Kamuran Akkor - Rabbim
"Rabbim yalvarırım sana, kavuştur onu bana.
Belki dönmek istiyor, gurur bu engelliyor."
-
Yumuşak bir tonda başlayan keman bestesinin ardından açtım gözlerimi.
Elimi uzatıp komodinde titreyen telefonu yavaşça aldım, uzun zamandır hiçbir sesin beni uyandıramadığı günlerden sonra bu gece telefonumdan yükselen keman sesini ilk başta kapatmaktı niyetim; fakat sonra bu sesi uykumda duyabilmenin heyecanından mı bilmiyorum, biraz daha dinleme ihtiyacıyla yastığımın kenarına bıraktım.
Keman sesi, arada bir dalgalanarak farklı ritimle sürmeye devam etti; benim içimde de seyrek bir heyecan doğurdu, hala bir yerlerde bilincim uyanık ve yaşananların farkındaydı demek ki, şükürler olsun.
O şekilde bir süre bekledikten sonra saati kontrol ettim, sabah dördü on yedi geçiyordu henüz; akşam uzun bir uykusuzluğu sırtlandığım için erken uyumuştum ve şimdi dinç sayılırdım, henüz aydınlanmamış havanın karaltısına rağmen de hala aynı direncimi sürdürecek gibi hissediyordum kendimi.
Ağrıyan sırtımı omzumun üstünden ovalamaya çalışarak yataktan kalktım, çıplak ayaklarımı soğuk parkeye bastığımda güzel bir his bacaklarımdan yukarı yayıldı; yine de yüzüm fazlasıyla buruşuktu.
Gözlerimi sıvazlayıp omzuma dökülen saçlarımı geri ittirdim, artık uyurken bile hiçbir tutamı toplamak istemeyeceğim kadar buhrandaydı başım; bu yüzden sabah uyandığımda da saçlarım karmakarışıktı.
Ellerimi iki yanıma yaslayıp bir süre odanın penceresinden dışarıya baktım; kaldığımız yer sığ bir ormanda konuşlandırılmış, soğuk bir binaydı. Her ne kadar Sevtap kendi zevkine göre burayı bir yaşam alanına çevirmeye çalışsa da pek sıcak hissettirmiyordu, yine de duvarların ötesinde Uygar'ın yaşadığını bildiğim için gözlerim hızla doldu.
Parmak uçlarımı, göz pınarlarıma bastırıp "Allah Allah..." diye mırıldandım. "Daha şimdi uyandım, dakika geçmedi bu ne şimdi?" Birkaç defa gözlerimin üstüne vurduğumda, hızla ıslanan kirpiklerim birbirine yapıştı. "Geri git, geri git."
Yorgunca yataktan kalktım, odadan ayrılıp çaprazımda kalan banyoya bile geçmeden ilk önce, hem uykum açılsın hem de ağlama isteğim biraz olsun benden uzaklaşsın diye soğuk olduğunu bildiğim balkona geçtim; henüz aydınlığa kavuşmamız gecenin ayazı suratıma hızla çarptığında bir nebze de olsa iyi hissettirmişti bu soğukluk.
Ellerimi cansız bir halde balkon demirlerine yaslayıp arada kurt uğultusunun geldiği ormana baktım, daha yeşil yapraklar bile ayırt edilecek hale gelmemişti demek ki gün doğumuna daha vardı; sessizliğin mayıştıran etkisiyle çenem omzuma doğru düştü, kendimi tenime yaslayıp bu yalnız sıcaklıkla biraz iyi hissetmeye çalıştım ki bu biraz acınasıydı... Ve tam o sırada bakışlarım, kendi balkonunda eski bir demir tabureye oturmuş, balkon korkuluklarının üstündeki kollarına çenesini yaslamış Uygar'a değdi.
Sessiz sedasız ormana bakıyordu benim gibi, ama bana bakmadı geldiğimi muhtemelen duymasına rağmen.
Bunu bir mucize sayabilirdim, sabahları uyanabilmek ayrı ve sabah onunla karşılaşabilmek ayrı bir mucizeydi.
Sürekli izlemek isteyeceğim bir hal vardı onda, yitirdiği yakınlığına rağmen ondan uzaklaşamazdım ve Uygar buna izin vermese bile, kalbimin onunla atma isteğine ket vuramıyordum bir türlü; eğer her şeyi batırmasaydım, bir başkasının evinde değil onun yanında olur ve arkasından yaklaşırdım şimdi, çaresizce kendime sarılmak yerine.
Ellerimi, gergin görünen omuzlarına yaslar; bana öğrettiği gibi bende ne varsa onunla paylaşırdım her şeyimi.
Uygar böyle seviyordu, beraber yapılan şeyleri ve beraber yapmayı her şeyi... Bu yüzden eskisi gibi olsaydık, o da bana dokundurduğum kollarımı tutar, beni daha çok kendine çeker, uykulu gözlerini kısık tutmasına rağmen bir şekilde beni bulur ve en sıkı şekilde, belki bir defa belki de sayamayacağım kadar çok, beni öperdi.
Eğer eskisi gibi olabilseydik, onun bitkin halini böyle uzaktan seyretmek zorunda kalmazdım işte.
Uygar saniyeler sonra beni görmezden gelişini uzatmadı ve kollarına yasladığı başını benden tarafa çevirdi, düz ifadesi hala aynı soğukluğundaydı, bu yüzden gecenin ayazından daha çok vurdu tenime. Bana bakmasını istemiyorum çünkü bu yabancı haline katlanamıyorum, keşke maskesini taktığı zamanki özgür davransa... Yine de sanırım kabullenmem gerek ki, ben bu cezaya mahkumum hatta belki de daha fazlasına.
"Hiç uyumadın mı yoksa?" dedi onu duyabileceğim bir mırıltıyla, sesinin pürüzüne hala alışamamıştım bu yüzden bir yabancıyı dinliyor gibiydim; titrek bakışlarımı yeşil gözlerine dikip karşısında dirayetimi takınmaya çalıştım, faydasız... Kızgınlığına, öfkesine rağmen onu kendime çekip uzun uzun sarılmak istiyorum ben. Eğer içinde tutuyorsa bir şeyleri, ona dair her şeyi dinleyebilirim; ama zaten en gerektiği an bunu yapamadığım için kaybettim.
Bir süre cevapsız kalan sorusunu "Uyandım," diye cevapladım, onu daha fazla öfkelendirmeyecek kadar mesafemi korumaya çalışıyordum, bu sayede o da rahatsız olmaz ve canımı yakmaya tenezzül etmezdi.
Uygar kısa bir süre dilini dudaklarında gezdirdikten sonra yasladığı yerden geri çekildi ve doğruldu, demir taburesi cüssesinden dolayı hareketlenip ufak bir gıcırtı çıkarmıştı. Tabureyi kaldırıp ardındaki çelimsiz masanın üstüne kolayca bıraktıktan sonra ellerini çırptı hafifçe. "İyi," dedi soğuk sesiyle, aynı zamanda başıyla evinin içerisi işaret etti. "Gel o zaman."
Hala daha sabaha erişemediğimiz için bu teklifine şaşırdım, en azından güneşin doğmasını bekler sanmıştım. "Hemen şimdi mi?"
"Şimdi." Çatık kaşlarının altındaki yeşil gözlerini çıplak kollarımda gezdirdi, çıldırtır gibi ağır ağır üstümde dolanan gözlerinin kendisi farkında değil miydi acaba? Bunu ne zaman yapsa, kendimi ilk tanıştığımız an kaçıp uzaklaşmaya çalışan genç kız gibi hissedeceğimi hiç mi bilmiyordu? Üstelik ben tam şimdi ona gelmeyi çok isterken... Çağrısına hiçbir itirazım yokken. Kasılan parmaklarımı bileğime dolayıp kuvvetle sıktım, en sonunda bakışları bizzat koyu gözlerimi bulunca biraz rahatlamıştım. "Acele et." Ellerini eşofmanının ceplerine sokup ağırlığını tek bacağına verdi. "İkimiz de uyanıkken boş durmanın anlamı yok sonuçta."
"Tamam," dedim usulca. "Bekle."
"Bekliyorum."
Aptallık böyle bir şey, dayanamayıp bir daha "Bekle," diye mırıldandıktan sonra yavaş adımlarla içeri girip gözden kaybolunca hızla banyoda elimi yüzümü yıkadım, saçlarımı da elektriklendirecek kadar hızlı hızlı taradıktan sonra siyah askılı atletimi çıkarıp yerine kayık yaka siyah bir body giydim, altımdaki salaş şortu değiştirmeyi o an unuttuğumu da ancak yan dairenin kapısına dayandığımda fark ettim.
Elimi ürkekçe kapıya vurduktan sonra başımı öne eğdiğimde, gözlerim çıplak bacaklarıma değdi. "Eyvah ben bunu çıkarmayı unutmuşum," diye kendi kendime fısıldarken dilimin ucunu suçluluk duygusuyla ısırdım, en nihayetinde keyfi sebeple kapısında değildim, işimiz meseleydi ve bundan dolayı Uygar'ın beni ciddiyetsiz bulması çok endişe vericiydi.
Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırırken, bunu yaptığım için yeni bir şey daha fark ettim. "Saçlarımı da toplamamışım..." Avucumu yavaşça alnıma çarptım, içimde bir ağlama daha isteği bastırdı hemen. "O kadar da değil," diye titrek bir fısıltıyla kendi kendime konuşup parmak uçlarımı göz pınarlarıma bastırdım aceleyle. "Ağlamanın sırası değil Yakut, hiç değil."
Çok geçmeden kapı açıldı ve karşıma Uygar dikildi güven dolu bedeniyle, bunu düşünebilmek de güzeldi; kapıyı tam olarak aralamamıştı, kolunu dirseğinden kapıya yaslayıp bir süredir yaptığı gibi bedenime baktı yine, artık yanlış anlamaya başlamaktan çok korktum... Neyse ki o da tüm meramını en sonunda dile getirdi. "Üşümüyor musun sen böyle?"
Tırnağımı, şortun açıkta bıraktığı bacağıma sürtüp "Yok," diye mırıldandım. "Ev yeterince sıcak üşümüyorum, ama zaten ben buraya da böyle gelmeyecektim." Derinden nefeslendim, böyle ciddi baktığı anda bütün konuşma hevesim gidiyordu, şimdi ona yanına gelmek aklımı başımdan aldığı için şortumu daha düzgün bir şeyle değiştirmeyi unuttuğumu söyleyecektim ki, gözlerimi kaçırdıktan sonra yine Uygar'ın bir saniye bile benden başka yere kıpırdatmadığı yeşil harelerine çevirdim.
Kirpiklerini ağır ağır kırptıktan sonra mırıldandı. "Nasıl gelecektin?"
"Böyle değil."
"Geçen gece de balkondayken saçların ıslaktı?"
Kısa bir süre düşünceler içinde bekledim, sonra da kabullenerek başımı aşağı yukarı salladım. "Evet."
Uygar'ın kaşları rahatlığımdan ötürü biraz daha çatıldı, kapıyı geri çektiği an bunu içeri girmem için yaptığını bildiğimden dolayı utanarak bekledim. "En iyisi ben üstümü değiştirip geleyim, böyle ciddiyetsiz olacak," diye geri geri gitmeye niyetlendiğimde, kolumu kavradı ve gitmeme müsaade etmedi. "Onu gelmeden önce düşünecektin, şimdi o kadar vaktimiz yok."
"Çok sürmez ki."
Kolumu nazikçe tutarken, beni sert davranmadan içeri çekti; kendisi ise yerinden hiç kıpırdamamıştı, bedeninin yakınından onun çekmesiyle geçerken kolum istemsizce sert göğsüne değdiğinde bile uzaklaşmadı olduğu yerden.
Alelacele giydiğim terlikleri kenara çıkardım ve halıya bastım. "Kusura bakma, sen gel deyince ben cidden acele ettiğim için bir an kafam karıştı geliverdim kapına." Bunu söylemem hoşuna gitmese bile bir an dudaklarımdan fırladı kelimeler. "Özür dilerim."
Gerçekten de hiç hoşuna gitmedi, ellerini beline yaslayıp bir süre yan taraftaki boş duvarı ifadesizce seyrettikten sonra aynı ıssızlığıyla bana döndü. "Çok da derdim değil ya," derken ne söyleyeceğini sabırla bekledim. "Böyle yaparsan hasta olursun, havanın ne zaman çarpacağı belli değil."
"Evet, hava çok dengesiz bu aralar." Söylediğim şeye karşın Uygar suratıma sessizce bakmayı sürdürdü, parmaklarımı birbirine dolayıp hafifçe omuz silktim. "Yani ben dikkat ediyorum ama, işte." Yutkundum sözlerim arasında. "Hastalığın nereden geleceğini bilemeyiz."
"Senin hasta olacağın yer değil burası," dedi beni düşündüğünü belli edercesine değil, yalnızca işini önemseyen bir tavırla.
"Olmam." Kollarımı kendime dolayı çekingen bir bakış attım ona, hala kızgın ve çatık kaşlıydı. "Endişe etme, elimden geldiğince dikkat ediyorum."
"Endişe etmiyorum zaten." Rahat mırıltısından sonra koridorun ortasındaki rahat duruşunu bozup bakışlarını başka yöne çevirdi, göğsünü şişirerek derin bir nefes aldığında üstündeki lacivert tişörtün gerilmesini seyrettim ne diyeceğimi bilemeyerek. "Neyse sen içeri geç, ben de geliyorum."
"Tamam."
Onun bir süreliğine gidişinin ardından salona ilerledim, fakat içeri girer girmez etrafta koşturan yavru kedilerden siyah olan bacaklarıma dolanınca, buruk bir tebessümle yere eğildim, fazla mutlu olduğum için gülmüyordum sanırım o duyguyu biraz özlüyordum, bu yüzden ne kadar yapabildiysem öyle taklit ettim eskiyi. "Siz de mi buradaydınız?" diye kendimce fısıldarken parmaklarım arasında daha da kıvranan kedinin yumuşaklığı sanırım onca kötü şeyin arasında biraz iyi hissettirdi.
Siyah tüylü olan fazla yaramazdı, tırmanarak koluma çıktı, onu zapt etmeye çalışırken gülecek gibi oldum ama kendimi tuttum, diğer alacalı olan ise pek gelmek istemedi yalnızca kendini yalamaya devam etti.
Kucağımdaki yavru kediyle ayaklanıp masaya oturdum, çok geçmeden Uygar da salona gelip karşıma geçti. "Kediler de mi buradaydı?" diye yine fark etmeden çok kısık bir sesle ona sordum, sanırım böyle konuşmamın bir diğer sebebi de Uygar'ın beni duymasını çok fazla istemememdi, sadece bir şekilde içimdeki doluluğu azaltma çabasındaydım.
Uygar yine fazla ruhsuz sesiyle cevapladı beni. "Bırakmadım orada."
"Adı neydi, kedilerin?" derken amacım günlük bir sohbet ortamı oluşturmak değildi, bunu hoş karşılamazdım, zaten ikimiz de sürdüremezdik, onca yaşanmışlığın üstüne hiç hoş olmazdı, yine de merakıma engel olamadım sanırım sesini daha çok duymak istiyordum. "O gün söylemiştin ama unuttum."
Bacaklarıma yatan yavru kedinin başını kaşıdım, bu hoşuna gitmiş olmalı ki ince sesiyle tatlı tatlı miyavladı; patilerini sallarken tıpkı ufak bir bebek gibi davranmıştı, artık benim de anne olma isteğimden mi bilmem birden bedenim sızladı.
Hafifçe öksürüp hiç sahip olmadan özlediğim bu hissi yok etmeye çalıştım içimde, fakat diğer yanım gerçekleri çok çabuk hatırlattı; beraber istemiştiniz ve sonra kendi ellerinle o hakkı ittin ya?
"Bilmem," dedi Uygar yanıtsız kalan soruma ilgisiz bir mırıltıyla, önünde açtığı dosyaları masaya yayarken bakışları bende değildi. "Ben de hatırlamıyorum ne koyduğumu."
Sanki siyah kedi için ona kızdığımı hatırlıyordum, ismini epey tuhaf seçtiği için kulübesine gittiğim ilk gün bir sürü laf etmiştim bu konuda ama bir türlü hatırlayamadım, sanırım Uygar için de önemsiz olmalı ki herhangi bir cevap vermedi aradan geçen saniyeler boyunca. "Peki," diye mırıldanarak konuyu bitirdim, zaten iki tanıdık insan gibi bir şeyler konuşmak saçmaydı buna en başından yeltenmemeliydim.
Kedi yavrusunu yere bırakıp ben de sorgu için inceleyeceğimiz dosyaları araladım. "Nereden başlayacağız?"
Uygar üstündeki tişörtün yakasını biraz yukarı çekiştirdi, elindeki kapıda bakarken inceleyici bakışları hala seyretmekten çekineceğim kadar keskindi. "Mürsel'in yurt dışından niye döndüğünü merak ediyorum," dediği esnada dalgınca kavradığı kalemi parmağı arasında çevirmeye başlamıştı, sonra eğik bakışları üstüme kalktı. "Gerçekten, ne yaptın Şehlevent'e?" diye mırıldanırken sesinde ağır bir sorgu vardı.
Kaşlarım tuhaf bir hisle çatıldı, bacaklarımı önümde toplamak istesem de bunu onun karşısında yapamazdım; zaten kıyafetimi değiştirmeyi, hatta saçımı bile toplamayı unutarak karşısına yeterince ciddiyetsiz çıkmıştım. "Hiçbir şey."
"O zaman niye herkes," dedi sorgusu üstümde uygulamaya devam ederek. "Senin Mürsel denen şerefsizin kara listesinde olduğunu konuşuyor Yakut?"
Öksürmemem lazımdı, her ne kadar buna ihtiyacım olsa bile. "Bilmiyorum," dedim mırın kırın, bu konunun üstüne gidip yanlış şeyleri ortaya dökmekten korkuyordum; henüz hiçbir şeyi düşünebilecek kadar berrak değildi aklım.
Eğer olur da sırf onu görmek, belki de biraz canını yakmak uğruna bir suçluyla onu öldürmek gibi akla mantığa sığmayan anlaşmalar yaptığımı bilse, acaba yüzüme bakar mıydı?
Gerçi o zaman her şey o kadar muallaktaydı ki... Bunun ne kadarının hata ne kadarının haklı olduğu tartışılırdı, ben tartışırdım, ama Uygar'ın ne tepki vereceğini bilemeyeceğim kadar uzaklaşmıştık birbirimizden; bu yüzden gerçekleri ne kadar az öğrenirse, benim için o kadar iyiydi.
Tek kaşını inanmaz bir şekilde havaya kaldırdı. "Bilmiyorsun?"
Suçlayıcı sorusundan sonra sesim istemsizce yükseldi. "Görevimi yaptım sadece," derken bu kelimeleri dilime hiç yakıştıramadım, son yaşananlar üstümde hala karanlık bir gölgeydi adeta ve ben de bir yalancı. "Şehlevent uyuşturucu ağını genişletmeye çalışıyordu, ben de hak ettiği şekilde çetesine el atıp onu hapse yolladım." Kollarımı masaya yaslayıp sözlerimi ciddiyetle ifade etmek için biraz öne eğildim, ikimiz de işin hararetine tutulduğumuz için daha az tutuk davranışlarla bulunuyorduk sanırım. "Ama tek başıma değildim, narkotikle ortak yürütülen bir operasyondu, oradan kimse benim yaşadıklarımı hak etmiyor da bir tek ben mi hak ediyorum ölmeyi?"
Uygar, başını yana yatırdı sanki bunları dinlemek sinir bozucu bir şeymiş gibi; kaşları daha da çatıldı.
Onun sessizliğinden sonra ben yarım kalan sözlerime devam ettim: "Ya da benim dışımda hiç mi istihbarat personeli katılmadı operasyona? Ben o adamın leş oğluna hususi olarak ne yapmış olabilirim ki?"
Başını düşünceler içinde ağır ağır salladı bir süre. "Basına düştün," derken bunu bana karşı değil, genel bir kızgınlıkla söylemişti. "Senin adın, yüzün haberlerdeydi."
"Evet farkındayım," dedikten sonra yorgunca nefeslendim, ellerimin ayasıyla da gözlerimi bastırarak ovaladım. "Zaten beni o adamla karşı karşıya getiren tek şey bu, başka hiçbir bağlantım yok." Doğru olan buydu zaten, Mürsel'in benden intikam almak istemesinin belirgin bir sebebi yoktu; eğer beni bu denli öfkeli bir intikama layık görüyorsa, daha büyük bir nedene ihtiyacı vardı.
O an söyledikleri kafama öyle sert bir darbe geçirmişti ki, gerçeklerin farkında olamayacak kadar bulanmıştı aklım... Üstelik yorgundum, Uygar'la yaşadıklarım beni fazla güçsüz düşürmüştü, peşi sıra onun hakkında öğrendiğim gerçek elimi kolumu bağladı ve ben, hatalar yaptım işte bunu inkâr edemiyorum, çok yanlış şeylere bulaştım.
Ama kimse bana iplerin çoktan koptuğunu söyleyemez, yalnızca kör bir düğüm var ortada; benim savaşım da son bağı koparmadan o düğümü açmak zaten.
"Mürsel'in benimle bir derdi olması için geçerli bir sebebi olduğunu düşünmüyorum," diye mırıldandım yavaşça, ellerimi yüzümden çekip masaya yasladım; toplamayı unuttuğum dalgalı saçlarım da omuzlarıma dökülüp tenimde gıdıklayıcı bir his bıraktı. "Basın meselesi de saçmalık, özellikle öne çıkan bir konumum yok operasyonda." Uygar hala bakarken çaresizlik içinde yutkundum, kısık gözlerindeki bu köhnemiş duyguyu nasıl taşıdığını anlayamıyordum. Bakışlarının tesiri altında, kelimeler biraz zorlanarak döküldü dilimden. "Yani... Bilirsin, işleyiş eskisi gibi." Dilimi yavaşça dudaklarımda gezdirdim, bir yandan da içimdeki dilek belliydi: Lütfen nereye baktığının farkında ol Uygar, lütfen. Ellerimi göz altlarıma sürüp usul usul ovaladım, bu biraz da olsa karşısında rahatlamamı sağlamıştı. "Ekip olarak çalışıyoruz, beni diğerlerinden ayıracak bir nokta olduğunu düşünmüyorum."
En sonunda duruşunu bozup kısaca iç çekti. "Bakalım, öğreneceğiz."
Kendimi onun bakışlarından zorlukla ayırıp dosyayı geri araladım, bir arada yapabileceğimi düşünmek bazı dakikalar normal bazı dakikalar aptallık gibi geliyordu. "Onun için bir önem sırası var kara listesine eklediklerinin," diye mırıldandım. Mürsel İzgi, ülkeye döner dönmez ilk intikamını Şehlevent'i hapiste diğer mahkumları galeyana getirip asarak öldürten Nevzat Tutak'ın ailesinden almıştı. "Nevzat'ın ailesini katletti önce," derken gözlerim cinayet görüntülerinde gezindi, midemde eskiye benzer bir bulantı baş gösterdiğinde neyse ki suratımı buruşturmamıştım. "Haklı olarak, ilk önce oğlunun doğrudan katili olan kişiden aldı intikamını."
"Senin bu kişiler arasında bir yerin yok," derken elini uzattı, kâğıdı kendisine çevirdi ve bir süre cinayet görüntülerini seyretti; neden bilmiyorum, normalde onu etkilemeyecek görseller o an Uygar'ın derin derin nefeslenmesine sebep oldu, gözlerini başka yöne çevirdiğinde ise bakmaya dayanamadığını fark ettim... ama normalde dayanırdı işte. "Liste baştan sona," dedikten sonra parmağının tersiyle kabaca burnunun sildi. "Liste baştan sona Şehlevent'in ölümüne doğrudan etki eden kişilerle alakalı, onu cezaevine sokacak operasyona katkıda bulunman dışında hiçbir etkin yok bu konuda."
Başımı ağır ağır salladım ve cinayet görüntülerini örttüm. "Benim de anlamadığım bu, tuhaf şekilde hedef gösteriliyorum."
"Kumpasa uğruyorsun."
Uygar'ın söylediği şeyle, masaya eğik bakışlarım ona kalktı. "Efendim?"
"Kumpasa uğruyorsun diyorum," derken dişlerini kuvvetle sıktığı çenesinden belliydi. "Birisi, bile isteye yapıyor bunu senin üstüne."
Sandalyede oturuşumu düzeltmek isterken aşağıdan bacağım ona çarptığında hemen kendimi geri çektim. "Uygar, bu..."
Başını, kendine güvenerek aşağı yukarı salladı; bu esnada o da rahatsızca oturuşunu düzeltti, sanırım ona çarptığım için huzursuz hissettirmiştim biraz. "Bir süredir düşünüyorum," deyip parmaklarını kumral saçlarına geçirdi, bu işine odaklı halleri karşısında hem kendimi daha motive hissediyor, hem de dikkatim dağıldığı için üzülüyordum açıkçası.
Sandalye üzerinde diz çöküp dirseklerimi masaya biraz daha yasladım, bu öne eğilmeme sebep olmuştu. Uygar da aynısını yapınca, yine en kritik zamanda aramızdaki mesafe kısaldı; yeşil gözlerini dikkatle üstüme dikti. "Mürsel denen puştun seni öldürmek için makul bir sebebi yokken kara listesine alması, birisinin feci şekilde kafayı yiyip bir istihbarat mensubunu adıyla, simasıyla haberlerde ifşa etmesi... Bunlar çok kafa karıştıran şeyler Yakut."
"Haklısın."
Ona hak vermemin ardından hafifçe alt dudağını dişledi, onca zaman aramızda büyük bir güven problemi yaşattıktan sonra bunu duymak tuhaf hissettirmiş gibiydi... Nitekim, ben de öyle hissettim; ama onu uzun uzun üzdüğüm için, hak etmediği bir acıyı yaşattığım için. "Hiç mi düşünmedin bunları en başında?" dedi çok kısık bir mırıltıyla.
Keşke o kadar aklım başımda olsaydı, diyemedim; derdim yalnızca, senin hayallerinin avuntusuyla ayakta kalabilmek ve biraz da öfkemi yatıştırabilmekti.
Ama şimdi bunu da söyleyemem, aptal olduğumu düşünür; çünkü çok fazla öyleyim.
Aptalım.
"Her şey karambole geldi," diye cevapladım onu, tırnağımı dosyanın kancasına sürtüp bakışlarımı yavaşça oraya eğdim. "Birden işimden el çektirildim, herkes Mürsel'in beni öldürmek için ülkeye döndüğünü söylüyordu, korkmam için çok sebep vardı... Birisinin..." Sözlerim arasında tek omzumu silktim hafifçe, sırtım çok ağrıyordu ve dayanmak gitgide zorlaşıyordu ama ondan uzaklaşmak istemediğim için bir süre acısına katlanmaya çalıştım. "Birisinin o an bunu bile isteye yapma ihtimali çok uzaktı işte, ben kimseye zarar vermedim ki."
Sana zarar verdim, ve hatta bu yüzden benden intikam almaya çalıştığına inandım, şimdi bu yüzden bataklıktayım ya... Dönüp dolaşıp seninle çarpışıyorum, iyi ya da kötü, buna bir şekilde ihtiyacım var zaten.
Çekingen bakışlarım yine üstüne çevrildi, kirpiklerini ağır çekimde kırparken yine çok düşündüğü belliydi. "Eğer dediğin gibi operasyonda belirgin bir konumun yoksa durduk yere senin adını, yüzünü teşkilat dışında kimse ifşa edemez, bu bariz bir şey."
Dudaklarımı yavaşça içe kıvırıp bir süre sessizce bekledim. "Yani demek istediğin, içeriden..." diye saniyeler sonra konuşabildiğimde, boğazıma yumru oturduğu için devamını getiremedim.
Uygar başını aşağı yukarı salladı. "Bu ihtimal diğer her şeyden daha kötü," derken epey ıssız çıkmıştı sesi. "Ama inkâr edemem, bunu uzun süredir düşünüyorum sadece itiraf etmesi zorladı biraz."
Saniyeler duraksadı, kulaklarımda yalnızca ince bir çınlama kaldı... ve dün beni o odada mahvetmek için özel bir çaba harcayan Mürsel'in sözlerini hatırladım, çelik sığınakta yıllarca cezasını Uygar'a ödettiğim asıl hainin kim olduğunu da bulacaktım. "Bunun için bir sebep yok ki," dedim kabullenemeyerek. "Ben kimsenin düşmanı değilim, böyle bir şeyi hak edecek hiçbir şey yapmadım."
"Sakin ol."
"Hayır," derken önümdeki kâğıdı histerik bir tavırla kavradım, beyaz kâğıt avuçlarımda buruştu ve çirkin bir görüntü aldı. "Ben hiçbir koşulda kimsenin öldürmek isteyeceği birisi değilim, isterse o Kadir denen herif olsun isterse istihbarattan bir başkası, ben ne yaptım ki bu kadar canıma göz dikiyor herkes!"
"Sakin ol," dedikten sonra bu sefer masadaki elimi tuttu Uygar, farkında değildim o engel olduğunda anladım ellerimin tir tir titrediğini. "Sakin ol," diye bir daha teselli etmeye çalıştı beni, son derece vakur sesiyle. "Eminim hak edecek bir şey yapmamışsındır zaten."
"Yapmam," diye hayal kırıklığıyla mırıldandım; her şey bu kadar berbat giderken, bir de hayali düşmanların hedefinde, henüz neyden kaçtığımı bilmeden sürekli kaçmaktan çok yorulmuştum artık. "Yapmam ki."
"Yapmazsın, biliyorum." Başını öne eğip sözlerinin üstüne sertçe bastırdı, inanmamı istiyordu ki inanıyordum, o bana güveniyordu. "Sen kurallarının dışına asla çıkmazsın."
Bakışlarım birleşik ellerimizden yukarı kaydı, Uygar'ın neyi hissettirmek istediğini bilircesine net bir tavırla üstüme diktiği gözlerine baktım; o kadar yakındık ki, yine her zamanki gibi ve her zaman olmasını istediğim gibi, o kadar çok yakındık ki nefesi yüzümü okşayıp geçiyordu.
Ama hiçbir yapamadım, zaten çok geçmeden bunu sürdürmek istemeyerek usulca geri çekildi Uygar; elimi de peşi sıra boş bıraktı. "Devam edelim," dediği esnada bir kez bile boğazını temizlememişti, hani yapsa, belki durumdan etkilendiğini düşünür ve kendisini toparlıyor diye saçma sapan hayallere inanırdım.
Onun yerine ben yaptım, yavaşça yutkundum. "Hıhım."
Uygar bir süre rahatlamak için ensesini ovaladı, hemen sonra başka bir soruyu dile getirdi. "Nevzat sadece bir laf dalaşından dolayı mı astırdı Şehlevent'i?"
Sorusundan sonra dudaklarımı içe kıvırıp bir süre bekledim. "Şehlevent biraz..." derken nasıl dile getireceğimi bilememiştim, Uygar'la olağan bir akışta konuşurken nerede olduğum ve kiminle olduğum birden kafama dank ediyor, kendimi silkeleme ihtiyacı hissediyordum; bu yüzden bir süre Uygar'ın güzel gözlerinin içine bakakaldıktan sonra kuru boğazımı rahatlatmak için hafifçe öksürdüm.
"Biraz?" diye üsteleyerek mırıldandı o da.
"Biraz şey birisiydi hatırladığım kadarıyla, sapıktı." Kazağımdan açıkta kalan boynumu ovaladım yavaş yavaş. "Nevzat Tutak'ın ailesi için de ileri geri konuştuğu için en sonunda ona karşı tahammül edemeyip böyle öldürdüler, belki diğer mahkumlara karşı göz dağı da vermek istemiş olabilirler."
"Nevzat'ın kaldığı cezaevinde, sekiz yıl önce o içeri girdiğinden beri böyle bir olay hiç yaşanmamış." Mahkumların listesinin kâğıdı yavaşça önüme bıraktı. "Sekiz yıl içinde bir darbe süreci var, pandemi süreci var, deprem felaketleri var." Parmağının tersiyle kâğıdın üstüne yavaşça tıklatarak vurdu. "Bu sekiz yılda yaşanmayan mahkumların isyanı sadece Şehlevent için birkaç ay içinde çıkmış."
"Nevzat koğuş ağası ya," derken kağıttaki isimleri ve yanlarında yazan suçlarını okudum; neredeyse hepsi benzer terör ve organize suçlardandı. "Kendi düzenini sağlamak istemiş olamaz mı?"
"Kendisi içeride ailesini koruyamayacak haldeyken hiçbir adam böyle riske girmez."
"Şehlevent öyle akıllı birisi değil, bunu sen de iyi biliyorsun." Başımı hafifçe yana yatırdım, her ne kadar istemesem bile geçmişi hatırlayacaktık. "Beş yıl önce onunla pavyondayken karşılaşmıştın hatırlarsın, kolilerin teslimatını ağzından o kaçırmamış mıydı?"
"O kaçırmıştı, geri zekalının tekiydi çünkü."
"Tamam, belki de artık kimse ona tahammül edememiştir; üstüne bir de Nevzat'ın ailesinin namusu hakkında ileri geri konuştuysa, bilmeden ortalığı karıştırmış olabilir." Titrekçe nefeslendim. "Biz de şu an onun sayesinde bu haldeyiz, o gün Şehlevent haritanın yerini ağzından kaçırdığı için çelik sığınaktan haberimiz var."
Uygar bir süre düşünceler içinde gözlerimin içine baktı. "Bilmeden insanları isyana getirecek kadar da salak davranmış olamaz herhalde?"
"Cidden o kadar salak birisi, babası ve amcasının bütün sırlarını neredeyse o döktü ortaya işte, yoksa o gün yangından önce sığınağın haritasını bulabilir miydik?"
Başını bıkkınca iki yana salladı, sonra dişlerinin arasından öfkeyle mırıldandı. "Amına koyayım ben onun, ölümü bile bir şekilde ortalığı karıştırıyor... pezevenk herif." Hemen ardından sandalyede rahat edemediği için ayağa kalktı ve elleri eşofmanının ceplerindeyken salonda ağır ağır ilerlemeye başladı, yüzünü sıvazlarken kendine bile merhamet etmemişti. "Birisi senin adını bile isteye basına düşürdü, bunun yanlışlıkla olduğuna inanmıyorum zaten."
Önümdeki kâğıda bir şeyler karaladıktan sonra saçlarımı toparlayıp omzuma bıraktım, sırtım açıkta kalınca ağrıyan tenime evin içindeki sıcaklık değdi. "Bunun için ne gibi bir sebepleri var acaba merak içindeyim."
"Onların sebeplerini..." Uygar sözlerinin sonunda bir küfür dile getirdi ama homurdanarak söylediği için işitmekte zorlandım, kendi kendine bir şeyler mırıldanmasının fırsatıyla başımı yana yatırıp hala odanın içinde dolanan halini seyrettim ben de; parmağının tersini düşünceler içinde kabaca burnuna sürterken o kadar işine odaklıydı ki, rahat bir an bulduğumu düşünüp onu izlemeye çalıştım, en nihayetinde bu kızgınlığının nedeni ben değildim.
"O görüntülerdeki adam acaba Mürsel'in intikamını kılıf gibi kullanıyor olabilir mi? Tüm suçunu ona yıkıyordur belki?"
Olduğu yerde durdu, elleri ceplerinde bana bakmaya devam etti; ayaklarına çarpıp kendince oyun oynayan minik kedilerle bir arada olunca, ona daha çok bakasım gelmişti. "Bu durum isminin basına düşmesini daha tehlikeli kılar Yakut."
Uzun uzun gözlerinin içine baktım. "Kabullendim artık," dedim usulca... Birisi gerçekten de Şehlevent'in ölümünden sonra ismimi haberlere yansıtmış, beni Mürsel'in hedefi haline getirmiş, onun intikamına sığınarak öldürmek istemişti; artık inanacağım başka hiçbir şey yoktu.
"Cezaevinden görüş talep edeceğim," dedi Uygar dakikalar sonra, en kararlı tavrıyla. "Bu isyanın aslını astarını bir de Nevzat anlatsın bize."
Artık onu seyredemeyeceğim için önüme döndüm. "Bir de şu beni öldürmek isteyen adamın kiralık katille görüştüğü yere bir daha gidebilir miyiz?"
Uygar yavaşça yanıma yaklaştı, bir elini masaya koyup öne eğildi. "Neden?"
"Oraya yine bakmak istiyorum." Allah'ım, lütfen dilim dolanmasın lütfen. "Adam sanki kameraların nerede olduğunu biliyor gibi yüzünü saklayarak geçti oradan, ama belki bilmediği yerler vardır, bir daha kontrol edelim." Sözlerimi bitirdikten sonra beni izleyen Uygar'dan gizlice, titrek bir nefes bıraktım dışarı; bu esnada o da beni kısık sesiyle cevapladı. "Gideriz."
Solukları yanağıma çarpıyordu, bu çaresizce yutkunmama sebep olmuştu; benden uzak durmak istemese, şu hareketleri beni cezbetmezdi... Hayır hayır, her ne yaparsa yapsın, sanırım ben yine Uygar'a çekilirdim, çünkü o benim tek zaafımdı ve bu hayatta, beni hasta edecek kadar mahvedecek tek sebepti.
Bakışlarım ilk önce masada duran eline değdi, parmağını dalgınca kıpırdatıp ritimle hareket ettirirken önümdeki kâğıda bakıyordu; sonra yavaş yavaş koluna kaydım, telaşla dudaklarımı ısırırken içimden kaçmak gelmişti.
Biliyordum işte; onunla aynı yerde, dirayetli kalamayacağımı ben çok iyi biliyordum.
Elimi yanağıma koyup boynumu utanç içinde kızaran boynumu kaşıdım, hala tenime değip geçen soluklarının altındayken masadaki elini uzatıp kâğıda dokundu ve hafifçe kaldırdı. "Altındakini açar mısın?" dediğinde "Hıhım," diye mırıldanıp hemen alttaki evrağı çıkardım.
Titrek parmaklarım tekrar yanağıma kondu, omzumda gölgesi durmaya devam ediyordu; başımı dayanamayıp yavaşça yukarı kaldırdım ve hala yakınımda kalarak evrağı ciddiyetle okuyan suratına baktım.
Acaba böyle olması bana mı özeldi yoksa herhangi birisi olsaydı da normal karşılaşır mıydı her şeyi?
Yeşil hareleri sağa sola kayarak yazıları okumayı sürdürdü, fakat sonra ona çok baktığımdan olsa gerek arada bir Uygar'ın da bakışları bana kaydı, kendimi düzeltip duruşumu değiştirdim, hatta boş görünmemek için saçlarımı toparlayıp tek omzuma aldım.
Bu esnada Uygar "Sağ ol," diye kısıkça mırıldanarak geri çekildi ama fazla uzaklaşmadı, saniyeler sonra az önce kenara çektiğim saçlarımın açıkta bıraktığı boynumda parmaklarını hissettim, tenime sürtünmesiyle tüylerim ürpermişti.
Aramızdaki konuyu yitirmiş gibi yalnızca kayık yaka bir bodyle örtülü sırtıma bakarken orada ne gördüğünü anlamak mümkün olmadı ama boynumdan aşağı kayan parmağının oraya değişi bedenimin gerilmesine yetmişti bile. "Ne yapıyorsun?" diye hızlanan nefeslerim arasında mırıldandım.
Uygar parmaklarını üstümden çektikten sonra kazağımı tutup sıyıracak gibi oldu ama vazgeçti, nedensiz bir şekilde yüzünün öfkeye bulandığını görebiliyordum. "Sırtındaki bu morluk ne?" diye boğuk sesiyle sordu.
"Ne morluğu?" Saçlarımı oldukları yerde sabit tutarak geriye bakmak istedim fakat görmem mümkün değildi, kendim dokununca birkaç gündür hissettiğim o benzer ağrılardan hissettiğim için aslında orada bir morluk olması fazla şaşırtıcı da gelmedi. "Ben göremiyorum."
Elimi daha sert bastıracağım esnada Uygar parmaklarımı tutup engel oldu hemen. "Dokunma, bekle." Ve sonra uzak hissedeceğim bir soru sordu. "Kazağını biraz açmamda sıkıntı var mı?"
Soruyordu bir de... Bir zamanlar hiçbir sıkıntı yoktu tabi, hatta birkaç gün önceye kadar, o bana istediği gibi dokunabilirdi ama şimdi ikimiz de yakınlığı birbirimize çok görüyorduk, Uygar fazla kızgın olduğu için ben de onun kızgınlığına alışmaya çalıştığım için. "Hayır," diye ince bir tonda, esasen hayal kırıklığına uğrayarak mırıldandım.
Uygar nazikçe kazağımı sıyırdı ve yine parmak uçlarını sürerek tenimi kontrol etti. "Siktir," dedikten hemen sonra sırtımda gezinen öfkeli hareleri, hızla yukarı kaymıştı beni görmek için. "Bu halin ne senin?"
"Bilmiyorum, ben bir şey görmüyorum ki."
"Yakut, hiç aynadan da mı bakmıyorsun kendine?"
Sorusunda haklıydı, ama işte, onu da yapamadım. "Hayır," dedim mırın kırın. "Bakmaya vaktim olmadı."
"Acısını da mı hissetmedin?" Ellerinin ayasını gözlerine serçe bastırdıktan sonra bana geri döndü, gördüklerinden ötürü donuk bir hali vardı. "Bütün sırtın morarmış, hiç mi acımadı ki bir doktora falan gideyim demedin bunca zaman?"
"Yorgunluktan ağrıyor sanmıştım."
"Çok isabetli düşünmüşsün, aferin sana." Elini yumruk yapıp kendine hâkim olmak isteyerek birkaç defa alnına vurduktan sonra eğildiği yerden atik bir tavırla geri çekildi ve "Bekle," diye mırıldandı. "Burada bekle, geleceğim." Ve sonra salondan ayrıldı.
Onun gidişinin ardından elimi, yoklamak için sırtıma dokundurmaya çalıştım; geriye dönemediğim için hiçbir şey göremiyordum, zaten çok geçmeden Uygar da elinde bir kremle geri dönmüştü. "Kazağını yukarı çek biraz."
Böyle vakitsiz bir anda yük olmak istemediğimden dolayı elindeki kremi uzanmak istedim. "Ben kendim yaparım, sağ ol."
Uygar söylediğim şeyin ardından çok kısa bir süre soğuk ifadesiyle suratıma baktı, farkındaydı, gereğinden fazla tahammül ediyordu bana... Onca kızgınlığı her kötü anımda bana destek olmak için taşımıyordu sonuçta, bu yüzden biraz duraksasa ve halimi kontrol etse bile kremi sorgusuz sualsiz bana uzattı. "Al yap."
Buna alınmak için vakit bile ayırmadan kremi alıp hızla yan taraftaki banyoya geçtim, aklımdaki tek şey durduk yere bir aksilik çıkarıp onu yormanın korkusuydu... Bu yüzden bana yardım etmiş ya da etmemiş, hiçbirisi umurumda olmadı.
Dar kazağımı üstümden tamamen çıkartıp aynada görebileceğim şekilde arkamı döndüm, sırtımda gitgide yeşillenen büyük bir morluk vardı hem de omzumdan başlayıp bel çukuruma kadar iniyordu.
Günlerdir acısını yaşadığım şeyin bu kadar belirgin olduğunun farkında değildim hiç, muhtemelen Uygar boynumda görüp fark etmese ben bu ağrıyı yorgunluğuma bağlar ve izleri silininceye kadar halimi görmezden gelirdim.
Kapağı açıp soğuk jelden parmağıma sıktım, onu omzumdan başlayıp sırtımın kenarlarına sürmüştüm fakat hem canım yandığından hem de uzanmak zor olduğundan orta kısımlar biraz boş kalmıştı. "Yapacak bir şey yok," dedikten sonra kremin kapağını geri kapattım, aynada kendime bakmaktan kaçındığım için boş kelimeler oyaladı dilimi. "Kendi kendine geçerse geçer, geçmezse uğraşmayacağım."
Birden içimi, böyle tam göğüs kafesimin ortasını, kekre bir his yokladı; oraya tarifi mümkün olmayan bir burukluk yayıldığında, ağlama isteği de geldi peşi sıra. "Çok da umurumdaydı sırtımın morluğu," derken sesim bile istemsizce sendeledi, dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp burnumdan defalarca nefes aldım, bu esnada parmağımda kalan kremleri birbirine dokundurarak vakit de harcadım, sonra elimin ayasını alnıma bastırıp ağlamamak için kendimi tutmaya çalıştım, ama aynaya her denk geldiğimde biraz daha fazla nefret ediyordum kendimden. "Umurumda değil, gelsen de gelmesen de umurumda olmayacak..." Bileğimi burnuma bastırıp bu sefer de nefeslerimi kestim, ağlama dürtümü durdurur diye son umudumdu bu. "Ben hatalarımı üstlenebilirim, gelmesen daha iyi zaten... Daha iyi, hiç gelme."
Fakat çok geçmeden banyonun kapısı tıklatıldı, evde sadece ikimiz olduğumuzdan dolayı irkilmedim ama göz pınarlarımda biriken ıslaklık biraz tedirgin hissetmeme sebep oldu; kazağımı alıp hızlıca üstüme geçirirken aklımda olan tek şey yüzümdeki kırmızılığın ne kadar belli olup olmadığıydı.
"Yakut?"
"Efendim?"
"İçeri giriyorum."
"Gel."
Kapıyı araladı ve başını içeri uzattı, üstümdeki kazağı gördüğünde ise kaşları çatıldı. "Bitirdin mi sürmeyi?"
"Evet." Ellerimi suyun altında sabunla ovalayarak yıkadıktan sonra çamaşır makinesinin üstünden aldığım peçeteyle kuruladım. "Teşekkür ederim, çok iyi geldi krem."
İki yabancı gibiydik, şimdi elinde bol bir tişörtle yanıma gelirken Uygar hiç bu kadar mesafesini takınmamıştı bana karşı; ona bakmaktan çekinen bakışlarımı eline indirip "Bir şey mi oldu?" diye sordum.
"Sırtına bakacağım," dedi arada bir öksürüp düzelttiği pürüzlü sesiyle. "Sürebildin mi tamamen?"
"Sürdüm, bir problem yok."
"Bakabilir miyim?"
Biraz tutuk davranışlarla da olsa kazağımı hafifçe sıyırıp sırtımı ona gösterdim, ardımdan yaklaşıp elini belime koydu ve dokundu, kontrol ederek yaptığı için davranışları korkutucu değildi; ancak sırtımın orta kısmına gelip oraya elini sürttüğünde kuru yerleri fark etmiş olmalı ki gözlerini aynadan bana dikti. "Her yerine sürmemişsin?"
"Fark etmemişim herhalde."
İfadesi saniyeler içinde katı bir hale büründü, yanımdan uzanıp kremi alırken sertçe alıp verdiği nefesler gideceği yeri çok iyi biliyormuş gibi omzuma çarptığında kirpiklerimin altından ona bakmak biraz eziyet gibi hissettirdi.
"Çıkarıyorum kazağını." Haber verir gibi söylemişti, ben herhangi bir itirazda bulunmadığımda dar bodyi kenarların kavrayıp yukarı kaldırdı; ona yardımcı olmak isteyerek kollarımı kaldırdım ben de. Uygar canımı yakmadan beni sadece iç çamaşırımla bıraktığında, ilk başta uzun zamandır beni böyle görmediği için olsa gerek ikimiz de biraz çekindik, o benden bakışlarını kaçırdı ben ondan.
Üstelik duyabildiğim tek şey de nefes seslerimizdi.
Ama sonra zaman her şeyi normal kıldı, şimdi karşısında gerçekten ağlayamam, ama ağlayacağım kadar da zaten her şey normaldi bir zamanlar.
Ellerimi lavaboya sarıp sıkıca tuttum, Uygar parmağına aldığı kremi kibarca sırtıma sürdüğünde en azından merhametine dair bir şeyler hissedebildiğim için sevinecektim neredeyse.
İşine odaklı halde sırtıma bakmayı sürdürdü. "Nasıl oldu bu?"
"Düşmüştüm sanırım," diye geçiştirmeye çalıştım.
"Nerede düşmüştün?" derken parmaklarını sırtımda gezdirmeyi bırakıp bakışlarını aynadaki yansımadan üstüme dikti, uzun boyundan dolayı ve ben de yorgunca öne eğildiğim için Uygar biraz aşağı bakıyordu. "Açık konuş, cevabını taksit taksit almayacağım Yakut."
"Geçen gece işte, Okan'la konuşuyordum."
O geceyi hatırlayınca kaşları daha da çatıldı, en başında benim orada olmamı hiç istememişti zaten. "Ne oldu da Okan'la konuşurken düştün?"
"Bana pek güvenmedi," deyip derince nefeslendim. "Sonra da merdivenlerden itti."
Kremi yaydığı parmakları kısa bir süreliğine sırtımda duraksadı, öfkeli bir hayretle aynadan beni seyreder haldeydi. "Pezevenk Okan itene kadar sen ne yapıyordun, savunmadın mı kendini?"
Sanırım o an pek de içimden gelen bir şey değildi bu; yaşayacağım düşüşün, çok da büyük bir problemle karşı karşıya kalmayacağımın farkında olduğum için Okan'ın beni itmesini büyük bir sorun haline getirip düşmemek için kendimi savunmaya çalışmadım. Bunun belirgin bir sebebi yoktu, canımın yanmasından korkmadım işte, belki de bir nebze ölmekten. "Hayır," dedim çekingen bir tavırla.
Uygar cevabından sonra başını omzuna eğdi, anlamaz halde bana bakıyordu, dudakları da seyrek bir hayretle aralık kalmıştı. "Sen ciddi misin şu an?"
"Evet."
"Yakut beni deli etme," dedi en sonunda benim gibi lavabonun mermerini sıkıca tutup, gözlerim oraya kaydığında tam elimin kenarından kavradığı yerde parmaklarının bembeyaz kesildiğini gördüm, üst kısımdaki damarları daha belirgin hale gelmişti, belli ki sinirliydi. "Derdin ne senin tam olarak? Okan seni merdivenlerden ittiğinde bile bile düşmeyi göze mi aldın gerçekten?"
"Sorun değildi."
"Sorun değildi, sen de birkaç metre düşeyim mi dedin Yakut, ne anlatıyorsun?" derken sesi biraz yükseldi.
Saçlarımı temiz elimle geriye itip dilimi kuru dudaklarımda dolaştırdım. "Düştüğüm yer altı yedi metre falandı, başımı da çarpmadım zaten-"
"Hesapladın bir de?" diye şaşkınlığını daha da belli etti, kaşlarını havaya kaldırmak yerine daha da çattı Uygar. "Düşünmek için vakit ayırdın yani buna? Kendimi nasıl korurum demedin, düşeceğin mesafeyi hesapladın?"
"Kendimi savunarak işleri riske sokmak istemedim sadece," dedim o günü hatırlayarak. "Zaten bana pek inanmamıştı, yalanım ortaya çıkmasın diye öyle o an müsaade ediverdim, yoksa her şey berbat olacaktı."
Bedenimi, onun kıskacı arasında geri çevirdim; elindeki kremi yırtar gibi koparıp aldığı peçeteye silen Uygar karşımdan ayrılmak yerine elini kazıyarak silmeye devam etti; çok öfkelenmişti buna, yine onu kızdırdığım için kendime de kızdım. "Uygar..."
Ama o sözlerimi tamamlamama izin vermedi. "İnsanlar seni hayatta tutabilmek için canla başla uğraşıyor," derken eğik başını ağır ağır bana kaldırdı, bunu söylerken öyle içten ifade etmişti ki bir an haksızlık ediyormuşum gibi hissettim. "Ama sen kalkmış burada bana Okan'ın beni itmesine müsaade ettim diyorsun." Kendi söylediklerinden sonra ademelmasını hareket ettirerek yutkundu, sakinleşebilmek için gözlerini kapatıp açtı. "Bunun ucu bucağı var mı Yakut?"
"Sadece o an öyle gerekti."
"Gerekmeyecek." Anlamamı ister gibi kaşlarını havaya kaldırdı, başını öne eğdi, yakın değildi aslında ama... bana göre fazlaydı. "Görev bilincini takın biraz," dediğinde korkudan içim titredi sanki. "Kendini savunmak diye bunu mu öğrettiler sana?"
"O an öyle gerekti, yoksa kendimi korumam gerektiğini elbette biliyorum."
"Ailenin evinde, odana girdiğim gece," deyip başka bir konu açtı bu sefer. "İçeri girdiğimi niye fark etmedin sen?"
"Uyuyordum çünkü," diye hayretle mırıldandım. "Bu nasıl bir soru ya?"
Uygar da tek bir adım geri gitmedi, üsteledi. "Nasıl bir soru olduğunu çok iyi biliyorsun, cevapla, niye fark etmedin?"
"Hiçbir şey bilmiyorum ben!"
"Niye benim geldiğimi anlamadın o gece?" diye saçmalığına devam etti.
"Çünkü uyuyordum, söylediklerimi aklın alıyor mu Uygar? Uyuyordum diyorum ya!"
"Ben gelmeseydim, benden sonra gelen adam için de aynı bahaneyi öne sürecek miydin?"
"Ben-"
"Yapamazdın!" dedi ürkünç bir öfkeyle. "Öldürecekti çünkü seni!"
"Uygar..."
"Seni öldürmek için o eve kiralık bir katil yolladılar, ama sen yatağında yorgun argın uyuyordun!" derken bu sefer sesinde ufak bir kırılma sezdim, gözlerinde bile sönük bir parlama belirdi hüzünden dolayı, elinde buruşturduğu peçeteyi hemen yanımdan lavabonun üstüne fırlattı. "Kirpiğinin ucuna kadar yakınındaydım ben senin, belki de o gece sen benim nefesimi çektin içine, o kadar yaklaştım ben sana!"
Titrek ellerimi ona mukayyet olabilmek için kollarına koydum, ellerimin altında gerilen kasları fazlasıyla sertti; öyle ki bedeninde toplanan hışmını da bileklerimden kavrayıp beni durdurarak gösterdi. "Fark ettin mi geldiğimi?"
Başımı yavaşça iki yana salladım, fark etmemiştim uzun bir süredir olduğum gibi o gece de bambaşka bir dünyadaydım; bir süredir ölüm teğet geçiyordu, fark edemiyordum.
Baş parmağını, tuttuğu bileğimin üstünden can damarına sürterek orayı okşadı. "Uyuyordun çünkü," dedi en sonunda sesini biraz kısıp. "Az sonra belki de son nefesini verecektin ama haberin yoktu."
Onun için ağlamıştım o gece, aklım karmakarışıktı, elimde son bir fotoğrafı vardı, yüzündeki yarayı düşünmüştüm tıpkı şimdi gözlerime çarptığı gibi, son gecemizi düşünmüştüm; oysaki elimi kolumu önceden yalnızca kurallar bağlardı ama Uygar'dan sonra, galiba biraz düşkün bir kadın oldum ki bu da felaketim oldu... Yavaş yavaş tükendim, ve bundan da utanıyorum.
Ben geçmişte takılı kaldım, bir adım bile ilerleyemedim hatta epey geri gittim; yaşadıklarımızı aşamadım, onu bir türlü atlatamadım, her şey üst üste bindi ben altında ezildim kaldım... O bunu anlayamıyor, ben de zaten hislerimi anlatmayı pek beceremiyorum.
Uygar iki yanımdan kavradığı bileklerimi havada tutmaktan vazgeçip yavaşça indirdi, tekrar arkamdaki mermere tutundum. "Ne yapıyorsun sen?" diye güçlükle fısıldadı, yüzü acı içinde kasıldı. "Ne yaptığını sanıyorsun Yakut?"
Dudaklarımı içe kıvırıp yakınlığıyla baş etmeye çalıştım, eğer şimdi kendimi düşünürsem daha da dibe batardım, bu yüzden sadece Uygar'ın varlığına odaklandım; gözlerini başka bir yere kaydırmamak için çabalar halde olduğu çok belliydi, sadece gözlerime bakıyordu, aslında bir süre sonra bundan da vazgeçmesi gerekliydi ama yapacak bir şey olmayınca suretimi seyre daldı. "Çabalayacağım," dedim ilk kez bir itirafta bulunarak.
Kaşlarını sinirle havaya kaldırıp sert bir uyarıya geçti. "Muhakkak yapacaksın onu," diye üstüne bastıra bastıra konuştu. "Benim derdim, asıl şimdiye kadar niye çabalamadığın?"
Karşımda kıpırdanan dolgun dudaklarında donakalan bakışlarımı korkarak yukarı kaldırdım, herhangi bir cevap veremedim.
"O gece niye kapattın kulaklarını?" Sesi yine güçsüzlükle kırıldı bir noktada. "Odana geldiğimde şarkı dinliyordun, uyurken yapmazdın sen bunu." Gözleri yine suratımı dolaştı. "Düşünmemek mi istedin yoksa?"
Yine cevap vermedim.
Uygar karşımda kısaca iç çekti, az önce ürkütücü şekilde katılaşan suratı yavaşça normal bir ifade aldığında parmaklarımı sıkıp bir kez sarılmamak için kendime hâkim olmaya çalıştım. "Nerde olduğunun, ne yaptığının farkına var Yakut," derken uyarısını iliklerime kadar hissettim. "Aklın bambaşka yerlerde." Nefeslendi, kolumu kavradı ve beni biraz daha kendine çekti. "Kendin için yaşamıyorsan bile," dedikten sonra dilini yavaşça dudaklarında gezdirdi. "Yaşamak için kendine başka sebepler bul." Gözleri ciddiyetle kısıldı. "Anladın mı beni?"
"Anladım," diye fısıldadım.
Üşüyeceğim kadar kendisini hızla üstümden çekip havlupanın üstüne attığı tişörtü bana uzattı, ısındığı için tişört sıcacıktı. "Krem kuruyana kadar bunu giy, ben içeride bekliyorum."
"Tamam, teşekkür ederim."
"Ne demek."
O çıktıktan sonra bana verdiği siyah tişörtü yavaşça üstüme geçirdim, sırtıma değmediği için kendi kıyafetime göre daha rahattı; hemen sonra yüzümü soğuk suyla yıkayarak üstümdeki vahim hali geçirmeye çalıştım, direncim eriyip bittiğinde bir avuç sudan çare aramak biraz gülünç hissettiriyordu ama ben çare olabilecek her şeye muhtaçtım, bu yüzden bundan sonra bir daha asla yanımda olmayacak olsa bile sevdiğim adamın avuntularına da sığındım.
İçeri geri döndüğümde, artık bir şeyleri kabullenmem gerektiğini bildiğim için biraz daha sessizdim; dikkatimizi çok dağıtmadan bir süre çalışmamızı sürdürmüş, sorgu üzerine konuşmuş, başka da bir şey yapmamıştık.
Hatta çoğunlukla birbirimize bakmaktan bile kaçındık.
Geçen her vakit, bir önceki anı birer hata kılıyor; bizi utandırıyor, uzaklaştırıyordu.
Saat yediyi geçerken bakışlarım camdan yansıyan güneş ışıklarında takılı kaldı, gösterdiğimiz çabanın boşa gitmesini istemediğim bir an yeni bir günün başlangıcına şahit olmak seyrek bir güç yükledi üstüme... Hala çabalamaya değer şeyler vardı.
Belki en sonunda Uygar olmazdı, ama yine de yaşayacak onca yıl ve koca bir hayat vardı.
Bazen her şey gözümün önünden silinip gidecek gibi hissediyorum, zaman alıp başını gidecek ve ben zamanla mekânın dışında bir başıma kalacağım... Artık rüyalar bile olmayacak gözlerimin önünde, yavaşça zayıflayacak bilincim, böyle böyle öleceğim.
Ama tam da şimdi olduğu gibi, yeni bir güneş ışığını tüm kuvvetiyle üstümüze yansıtıp güne bir aydınlık düşürüyor; sanki hala sebeplerimin olabileceğini göstermek ister gibi karşımda oturmuş ciddiyetle işini sürdüren Uygar'ı işaret ediyordu... O zaman anlıyorum, gözlerimi boşluktan sıyırıp kendine çeken birisi var karşımda, hiç böyle ölünür mü?
Sonra güneş biraz daha doğuyor, gözlerimi kamaştırarak ışıltısını bana doğrultuyor ve bambaşka bir şeyin farkına varıyorum; peki ya ben, sadece biraz daha çabalamış olsam, kendi başıma yaşamaya değmez miyim?
Ben de güzel bir hayat için sağlam bir sebep değil miyim?
Artık gitmem, kendime düşünmek için biraz vakit ayırmam gerekliydi; sandalyeden ayaklanıp yere ayak bastım. Kalktığımı fark eden Uygar da elindeki kalemi bırakıp bakışlarını bana çevirdi. "Bir şey mi oldu?"
"Gidiyorum."
Kaşları çatıldı. "Nereye?"
Elimi kaldırıp yan tarafı işaret ettim sakince. "Eve."
Ama anlamamış gibi çatık kaşlarıyla suratıma bakmaya devam etti, söylediğim şeyi algılamasını bekledim; çok geçmeden kızgınlıkla alnını ovaladı ve "Anladım," diye mırıldandı. "Bir an-" dese bile sözlerinin devamını getirmemişti.
Bir an ne, diyecek oldum, demedim.
Bir an hep burada, yanında kalacağımı mı sandın yoksa?
Keşke, ama muhtemelen kısa bir süre sonra pişman olurdu bundan.
Sandalyeyi düzgünce yerine bırakıp dosyaları da toparlamaya giriştim. "Gecikmeden hazırlanırım," derken ne ara bu kadar evrakı dağıttığımı düşünüyordum. Uygar ellerime uzanıp beni durdurmaya çalıştı. "Tamam onları toparlamana gerek yok, bırak."
"Olsun, dağınık kalmasın."
"Ben hallederim."
"Ama ben dağıttım." Toparlamaktan bir türlü vazgeçemedim, hepsini intizam içinde dizerken bunu yapmak içimi de rahatlatmıştı acıkası, beni düzenlemekte ısrarcı kılan bir diğer sebep de buydu; her ne kadar öne eğildikçe canım acısa da bir türlü bırakamadım.
Uygar neredeyse hepsini bitirdiğim vakit geniş avucunu karnıma koyup beni biraz geri çekti, sabrımın taşmasına çok az kalmıştı haberi yok; madem aynı yerde ayrılmış olarak devam edebileceğimiz safsatasına beni inandırmaya çalışıyor, o zaman elleri neden mütemadiyen bende geziniyor?
Bıkkın ve yorgun bir bakışla saçlarımı önümden geri çekip nefeslendim. "Sırtın şu haldeyken yapmana gerek mi var, ben senden böyle bir şey mi istedim?" diye rastgele bir sinirle konuştuğunda, ellerimi yüzüme kapatıp bir süre öyle beklemek zorunda kaldım.
Halim onu daha da meraklandırdı. "Yakut, bir şey mi oldu?"
"Hayır." Ellerimi suratımdan çekip başımı iki yana salladım, gerginlikle burnumu çektim ve kendimi zorlayarak ufacık bir tebessüm ettim. "Hayır, bir şey olmadı."
Soğuk gözleri, mesafesini korusa da bir süre ilgiyle üstümde gezindi; artık birbirimizde gizli olanları anlar mıyız, anlamaz mıyız bilmiyorum, biraz da zamanın işi bu... Konuşmasına müsaade etmeden "Neyse," deyip birkaç adım arkama ilerledim. "Ben artık gideyim, birazdan çıkarız nasıl olsa hazırlanmam lazım."
"Hazırlan bakalım."
Uygar beni bir misafir uğurlar gibi kapıdan geçirdi, arkamı sürekli kontrol ede ede yan daireye geçtim; hatta kapının şifresini girerken orada olup olmadığını bilme ihtiyacıyla kavrulduğum için birkaç defa yanlış tuşa bastım. Neyse ki daha fazla kendimi batırmadan kapıyı açabildiğimde ona selam vermeli miyim yoksa bana kızgınlığının biraz daha zamana ihtiyacı var mı bilemediğim için uzun uzun düşündüm... Bakışlarım son kez ona kaydı, sırtını yasladığı kapı pervazına başını da yaslayıp kollarını önünde birleştirdi ve dalgın gözleriyle içeriye girmemi bekledi.
Gözyaşlarım artık tutamayacağım raddeye geldiğinde, susmanın daha iyi bir seçenek olduğuna karar verip önüme döndüm ve eve girdim; elim bir daha yüzüme gitti ve nefesimi kesecek kadar orada beklediler.
Göğsüm kesik kesik kalktı indi. "Yapacağım," dedim kendime bir gerçeği daha hatırlatarak. "Yapabilirim." Elimi burnuma bastırıp bir süre daha sarsılarak ağlamamı devam ettirdim, çok üzüldüğüm için aslında biraz da rahatladığım için bu kadar sık ağlıyordum. "Ben de tutunabilirim."
*
:')
Bölümü geciktirdiğim için çokça özür dilerim, geçen süreçte en azından 1 bölüm stokladığım için bundan sonraki bölüm açısından daha az gecikeceğimi düşünüyorum, hatta size ufak bir alıntı da bırakmak istiyorum, biraz daha aşağılarda onu bulacaksınız.💝
Yakut sizce Uygar'ı kazanmadan önce kendini kazanabilecek mi? Bunun daha gerçekleri öğrenmesi var, işte o zaman ne yapar bilmem fkahksja
Ve bunca yakınlıktan sonra tahmini ne zaman kafayı yerler? Mümkünse ben yemeden olsun bu...
Aklımda Yakut'un basbayağı çıldırdığı bir sahne vardı ama çok erken olmasını istemediğim için yazmadım, ay ben o kadar çok sahnenin hayalini kurup erteledim ki anlatamam... Ama zamanla hepsini yazacağım, bir süre bu uzak gibi olan yakınlığı yaşamak zorunda kalacaklar ne yapalım yani ayrılmasaydınız.
Gelişigüzel yaşadığım gibi kitabı da şu anlık fazlasıyla gelişigüzel yazıyorum, bir nevi yaşıyorum, o an neyin olma ihtimali varsa öyle ilerliyor her şey, umarım yavaş ilerlediğini düşünmüyorsunuzdur 😓
26. bölümün içeriğinden şurada kısaca bahsedeyim mi? Bu sefer evde değiller, iş başındalar ve onları iş başında yazmak da çok keyifliydi... İnşallah siz de beğenirsiniz 😥
Sizleri seviyorum, güzel günler diliyorum, hoşça kalın ve kendinize çok iyi bakın! 💝
26 - ALINTI
Dosyalarını ayarlayan Uygar, inceleyici bakışlarını üstümde dolaştırarak sorgu odasının kapısına ilerledi, peşinden ilerlerken yiten özgüvenimi bir an tekrar kazandığımdan mı bilmem "Çok bakıyorsun," diye mırıldandım ona, bu söylediğimden belki şimdi değil ama saatler sonra pişman olacak olsam da söyleyiverdim işte.
Uygar'ın eli kapı kulpunda kaldı. "Kontrole ihtiyacın var," dedi son zamanlarda daha sık kullandığı kısık, pürüzlü tonuyla.
Kulpu yavaş yavaş indirirken, henüz açılmamış kapıdan önce benim geçmeme müsaade edecekmiş gibi yan çevirmişti bedenini. Yine, bile isteye ve biraz da kaderin iteklemesiyle, fazla yakındık; kapıya ilerleyip hemen yanında durdum ve çok değil, sadece biraz başımı ondan yana çevirerek hoş yüzüne baktım, bir türlü dokunmaya cesaret edemediğim yara izi bile -ki zaten bunu yapmam da saygısızlık olur gibi geliyordu- ona tek bir gölge düşürmemişti.
"Sence görev için yeterli miyim peki?" diye merakla fısıldadım.
"En son şahit olduğum marifetlerini birazdan kanıtlayacaksın." Sanırım o da aramızdaki mevzuları geri plana atmıştı, ayrılığın bizim işimizi bozamayacağını zaten en başında o söylemişti. Kapıyı açtı, başıyla içeriyi işaret etti. "Buyurun, Yakut Hanım."
Resmiyet takınmamız gerektiğini bildiğimden bir nevi onu taklit ettim. "Teşekkürler, Uygar Bey." Ve fazla geriye çekilmediği bedenine kâh yanlışlıkla değerek kâh içtenlikle çekilerek sorgu odasına girdim.
"Ne demek," diye mırıldandıktan sonra peşimden geldi Uygar da.
🎉🎉🎉
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.56k Okunma |
1.44k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |