, tabi eğer bir an önce aklıma sahip çıkmazsam… eğer başaramazsam bunu.
-
Sabaha dek düşünmekten kesik kesik bir uyku uyudum, yataktan güç bela ayrıldığımda gün benim için karmaşık başladı, bugün akşama doğru hızlı bir toplantı yapacağımızdan dolayı gün boyu kendimi hazır tutmam gerekliydi fakat hiçbir şey yiyememek bir süre sonra felaketim oldu.
Evden ayrılmadan önce Sevtap’ın sağlıklı gevreklerinden birisini sütle karıştırıp atıştırmak istedim; midem daha berbat hale geldi, onca saat açlık ve hüzünlü bir uykusuzluğun üstüne böyle bir şey tüketmem daha kötü olmama sebebiyet verdi, kaldıramadığım için yediklerimi çıkarırken toplantıya neredeyse geç kaldığımı fark ettim.
Acilen dişlerimi fırçalamalı, yüzümü gözümü düzeltmeli ve bakılır bir hale gelmeliydim ancak bir türlü boğazımdaki acı tat gitmedi; yutkunmak bile fazlasıyla zordu. “Ah…” diye sızlanırken elimle boynumu ovaladım, yüzüm keyifsizce buruştu; gözaltlarım son zamanlarda olduğu gibi canı çekilmişçesine çöküktü, bir yüze ruh nasıl kazandırılır hiç bilmiyordum, sanırım kendime bakmak bile istemiyordum.
Birden mideme diken gibi bir şey battı, elimi oraya bastırıp öne doğru eğildim; aslında dayanamayacağım bir acı değildi fakat şartlar gereği hassasiyetim birden azaldı, elimi midemin üstüne daha çok bastırdım. Gerçekten içine bir bıçak ya da büyük bir diken sıkışmış gibi acıtarak batıyordu. Bir süre lavaboya tutunarak bekledikten sonra içeriden duyduğum tıkırtı sesiyle kaşlarım çatıldı, henüz bedenim yeterli kuvveti toparlayamadığı için banyodan ayrılmadım, zaten çok geçmeden tanıdık ses ilişti kulağıma. “Yakut?”
Tekin’in sesiydi. “Yakut, neredesin? Bir ses versene?”
Kapıyı aralayıp tamamen çıkmadan başımı dışarı uzattım, kaşlarım rahatsız bir hisle çatılmıştı fakat Tekin’in endişeli suratını görünce, kendimi biraz düzeltmeye çalıştım. “Ne işin var senin burada?”
Elini koluna vurup saatsiz bileğini işaret etti. “Saat kaç oldu Yakut, neredesin toplantı var ya?”
“Tamam geliyorum,” derken gözlerim birkaç saniyeliğine halıya kaydı ama sonra yine Tekin’e döndüm, işaret parmağının tersini sarı bıyıklarına sürterken o da benim halimi inceliyordu. “Ama sen niye girdin eve?”
“Herhalde merak ettiğimden, başka niye gireceğim?” Ellerini beline yasladı, onda da çekinir gibi bir hal vardı, kaşları ciddiyetle çaldı. “Başka türlü izinsiz asla girmem.”
“Bence de girmemelisin,” diye onu nazikçe uyardım, iyi niyetle yapmış olsa da bir an onu evde görmek tuhaf hissettirmişti. Boğazıma farklı bir ağırlık oturduğunda hızla nefesimi tutup geçmesini bekledim, sanırım Tekin’in yerinde o an beni merak eden kişi olarak Uygar’ın bulunmasını dilemiştim, belki de bir an yükselen kızgınlığımın sebebi buydu. “Yani şey,” diye mırıldandıktan sonra sesimi düzeltmek için hafifçe öksürdüm. “Merak ettiğin için teşekkür ederim, ama bir daha böyle habersizce girmezsen iyi olur.”
“Dün akşam aklım sende kaldı eve gittikten sonra.” Üstündeki ince montun ceplerine soktu ellerini, bu sözlerini ifade ederken ciddi görünüyordu. “Toplantıya da normalde geç kalmayacağını bildiğimden merak edip girdim öyle, kusura bakmayıver işte.”
“Nereden biliyorsun geç kalmayacağımı?” O kadar uzun zamandır tanışmıyorduk sonuçta, başkası bahsettiyse bile istemsizce sorgulamak istedim.
Tekin omuzlarını umursamazca silkti. “Duydum işte, hakkında konuşulurken.”
“Kim konuşuyordu hakkımda?”
Kaşlarını kaldırıp meraklı halime bir süre ilgiyle baktıktan sonra yine omuz silkti ve kollarını iki yana açtı. “Bunu mu tartışalım şimdi?” Suçluluk duygusuyla geri indirdi kollarını. “Yakut gerçekten kapıyı tıklattım ama duymadın, şifreyi yazdım girdim içeri bunun için de on defa özür dileyemem valla artık kusura bakarsan da bak.” Elini kaldırdı ve rahatsızca suratıma doğrulttu, onda da beni görmekten hiç hoşnut olmamış bir ifade vardı. “Şu haline bak, şu surata bak betin benzin atmış, cidden neyin var senin?”
“Yok,” diye mırıldandım, söyledikleri biraz çekinmeme sebep olmuştu. “Makyajsızım sadece, ondan dolayı.”
Bahanemi pek ciddiye almadı. “Tek sıkıntımız bu mu şu an?”
Kabul ettiremediğim için sızlanarak konuştum. “Durumu açıklamaya çalışıyorum.”
Tekin inanamayarak kaşlarını çattı, çok nadiren gösterdiği öfkeli hali eski pozitifliğini kolayca unutturabilecek kadar sertti. “Uygar’dan dolayı mı böylesin?”
Dün gece, balkonlarımızdan ettiğimiz konuşmayı hatırlayınca gözlerim yine beyaz halının üstünde dalgınlaştı. “Biliyorsun işte,” diye mırıldandıktan sonra karnımı biraz daha ovaladım. “Dün onun hakkında yeni şeyler öğrendim.” Dalgın gözlerimi birkaç defa kırptığımda bakışlarım odağını kaybetti. “Benim… Geride bıraktığım kişi değilmiş.” Başımı hafifçe yukarı çevirdim, Tekin de düşünceler içinde beni seyrediyordu. “Masummuş aslında, gerçi siz bunu çoktan biliyordunuz… Ben bilmiyordum.”
“Ben o puşt herifi çok uyardım.”
“Uyardın mı?”
“Herhalde, seni tanımıyordum o zaman ama insaniyet namına uyardım işte.”
“Yine de söylemek istemedi mi?”
Tekin başını iki yana salladı. “İstemedi,” derken kısa bir soluk bırakmıştı dışarı, sonra duruşunu bozup ellerini ince montunun ceplerine soktu. “Ben de kimseyle yüz göz olmak istemediğim için bir şeyden bahsedemedim sana.”
O da bu durumdan rahatsız görünüyordu, herhangi bir talepteymiş gibi görünmenin yanlış olacağını bildiğimden “Yok sen haklısın,” dedim usul bir sesle. “Benim sana bir sitemim yok zaten.”
“Cidden, kusura bakma ben sevmem aslında böyle oyunları ama…”
“Yok yok, sorun değil.” Akmaya müsait burnumu çekip parmak ucumu oraya değdirdim, gerekli gereksiz bastıran bir ağlama isteğim vardı, hayır bir şeye çare olsa kendimi tutmaz bulduğum ilk fırsatta ağlardım da… Onun da bir yardımı dokunmuyordu, içimdeki korku ve endişe bir türlü gitmiyordu, beni hiç rahat bırakmıyordu. “Tamam, şey ben hazırlanıp geleyim artık geç kalmadan.” Böyle bekledikçe sırtımdaki ağrı çoğalmaya başlamıştı, bedenimi yüzümü buruşturarak kıpırdatıp banyo kapısını kapatmaya yöneldim. “Gelip kontrol ettiğin için teşekkür ederim.”
“Eyvallah, insanlık görevim.” Eliyle arkadaki kapıyı gösterdikten sonra adım adım geri gitti. “Çıkıyorum ben, sen de toparlan gel.”
-
Üstüme başımı düzeltip kendime çeki düzen verdikten sonra tedirgin halde toplantı odasına geçtim, Revan başkan gelmeden yerlerimize oturduğumuzda nasıl oldu bilmiyorum ama yanımda Uygar oturuyordu, sandalyesini çekip ağırbaşlılıkla oraya çökerken sessizdi; aslında yanıma oturduğunun o da farkındaydı ama benden kaçma tenezzülünde bulunmadı, o da biliyordu katı suretine bakmanın nasıl bir işkence olduğunu, belki de beni intikamıyla sınamak istiyordu emin değilim.
Tekin karşımda ellerini ensesine yaslayıp sandalyesini geriye doğru eğerken keyfince gerinince koca bedeninden dolayı masa biraz sallandı, sonra kaş göz yapıp suratımı işaret etti. “Makyajını yaptın galiba?”
Usulca başımı aşağı yukarı salladım, sessizliğim tuhaf algılanmasın diye kısık bir sesle “Hı hı,” diye mırıldandım ayrıca.
“Güzel olmuşsun.” Dilini ağzının içinde dolaştırıp gülüşünü biraz arttırdı, ensesine yasladığı ellerinden birisiyle şakağını kaşırken kahverengi gözleri birkaç saniyeliğine yanımda oturan Uygar’a kaymıştı, ama ben onun gibi özgürce bakamadım. “Gerçi doğal halin de ayrı güzel.”
Sandalyesini geriye eğmekten vazgeçip bedenini öne getirerek masaya yaslandı, bu esnada gülümsemiş ve sert suratı daha uysal bir ifade kazanmıştı; tepkisinin birazı ilk başta sanki Uygar’a karşı bir kinayeymiş gibi görünse de gözüme, sonradan tebessümündeki gerçek samimiyeti fark edince kendime engel olamayıp şaşırdım, teşekkür bile edemedim.
Gözlerim istemsizce yan tarafa, Uygar’a kaydı, bunu gizli gizli yapmak öyle zordu ki… Ben de bile isteye ona bakamayacak kadar uzak hissediyordum zaten. Üstünde beyaz bir gömlek vardı, kollarını kıvırdığı için resmi görünmüyordu; kemikli parmakları arasında istihbarat logolu bir kurşun kalemi çevirirken dikkatim bu sefer orada takılı kaldı, ciddi ifadesiyle seyrettiği kalemde ne gördüğünü öylesine merak ettim ki… Çünkü benim aklıma düşen tek şey, tanıştığımız ilk gün olmuştu.
Saçlarımdaki kalemi unutup her yerde aradığım ve onun bana uzattığı, bir hatanın başlangıcı olan günü anımsar gibi parmak uçlarım siyah saçlarıma değdi. Cevap vermekte geç kaldığım Tekin’e, “Teşekkür ederim,” diye fısıltıya yakın mırıldandım, bu tepkimden hemen sonra parmakları arasında tuttuğu kurşun kalemi Uygar masaya bıraktı, sandalyesinin iki kolunu tutup oturuşunu düzeltmeye koyuldu.
Bana bir kere bile göz çevirmiyordu, hani istediğimden değil ya bir kere bile kıskanmıyor muydu acaba?
Tekin’in kötü niyetle değil, gerçekten bana iyi hissettirmekten için sarf ettiği sözlerin onun nazarında korkulacak bir değeri yok muydu acaba? Oysa ben iki gece önce, onunla asla paylaşmamam gereken dokunuşlarımın hazzını yaşarken ani gelen telefon aramasında lüzumsuz bir kızın adı geçti diye onca açıklanabilir sebepler olmasına rağmen hüzünle dolmuştum, korkmuştum.
Galiba artık erkenden kabullenmeliydim gerçeği, ilk akşam yemeğimizde Fatih’in adı geçti diye öfkelenen Uygar değildi o; artık başka bir adamdı, benim kendi ellerimle uzağıma bıraktığım adamdı.
Zaten biraz olsun kendine engel olamadığı duygularına kapılsaydı, az önce kapımı endişeyle aşındıran kişi Tekin değil bizzat o olurdu; onu yanlış anlamamam için bin bir türlü bahane uyduramaz mıydı, uydururdu elbette ama belli ki böyle bir şey istememişti.
Elimi, bir yumrunun oturduğu boğazımı rahatlatmak için gizlice boynuma sarıp yine derimi sıkıştırdım hatta tutup çekiştirdim; öyle ortalık yerde histerik hallere kapılacak kadar delirmedim henüz, işimi bitirir eve dönerim öyle dökülür ortaya hislerim… Ama burası hiç yeri değil, hiç.
Dakikalar sonra, sessizliğimizi kıran şey Revan başkanın içeri girişi oldu, aceleyle İstanbul’a dönmüş olmalıydı bu yüzden hızlıydı hareketleri; arkasından gelen Reha da elindeki dosyaları ve bilgisayarı aynı anda masaya bıraktı. “Merhaba çocuklar,” diye bize karşı konuşan Revan başkan için ayağa kalkıp saygıyla selam verdik. “Hoş geldiniz başkanım.”
Tekin’in beyaz yazı tahtasını duvarın önünden çekmesinin ardından Reha da hızlıca bilgisayar ekranını oraya yansıtmaya koyuldu.
“Hoş buldum.” Revan başkan, bizi selamladıktan sonra gözlerini üstümüzde gezdirecekti ki Uygar’ı fark edince orada duraksadı; ve hatta birkaç saniyeliğine bana da baktı, neredeyse tüm istihbaratın gözünde biz bir zamanlar ilişkileriyle ‘dile düşen’ o iki kişi olduğumuz için ayrılığımız da ayrılıktan sonra bir araya gelişimiz de herkes için şaşırtıcıydı. Yine de ikimizi yan yana görmek Revan başkanı uzun süreli şaşırmadı, aksine kendisini çabuk toparlayıp babacan bir tavırla gülümsedi. “Uygar, sen de hoş geldin oğlum.”
Uygar arkamda kaldığı için ne yaptığını göremedim, sadece kısık sesiyle mırıldandığını işittim. “Sağ olun başkanım.”
“Sarraf görevini kısmen bitirip gelmişsin diye duydum, bir aksilik çıkmadı değil mi?”
“Durum öyle gerektirdi bitirdim geldim başkanım, herhangi bir aksilik olmadı.”
“Bir daha dönmeyecek misin oraya?”
Ardımda oturan Uygar, belli ki pozisyonunu değiştirmiş olmalı ki sandalyesi gıcırdadı ve keskin sesi, ağır ağır kulağıma ilişti. “Bazı durumlardan dolayı Sarraf’ın yeri riske girdi,” derken bahsettiği şey galiba iki gün öncesiyle alakalıydı; dövüş yerindeki dostlarından olan Kalkan’a zorla yalan söylettiği için bazılarına karşı Sarraf kimliği güvenini yitirmiş, üstelik Akdeniz ailesinin de hedefine oturmuştu. “Bundan dolayı bir daha mümkün görünmüyor.”
Beyaz kazağımın üstünden kolumu okşadım; sanki bahsettiği şey bir daha gizli göreve çıkmak değil de, bana bir daha şans vermemekle alakalı bir şey gibiydi ya da bilmiyorum, belki de ben fazla hayalperesttim son zamanlarda.
“Pekâlâ,” diye mırıldandı Revan başkan. “Bu konuda üstüne gelmeyeceğim, görevinin durumunu en iyi sen takip edersin.” Hemen sonra parlak gözlerini bana çevirdi. “Yakut, iş üstünde basmışsınız Mürsel’i?”
Konuşabilmek için bir süre bekledim, hatta kısaca nefeslendim. “Evet başkanım,” derken sesim biraz ince çıkınca kendimi zorlayarak hızla öksürdüm. “Okan Akdeniz’le ilgili bir yanlış anlaşılma olunca Mürsel bazı şüphelere kapıldı ve sığınağın anahtarını kontrol etmek istedi, tam o sırada da baskına uğradı.”
O odada, elleri arasında yıllardır aradığımız anahtarı tutarken bana söylediklerini şimdilik geri plana atmaya çalıştım; zordu, aslında her an önüme çıkıyor ve zamanı benim için daha zor kılıyordu ince noktalardan yakaladığı tehdit sözleri… Ve korkuyordum, ancak korkumun mantıklı kararlar almamın önüne geçeceğini bildiğimden de bir süreliğine yok saymaya çalıştım her şeyi.
Revan başkan işaret parmağıyla Reha’yı gösterdi. “Tamam, peki baştan başlayalım şuna, şimdi neredeyiz bu yol nereye çıkıyor anlatın hemen.”
Sandalyedeki oturuşumu düzeltmek istediğimde bacağım birden Uygar’ın sandalyesine çarptı, sarsılmasın diye sandalyesinin kolunu tuttuğumda o da bana benzer bir tepki verdiği için bileğimi sarmış oldu geniş avucuyla. “Pardon,” diye fısıldayıp sert elleri arasından bileğimi çektim ve sandalyemi biraz geri kaydırdım.
Uygar sanki kırgın olduğu birisine tepkili değilmiş, yalnızca bir yabancıyla konuşuyormuş gibi mırıldandı gözlerini önümde bağladığım kollarımda dolaştırıp. “Önemi yok.” Ve bakışlarını bir kere suratıma çarptıktan sonra tekrar önüne döndü.
Birden uyuşan kollarımı önümde bağlamaktan vazgeçtim; iki yıl sonra tekrar gerçek yüzlerimizle bir arada olabildiğimiz yerde, geçmiş tekrar ediyor gibiydi sanki, bu yüzden yıllar önceki sözlerini bir daha işittiğimi hissettim. “Birisini dinlerken kollarını önünde birleştirmemelisin,” demişti bana, o zaman da Revan Hoca akademimizin bir öğretim görevlisi olarak dersini anlatıyordu; heyecana kapılmış, yanlış bir şey yaptığımı hissederek hemen duruşumu düzeltmiştim tıpkı şimdiki gibi ama o zaman daha hoş bir aceleye sahiptim.
Reha koyu saçlarını parmaklarıyla geriye taradıktan sonra elindeki ufak kumandadan bir tuşa bastı, bu sayede karşımızdaki duvara bazı görüntüler yansıdı. “Başkanım, son konuştuğumuz üzere Yakut’un peşindeki katilin Akdenizlerle bağlantısı olabileceğini düşünerek yaklaşık dört gün önce ülkeye geri dönen Okan Akdeniz’in peşine düşmeye karar vermiştik; bu süreçte Uygar ve Yakut gizli kimliklerle adamın kim olduğunu öğrenmeye çalıştı fakat maalesef daha sonra intikam almak maksadıyla Güllü Aksoy’un duruma dahil olmasıyla işler karıştı.”
“Güllü Aksoy? Bu kızın olayı ne?”
Başa sarıyorduk, geriye gitmek zorundaydık; her zaman olduğu gibi, geçmişi konuşmalıydık. Bundan dolayı Reha sessizliğe bürünüp bir süre dudaklarını ovaladı ve ekrana bakarak bekledi, hemen sonra usulca Revan başkana döndü. “Olayları biraz daha geriden alayım başkanım.”
“Reha.” Yanımdaki Uygar, elini durmasını ister gibi Reha’ya salladıktan sonra yavaşça ayaklandı ve görüntülerin yansıdığı duvara yaklaştı; artık onu görmek daha rahattı, bu sefer göl adasındaki gibi simsiyah kıyafetler içinde değildi, o yeri yurdu belirsiz bir adam değildi… Ben geç farkına varsam da, bunu defalarca dile getirmekten çok hoşlanıyorum çünkü hep istemiştim gerçekten masum olmasını, o yıllar önce tanıştığım işine sadık adamdı; giydiği kıyafeti, dik duruşu ve sert bakışlarıyla ona yaşattığım cezanın haksızlığını anlatıyordu.
Göğsünü şişirerek derin bir nefes verdikten sonra iki parmağıyla duvara yansıyan görüntüye tıklattı, dokunduğu yerde yıllar önce Tufan’ın sebep olduğu patlamanın kareleri vardı. “Tufan Kula, beş sene önce dosyalarımıza bir bombalı saldırı faili olarak giriş yaptı. Kendisi iş insanı Ahmet Akdeniz’in finanse ettiği bir eğlence mekânında piyanist şantör olarak çalıştığı için Ahmet Akdeniz de saldırının azmettirici olarak şüpheliler arasına yerleşmiş bulundu.” Uygar elini bir yumruk haline getirip pürüzlenmiş boğazını düzeltmek için hafifçe öksürdü, hemen sonra süregelen soğukluğuyla anlatmaya devam etti, eski gülen yüzünden geriye hiçbir şey kalmamıştı. “Daha sonra o zamanın istihbarat şube müdürü Belçin Öncel’in kurmuş olduğu bir ekiple hızlı bir operasyon gerçekleştirildi başkanım.”
“Kimler vardı ekipte?”
Uygar’ın yeşil gözleri ilk önce üstümde duraksadı. “Yakut,” dedi sıradan birisinden bahsederek. “Reha, Fatih, Sevtap ve Direncan. Ben daha sonradan oy çokluğuyla dahil olmuştum.”
Keşke o gün hayır deme cesaretini gösterebilseydim de Uygar hiç girmeseydi hayatıma demek istiyorum, diyemiyorum; insanlarla aramda bir sorun olmadığını, Uygar’la aynı ekipte çalışabileceğimi de kanıtlamak istemiştim sadece, nereden bilebilirdim o gün verilmiş bir kararın bugüne değin sarpa sararak uzanacağını. Her şey birbirine zincir gibi dolandığı için güzel ve kötü olan her şey bir aradaydı, birisinden vazgeçmek demek her şeyden vazgeçmek olacaktı… Bu yüzden bu sefer keşke diyemedim.
“Tamam,” derken önüne birkaç şey not eden Revan Başkan, eliyle bir daha işaret verdi. “Devam et oğlum.”
Reha’nın bir tuşa basmasıyla görüntü yine değişti, bu sefer yıllar önce operasyonun başladığı pavyonu gördük. “Operasyonu içeride temizlik işiyle ilgilenerek başlattı Yakut,” dediğinde, o gün uzun süre temizlediğim tuvaletleri hatırladım, bu hızla midemin bulanmasına sebep oldu. “İlk başta pavyon müşterilerinin kirlettiğini söylemişti içeridekiler, ama sonra Yakut’un bize kokuyu ne yaparsa yapsın bir türlü geçiremediğini iletmesiyle bizim de şüphelerimiz yön değiştirdi.”
Uygar’ın sözleri arasında, hatırladıklarımla konuşmayı ben devraldım. “İki gün boyunca temizlemekle uğraştığımı söyleyebilirim başkanım, her yer temiz olmasına rağmen bütün binayı saran ekşi bir koku vardı.”
Parmaklarını ritimle masaya vuran Revan başkan, beyaz sakallarını okşadıktan sonra düşünceli gözlerini bana çevirdi. “Tufan’ın cesedinin kokusu.”
Görüntü bir daha değişti, bu sefer önümüze yeşillenmiş bir beden geldi; üstündeki böcekler, şiş karnı, boruların üstüne kolları ve bacakları yandan sarkacak şekilde yerleştirilmiş haliyle hala hatırladığım gibiydi.
O dayanılmaz koku bir daha geldi burnuma; yeni bir mide bulantısı hissettiğimde elimi karnıma bastırıp kendimi tutmaya çalıştım. “Mekânın arka bahçesindeki kanalizasyonda bulduk onu,” dedi Uygar, sert bakışlarını kısa birkaç saniye üstümde dolaştırdıktan sonra. “Aşağı düşmemişti, boruların üstünde duruyordu.”
“Oraya bırakıldı yani?”
Tekin’in sorusundan sonra buruşan yüzümü yavaşça düzeltip başımı aşağı yukarı salladım, o zamanlar bunların hepsi bana Uygar’ın birer tahmini, sezgisi gibi göründüğü için gerçekliğini epey sorgulamış inanmakta zorlanmıştım; belki de hiç inanmasam ben de bu operasyonun önüne bir engel olurdum. “Normalde mekâna uğramayan Ahmet Akdeniz’in iki akşam sonra oraya uğrayacağını öğrenmiştim Tufan’ın cesedini bulmadan önce. Şehlevent İzgi’nin görüştüğü bir kız vardı, aynı mekânda şarkıcı olarak çalışan kızla sevgiliydi.” Az önce sorduğu soruya bir cevap olması için Revan başkana doğru mırıldandım. “Güllü Aksoy başkanım, Şehlevent’le ilişkisi vardı ve o akşam Ahmet’le tanışacaktı.”
“Biz de cesedi bulduğumuz bilgisini geçmek yerine akşamı beklemeye karar verdik.” Uygar’ın sertçe dile getirdiği şeyden sonra çaresizce yutkundum, bunun için beni ikna etmeye çalışmıştı… Çünkü ben hiçbir zaman inanamadığım ve güvenemediğim gibi, o gün de şüpheye düşmüştüm Uygar’a karşı. Kaçamak bakışlarım yavaşça ona kalktı, elini duvara yaslayıp bana bakarken belli belirsiz iç çektiğini gördüm. “Ben de o akşam herhangi bir müşteri olarak içeri girdim ve Ahmet’in oturduğu masaya yaklaştım, aynı yerde Şehlevent de vardı, hatta o gün bir teslimat aldıklarını kaçırdı ağzından.”
Mide bulantıma dayanamadığım için ayağa kalktım usulca, sandalyemi geri ittirip görüntülerin yansıdığı duvara ve Uygar’a yaklaşırken kollarımı önümde bağlayıp iki büklüm kıvranmamak için kendimi sertçe kastım. “Sabah vakitlerinde bir temizlik firmasından onlarca koli gelmişti, hepsini ben taşımıştım; Şehlevent bana o kolilerin koridorun sonundaki odaya yerleşeceğini söylemesine rağmen ben daha yakınımda olan başka bir odaya koyduğum için akşam aradıkları yerde kolileri bulamadılar.” Anlattıklarımdan sonra yine Uygar’a döndüm, ne kadar sıklıkla yapıyordum bunu… Elimde değildi, onu gerçekten çok özlemiştim. “Uygar da o teslimatın önemli olduğunu söyleyince herkesten önce biz ulaşmış olduk aradıkları şeye… Sığınağın haritasına.”
O haritayı yanan koliden çekip alırken yanan ellerimizi tekrar anımsadım ve bir elimle derimdeki buruşuk kısmı okşadım. Uygar’da da aynısı vardı ama o benim gibi bir tepki vermedi, hala sabit duruyordu. “Belgenin içeriğini görselden inceleyebilirsiniz başkanım,” deyip ardından elini yasladığı duvardan doğruldu daha da çattı kaşlarını. “Kendi yöntemleriyle şifreledikleri haritada bir şiir yazıyordu, o da burada.”
Tekin, geriye yaslandığı sandalyesinden doğrulup eliyle duvarı işaret etti. “Başkanım bu nottaki dizelerin aynısını yazıp dün akşam Okan’ın hastanede yattığı odaya bıraktım, tam olarak bu noktada Mürsellerin şüpheleneceğini Yakut söylemişti zaten öyle de oldu.”
“Çünkü cesetle alakalı bir mesaj iletiyorlardı birbirlerine,” derken Revan başkan çenesini kaşımaya devam etti. “Şiir anahtarı cesedin içinde sakladıklarıyla ilgili bir bilgiydi, ama ucuz bir oyun olmuş her ne kadar üstünü örtmek için çok uğraşsalar da becerememişler.” Derince nefeslendi ve tekrar Tekin’e baktı. “Tufan’ın otopsi sonuçlarını tekrar kontrol ediyor musunuz?”
“Talebimizi ilettik başkanım, görüntülerle beraber hepsi tekrar gözden geçirilecek.”
“Dün geceki parmaktan ne çıktı tam olarak?”
Sözleri, parmağı o incelediği için Reha devraldı. “Başkanım, erime ve yanmaya karşı korunaklı olarak üretilmiş yapay bir parmak, belli ki zamanında sığınağın girişi olarak bu parmağın izi belirlendiği için daha sonra aynısını çoğaltmaya karar vermişler ve sadece bunu kullanıyorlar.”
“Sahibi ortaya çıktı mı peki?”
“Maalesef, sistemde bir kimlik görünmüyor, büyük ihtimalle yurt dışından birilerine ait.”
“Zaten o dönem Mürsel de yurt dışında değil miydi?” diye en sonunda ben de karıştım araya. “Yakalama kararı çıktığı için ülkeden ayrılmıştı, büyük ihtimalle o dönemde kurdu bağlantılarını, daha sonra yanında dostu Ahmet’i de almak istedi ve parmağı ulaştırmak için de bu yolu güvenilir buldular?”
“Doğru, zaten konu da bu.” Reha, Tufan’ın patlama görüntülerini geri açtı. “Patlama olayının üstünü hep Şehlevent, Güllü ve Tufan arasındaki bir aşk üçgenine sığdırmaya çalışsalar da biz Güllü’nün Tufan’ın katili olmadığını biliyoruz, dün gece Güllü de Okan’ı vurarak üstündeki suçlamaların intikamını almak istedi. Gerçi bu son yaptığı bizim işimize yaradı sayılır ama olsun, en başında bütün olaylar onların arasından patlak verdi zaten.”
“O zaman operasyon el çektiğimiz için,” derken sesim kısıldı yavaşça, o zaman da kuralların baskısı altındaydım. “Herhangi bir şekilde duruma etki edemedik.”
“Farkındayım, istihbarat o dönem bu olayın üstüne düşmek istememişti, savcı durumun gönül meselesi konusunda emin olunca dava erken kapandı.” Revan başkanın bakışları Uygar’a kaydı. “Siz hariç, siz bu dosyayı hiç kapatmadınız.”
Ben de bahaneyle ona baktım, başını bir kez saygıyla öne eğip kaldırdıktan sonra “Görev inanç ve istikrar gerektirir,” dedi kısık, hırıltılı sesiyle; bunu o kadar yürekten ve ağırbaşlılıkla dile getirmişti ki ona yapıştırdığım etiketlerden dolayı yerin dibine gireceğim sandım… Üstelik bilmiyor, onu bir zamanlar düşürdüğüm çukura kendim düşmemek için çırpındığımı bilmiyor bile. “Bunun bilincindeyiz başkanım, daha fazla da üstüne düşmeye devam edeceğiz, kısa süreliğine paçalarını kurtardılar ama yakında hepsi hesabını verecek.”
“Ben durumu şuraya bağlamak istiyorum başkanım.” Reha boğazını temizleyerek öksürünce, Uygar’da takılı kalan bakışlarımı o tarafa çevirdim; sürekli dalgınlaşıyordum onun üstünde. “Gönül meselesi diye gizlemek istedikleri olay esnasında hayatını kaybeden kişi Ahmet Akdeniz’in eski çalışanlarından birisiydi, bunu da çok sonra arşivi karıştırırken fark etmiştik.”
Sırtımı ardımdaki duvara yaslamak istedim ama birden canım yanınca, hızla geri çekilmem gerekti; ani tepkimi Uygar da fark etti, kısa bir süreliğine bakışlarıyla kontrol etse de şimdilik bir şey yapamayacağı için sustu ya da… sanırım bir şey yapmaya imkânı olsa, yine de sormazdı halimi.
Allah’ım, nasıl atlatacağım ben bu suçluluk duygusunu?
“Yani Tufan’ın o gün gerçekleştirdiği bombalı saldırı Şehlevent ve Güllü’yü öldürmek maksatlı değil, büyük ihtimalle Tufan’ın bedeninde saklanan ve sığınağın anahtarı olarak kullanılan parmağa ulaşmak isteyen bir başkasını ortadan kaldırmak amaçlıydı, bu da Ahmet’in o parmağı herkesten sakındığı gösterir.” Reha daha sonrasında kumandaya basıp ekrana temizlik fabrikasını yansıttı, uçurum kıyısından çekildiği için deniz manzarası ve orman beraber görünüyordu. “Burası sığınağın olduğu yer, tam bu noktada Kadir isimli bir adamın Ahmet’in kızı Ada’yı kaçırıp tehdit oluşturmaya çalıştığını biliyoruz, aralarında bir anlaşmazlık dönmüş olmalı.”
“Peki bu konunun Yakut’la ilgisi ne?” Revan başkan tuttuğu kalemi not kağıdının üstüne bıraktı ve masaya dirseklerini yasladı. “Ben sizden sığınağı açma yollarını çözmenizi isterken Yakut’un peşindeki adamı da bulmanızı istemiştim, ondan bir haber yok mu? Hala iki konuyu birbirine bağlamadınız?”
Sırtını duvardan çeken Uygar, birkaç adım öne ilerledi ve ellerini de rahatsızca beline koydu. “Bu konuda yanılmış olabiliriz başkanım, dün gece maalesef Okan bize Ada’yı kaçıran adamın yani Kadir’in yıllar önce öldüğünü itiraf etti.” Hemen sonra çenesini seyrek bir gururla havaya kaldırdı. “Ben vurmuştum onu.” Derin bir nefes çekip bıraktı sözlerine devam etmeden önce. “Ensesine isabet aldığım için felçli kalma durumunu da yüksek görmüştük, haliyle Yakut’un peşindeki katilin görüntülerinde de peruk ve tekerlekli sandalye olunca başka bir şey düşünemedik ne yazık ki.”
“Mürsel ve Ahmet konusu tamamlandı ve sığınağın anahtarı da alındıysa ben artık sadece Yakut’un peşindeki katili öğrenmek istiyorum çocuklar, eğer hepiniz aynı konuda yanılgıya düştüyseniz biraz bakış açınızı değiştirip tekrar deneyin.” Parmağının tersiyle burnunun ucunu temizledi başkan. “Konu ilk önce Mürsel’in oğlunun intikamını almak istemesiyle başladı, kendi amacını gizleyip bizi katil konusunda yönlendiriyor olabilir mi? Çünkü bunu yıllardır yaptıklarını daha az önce konuştuk.”
Hayır, onun derdi beni öldürmek değil… O oyununu başka türlü oynadı.
“Yarın sorgusuna bizzat katılacağım başkanım, Mürsel ne var ne yok hepsini itiraf edecek.” Bakışlarım tedirginlikle Uygar’a kaydı, eğer böyle bir şey yaparsa ben de tehlikeye düşer miydim? Bir yanda da adaleti kendi itibarım uğruna yanıltmak çok alçakça geliyordu, aklımda pek çok kurtuluş yolu vardı ama bilmiyorum, elimi bir defalığına da olsa kire sürmek çok pis hissettiriyordu işte.
“Sabırla bekliyorum.” Revan başkan kravatını düzeltirken oturduğu yerden kalkmaya koyuldu. “Son hazırlıklarınızı yapın, sığınak tekrar incelemeye alındı bütün kontroller sağlandıktan sonra sakladıkları her şey ortaya çıkacak.” Ve bakışları yine beni buldu. “Ah bir de senin peşindekini öğrenebilsek… Hiç mi başka ihtimal gelmiyor aklına?”
“Maalesef,” derken yutkundum, kendimi yıllar önce Uygar’ın vurduğu adamın ölmediğine fazlasıyla inandırmış ve bu ihtimale tutunmuştum ama arayışımız pek de beklendik sonuçlar vermemişti.
Sessiz kaldığım esnada Reha, beni rahatlatmak ister gibi bir şeyler mırıldandı. “Ben elimizde olan görüntüler üstünde iyileştirmeye yapıyorum, bir ipucu bulduğumuzda kayda değer kanıtlar çıkar ortaya muhakkak.”
Acaba kendi görüntülerim için de ondan yardım istesem… Ama yine de korkunç geliyordu bu, o Uygar’ın arkadaşıydı, bana yardım eder miydi? Eğer Reha da yaptıklarımdan rahatsızsa hiç etmezdi, yine de güven verir gibi kapatıp açtığı gözleriyle sunduğu teminatı başka nerede bulabilirdim?
Uygar’a söylemek ihtimal dahilinde bile değildi, dalga geçerdi benimle; sırf onu görebilmek için bir suçluyla sessiz sedasız el sıkıştığımı bilse, onu suçladığım konuma düştüğümü öğrense mahvolurdum, yüzüne bile bakamazdım.
Çaresizlik içinde yutkunmaya çalıştım hızla.
“Peki, herkes ne yapabiliyorsa onu yapsın o zaman.” Başkan, işaret parmağını Tekin’e doğrulttu. “Tekin sen sığınak bölgesine geç kontrolün orada olsun, tek bir olay istemiyorum.” Sonrasında bana ve hemen yanımda dikilen Uygar’a döndü. “Siz de yarın Mürsel’in sorgusuna gireceksiniz ama bunun öncesinde onu vurabileceğiniz noktaları iyi düşünün, özellikle Şehlevent’in ölümünü es geçmeyin onun altından bir şeyler çıkmak zorunda. En başta bütün istihbarat o şerefsizin Yakut’u kara listesine aldığıyla çalkalandı, şimdi bu tekerlekli sandalye nereden çıktı öğrenmek gerek. Peşini bırakmayın, bu sorguya çok iyi hazırlanın.” Bakışlarını ikimiz arasında tereddütle gezdirdi. “Beraber yapabilirsiniz, değil mi? Kavga gürültü olmaz herhalde, ayrılmış olsanız da medeni kalabileceğinizi varsayıyorum?”
Başkanın bu kadar açık sözlü konuşmasından dolayı utanarak bakışlarımı Uygar’a çevirdim, o sanki hiçbir sıkıntı yokmuş ve konu iki küçük çocuğun küslüğüymüş gibi rahatça onayladı Revan başkanı. “Şüpheniz olmasın başkanım.”
“O zaman size güveniyorum çocuklar, başarılar dilerim, benim merkeze geçmem gerek.”
“Kolay gelsin başkanım, iyi akşamlar.”
Revan başkanın çıkmasının ardından Reha da bilgisayarını ve dosyalarını toplayıp aceleyle toplantı salonundan ayrıldı, bir tek Tekin aheste tavırlarla ayaklanmıştı. Yorucu toplantının bitmesinden dolayı keyifle kısık bir ıslık çalarken başını da arabesk bir tavırla iki yana salladı. “Yaktın sevgi denen duygularımı,” diye bir şeyler söylemeye başladı hatta. “Yıktın dağlar gibi umutlarımı, çaldın bugünümü yarınlarımı…”
Uygar’la ikimiz sessizce onu seyrediyorduk. “Gel canımı da al acımıyorsan.”
Montunu giyerken aynı tavırla yanımızdan geçti, olgun suratındaki yanık ifadeyi hakkıyla taşıyordu. “Acımıyorsan, acımıyorsan…” derken gözlerini üstüme dikip başını ritimle iki yana sallamaya devam etti ve en sonunda toplantı salonundan geride bize emanet bıraktığı sessizlikle ayrıldı.
Bir iş birliği payımıza düştüğü için Uygar’la yalnız kalmıştık; masadaki eşyalarını toplarken bana pek bakamdı fakat konuşmamız lazımdı. Üstümdeki beyaz boğazlı kazağın yakasını çekiştirdikten sonra yavaşça bir elimi yavaşça masaya yasladım. “Ne zaman hazırlanacağız sorguya?” dedim alçak bir tonda, kaçamak gözlerimi birkaç defa üstüne diksem de sabit tutamıyordum bir türlü.
Uygar bana bakmadan ademelmasını belirgin bir biçimde hareket ettirerek yutkundu ve bir süre düşünce içinde bekledi, sonra cevapladı sorumu. “Sorgu yarın sabah saat on birde.” Sonra gözlerini yavaşça bana kaydırdı. “Sabah erkenden çalışırız.”
“Neden bu gece halletmiyoruz?”
Yeşil hareleri yüzümü incelercesine iki yana kaydı, sonra çenesiyle beni işaret etti. “Bu uykusuz halinle yapabileceğini mi sanıyorsun?”
Şaşkınlık içinde ellerimi gözaltlarıma sürdüm, sanırım makyajıma rağmen bir şeyler belli oluyordu. “Yaparım,” dedim işten kaçmak istemeyerek, zaten pek çok hataya düşmüştüm bari daha fazla berbat etmeden toparlayayım diye düşündüm ama Uygar bunu kabul etmedi. “Yapamazsın,” diye bastırdı kelimelerin üstüne. “Doğru düzgün uykunu al öyle gel, sabah sorguya gitmeden erkenden hazırlığımızı yaparız.”
“Uykum yok benim, boşu boşuna gecikmeyelim.”
Dosyalarını tek eliyle tutup diğeriyle sandalyesini iterken bakışları daha da sertleşti. “Bir şey olmaz gecikmeyiz, uykun yoksa bile oturup dinlen.”
“Uygar…”
“Anlaştıysak ben gidiyorum.” Cevabımı beklemeden arkasını dönüp kapıyı açmaya niyetlendiğinde ismini bir kez daha dile getirdim. “Uygar, bekle.”
Hafif araladığı kapının kolunu sıktığı beyazlayan parmaklarından belliydi, herhangi bir yanıt vermeyip yalnızca beni bekledi sessizliğiyle. Ardından yaklaşıp elimi gömleğinin üstünden sırtına dokundurmak istediğimde başını rahatlamak maksadıyla yana yatırdı, bu korkunç bir hareketti eğer cesaretim olsaydı onu yapmaması için defalarca uyarırdım. “Gerçekten… Benden hiçbir şey duymak istemiyor musun?”
Hafifçe araladığı kapıyı rahatça itti fakat yine de kesif bir gürültüyle kapanmıştı kapı; pek irkilmesem de birkaç adım geri gidip kalçamı hemen ardımdaki masaya yaslamış bulundum. Uygar da bedenini geriye çevirdi, aramızdaki mesafe çok kısaydı bu yüzden elinde tuttuğu dosyaları arkamdaki masaya fırlattığında hepsi ahşap yüzeyin üstüne yerleşmişti dağınıkça.
Ellerimi ürkmeden arkamdaki masaya koyup tutunarak vereceği tepkiyi seyrettim, adım adım üstüme geldi ve uzun bedenini önüme gerdi; nefesimi tutup sakince beklemeye çalıştım, oysaki kalbim tir tir titriyordu, ve hatta iki elini yan tarafımdan masaya yaslayıp ellerimin üstüne kapattığında benim için her şey daha katlanılmaz bir hal aldı.
Bu hareketlerinin altında umut verici bir şey yoktu çünkü Uygar ne anlatmak istiyorsa tüm samimiyetini gözlerine yansıtıyordu; soğuktu bakışları, bazen soğuk ve bazen kıyısından biraz yakın… Her an tükenecek gibi. “Gözlerime bak,” dedi dolgun dudaklarını hareket ettirip, oraya baktım hatta ne zaman yüzünü, gözleri hariç karış karış dolaştığımın farkında bile değildim. “Görebiliyor musun orada seninle ilgili bir şey?”
“Kızgın olduğunun farkındayım,” diye fısıldadım.
Kaşlarını kinayeyle havaya kaldırıp indirdi. “Hmm?” diye sorduğunda başını da belli belirsiz sallamıştı.
“Elbette.” Hafifçe omuz silktim, elimden geldiğince acınası durmamaya çalışıyordum; bana karşı küçük düşürücü tek bir şey hissetmemeliydi fakat aynı zamanda küstah ve anlayışsız görünmekten de çok korkuyordum. “Zaten beni hemen sarıp sarmalarını beklemiyorum.”
“Bence de öyle yap.”
“Uygar…” diye sızlandım dinlemesini bekleyerek. “Yemin ederim derdim beni affetmen değil, tamam bunu çok istiyorum ama-”
“Bence benden ne istediğin hakkında bu kadar erken karar verme.” Hareleri iki yana kaydı, tam olarak gözlerimin içine bakıyor ve ona ne söylediysem hepsini birer birer önüme çıkarıyordu. “Bana güven olmaz çünkü.”
Yanağında, belirgin elmacık kemiğinin üstünde benim hiç görmediğim bir yarası vardı; işte ona baktıkça derin bir ağlama isteği boğazımı parçalıyordu, sanki tüm hayatı üstüne düşmüş bir gölge gibiydi o yara da. Dokunmak istediğimde, ellerim onun hakimiyetinin altında olduğu için uzanamadım; üstüme fazla eğilmemişti fakat öfkesine rağmen tercih ettiği bu yakınlık da epey göz dolduruyordu.
Uygar kızgınlığını nasıl yöneteceğini çok iyi biliyor olmalıydı; bana bir şans verdiği o maskeli günlerde yaşayabileceklerimizi özgürce yaşamış fakat yitirmiştik, şimdiyse yaklaşıyor ve beni kendisiyle sınıyor ama belirlediği sınırı asla aşmıyordu, bu yüzden çıldırıyordum işte. Aramızda büyük bir engelin olduğunu bilerek ona dokunamadığım ve o da tam olarak tenezzül etmediği için ben çıldırıyordum.
Sanırım bu sefer başaramayacaktık. “Bu öyle bir şey değil,” diye güçlü tutmaya çalıştığım sesimle mırıldandım. “Benim de makul sebeplerim-”
“Yakut.” Ellerini hareket ettirip bileklerime doğru kavradı beni, ağır ağır nefeslendiği için göğsü çok yavaş hareket ediyordu fakat derinden soluklandığı için her an bana değecek gibiydi de aynı zamanda. “Ciddiyim,” dedi üstüne basa basa. “Gözdağı vermiyorum, seni gerçekten uyarıyorum.” Dilini bir defa dudaklarında gezdirdikten sonra nadiren kırptığı gözlerini yine yüzümde dolaştırdı. “Uygar eninde sonunda affeder, bana dayanamaz mecbur affedecek diye düşünme, sakın düşme bu hataya.” Ellerimin üstündeki avuçlarını sıktı ve üstlerine acıtmadan bastırdı, konuşarak canımı yakarken bana dokunarak o yangını söndürmeye çalışıyordu sanki. “Bir gün bir şey olur yanlış anlar umuda kapılırsın, ertesi gün devamını göremez hayal kırıklığına uğrarsın. Ben senin eskiden tanıdığın o adam değilim bak seni en baştan uyarıyorum, bu konuda bana güvenme.”
“Ama…” Yüzüm çaresizlikle çöktü. “İki gün önce de güven bana diyordun, o zaman bunu duymak için neler neler söyledin bana?”
“İş arkadaşıyız biz, can güvenliğini riske atacak değilim ben görevimin her anlamda bilincindeyim.” Dayanamayıp alt dudağımı suçluluk hissiyle ısırdığımda dikkati birkaç saniye oraya kaydı ama dirayetini hiç kırmadı. “İstihbarat dahilinde ne gerektiriyorsa onu yapıyorum, ama bunların haricinde bana karşı beklentiye girme.”
Nefeslerimiz aramızda sıkışıp kaldığı için mi bilmem, çok sıcaktı içerisi. “Her şeyi böyle yüzüme mi vuracaksın?” dediğimde, bir şeylerin düzelip düzelmeyeceğine dair umutlarım kırılmış gibi kırgın çıktı kelimelerim. Hayır, hala ona karşı kızgın hissedemiyorum bunu çoktan yendim ben gerçekleri öğrendiğimde, başka şansım yoktu çünkü eğer hala kendi haklılığım konusunda diretseydim iyi mi yapmış olacaktım yani? Fakat bir noktada dengeyi şaşırıyor, kendimi ona karşı ifade etmek konusunda zorlanıyorum.
“Yüzüne vurmuyorum,” dedi dümdüz bir şekilde. “Zaten konuşulan şeyler bunlar, hepsini de sen ortaya attın.”
Başım tekrarlayan bir suçluluk hissiyle yana yattı. “Özür dilerim.”
Bu sefer kızgınlık ya da uyarıyla değil, bıkkın bir yinelemeyle dile getirdi sözlerini. “Dileme.”
“Hatalı olan özür diler, hiçbir şey söylemediğim zaman daha mı çok rahat edecek için?”
“Benim için yeterince rahat, birkaç özrün bana vereceği bir şey yok hiçbir şey de eksiltmez benden.”
“Benim içim rahat değil ama, özür dilemezsem ben çok şey kaybederim,” diye fısıldadım dayanamayarak. “Seni kırdığımı, üzdüğümü bile bile devam edemem Uygar… Edemiyorum zaten.” Çaresizlik içinde yutkundum, ellerimin üstünde teninin sıcaklığı artsa bile dayanamıyorum, sanki ömrüm boyunca bu sınavı çekecekmişim gibi… Onunla ilgili her şeyin fazladan bir dayanılmazlığı var, battıkça batasımın geldiği bir bataklık misali. “Lütfen, uzun uzadıya konuşalım bunu.”
“Bunu ne zaman isteyecektin biliyor musun?” Gitgide uzaklaşacak gibi ellerinin hakimiyetini nispeten azalttı. “Ben senin karşına ilk kez çıktığımda isteyecektin. Yüz bulmuşum gelmişim Yakut, o zaman soracaktın.” Konuşmasındaki hararet de eş zamanlı artıyordu. “Bana acımadan hain muamelesi yapan bir kadına karşı doğru düzgün tepkimi koyamadığımda konuşacaktın benimle.” Nefesleri ardı arkasınca yüzüme çarptı. “Haksız bulduğun bir adama yaklaşıp, aklına geleni söyleyip sonra kestirip atmak kolay tabi, sende var da o gururdan bende yok mu sandın Yakut?”
“Özür dilerim.”
Gözlerini kısa bir süreliğine örttü, kendini sakinleştirmeye çalışıyor gibiydi. “Dileme, işine odaklan sadece,” dedikten sonra kirpiklerini geri aralayınca karşılaştığı tek şey yorgunluğum olmuştu.
Dağılmış olanı toplamak, bir şeyleri en baştan inşa etmekten daha zordu galiba; bu yüzden güçlük çekiyordum. “Bunu yapmak zorunda mıyım?”
Başını öne eğdi, kaldırdı. “Zorundasın.”
“Birbirimizin etrafındayken nasıl olacak peki?” diye bir korkumu dile getirdim en sonunda, ben onu en kötü anında bile silemedim şimdi hiç yapamam.
Uygar bana cevap vermeden önce başını sola çevirip bir süre o taraftaki panoyu seyretti, elmacık kemiğindeki ince yara çizgisi artık tamamen gün yüzündeydi. Gevşeyen tutuşunun altından elimi sıyırıp ona dokunmak için son bir kez cesaretimi takınmam lazımdı, belki de küçük düşmeyi göze almam… Gerçi, şimdi niye düşünüyorum ki sanki hiç o duyguyu yaşamamışım gibi?
Sol tarafa bakmaktan vazgeçip bana döndü. “Ayrılık bizden çıkmadı ya, herkes nasıl yaptıysa biz de öyle yaparız.”
“Ama ben herkes gibi sevmedim seni.”
“Niye hala uzatıyoruz bunu?” Kızgınlığı nüksedecek gibi kaşları biraz daha çatıldı, gözlerimi yara izinden çekmek için çaba sarf ettim fakat aklımı bir türlü oradan koparamadım. O da bana kızsa bile aramızda hala bir adımdan daha az mesafe bıraktığının farkında değil, gerçi beni en başta uyarmıştı bir anının diğer anını tutmayacağıyla ilgili.
Ama sonra düşüncelerimi yanıltarak ellerini üstümden çekti, önüm açılınca ben de rahat bir nefes almanın aksine kendimi daha kötü hissettim; başım düşünceler içinde yere eğildi, az sonra bir daha o kapıdan çıkıp gideceğini izlemek istemiyordum. “Yapma,” diye uyarıyla mırıldandı. “Sadece işimize bakalım, gerisini düşünebilecek kadar şanslı değiliz.”
Evet, bunun da farkındayım ama bir an onun karşısında her şey silinip gitti işte, üstümdeki bütün tehdidi bir defa yaklaşmasıyla aldı götürdü aklımdan, her zamanki gibi, bana kendinden başka düşünecek hiçbir şey bırakmadı.
Sessiz kaldım, onu onaylayabilecek kadar gücüm reddedecek kadar da cüretim yoktu, bu yüzden belirsizliği seçtim; bir süre benim gibi sessiz kalan Uygar da yanımdan eğilip dosyalarını aldıktan sonra bir daha kapıyı açarak gitti.
Bu sefer gidişini izlemedim, her defasında kendi hatalarımla yüzleşmek erken acıtmaya başladı canımı, keşke hayata karşı meydan okumamı biraz daha sürdürebilseydim belki öldüğüm an fark ederdim gerçekleri… O zaman kendimi suçlamak için daha az zamanım olurdu da daha az üzülürdüm belki.
*
Yakut'u hangi çizgide ilerleteceğimi düşünürken kafayı yedim; hata etmiş birisini yazmak zor, o hataların farkına varan birisi yazmak zor, suçlu hisseden ayrıca suçlu hissetmekten nefret eden birisini yazmak daha zor ama ben yine de Yakut'la farklı duyguları yazmayı deneyimlediğim için onu seviyorum, bazı okuyucuların ona hak vermediğinin ve kızdığının farkındayım. Aslında bölümde geçtiği gibi Yakut'un da bu ihbar mevzusunda kendine göre haklı sebepleri var ama anlayışsız görünmemek için bunları öne çıkarmamaya çalışıyor çünkü Uygar'ın üzüldüğünün farkında. Ay aslında ben de hiç bilmiyorum ne yazdığımı... Şurada şöyle olsaydı ne tepki verirlerdi şurada şöyle olsa ne yapmamaları gerek diye düşünmekten kişilik bölünmesi yaşayacağım artık 😅
Sizce Uygar dinlemek istememekte haklı mı? O da kendisinden korkuyor aslında çünkü Yakut'u çok severken verebileceğini yeterince verdi, artık biraz kendisini korumak istiyor... Yakut da makul sebeplerini, elindeki kanıtları ve şüphelerini anlattığı zaman büyük ihtimalle haklılık payı artabilir ama maalesef onu şu an eksiye düşüren şeyler var... Ay çok konuştum burada özür dilerim tamam. 😅
Bakalım onlar herkesin ayrıldığı gibi ayrılabilecek mi?
Uygar uzak duralım herkes gibi yapalım, işimize odaklanalım diyor da kendisini hiç düşünmüyor... Onu da bir sonraki bölümde görürüz artık sorguya hazırlanmaları lazım 😍
Veee buraya instagram adresimi bırakıyorum: askilawt
Paylaşımlarımı oradan yapıyorum, isterseniz beni takip edebilirsiniz.
Sizleri seviyorum, güzel günler diliyorum, hoşça kalın ve kendinize çok iyi bakın! 💝✨
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.56k Okunma |
1.44k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |