Nesrin Sipahi - Ayrılsak da Beraberiz
Beraber sorgu odasına girdiler, onlar gerçekten iki iş arkadaşı ve hangi davranışları iş gereği hangileri içten geliyor bilemeyiz :')
Keyifli okumalar dilerim...
-
Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmediğim bir vakitten sonra, ilk kez kendimle ilgili bir şeye özen göstererek üstümdeki siyah elbiseyi iki yanından düzelttim; bedenime yapışan ve beni sıkıca saran elbise aslında farklı bir kıyafetti ama beni tanıyan birisi görse muhtemelen yine aynı şeyi giydiğimi düşünebilirdi. Bu düşünceye Uygar'ın da kapılmasından korktuğum için biraz endişelendim ama sonra zaten uzun süredir birbirimizi görmediğimiz aklıma gelince, silindi gitti endişelerim... O kadar da önemli değildi.
Dizimin bir parmak altına inen elbisenin uçlarını düzelttikten sonra elektriğini aldığım dalgalı saçlarımı iki yanıma bırakıp üstüme siyah bir kaban geçirdim, aynada gezinen gözlerim artık tamamen hazır olmamdan dolayı hareketsizce yere kaydı ve bir süre orada takılı kaldı; kabanın kuşaklarını dalgın dalgın sallayarak bir süre boş bir kafayla zemini seyrettim.
Artık çıkmam gerektiğini fark edince de siyah topuklu ayakkabılarımı giyip sessizce evden ayrıldım.
Ben kapıyı örttüğüm an yan tarafımdaki dairenin kapısı da eş zamanlı kapandı ve karşıma, uzun zamandır onu içinde görmediğim takım elbisesiyle Uygar çıktı; içindeki beyaz gömleğinin aksine her şeyi benim gibi simsiyahtı, hatta doğru düzgün bağlayamadığı kravatı bile öyleydi.
İstekli, ama istediğini belli edemeyecek kadar korkak gözlerimi kısaca üstünde dolaştırdıktan sonra onu rahatsız etmemek için yere çevirdim; kapının tamamen kapandığını belli eden sesi duymamın ardından, onun tok sesi ilişti kulağıma. "Hazır mısın tamamen?"
Yerdeki bakışlarımı bir daha usulca ona kaldırdım, uzun zaman sonra bu derli toplu halimi ilk defa görüyordu; ama yine de bakışlarında hiçbir şey değişmedi, ben de zaten tepkisinde değişen bir şey var mı yok mu takip etmeye devam etmeden bir daha kaçırdım bakışlarımı ve soğuk bir tavırla yanına ilerledim, bu kızgın olduğum için değildi sadece içimden böyle davranmak geliyordu.
Onu rahatsız etmekten çok korktuğum için elimden geldiğince alışmaya çalışıyordum işte, hiç istemesem bile kendimi beraber geçireceğimiz bir ayrılığa alıştırıyordum içim acıya acıya.
Yanıtsız kalan sorusunu, sanırım biraz gecikerek cevapladım. "Hazırım," dedikten sonra bakışlarımı Uygar'ın takım elbiseyle ihtişama bürünen bedenine çevirdim, dikkatim görünümüne biraz gölge düşüren kravatta takılı kaldı bir süre. "Sen?"
Ne garipti ki, ikimiz de birbirimizi görüyorduk, hazır olup olmadığımızın zaten farkındaydık; kelimelerimiz sadece sessizliği gıcırdatan beyhude seslerdi, biraz da onu duyabilmek için ortaya atılmış bahaneler... "Hazırım," dedi ufak bir öksürükle konuşmasını düzeltmeden önce. "Çıkalım mı artık?"
Kendime engel olamadım. "Kravatın biraz yamuk olmuş sanki," diye mırıldanırken, işaret parmağımla boynunu işaret ettim.
Uygar acele bir nefes alıp elini ortaya attı ve bir süre düğümü çekiştirdi. "Uzun zamandır takmamıştım," deyip açıklamaya girişirken bu durumun pek de umurunda olmadığı belliydi. "Yapamamışımdır işte, dert değil o kadar."
Tek omzumu belli belirsiz silktim, nasıl olsa yamuk bir kravatı da iyi taşırdı o... Aptal, hala sadece benim olsa onu hiç kimseden kıskanmazdım ama şimdi benden uzak duran bu haliyle yamuk kravatı bile sinirimi bozabilecek kadar yakışıklıydı. "Peki, sen bilirsin."
Yine konuyu geçiştirir gibi pervasızca konuştu. "Tamam, çıkalım artık hadi."
Ve yıllar önceki gibi, sanki bunu bir daha yapabilecekmişiz gibi, dalgınca bana elini uzattı... Tutmam için.
Gözlerim gözlerinde takılı kaldı, birden çatılan kaşlarımın altından ona donuk bir bakış attım ama bir yandan da ellerimi sakince kabanımın ceplerine sıkıştırdım. Yaptığı yanlışın farkına çabuk varacağını bildiğim için bana sadece bozulan suratıyla beraber hatasını fark edip kendisini düzeltmesini seyretmek kaldı; Uygar elini bir defa hafif bir yumruk yapıp parmaklarını sıktıktan sonra geri çekilmişti.
Yüzü boz bulanık bir hal aldı, elini benim gibi üstündeki kısa kaşe kabanın cebine sıkıştırırken kaşları da kızgınlıkla çatıldı, önüne döndü ve daha da hiçbir şey söylemedi.
Onun yerine, sessizliğe gömülen binadaki uğultuda kaybolacak kadar az bir sesle ben konuştum. "Çıkalım."
Uygar başını aşağı yukarı sallayıp onayladıktan sonra ön taraftan merdivenlere yöneldi, ben de peşinden hareket etmiştim ki ardımdan işittiğim ıslık sesiyle bakışlarım arkaya çevrildi.
Geriye dönüp baktığımda üst kattan sallana sallana inen Tekin ve Reha'yla karşılaştım, sabahın erken saatine rağmen ikisi de hazırlanmış büyük ihtimalle sığınağa gidiyorlardı.
Tekin şiş gözlerini ovaladıktan sonra sarı saçlarını geri yatırıp mahmur bir tavırla gülümsedi. "Günaydın," derken uykulu halinden dolayı sesi sallantıdaydı, bu uyuşuk hali hemen ardındaki Reha'nın sinirini bozmuş olmalı ki arkada durmaktan vazgeçip Tekin'e çarparak öne geçti ve çıkışa ilerledi, gerisinde ise derin bir nefes alıp her şeye rağmen sakin kalarak sinirini koruyan Tekin kaldı.
Gözlerimi kapatıp açarken sabah sabah aksiliği tutan Reha'ya ters tepki vermesin diye ufak bir tebessüm takındım; Tekin beni merak edip eve kadar gelirken, bana moral vermek için gerekmediği halde iltifat ederken ben de en azından ona karşı biraz daha ılımlı olabilirim diye düşündüm, normalde hızlı samimiyetleri seven birisi değildim pek... ama bu aralar galiba buna biraz ihtiyacım vardı. "Günaydın Tekin."
"Neyse..." deyip omuzlarını geriye doğru gerdikten sonra son basamağı da indi ve modunu hemen düzeltti. "Sorguya mı?" derken binanın kapısından ayrılan Uygar'ı işaret etmişti kaşlarıyla, gözlerini açmakta hala zorluk çektiği belliydi.
"Evet."
Aşağı indikçe üstüne çarpan soğuktan dolayı üstündeki ceketin önünü sıkıca kapattı. "Off," deyip sabah ayazına karşı sızlanırken yüzünü de memnuniyetsizce buruşturmuştu. "Siz şimdi sıcacık sorgu odasında Mürsel'in amına koyacaksınız-"
Sözünü hızla kestim, çünkü söyledikleri beni biraz dehşete uğratmıştı. "Öyle bir şey yapmayacağız."
"Bilemeyiz, belki Uygar yapar." Hemen sonra benim için ağır kapıyı aralayıp eliyle dışarıyı işaret etti Tekin. "Yapar mı yapmaz mı bir sor sen."
"Asla sormam."
"E izlersin o zaman." Yine gevrek gevrek gülüp dişlerini birbirine sürttü, hatta tek gözünü kırptı. "Ben de orman sınırında oturup oram buram donarken Reha'nın ağız burun bükerek hackerlık yapmasını izleyeyim." Kaşlarını çatıp Uygar'ın yanında bekleyen Reha'ya ters bir bakış attı. "Bundan da bir iş istiyorsun iki saat lafını yapıyor, ne biçim insansın lan sen?"
"Sızlanman bitti mi?" derken başını hafifçe öne yatırıp uyarırcasına gözlerini kıstı Reha. "Bittiyse artık gidebilir miyiz? Uyandığından beri ne gözlerini açtın ne de şikâyetin bitti, zor geliyorsa bas istifanı Tekin."
"Aynısını ben sana söyledim, sürekli ergen çocuklar gibi oflayıp pufluyorsun."
"Rüyanda bile bana dümdüz küfrediyordun çünkü," deyip gözlerini kızgınlıkla kıstı Reha, bu esnada ellerini ceplerine sokup çenesini yakasının içine gizledi, bizim aksimize onlar daha rahat kıyafetler tercih etmişlerdi.
Bakışları, yan durduğu için bakış açısında kalan ormanda gezinen Uygar ise esen rüzgârdan ötürü kirpiklerini kısıp "Onun rüyasını nereden biliyorsun sen?" diye sordu, sesi hala sertti, en alakasız konuyu bile fazlasıyla agresif karşılıyordu, keşke ona bir kere sarılıp kalbini yumuşatabilseydim belki o zaman eski güler yüzü yerine gelirdi.
Tekin cebinden çıkardığı sigara paketini havaya kaldırıp Reha'yı işaret etti, bu esnada atik bir hareketle paketin kapağını da aralamıştı parmaklarıyla. "Gece beni çağırdı gel nöbetleşe çalışalım ekrana bakmayı artık kafam kaldırmıyor dedi, ben de iyi niyetimle gittim sabaha kadar şu kesik parmağın izini aratıp durduk, hatta yurt dışındaki veri tabanları için sınır ötesi operasyonlar birimiyle iletişime geçelim dedik." Parmağı arasına aldığı sigarayı yoksuzluk krizine girmiş gibi aceleyle dudağına yaklaştırdı, öfkeli bir suratla Reha'ya bakmaya devam ediyordu. "Sabaha kadar iflahımı kuruttu bunun sistemi! Oğlum anlamıyorum işte ben internetten en fazla kaçak siteden maç izlemeyi biliyorum diyorum, yok efendim işimi onun istediği gibi yapacakmışım." Şikayetleri arasında başını öne eğip sigarasının ucunu ateşledi ve derin bir duman çekti içine, hemen sonra anlatmaya devam etmişti. "Yapamıyorum kardeşim, bu kadarım ben anladın mı?"
Reha, uzun uzun dinlediği şeylerden sonra baygınca alnını sıvazladı ve sonrasında, Tekin'i yok sayarak Uygar'a döndü. "İşte sonra uyuyakaldı, rüyasında da bir ton küfretti öyle haberim var yani başka bir mevzu yok." Göğsünü şişirip yorgunca nefeslendi Reha, fazla sıkılgan baktığı için yine acaba bizden mi sıkıldı yoksa genel hali mi böyle çözemedim bir türlü. "Siz ne yaptınız, ayrı ayrı çalıştınız herhalde sorguya?" Uygar'dan bana doğru kaydırdığı gözlerini kısaca üstümde gezdirdi. "Yine de yolda bir beraber üstünden geçin, ayrı ayrı halledemezsiniz."
Kaçamak bakışlarımı Uygar'a çevirdim, o da gözlerini kapatıp burun kemerini sıktıktan sonra normal bir şeyden bahseder gibi Reha'ya döndü, onu cevaplarken bana hiç bakmamıştı. "Beraber çalıştık biz, sıkıntı yok."
Ve Tekin, duyduklarından sonra yeni bir şarkıyla araya karıştı. "Sade gözden ırağız biz, alev alev çırağız biz," derken dudaklarında sarhoş bir tebessüm vardı, dumanını serseri bir tavırla üfleyip bedenini öne doğru büktü; soğuk ince ceketinden geçtiği için duruşundaki kamburluğu üşüdüğüne bağladım, ya da sabahın erken saatine rağmen birden arabesk tavırla mırıldandığı şarkıdan böyle keyif alıyordu, öyle ki sigarasını bile içmeye ara vererek parmakları arasında bekletmişti. "Ayrılsak da beraber, ayrılsak da beraberiz..."
"Sana çok kolay gelsin Tekin, iyi günler." Kollarımı önümde bağlayıp ona hafifçe sırt döndüm, bu tam karşıma Uygar'ın çıkmasına sebep olduğunda parmağımın tersiyle burnuma dokunup çekingenlikle yutkunmuştum.
"Teşekkürler, sana da."
"Sabah sabah başımızı şişirme," deyip arabaya yöneldi Reha, üstündeki siyah yağmurluğun kapüşonunu de sertçe kafasına geçirmişti. "Daha çok işimiz var, yürü."
"Emir büyük yerden." Tekin sigarasından son bir yudum alıp onu yere atacak olduğunda kollarımı çözüp engel olmak niyetiyle havaya kaldırdım. "Ne yapıyorsun ya?" diye hayretle soruşuma karşın şaşırarak bana döndü. "Ne yapmışım ki?"
"Herhalde yere atmayacaksın sigaranı?"
Bir süre boş bakışlarla suratımı takip ettikten sonra sigara izmaritinde gezdirdi gözlerini. "Yoo, onu nereden çıkardın?" derken kaşları çatılmıştı ama hala fazlasıyla pervasız bakıyordu. "Çöpe atacağım tabi ki de."
Rahatça geri çekildim. "Bence de, öyle yap."
Tekin soğuktan dolayı burnunu çekti, sanırım gerçekten yere atacaktı ki onu durdurduğum esnada biraz dumura uğramıştı, kendisini hızla toparladıktan sonra hafifçe öksürerek Uygar'a döndü. "Sana da hayırlı olsun kardeşim, uzun zaman sonra ilk kez adama benzemişsin."
Sessizliğini sürdüren Uygar, dakikalar sonra ifadesiz suratını bizden tarafa çevirdi, Tekin'in söylediklerini pek umursamış gibi görünmediğinden yalnızca "Eyvallah," diyerek karşılamıştı onu, sanırım o da böyle görünmeyi seviyordu hatta eski maskeli halinden kendisi de memnun değildi, yoksa bu şekilde sakin bir tepki vermezdi Tekin'in alaycı sözlerine.
"Ama şu kravatına bir el at, unuttun mu ne yaptın hiç becerememişsin." Tekin dirseğini vurarak benim kolumu dürttü. "Yapmayı biliyorsan sen düzelt şunu, gören de hayatında hiç kravat bağlamış sanacak."
"Tamam Tekin, işine bak artık sen." Bir elini alnına koyup iki taraftan şakaklarını sıvazladı Uygar, geceden beri onu yorduğum gerçeğiyle yüzleşerek bu halini seyretmek işkenceden başka bir şey değildi benim için, bu yüzden suratımın düşüşüne engel olamadım.
Tekin, bir elini cebine soktu ve geniş omuzlarını soğuktan dolayı kendine doğru çekti, bize bakarak yavaşça geri adımlarken arabaya ilerler haldeydi; dudaklarını aralayıp bir şey söyleyecek olsa da yukarı süzülen buharı son anda Reha'nın camdan seslenişi kesti. "Oyalanma lan gel artık şuraya, on saat seni mi bekleyeceğiz biz her yerde?"
Yanından geçtiği çöp kutusuna nişan alarak, hafif sigarayı isabetli bir şekilde oraya fırlattı Tekin, sonra eliyle arkadaki arabayı işaret etti. "Bunu bir evinde ölü bulursanız direkt hiçbir yere uğramayın gelin beni tutuklayın tamam mı?" İki parmağını hafifçe alnına değdirerek kısa bir selam verdi ve sonra arabaya daha hızla ilerledi. "Hadi eyvallah."
O gittikten sonra beklenti içinde, dudaklarımda beliren gizli tebessümü görmesin diye kendimi durdurarak Uygar'a döndüm, bakışlarım üstüne değdiğinde onu Tekin'in sözünü dinleyerek boynundaki kravatı kabaca sökmüş ve kravatın düğümünü açarken bulmuştum. Dudakları sessiz bir homurtuyla kıpırdanırken açtığı düğümü sinirle çekiştirdi, yaptığı şey konusunda pek de başarılı değildi.
Sabah ayazının tüylerimi ürperteceği kadar öylece bekledikten sonra bunu sürdürmeye dayanamayarak elimi sert ellerinin üstüne koydum, Uygar ona dokunmamla duraksadı ve dikkati çabucak bana kaydı. "Ben yapayım istersen?" dediğimde ise şaşırtıcı bir şekilde itiraz etmemiş ve söz dinleyerek kravatı bana uzatmıştı ama yine de herhangi bir cevap vermedi.
Bu kadar soğuk olduğumuz için kalbim çok kırıktı, artık daha fazla özür dilememi istemediği için ben de normal davranmaya çabalayarak üstüne gitmiyordum, ama bir yandan da ona çekilmeye engel olamayan bir yanım vardı.
Kravatı aldıktan sonra çantamı ona uzattım. "Tutar mısın?"
"Tutayım," diye pürüzlü tonda mırıldandı; sanki eskisi gibi evimizden ayrılmışız, eskisi gibi beraber işimize gidiyormuşuz da kapıda alelacele son hazırlığımızı yapıyormuşuz gibi alışkanlıkla çantamı tuttu ve kravatını düzeltmemi bekledi sessizce, düğümü çözüp tekrar katladıktan sonra bir yumrunun oturduğu boğazımı rahatlatmak için sertçe yutkundum. "Şöyle alttan geçireceksin," deyip ona kravatı anlatırken, en azından unuttuklarını hatırlasın da bir daha ben yapmak zorunda kalmayayım diye söylemiştim bunu.
Uygar parmağının ucuyla sersemce kaşını kaşıdı. "Boyunu ayarlayamayınca bir daha uğraşmadım, yoksa biliyorum hala."
"Sıktığın için düzeltemedin galiba, biraz buruşmuş kravat."
"Sıkmışımdır."
Başımı kaldırmadan gözlerimi yukarı kaydırıp çekingen bir bakış attım yeşil gözlerine. "O kadar çok sıkmazsan boyunu da rahat ayarlayabilirsin."
"Anladım," diye soğuk bir tavırla cevapladı beni. "Bir dahakine dikkat ederim."
"Hı hı, dikkat et." Kravatla işimi bitirdikten sonra beklenti içinde Uygar'a geri döndüm. "Takayım mı?"
Sorumdan sonra söz dinleyerek başını hafifçe bana doğru eğdi, ben de bir adımla aramızdaki mesafeyi azalttım ve kravatı sadece kravatı düşünmeye çalışarak boynuna geçirdim, şimdi ferah kokusu da gözlerimin önünde bekleyen yara izi de fazla yakınımdaydı; sabırsızca dudaklarımı birbirine bastırıp içe kıvırdım, bu kadar yakınımda olunca daha fazla istiyordum onunla ilgili şeyleri, mesela onunla ilgili bir şeyler dinlemeyi.
Gittikten sonra neler yaptığı, ona açtığım beladan nasıl kurtulduğu, tüm zaman boyunca nasıl hissettiğine dair fazla merak içindeydim; bir yandan da o günlerin bahsini açmanın her şeyi daha kötü hale getirmesinden korktum, ki öyle olacaktı, hatırlamak onu benden daha da uzaklaştıracaktı, zaten fazla konuşamaz haldeydik.
Sessizliğimi sürdürüp bana eğdiği boynuna kravatı nazikçe geçirdim, gömleğinin yakasını düzeltmeyi ve düğümü sıkmayı da bana bıraktığı için tekrar uzaklaştığında geriye sadece yeşil hareleri kaldı, bana bakıyor ama ne hissettiğini hiç anlatmıyordu.
Biraz geriye çekilerek gömleğinin dik yakalarını indirdim ve siyah kravatın boyunu ayarladım. "Şimdi bitireceğim," diye ona da haber verdim hatta, belki biteceğini bildiği için rahatlar ve benimle bu kadar yakın olma eziyetini daha fazla çekmezdi.
Uygar beni cevaplamadan önce yutkundu, ademelması gözlerimin önünde yavaşça aşağı kaydı. "Acele etmene gerek yok, düzgün olsun," dediğinde sözlerinin bana sunduğu rahatlıkla hızımı biraz azalttım ve incecik mırıldandım. "Hıhım, tamam zaten düzgün yapmaya çalışıyorum."
Ama hala bana bakıyordu, ben de gözlerimi kravatta tutmakta gitgide zorlanmaya başladım, kirpiklerimin altından kimi zaman kaçamak halde onu kontrol ettim fakat cesaretim zamanla kırıldı, orada sabit tuttuğu sert ifadesiyle karşılaşmaya tahammül edemedim.
Kravatı tamamen bitirdiğimde, Uygar da alışkanlıktan olsa gerek elini boynundaki düğüme attı ve iki yana hareket ettirdi; parmaklarımı çekip de çok çabuk uzaklaşmadım, bahanelere ihtiyacım vardı ve bu halimiz bana geçmişi yaşıyormuşuz gibi hissettirmişti; ben hala kocasının görünümünü önemseyen sevgi dolu bir kadındım sanki, ve o da kendisine buyruklarda bulunan karısının sözünden çıkmayan sadık bir adam.
Parmaklarımı kravatının düğümünü düzeltmek için boynuna getiren Uygar'ın soğuk ellerinin altından yavaşça, aslında bunu pek de istemeden kaydırdım; bilmiyorum, belki bir hayali yaşıyor da olabilirim, ama sanırım o da son bir bahanesini kullanarak daha da kapandı geri çektiğim ellerime, bırakmak istemezcesine... Sadece öyle hissettim.
Nihayetinde, onun sıcaklığından sıyrıldıktan sonra sabah ayazının çarptığı elimi diğer parmaklarıma sarıp bakışlarımı kaçırdım. "Oldu," derken gözlerim birkaç saniye kaldırımdaki salyangoz böceğinde takılı kaldı, duruyor mu yoksa yavaş da olsa hareket mi ediyor bu konuda herhangi bir fikir edinecek kadar uzun süre oraya bakamadım, tekrar Uygar'a döndüm.
Çatık kaşlarının altındaki yeşil gözlerini bir kez yüzümde dolaştırdıktan sonra başını öne eğip kaldırdı ve "Sağ ol," diyerek son zamanlardaki mesafesini takındı.
"Rica ederim," diye fısıldadım ve kelimeler bundan sonra aramızda eriyip gitti.
-
Sessiz bir yolculuktan sonra sorgunun gerçekleşeceği yere geldik, buraya daha önce Şehlevent'in davasının görüldüğü zaman da gelmiştim, bu yüzden tanıdık binayla karşılaşınca yabancılık hissetmedim; korunaklı bölgenin beton zeminin çevresi tel örgülerle çevriliydi, pek çok askeri personel sınır yerlerde nöbet tutuyordu.
Binaya uzak kalan açık otoparka arabayı bıraktıktan sonra ikimiz de indik, gitgide berraklaşan hava her şeye rağmen soğuktu, bu yüzden ayaz yüzüme sert vurdu, kabanım iki yanımdan savrulurken sabit tutmak yerine uçmalarına izin verdim.
İçerideki güvenlikten geçerken teşkilata ait kimlik kartlarımız ufak bir incelemeye alınmış, hemen sonra bizi karşılayan askeri personellerle güvenli bir geçiş sağlamıştık. Daha önceden buraya geldiğim için tanıdığım Ömer Komutan, karşıdan gelirken ilk önce mesafeli bir tebessümle baş selamı verdi ve yavaşça elini uzattı. "Hoş geldiniz Yakut Hanım."
Ben de hafifçe gülümsedim. "Hoş bulduk Ömer Bey."
Onunla konuştuktan sonra diğer tanımadığım askerle de el sıkıştım, bu esnada kendimi tanıtmam gerekmişti. "İstihbarat teşkilatından, Yakut Yalınkılıç."
"Memnun oldum, hoş geldiniz."
"Sağ olun."
Uygar, Ömer Komutanı sima olarak tanımıyordu; bu yüzden elini uzatıp tokalaşırken "Uygar Özkurt," diyerek kendisini kısaca tanıttı, kullandığı tok ses ve vakur tavrıyla Sarraf kimliğini yavaş yavaş üstünden silerken aramızdaki soğukluğa rağmen bana rahat bir nefes aldırmıştı. "Mürsel İzgi'nin devam eden sorgusunu istihbarat teşkilatı adına bundan sonra biz üstleneceğiz."
"Anladım," dedi Ömer Komutan, otuzlarının başında bir adamdı, koyu kahverengi saçlarını sağa doğru taramaktan hiç vazgeçmediği onu tanıdığım önceki hallerinden dolayı fazlasıyla belliydi. Uygar'la tokalaşmayı bitirdikten sonra dudağını hafifçe kıvırıp Uygar'ın koluna bir kez dokundu ve loş koridoru işaret etti. "Şöyle geçelim isterseniz."
Uzun koridorda yürürken içerisinin sessizliği kulağımda ufak bir uğultuya sebep oldu, topuklu ayakkabılarımın çıkardığı ince sese odaklanıp uğultuyu dağıttıktan sonra elimi de aceleyle cebimden çıkardım ve kendime nerede olduğumu hatırlattım, az sonra Mürsel'in karşısına çıktığımda bu telkinlere daha çok ihtiyacım olacaktı. Henüz dibe batmadım, işimin başındayım, işimin başındayım, daha batmadım.
Ömer Komutan, "Mürsel sabahın erken saatlerinde getirildi cezaevinden," diye kısaca bilgi geçmeye başladığında dikkatim de oraya kaydı, aramızdaki adamın diğer tarafında kalan Uygar da benim gibi Ömer Komutana baktığı için kısa bir süre bakışlarımız kesişti ve ikimiz de ciddiyetle önümüze döndük. "Ve geldiğinden bu yana kendisine öğün desteğinde bulunulmadı Uygar Bey, özel olarak iletmiştiniz yerine getirmesi keyifli oldu haber vermek istedim."
Uygar kısık gözlerini beyaz koridorda gezdirdikten sonra Ömer Komutana dönüp sertçe başka bir soru sordu. "Su içti mi peki?"
Diğer asker koridorun içindeki kapıyı bizim için şifreyle açtıktan sonra geçmemizi bekledi, bu soruyu da o cevaplamıştı, yüzünde keyifli bir ifade vardı. "O konuda cömert davrandık endişeniz olmasın."
"Sanırım insani koşulları pek önemsemiyor," diye öylesine mırıldandım.
Benim eski halimi çok iyi bilen Ömer Komutan, arkamızda kaldığı için birkaç aceleci adımla peşimizden geldi; bu esnada belindeki silahını tutmuş ve emniyetinden emin olmuştu. "Otorite de eğlenmeyi sever Yakut Hanım," derken takındığı soğuk tebessümün altında, sadece yemek desteğinin esirgenmesinin yanı sıra daha işkence dolu eğlenceler yattığına emindim fakat başımı sallamakla yetindim.
Mürsel'in çektiği acıları empatiyle karşılayıp mahkûm haklarına dair nutuk verecek değildim, koşullar böylesine hümanist bir sistemi kaldırabilecek düzeyde değildi henüz... Ya da ben, artık her doğruyu savunmak istemiyordum sanırım. Çantamı iki elimle birden tuttum ve başımı yan tarafa çevirip aşağı yukarı ağır ağır salladım. "Tabi, anlayışla karşılıyorum."
"Hayret," diye mırıldanıp tek kaşını hafifçe havaya kaldırdı, bu kadar kolay kabullenmeme şaşırmıştı biraz. "Normalde sizin şimdi bu konuda uzun uzun itirazlarını dile getirmeniz gerekirdi."
Dudaklarımı aralayıp dilimi dişlerimin ardında yavaşça dolaştırdım, yan bakışlarım bir Uygar'a bir Ömer Komutana değdi. "Bakış açımı biraz değiştirdim sayılır," diye kısık bir sesle cevapladım, önceki görüşmelerimizde ortak noktada buluşamadığımız durumlar olmuştu, ben yine inatçı ve epey kuralcı davranmıştım... Haliyle bu değişimim Ömer Komutana biraz şaşkınlık yaşatmıştı.
Kaşlarını bir defa kaldırıp indirdikten sonra başını memnun olmuşçasına aşağı yukarı salladı. "Sevindim buna." Hemen sonra tebessümü arasında derin bir nefes alıp başka bir konu açtı. "Görüşmeyeli uzun zaman oldu tabi, başınıza gelenleri de duyduk çok geçmiş olsun Yakut Hanım."
Çantamın saplarını rahatsızca sıktım. "Sağ olun, teşekkür ederim."
"İyisiniz, değil mi?" diye usul bir endişeyle mırıldandı.
"Evet evet, herhangi bir sıkıntım yok."
Ömer Komutan, dudaklarını aralayıp başka bir şey söyleyecek olduğunda konuşmaya Uygar dahil oldu bu sefer, yavaşça üstümüze çevirdiği bakışlarında ağır bir ciddiyet taşıyordu. "Mürsel'le ilgili başka bir gelişme var mı anlatacağınız? Dava konusunda iş birliğine gitmekten bahsetmedi mi hiç?"
"Sadece bekliyor," dedi diğer asker. "Konuştuğu bir şey yok, talepte bulunmuyor. Şimdi onun yerinde başkası olsaydı çoktan avukatlarını toplayıp anlaşma şartlarını sunardı."
"Belki de bir çıkış yolu olmadığını anlamıştır artık," diye aklıma geleni söyledim, tek temennim bu yöndeydi ve bunun için de elimden geleni yapacaktım. Kimse bilmese bile, ben yalnızlığımın içinde dimdik ayakta durabilirdim. Akıl beklediğim yoktu, sadece kendi içimi rahatlatsam bana yetecekti... Zaten hayatın bu gerçeğini zamanla anladım; bir başkasının vurduğu balyoz darbeleri, yine de beni benim kadar yerimden edemezdi
Bu yüzden çabalıyorum, kendime layık olabilmek için.
"Olmayacak zaten çıkış yolu." Uygar sözleri arasında kravatının düğümüne dokunup hafifçe kıpırdattı, bozmamak için fazla sıkmadığını fark ettiğimde dikkatim dağılmasın diye gözlerimi hemen başka yöne çevirdim. "Sadece işimizi kolaylaştırsın yeter."
Dakikalar sonra binanın alt katında kalan bir odaya girdiğimizde, içerinin loşluğu hepimize birer gölge düşürdü. Mürsel'in içeride bulunduğu sorgu odasının önündeydik, Ömer Komutan dinleme ve izleme bölümüne bizi yönlendirip "Buyurun," diye mırıldandı.
Önden geçip bir başka askerin tek başına oturduğu ve ekrandan Mürsel'i seyrettiği masaya yaklaştım, çantamla kabanımı oraya çıkarırken Ömer Komutanın yanında duran asker "Onları ben alayım," diyerek hemen yardımcı oldu, başımı yavaşça salladıktan sonra ellerimi eşyalarımın üstünden çektim.
Zaman geçtikçe tenimde bir ürperti beliriyor, tatsız bir heyecan göğsüme yine aynı buruk hissi bırakıyordu. Kendimi defalarca telkin ettiğim gibi yine aynısını yaptım; ben bunu yapabilirdim, basit tümsekleri herkes atlatırdı sonuçta, hayatta asıl önemli olan derin uçurumları geçebilmekti.
Sorgu odasının camındaki silik yansımadan elbisemin kollarını düzeltip saçlarımı son kez düzgünce omzuma bıraktım; gayet soğuk, resmi, geçit vermez birisi gibi görünüyordum yani tam da olmam gerektiği gibiydim.
Dalgınlaşan gözlerim tekrar dünyayı seçmeye başladığımda ardımda dikilerek benim gibi camdaki silik yansımamıza bakan Uygar'a değdi bakışlarım; topuklu ayakkabılarımdan dolayı biraz daha yetiştiğim boyuyla beni tamamlıyordu.
Siyah ceketinin kollarındaki manşetlere bir kez dokunup omuzlarını dikleştirdi ve soğuk tavrını daha da artırdı, bakışları ise sorguyu takip etmek üzere masaya oturmuş üç askerdeydi. "Siz kaydı ne zaman durdurmanız gerektiğini bilirsiniz," dedi sorgu ekranını işaret ederek, soğukkanlı tavrının ardında bambaşka bir öfke yattığının farkında olduğum için kollarımı önümde bağlayıp her şeye rağmen sabırla onu dinledim. "İçeride elim falan yanlışlıkla kayarsa," derken ürkütücü sesinde zerre masumluk yoktu. "...üstlerimle yüzgöz olmak istemem."
"Dert değil Uygar Bey," deyip fazlasıyla güven verircesine dudağını kıvırdı Ömer Komutan, sanırım aynı dilden konuşuyorlardı. "Zaten bazen kamera da arıza yapabiliyor, artık sorgunun neresini kaydederiz orası biraz kısmet."
Uygar herhangi bir konuda sıkıntı çıkmayacağına kanaat getirmiş olmalı ki tekrar bana döndü, ancak onu kollarım bağlı halde sakince beklediğimi görünce şaşırdı; sanırım ifademi de biraz tutamamış olmalıydım bu yüzden suratımda dolaştı gözleri bir süre. "Bir sorun mu var?"
"Yok, siz aranızda anlaştıktan sonra bana laf düşmez."
Konuşmamız arasına Ömer Komutanın keyifli sözleri karıştı. "Yakut Hanım biraz kuralcıdır Uygar Bey," derken birkaç ay önceki halimi hatırladığından olsa gerek anlatası tutmuştu. "Zamanında burada bana da epey kök söktürdü kendisi."
Uygar bedenini çevirmeden başını yavaşça o tarafa çevirdi. "Öyle mi?" diye sorarken ciddi bir merak taşımadığı hatta içinden 'kime anlatıyorsun' diye bas bas bağırdığı belliydi, ne de olsa beni en iyi o tanıyordu.
"Neden bilmem şimdi biraz daha sakin görünüyor." Oturduğu sandalyede geriye yaslanıp kollarını önünde bağladı Ömer Komutan, bu esnada bacakları masaya çarptığı için ufak bir gıcırtı sesi duyulmuştu içeride. "Ama siz yine de dikkatli olun derim ben, dikenlerini ne zaman çıkaracağı hiç belli değil çünkü."
Gözlerimi, beni seyreden Ömer Komutandan alıp Uygar'a çevirdim, o da boynunu yana yatırıp hafifçe kütlettikten sonra soğuk bir sakinlikle bana döndü. "Dikkat ederim," dedi ağır bir mırıltıyla, ne keyifli ne de keyifsiz hissettim sadece hissizdim ve usulca onu dinledim.
"Hazır mısın?" diye sorarken bu sefer evden ayrılan karı-koca muamelesiyle değil, az sonra sorgu masasına oturacak gözü kara bir istihbaratçı tavrıyla mırıldanmıştı kelimeleri.
Önümde bağladığım kollarımı açıp bir adım öne çıktım, Uygar az önce duyduğu sözlerden sonra gerektiği şekilde sakinliğini sürdürürken siyah elbisemin sardığı bedenimde kısaca gezdirip tekrar bakışlarıma tutundu. "Hazırım girebiliriz," dedim dargınlığımızı mecburen göz ardı edip.
Dosyalarını ayarlayan Uygar, inceleyici bakışlarını üstümde dolaştırarak sorgu odasının kapısına ilerledi, peşinden ilerlerlerken yiten özgüvenimi tekrar kazandığımdan mı bilmem "Çok bakıyorsun," diye mırıldandım ona, bu söylediğimden belki şimdi değil ama saatler sonra pişman olacak olsam da söyleyiverdim işte.
Uygar'ın eli kapı kulpunda kaldı. "Kontrole ihtiyacın var," dedi son zamanlarda daha sık kullandığı kısık, pürüzlü tonuyla.
Kulpu yavaş yavaş indirirken henüz açılmamış kapıdan önce benim geçmeme müsaade edecekmiş gibi yan çevirmişti bedenini. Yine, bile isteye ve biraz da kaderin iteklemesiyle, fazla yakındık; kapıya ilerleyip hemen yanında durdum ve çok değil, sadece biraz başımı ondan yana çevirerek hoş yüzüne baktım, bir türlü dokunmaya cesaret edemediğim yara izi bile -ki zaten bunu yapmam da saygısızlık gibi geliyordu- ona tek bir gölge düşürememişti.
"Sence görev için yeterli miyim peki?" diye merakla fısıldadım, arkamızda oturan üç askere hiçbir şey belli etmemek çok zordu ama yine de Uygar'ın ifadesi fazla soğuk olduğu için resmi bir şey konuştuğumuza kolaylıkla inanabilirlerdi.
"Uzun zamandır görmediğim marifetlerini birazdan kanıtlayacaksın." Sanırım o da aramızdaki mevzuları geri plana atmıştı, nihayetinde ayrılığın bizim işimize engel olamayacağını en başında o söylemişti. Kapıyı açtı, başıyla işaret etti. "Buyurun, Yakut Hanım."
Resmiyet takınmamız gerektiğini bildiğimden bir nevi onu taklit ettim. "Teşekkürler, Uygar Bey." Ve fazla geriye çekilmediği bedenine kâh yanlışlıkla değerek kâh içtenlikle yaklaşarak sorgu odasına girdim.
"Ne demek," diye mırıldandıktan sonra Uygar da peşimden geldi.
İçeri girdikten sonra adımlarımı özenle atmaya dikkat ettim, sessizce sandalyesinde oturan Mürsel'in tam da Ömer Komutanın bahsettiği gibi pes etmiş halleri vardı; ağzı sıkı davranıyor da olabilirdi, zamanla çözülecekti.
Ben de beni tehdit etmesine karşın her ihtimale gardımı takınacaktım, hayatımı bitirmek için daha erkendi, eğer mücadele etmezsem bu sefer savaşı kaybederdim hem de en başından... Ve kaybeden olmak benim gururuma her zaman ağır gelir.
Bizim için yerleştirilmiş iki sandalyeden birisini çekip oturdum, yanıma da dosyalarıyla Uygar yerleşti. "Merhaba," derken sesindeki yoğun öfke, sanki nazik bir selamlama yaparmış gibi mırıldandığı kelimelerin üstüne büyük bir gölge düşürmüştü, hatta dizginlemeye çalıştığı şiddet bile belli oluyordu sesinden. "Nasılsın Mürsel?"
Mürsel başını yorgunca yatırdı ve dişlerini sıktı, tam bir şey söyleyecekti ki çatlak dudaklarından tek bir söz çıkmasına kalmadan Uygar araya karıştı. "Ya da neyse... Nasıl olduğun o kadar da umurumda değil." Dosyaları önümüzdeki masaya ses çıkararak fırlattı.
Mürsel'in yüzü sevimsizce buruştu, şiş gözaltları daha da kabardığında hareleri ortadan kaybolmuştu; hemen sonra boş bakışlarını üstüme dikti, sanırım oğlunun intikamını almak istediği esnada yakalanmak tüm umutlarını suya düşürmüştü, onu bir şeylerden vazgeçirmiş olmalıydı tıpkı birkaç gün önce üstüme acımasızca bir oyun oynadığı zaman benim hissettiğim gibi.
Bir bacağımı yavaşça diğerinin üstüne atıp ellerimi dizlerime koydum. "Benimle konuşmak için bu kadar uzun yoldan geldiğinize göre yüce istihbaratınız insafıma kalmış gibi duruyor," dedi düz bir tonda, bakışlarını tek bir saniye üstümden çekmedi. "Bence biraz önemseyin nasıl olduğumu... Yakut Hanım, sizce haksız mıyım?"
"Bunun cevabını almak için dosyanı açsak yeter." Yavaşça nefeslendikten sonra az önce Uygar'ın fırlattığı dosyalardan en üsttekini aldım ve açtım. "Mesela, yedi yıl önce bir arabanın içinde yana yana can veren eşinden başlayalım." Eğik bakışlarım yine Mürsel'e kalktı. "Herhangi bir insan için fazla acımasız bir ceza değil mi bu?"
"Bilmem, ben devlet miyim de ceza vereyim ondan siz anlarsınız."
"Bunu ne olarak açıklamak istersin peki?"
Dişlerini göstererek sırıttı; bunu istediği gibi dinç bir şekilde yapamamasından dolayı gerçekten yemek yemediği belliydi, onun gibi kalıplı bir adamın acıkmaması imkansızdı bu yüzden sabrıyla beraber gitgide gücünü de yitiriyordu büyük ihtimalle. "Kader işte," dedikten sonra gülüşünü keyifsizce sonlandırdı. "Nasipte varsa neler neler yaşanıyor."
Uygar oturduğu yerde rahat bir pozisyon aldı ve "Çok olağan bir şey, değil mi?" diye sordu.
Mürsel'in yüzü sıkılganlıkla buruştu. "Öyle."
"Tıpkı Şehlevent İzgi'nin ölümü gibi yani?"
Ama Uygar'ın bu sözlerinden sonra sıkılgan suratı keyifsizce düştü, tüm dirayetini kaybetti ve tek kelime edemedi, hassas bir noktaya dokunduğumuzu bildiğimden elimdeki dosyayı kapatıp sakince Mürsel'i seyrettim. "Sence oğlun Şehlevent İzgi'nin ipe asılarak öldürülmesi de nasipti ve öyle gerektiği için yaşandı değil mi Mürsel?"
Mürsel sıkılı dişlerinin arasından mırıldandı. "Sorma bana."
"İstersen yanıtlama." Uygar ayağa kalktı, arada kabanından dolayı üstünde tek alan siyah ceketini yavaşça çıkardı ve sandalyesinin arkasına astı, içeride rahatça dolaşırken yine ellerini bir patron edasıyla pantolonunun ceplerine sokmuştu. Şimdilik kendisini tuttuğunu, en azından bir patlama yaşayabilmek için bunu hak edeceği anı kolladığını biliyordum; çünkü onu tanıyordum, bu sorguların pek çoğuna zamanında beraber girmiştik. "Nevzat Tutak'ın ailesinin katili senin olduğun apaçık ortada, biz zaten biliyoruz senin amacını."
"Neymiş amacım!" diye kinayeli bir öfkeyle bağırdı Mürsel, başıyla beraber bedenini de Uygar'dan yana çevirmek istediğinde masaya kelepçeli olan elleri ona engel olmuştu, bu yüzden sanki tüm her şeyi durdurmamı bekler gibi bana bakmak zorunda kaldı. "Neymiş, söyle!"
Uygar, Mürsel'in oturduğu sandalyenin yan tarafına arkadan yaklaştı ve iki elini masaya yaslayıp hafifçe öne eğildi, kendisine bakmakta zorluk çeken Mürsel'e bir kolaylık tanıyarak onun görüş açısına girmişti. "Birkaç gün sonra da bütün bu cezaevi isyanına ve oğlunun ölümüne göz yuman gardiyan Mahmut'u yakalayacaktın hatta onu tutacağın yeri da çoktan hazırladın, baskında hepsi ortaya çıktı litre litre benzin taşımışsın yine yakacak mıydın yoksa?"
Bir yardım bulma amacıyla ya da tepkimi ölçmek için Mürsel yine gözlerini benden yana çevirdi, tehdit ettiği için üstümde tahakkümü olduğunu sanıyordu ve kapana sıkışmamak için gözlerini kısarak bana o gün söylediklerini hatırlattı sessizce; ona ne düşman ne de bir dost gibi yaklaştım, amacımı anlamasın diye ifademi elimden geldiğince boş tuttum sadece. Mürsel de hiçbir şey anlayamadığı için Uygar'ın sorusuna "O da hak ediyordu acı çekmeyi," diye bir cevap verdi.
Uygar tavrını bozmadan konuşmasını sürdürdü. "Bilmiyorum," dedi Mürsel'e pek de katılmadan. "Şehlevent arkasından bu kadar intikam alınmayı hak edecek bir adam mıydı ki?"
İşte bu soru beklendik şekilde Mürsel'in öfkelenmesine sebep oldu, yüzü kıpkırmızı kesildi birden. "Siktir git başımdan şerefsiz."
"Bilmiyorum işte sen söyle, senin oğlun bu kadar uğraştığına değecek birisi miydi?"
"O döktüğüm her kana değerdi, bir tek oğlumdu benim!"
"Onun için her şeyi yaparsın yani, doğru mu anladım?"
"Her şeyi yaparım," diye dişlerinin arasından tehlikeli sözlerini dile getirdi Mürsel. "Kimse benim canımdan olana göz dikemez."
Hırsla dökülen cümlelerden sonra Uygar geriye doğruldu ve ellerini yine ceplerine soktu. "Tamam, sen öyle diyorsan o zaman oğlun Şehlevent İzgi'nin intikamını almak için döndün buraya?"
"İstedim," diye mırıldandı Mürsel, sadece tek bir kelimeyle. Gitgide yoruluyordu, besin ihtiyacı karşılanmadığı için çabuk pes edecek güçsüzleşmişti ve büyük ihtimalle içtiği sular bir süre sonra sabrını sınayacak kadar çok idrar ihtiyacı doğuracaktı, ayrıca bizden önce de şiddete maruz kalmış olmalıydı ki yer yer ufak kırmızılıklar da barındırıyordu suratı; bize istediklerimizi anlatmak konusunda onu hazırlamış sayılırlardı.
Uygar yavaş adımlarla tekrar ufak odanın içini dolanmaya başladı. "Şehlevent'in davasını gören hâkimin adını biliyor musun Mürsel?"
Sandalyede rahat bir pozisyon alıp onları dinlemeye devam ettim, Mürsel bakkınca gözlerini kapatıp açtığı süre içinde pek bana bakmayı tercih etmedi ve "Bilmiyorum," dedi kısılan sesiyle.
"Ben sana söyleyeyim, hâkimin adı Haluk Tatar; avukatların aracılığıyla kolaylıkla ulaşabileceğin belgelerde onun ismi geçiyordu, bilmemen garip. Ondan intikam almak istemedin mi hiç?"
Mürsel sessiz kalarak sadece başını iki yana salladı, bunu kabul etmeden "Sesli cevapla," diye onu uyardım.
İşittiği emirden dolayı sinirle "Hayır," dedi, duyduğu ismin ciddiyetinin farkındaydı ve bir hâkimi öldürme suçunu hiçbir koşulda üstlenmezdi, zaten ortada böyle bir şüphe de yoktu Uygar sadece konuyu bana bağlamaya çalışıyordu şu an, anlamak zor olmamıştı. "Benim hakimle hiçbir alakam yok, zarar vermedim kimseye."
Uygar başını bana çevirdi, bir süredir hiç bakmadığından olsa gerek o an üst üste attığım bacaklarıma baktı, yeşil gözleri ağır ağır yukarı kayarken hala dikkati Mürsel'de olarak konuşmaya devam etmişti; sanki iki işi aynı anda yapabildiğini gösterir gibi meydan okuyordu. "Narkotik Suçlarla Mücadele başkanını tanıyor musun?"
"Hayır."
Üstümde gezinen bakışlardan bir an gerilerek kıyafetimin uzun kollarını aşağı sündürüp geri bıraktım, Uygar ise uzun uzun bakmayı hiç bırakmadı bana bakarken aynı zamanda Mürsel'e karşı sorularını da dile getiriyordu. "NSM İstanbul şube müdürünü ya da oradan birilerini?"
"Hayır."
Soruları arasında alt dudağını hafifçe dişleyip bıraktı Uygar, gözlerini karşılama niyetiyle bakışlarımı pek ayırmasam da zorlanıyordum çünkü sorgudan çıktığımız vakit 'iş arkadaşı' bahanemizi de yitirecektik, o benden yine uzak duracaktı.
Elimi gizlice boynuma atıp parmaklarımı orada dolaştırdım, rahatlamak için biraz ovaladım, aslında onun bana bakması kötü hissettiren bir şey değildi sadece... bu bana yakışıyor mu bilmiyorum.
Mesela şimdi beni buradan alelacele çıkarsa, biz yine yapayalnız kalsak ve onunla tüm yeminlerimizi çiğnesek, Uygar beni affetmeyeceğine dair söylediği onca şeyden sonra hepsini yalana çevirip eskisi gibi davransa bana; onun sevgisiyle tekrar bağ kurabilir miyim bilmiyorum... Hayır, onu tekrar geri istiyorum ama emin değilim, aynı zamanda hak etmediğime dair bir şüphe var içimde.
Son zamanlarda kendime güzel olan şeyleri hiç yakıştıramıyorum, hak görmüyorum, kendimi iyi bir anın içinde hayal edemiyorum pek.
Derinden titrek bir nefes çektiğim esnada, sorduğu sorulara rağmen dikkatini güzel pay eden Uygar üstümdeki çekingenliğin ve heyecanın farkına varmış olacak ki tuhaf bir duygunun doluştuğu gözlerini ağır ağır benden çekti. "Savcıyı bil bari," dedi Mürsel'e apaçık bir küçümsemeyle.
"Bilmiyorum."
"Daha yüksek sesle söyle."
Parmaklarımı birbirine geçirip Mürsel'in cevabını tekrarlamasını bekledim, sıcak basıyordu ama belli etmeyecektim, bu benim için de iyi bir sınavdı... Ben de eskisi gibi iki düşünceyi aynı anda kontrol edebilecek kadar dirayetli bir kadındım, eğer değilsem bile şu an olacaktım.
"Bilmiyorum dedim ya!"
Uygar sanki dikkatini toplar gibi burun kemerini hafifçe sıktıktan sonra boğazını temizleyerek sahte bir öksürük sergiledi, artık Mürsel'in ne olacağını bekleyen suratına bakar haldeydi fakat elini yavaşça kravatına attı. "Çıkarabilir miyim?"
Anlamayarak mırıldandım. "Hmm?"
Başını bana doğru çevirdi Uygar. "Çıkarabilir miyim diye soruyorum," derken gevşek parmaklarıyla sabah bağladığım düğümü tuttu. "Kravatı?"
Cevabını bilmediğim için bir süre düşünceler içinde kaşlarım çatıldı, buna kendisi karar verebilirdi sanırım. "Sen bilirsin?" dedikten sonra başımı ne kastettiğini anlamadığım için hafifçe yan yatırdım.
Uygar ise beklemediğim bir soruyu dile getirdi. "Eğer tekrar bağlarım diyorsan çıkaracağım," dediğinde bu isteği kulaklarımı çok tanıdık bir his gibi doldurdu birden, sorguda zaman geçirmeye çalıştığını sonradan fark etmiş olsam da o duyguyu üstümden atamadım. "Yoksa kalacak." Sonra Mürsel'i umursamadan yüzünü buruşturup bir konuda şikâyet edercesine mırıldandı. "Ama ne kadar rahat ettirir emin değilim, zorlar biraz."
Dudaklarımı içe kıvırıp bir süre bekledikten sonra "Tamam," dedim ufak bir mırıltıyla, onu kabullenerek. Aslında nasıl yapılacağını da anlatmıştım, muhtemelen Uygar da çok çabuk kavramıştı ama olsun, dert değil hiç öğrenmese de olur. "İstediğin zaman tekrar bağlarım, çıkarabilirsin."
Yürüdüğü yerden geri dönüp başını kibar bir beyefendi gibi hafifçe öne eğdi ve tüm sorguyu sürdürdüğü ağır sesiyle beni karşıladı. "Teşekkür ederim.
Dudağımın tek tarafını kıvırıp ben de hafifçe tebessüm ettim. "Ne demek."
Siyah kravatının düğümünü çözdü ve çıkardı, gömleğinin ilk baştaki düğmesini açtıktan sonra bana eski alışkanlığını hatırlatacak şekilde kravatı eline dolamaya başladı.
Ona bakarken gözlerimin dalıp gitmesine izin vermedim, Uygar da zaten ben dikkatimi Mürsel'e kaydırdığım esnada elinden yuvarlak bir şekilde çıkarttığı kravatı masaya bıraktı ve Mürsel'in sandalyesinin arkasına tutundu, öne eğilmiş haldeydi.
Sakinliğine rağmen kararan gözlerinin bir tek ben farkındaydım, bu yüzden hızla nefesimi tuttum. Uygar hemen sonra, artık hak ettiği şekilde Mürsel'in bukleli saçlarını kavradı ve başını geriye yatırdı. "O zaman sen hangi sebeple Yakut Yalınkılıç'tan intikam almaya çalışıyorsun puşt herif?" Usulca mırıldandığı kelimelerden sonra dilini sinirle dudaklarında gezdirip bir süre bekledi, fazlasıyla öfkelendiği ama kendisini kontrol ettiği fazlasıyla belliydi. "Kim dedi lan sana bunu ha? O kadar adamı es geçip sen Yakut'u hedefine nasıl aldın şerefsiz pezevenk?"
Mürsel, arkaya düşen başına rağmen şiş gözlerini açmaya zorladı bir süre, konuşmakta zorlanır bir hali vardı hatta kelimeler çoğunlukla dilinin yapışmasından dolayı peltek çıkıyordu. "İşkenceyle mi konuşturacaksınız beni?"
"Yok." Uygar onun saçlarını geri çekmekten vazgeçerek bu sefer başını ön taraftan masaya çarptığında çıkan tok sese karşı yüzümü sabit tuttum; bu bazen hoşuma gidiyordu, insani yanımı kaybedip hiçbir acıma hissetmeyecek kadar duygusuz olmak rahatlatıcıydı.
Mürsel'in yüzü başını çarptığı için buruştu ve hatta neredeyse acıyla hırladı. Uygar'ın "Bu sadece bir zevk meselesi," deyişini dinlerken ise dudaklarını aşağı yukarı sıyırıp dişlerini sıktığını fark ettim. "Buraya kadar geldiysem seni döverek iki kelime yalvarmak için gelmedim elbette, öylesine geldim." Hemen sonra eğildi, Mürsel'in başını iki büklüm bedenine rağmen daha çok bastırdı masaya ve sonra alnını kaldırıp bir kere daha onu hayatta tutacak kadar aynı yere çarptı. "Sadece benim canım böyle istediği için."
Bakışlarımı yavaşça ona kaydırıp Uygar'a sakin olmasını dile getirecek bir şeyler söylemek istedim, en azından Mürsel'e kafa travması yaşatmazsa işimizi daha hızlı hallederdik yoksa yaptığı şeyle hiçbir derdim yoktu; ancak Uygar itiraz edeceğimi düşünmüş olacak ki işaret parmağını havaya kaldırıp hemen beni susturdu. "Sakın," derken pek yorgun görünmüyordu, yine az biraz dağılmış sayılırdı. "Sakın bana dur demeye kalkma, durmayacağım çünkü."
Oturduğum yerden kalktığımda elini Mürsel'in saçlarından ayırmayan Uygar, birkaç adımla yanına gelişimi izledi. "Eğer bayılırsa sorularımızın cevaplarını alamayız," dememle gözlerini yana kaydırıp ters bir ifadeye bürümüştü suratını.
Aynı zamanda harika bir önerisi de vardı. "Ayıltırız o zaman, dert ettiğin şey buysa eğer en sağlamından ayıltmak için yöntemler de biliyorum ben."
"Ne kadar dâhisin ya," diye istemsizce sesimi inceltip sahte hayretimi ona belli ederken Mürsel'in pür dikkat beni dinlediğine emindim; muhtemelen onu koruduğumu, kendimi garantiye aldığımı falan düşünüyordu bu yüzden sessizdi.
"Öyleyimdir Yakut Hanım." Elini Mürsel'in eğik başından hiç çekmeden yine meydan okur gibi kaşlarını havaya kaldırıp indirdi. "Siz de az dikenli değilsiniz ama?"
Dışarıda Ömer Komutandan duyduğunu dile getirmesine karşı gülsem mi ağlasam mı bilemedim, gözümü hemen aydınlık yöne çevirip kendimi sevindirmek de istemiyordum; belki de rahatsız edici bulmuştu, elbette bu söylediğinden iyi şeyler de çıkarılabilirdi ama öyle bir yol çizemedim. "Maalesef," dedim agresif bir tavırla. "Kusuruma bakmayın."
Yine son derece kinayeli bir konuşmada bulundu: "Hiç bakmıyorum zaten." Sigaranın değiştirdiği ve artık yaşının getirisi olarak daha bir olgun hissettiren sesinden duyduklarıma tam bir mana yükleyemedim; bu yüzden birkaç saniye damarları belirginleşen kolunu ve sert parmakları arasındaki bukleli saçları seyrettim.
Mürsel'in sabrı gitgide azalıyordu, elleri masaya kelepçeli olduğu için rahat hareket edemediğinden ötürü Uygar tarafından yönlendirilen kafasını kurtarması da mümkün değildi, hatta acılı inleme seslerini duyuyorduk.
Parmalarımı kütletip kendime geldikten sonra bir adım geri çekildim, derin bir nefesle bu sorgunun oyalanma kısmını bitirdikten sonra "Ee şey," demiştim, ardından söyleyeceklerimden ötürü sesim kısıldı ve kendimi toparlayıp hızla öksürdüm. "Ben bir de hastane işleriyle uğraşmak istemiyorum."
"Yormam seni," dediğinde, kelimeleri sanki beni düşünür gibi ifade etmişti.
Dayanamayarak kolunu tuttum, sanırım elini yumruk yaptığı için kasları dokunuşum altında sertçe kasıldı ve hatta dönüp de oraya bakası tuttu... Sanki bu zamana değin onunla hiç daha fazlasını yaşamamışız gibi bu ufak temasları garipsemesi beni biraz geriyordu açıkçası. "Enseden yukarı yönelme," dedim Mürsel'in inlemelerinden dolayı onun duyamayacağı bir fısıltıyla. Uygar ilk başta söyledikleri kaşları çatık karşılasa da sonradan ifadesi düzeldi. "Kafadan aşağısı daha ideal," derken ona fazlasıyla anlayışlı baktım, normalde dikenlerimi çıkartıp şu an bu işkenceye bir dur diyeceğimi sanmıştı çünkü. "Hemen bayıltmazsan bir süre daha acı içinde beklemek zorunda kalabilir."
"Emredersin." Yüzü gitgide memnun bir hale büründü. "Öyle yaparım."
"Emretmiyorum ki," derken yanlış anlaşılmaktan korktuğumiçin sesim ürkek bir tonda çıkmıştı.
Tekrar önüne dönüp de aramızdaki konuşmayı bitirmeden önce "Emir olarak alıyorum," dedi baskın bir tavırla, sonra saçları çekilirken küfürlerine devam eden Mürsel'deki yeşil gözlerini hafifçe bana çevirdi. "Hoşuma gitti çünkü."
Başımı aşağı yukarı sallayıp geri çekildim, elimi de kolundan çektim. Uygar da Mürsel'in saçlarını bıraktıktan sonra avuçlarını birbirine sürterek ellerini silkeledi. "Sana düşünmek için o kadar vakit verdik, aklına bir cevap gelmiştir artık."
Mürsel öksürdü, kaşından sızan ince kan bir yol bulup aşağı kayarken gözleri kapandı kapanacak haldeydi; yaşlı ellilerinde olduğu için böyle darbelere direncinin daha düşük olduğunu düşünüyordum, üstelik Uygar onu zaten güçsüz kalsın diye buraya gelmeden hazırlamıştı. "Bir cevabım yok benim," dedikten sonra hırıltıyla öksürdü. "Hiçbir şey..." Nefeslendi. "Hiçbir şey söylemeyeceğim."
"Öyle mi, durup dururken neden Yakut Yalınkılıç'tan intikam almak istediğini bilmiyor musun gerçekten?" Uygar elleri ceplerinde masanın etrafını dolaşırken sırtımı duvara verip bu anı seyrettim, olabileceklere karşı her an tetikteydim. En nihayetinde sıra bana da gelecekti. "Sana onca isim saydım, hâkimi ayrı savcısı ayrı emniyetten apayrı kişiler söyledim hiçbirisi derdin değil... Ama bir kişi var, ki o senin ismini bile bilmemen gereken birisi." Uygar, sabah konuştuklarımızı hatırlatmak istercesine bana baktı; gerçekten de davadan pek çok belirgin isim seçebilecekken beni hedef alması tereddüde düşüren bir durumdu, bu da adıma bir saldırı düzenlediğini kanıtlıyordu neredeyse. "Ve sen gidip sanki özenle seçmişsin gibi kara listene Yakut Yalınkılıç'ı ekliyorsun, buna karşı da bir cevabın yok."
"Bilmiyorum!"
"Gerçi senin oğluna da böyle yaptılar, değil mi?" Uygar yine konuyu aynı yere getirdi, sesi epey küçümseyiciydi. "Senden habersiz aldılar canını... Sen ne vasıfsız bir adamsın ya, hiçbir şeyi takip edemiyorsun."
"Neyi takip edeceğimi çok iyi biliyorum, sen bana bakma." Mürsel başını yan çevirdi, yorgunluğuna rağmen hırslı gözleri üstümü bulduğunda titrek ellerimi ardımdaki duvara yaslayıp gizledim ve dik duruşumu muhafaza ettim, korkak görünerek ona bir koz verecek kadar aptal değildim o güne nispeten. "Yakut Hanım buradayken kendisi açıklasın oğluma neden kafayı taktığını."
Uygar'ın meraklı bakışları üstüme döndü, kaşları çatılmıştı; yaslandığım yerden doğrulup birkaç adım öne geldim, dudaklarım henüz konuşmak için kelimeleri seçemediğimden dolayı aralık kalmıştı. "Kafaya takılması gereken birisiydi, uyuşturucu ticaretini ve ayrıca yaptıklarını tek tek sayayım mı senin de inanman için?"
"Git işine be... Soruyorsunuz bana o hâkimin adı neydi, şu başkanın adı neydi?" Sesi kademe kademe yükseldi. "Geri zekalı değilim kimseyi boşa almam karşıma, ama bu kadın diğer herkesten çok taktı kafayı benim oğluma!"
"Ne anlatıyorsun sen ya?" deyip dayanamayarak üstüne yürüdüm, bu esnada karşıdan gelen Uygar kollarını önümden sarıp beni hafifçe geri çekti. "Tamam, sakin ol," fısıltısını duyduğum an rolleri değiştirdiğimizi anlamıştım. "Yıpratma sinirlerini."
"Sana apaçık soruyoruz, hakiminden tut savcısına kadar sen bu adamların ismini istesen yüz kere ele geçirirdin onlardan tek bir intikam istemedin de benimle derdin ne diye sana insan gibi soruyoruz Mürsel!" Göğsüm hızla yükselip alçaldı. "Sokaktan tutup çevireceğin birisi değilim ben, adımı haberlerde gördüysen bile bu intikama kılıf diye uyduramazsın sen onu öyle bir kin gütmen mümkün değil anla!"
Önüme gergi olmuş Uygar'ın kollarına tutunup derin derin nefesler çektim içime, burnumdan içeri sızan ferah koku en azından biraz olsun sakinleşmemi sağladığında uzun zaman sonra bağırmış olmanın rahatlığını da yaşadım sanırım, çaresiz gözlerim yavaşça Uygar'a kaydı. "Haklısın," diye incecik mırıldandım ona. "Sen haklısın Uygar, onca kişi içinden beni böyle nokta atışı bulamaz kimse... Haklısın, birisi bana komplo kuruyor."
Elini kaldırıp ilk başta saçlarıma getirdi ama tam sınırda durdu, okşayacak gibi yapıp son anda kendisini durdurmasından dolayı dişlerini sıktığını fark ettim; aramız kötü olduğundan mı yoksa bunu yapmanın yeri olmadığını düşünmesinden mi bilmiyorum ama birkaç saniyeliğine dokunuşunu benden uzak tuttu fakat sonra siyah saçlarımı önümden çekerek yavaşça geri itti. "Ve biz bunu teyit ettik sayılır," diye merhametle mırıldandı bana, konuştuklarımızı sadece ikimiz duyuyorduk.
"Ettik değil mi?" Başımı hızla aşağı yukarı salladım. "Bu kadar tutarsızlığın içinden sıyrılamaz herhalde."
"Üstüne düştüğümüz takdirde kimse yakasını sıyıramayacak bu işten." Başını biraz öne eğdi, eğer yine kendisi tutmasa belki alnını alnıma bile yaslardı ama farkındalığını yüksek tutarak davranışlarına bir sınır koyuyordu Uygar. "Bana güveniyor musun?"
Hiç beklemeden başımı yavaşça aşağı yukarı salladım, güçlükle sorduğu sorunun onun için değerinin farkındaydım.
Uygar bunu istiyordu, güven duygusu onun her şeyiydi ve ben onun üstünde parçalamıştım istediği şeyi. "Güveniyorum," dedim fısıltıyla ama aynısını ona sormadım, kendimi hala bir yalancı gibi hissediyordum çünkü.
Gözlerim yavaşça geriye kaydı, yorulduğu ve artık dayanamadığı için sandalyede kıpırdanan Mürsel'e bakıp usulca mırıldandım. "Biraz dışarı çıkar mısın?"
Uygar aramızdaki mesafeyi bir adımla açıp hayret içinde sordu. "Ne?"
"Onunla yalnız kalmak istiyorum, dışarı çıkar mısın?"
"Hayır," dedi kesin bir tonda. "Çıkmam."
"Lütfen, rica ediyorum." Dalgın bakışlarımı ona çevirdim. "Ömer Komutanları da alıp sorgu odasından ayrılın lütfen."
Bu sefer tek kaşını havaya kaldırdı sertçe. "Anlayamadım?"
"Anla işte, dediğimi yap çıkın buradan."
"Sebep?"
Sesimi alçaltarak dudaklarımın üstünü örttüm. "Çünkü kayda geçmemesi gereken bazı şeyler konuşacağım, açıklamasını şimdi yapamam." Hızlı hızlı birkaç yalan uydurduğumda tek temennim Uygar'ın inanmasıydı. "Ben sana işim bitince özel olarak açıklarım, ama şimdi sorgu odasını ve dinleme kısmını boş bırakın Mürsel'le gerçek anlamda yalnız kalmak istiyorum."
Uygar'ın şüpheli bakışlarımı suratımı taradı. "Geçen sefer de yaptın bunu, silahını bırakıp ona teslim oldun," derken sesi benim gibi alçalmıştı, aynı zamanda sorgular bir tavrı vardı. "Aklımı karıştırıyorsun haberin olsun, yanlış düşünürsem bunun altından kalkamazsın Yakut."
"O zaman tehdit altındaydım," dedim ne yalana ne de gerçeklere başvurarak, haklıydı, ama artık mecburdum işte... Herkes biraz olsun kurtarılmaya layıktı bu hayatta da ben değil miydim? "Mecbur kalmıştım, bunu niye anlamıyorsunuz?"
"Öyle mi oldu?"
"Öyle oldu." Kaşlarımı çatıp ciddi bir ifade takındım ben de. "Ama şu an kontrol bende, dert edeceğin bir şey yok şimdi beni yalnız bırakır mısın? Tamamen?"
Başını yavaşça iki yana salladı Uygar, ellerini ise beline atmıştı. "Keyfimi kaçırıyorsun."
Birden duyduğum sözlere karşın ifadem hüzünle değil, sanırım gerçeklerin bu kadar değişmesinden dolayı hayretle biraz düştü. Bir süre ne diyeceğimi düşünerek bekledim, hatta gözlerimi belki bambaşka bir tepki bulabilirim diye Uygar'ın suratında da gezdirdim, herhangi bir renk vermediği için gerçekten ne hissettiği ve bana ne anlatmak istediğine dair çokça fikrim yoktu. "Özür dilerim," diye fısıldadım sadece, o zaten bunun keyfini kaçırmaktan başlayarak geçmişe uzanan tüm hatalarım için olduğunu kolaylıkla anlayacaktı.
İfadesi biraz daha serleşti. "Yapma şunu," derken kullandığı ses tonunda fazlasıyla dizginlediği bir hınç vardı. "Sırası değil."
"Bir şey yapmadım ben."
"Aynen, çoğunlukla..."
İmalı sözlerinden sonra dudaklarımı içe doğru kıvırıp bir süre bekledim, arkamda hala bekleyen bir adam vardı ve gerekliyi uyarıyı bu sefer ben yaptım el mecbur; pek de bıkkın değil ama ufaktan hoşnutsuz bir mecburiyetle dile getirmiştim sözlerimi. "Sorgudayız Uygar."
"Sorgudayız, sorgudayız..." derken başını aşağı yukarı ağır ağır salladı ve elinde rastgele taşıdığı ceketini omzuna atıp serseri bir tavırla odayı terk etti. Bir süre ardından bakıp bekledikten sonra geriye döndüm, ağır adımlarla Mürsel'in kafasına aldığı darbelerden dolayı neredeyse baygınca oturduğu masaya yerleştim.
Yalnız kalınca içerisi daha soğuk bir hal almıştı; ikimiz de ne kadar acınası durumlarda olduğumuzun farkındaydık, bu yüzden gerçek yüzlerimizin ortaya çıkması uzun sürmedi. O yaşadığı küçük düşürücü anların sorumlusu olarak asık suratını bana çevirdiğinde bende de tehdit ediği için ürkek bir ifade bulacağını sanmıştı ama fazlasıyla yanıldı.
"Duydun değil mi gerçekleri?"
Yine aptal bir tavırla itiraz etti her şeye. "Hiçbir şey duymadım," derken açık tutmakta zorlandığı gözleri onu sarhoş gibi gösteriyordu. "Hiçbir şey..."
"Benden boşuna intikam alıyorsun."
"Sen insanları kafalıyorsun kızım." Başını iki yana salladı yavaş yavaş. "Vazgeçeyim diye uğraşıyorsun da..." Derinden bir nefes aldı ve bıraktı. "Daha benim için hiçbir şey bitmedi, bitemez."
"Mürsel." Birkaç gün önce tıpkı onun açtığı gibi bir ekranı açıp gözlerinin önüne koydum; sorgu odasını yüksek tonda bağırma sesleri doldurduğunda Mürsel'in bayık gözleri de oraya döndü ve oğlunun ölüm görüntüleriyle karşılaştı. "Kapat şunu."
Aynısını bana yaptığı için ona çok da acımadım. "İzle," dedim üstüne bastırarak. "Bilmen gereken öğrenmen gereken daha çok şey var, çevirme kafanı izle şunu."
En sonunda gücünü toparlamış olacak ki yükseltmekte zorlandığı sesiyle bağırmaya çabaladı, ama istediği kadar başarıyla ulaşamadı. "Kapat dedim sana orospu!"
Oturduğum yerden kalkıp suratına sert bir tokat geçirdim, başı yana çevrildiğinde ben duyduğumdan ötürü hırsla dişlerimi sıkıyordum; aslında bunu yapmaktan daha fazlasına ihtiyacım vardı, bir süredir hatalarımın ardına sığınarak kendimi sıkıyor ve rahatlamak için yanlış olan her şeyden kaçıyordum.
Eğer tepki verirsem bencil olduğumu düşünürler, küstah olduğumu düşünürler, şımarık ya da berbat bir insan olduğumu düşünürler diye susmaktan içimde yaşamadığım duygu kalmamıştı.
İşaret parmağımı kaldırıp tehdit edercesine salladım. "O sesini keseceksin, bu videoyu tıpkı beni o ufak aklında beni tehdit etmeye çalıştığın gibi izleyeceksin Mürsel."
İpten bırakıldığı an Şehlevent'in çıkardığı son inlemeler sorgu odasının içinde yankılanırken parmaklarımın ucunu masaya yaslayıp öne eğildim, saçı başı dağılmış olan Mürsel korkarak da olsa videoya bakmaya devam etti, elleri kelepçeli olduğu için kaçıp gidemiyordu bu yüzden ona kestiğim cezayı yaşamak zorundaydı. "Nasıl keyif veriyor mu kaybettiğini böyle anbean seyretmek?"
Konuşabiliyorum, savaşmak için uğraşan bir yanım var hala.
"Kapat dedim sana."
Başını çevirmek istediğinde yan tarafa geçip saçlarını arkasından kavradım ve suratını zorla videoya çevirdim, itiraz edemediği için sadece çenesini titreterek kuduz bir köpek gibi ekrana bakmak zorunda kaldı. "Yok, sen izleyeceksin bu sefer ben böyle karar verdim."
"Yalvarırım..." Fısıldadı. "Kapat şunu."
Video masumlaştırılmış bir ölüm sahnesi değildi, oğlunun ipten bırakıldığı an işittiği o inlemeleri kulaklarını kırk kapatsa yine duyardı. Nefesinin kesildiği an çektiği derin nefesler şimdi Mürsel'in göğsünü daraltıyordu eminim, bu yüzden o da izlediği görüntülerinden sonra iyi bir soluk çekmeye çalıştı içine ama yetiremedi.
"İzlemeyeceğim!"
Ona onun yöntemiyle karşılık vermekten başka şansım olmadığını fark ettiğimde bunca zaman kendimi boşa korkuttuğumu anladım, alıp bir silahı Mürsel'in başına dayasam büyük ihtimalle bu kadar kazançlı olamazdım.
Aklı sıra beni sevdiğim adamla ve gururumla vurmaya çalışan bir adamı en kolay zaaflarından sınayabilirdim zaten... Mürsel İzgi de zaten tüm zayıflığını, oğlunun intikamını almak için hakkında yakalama kararı çıkarıldığı ülkeye girip aklına koyduğu cinayetleri işleyerek ortaya sermişti. Aslında beni öldürmek yerine psikolojik olarak düşürmeye çalışması bile ona dair bir ipucuydu, ölümün tam takır işlemediğini biliyor adımlarını ona göre atıyordu.
Ben de onun aklına sığındım, her zamanki gibi.
Mağrur insan sadece kendi silahına alışkın değildir çünkü kendisini vurmaya yüreği yetmez ya, ben de ona kendi namlusunu doğrulttum. Böylesi daha iyi oldu.
"Sen şimdi geldin, öldürdün ya hani intikam almak istediğin onca insanı." Mürsel'le beraber ekranı izledim, Şehlevent'in ölümü benim için o kadar da can yakıcı değildi bu yüzden boynundan gelen kırılma sesleri dışında hiçbir şey içimi gıdıklamadı. "Çünkü bir tane listen var, Allah bilir onu hesaplarken aklından neler geçiyordu." Dilimi yavaşça dudaklarımda gezdirdim. "Ama diğerlerinin aksine beni öldürmek değil de sınamak istemiştin." Sesimi kulağına doğru bilhassa ilettim. "Tüh, şimdi de yakayı ele verdin, artık paçayı kurtarma şansın yok e oğlun da yok, biricik Şehlevent'ini boynunu kırarak öldürmüşler baksana." Mürsel'i kapalı gözlerini açması için sertçe sarstım. "Ne kazandın şimdi sen, ne geçti eline?"
Hırıltıyla nefeslendi, dudağından sızan salyası aşağı kaydığında başını geriye çekip boynunu gerdim. "Ben sana söyleyeyim mi?" Keyifsizce güldüm, eğer sonrasında dudaklarımı sıkıca birbirine bastırmasam ağlardım herhalde... Evet, burada da ağlardım benimkisi büyük bir taşkındı çünkü.
Dünyanın en berbat insanı benim, tamamen kaybettim, artık hiçbir savaş veremem, değerlerim silindiyse ben de silik bir insanım, bundan sonra doğruyu bulamam, ne yaparsam yapayım yanlış olacak ve ben bir daha kendime inanmayacağım.
Bunların pes etmek için uydurduğum yalanlar olduğunu fark ettiğimde, en azından kendime son bir hata hakkı tanıdım; kendimi kurtarmak için birkaç yalan söylemem gerekiyorsa sanırım bunu yapabilirdim, bir süreliğine iğrenç hissedeceğim belki ama olsun, onu da hissedebilirim.
Denemek istiyorum; 'yaşadı ve sadece vazgeçti' dedirtemem kendime, ardımdan 'yaşamaktan korktu' diyemezler.
Yarım kalan sözlerimi, kendime duyduğum inançla dile getirdim; galiba bu daha kararlı olmamı sağlamıştı, yoksa en azından sesim bir kere titrerdi ama titremedi ve uzun zaman önce yitirdiğim özgüvenim gelip kelimelerime yerleşti. "Büyük ihtimalle ağır ihanete uğradın, ya da esaslı bir düşmanın var... Yoksa kabul et, senin oğlun bunca tantanaya değecek birisi değildi." Acıyan bir tebessüm dudaklarımda can buldu. "Seni kendi istediklerini halletmek için çok fena harcadılar, parmaklarında oynattılar." Kısaca iç çektim. "Sen de her şeyden habersiz kuklaları oldun."
Saçlarını bıraktığımda Mürsel'in başı yorgunca öne düştü, hayal kırıklığına mı uğradı yoksa daha da mı hırslanıyor öğrenmek için ön tarafa geçtiğimde onu gözleri kapalı halde buldum; oğlunun can verdiği görüntüleri izlemiyor olsa bile sesini duyduğu için eziyeti hala devam ediyordu... Tıpkı bir süredir, benim belli belirsiz bir tehditle titreyen yüreğim gibi.
"Boşu boşuna beni de kendine düşman ettin."
İniltili bir nefes bıraktıktan sonra başını masada ağlamaklı halde yan çevirdi. "Öbür türlü can diğer olacaktın sanki," dedikten sonra gözlerini geri araladı ama pınarları ıpıslaktı. Dudaklarını kemirip tavana bakarak bir süre bekledi, korumak için her şeyi yaptığı oğlunun ölümüyle tuzağa düşürüldüğüne ne kadar çok inanırsa ben de o kadar kazanacaktım. "Sikeyim böyle işi, böyle işin ben var ya-"
Masaya yumruğumu tıklattım. "Şşt, o kadar değil, tut dilini."
"Nasıl tutayım lan?" Yaşlı gözlerini bana çevirdi; fazla akıllı değildi, biraz da duygusaldı yoksa oğlu için bu kadar savaşmazdı, ya da belki de kendi canından birisine değer verirken egosunu besliyor da olabilirdi... Tam olarak emin değildim, ama emin olduğum tek konu Mürsel'in de karşısındaki insana kozlar sunan zayıf birisi olduğuydu. "Ben böyle işin gelmişini-"
"Sus dedim." İşaret parmağımı dudağıma yaslayıp azarlar bir tonda konuştum. "Ben buraya senin edepsiz küfürlerini dinlemeye gelmedim, karşında kıraathane arkadaşın yok benimle konuşurken dikkat edeceksin."
Başını kınar gibi yavaş yavaş salladı, gücü bu kadarına yetiyordu. "O gün tir tir titrerken hiç böyle cesur değildiniz Yakut Hanım?"
"Ha evet." Bacağımı diğerinin üstüne atıp duruşumu biraz daha dikleştirdim, sırtımı geriye verdiğimde saçlarım arkama sıkışmış olsa da pek rahatsız edici değildi. "Bak bu konuda belki sana teşekkür edebilirim."
"Allah Allah, hayret, ne teşekkürüymüş bu?"
"Sayende uzun zamandır beklediğim bir haberi aldım Mürsel." Eğer o gün böyle bir handikabın içine düşmeseydim belki Uygar'ın masum olduğunu hiç düşünmezdim... Evet ben de acılar içinde kalmıştım ama bir yandan içimdeki o hırs küpü kadın sevdiği adamın masum oluşuyla büyük bir huzura ermişti. Ayrıca durumu ne kadar normalleştirir ve kendimi pervasız gösterirsem, yaşanacaklar da o kadar lehime dönerdi bunu geç anlamıştım biraz. "Çok sağ ol, farkında olmadan bana büyük bir iyilik ettin."
Dişlerini birbirine bastırıp çenesini sıktı, şiş gözlerine gölge düşüren gür kaşlarıyla ürkütücü göründüğü bir gerçekse de kendimi rahatlatacağım çok yanı vardı aslında. "Ne diyorsun lan sen?"
"Sana kelimelerini düzgün seç dedim."
"Ne dedim?" diye sabırsızca bağırdı, boğazındaki damarlar belirgin hale geldi birden, sandalyesini sarsarak yerinde delice kıpırdanırken sabrı taşmış gibiydi; yüzü kıpkırmızı kesildi, hatta kırmızılık göğsüne kadar indi. "Çıkarın lan beni buradan, nerede o komutan çağırın gelsin alsın beni buradan!" Ağzını açıp yutkunmaya ve nefes almaya çalıştı, gitgide bir suçlu şımarıklığına büründüğünün farkındaydım. "Su verin çabuk, su istiyorum! Siz insanlara böyle mi muamele ediyorsunuz, yüce devletiniz size bunu mu öğretti lan?"
Bizim için önceden yere bıraktıkları su şişesini alıp önüme koydum, bunu gören Mürsel göğsünü hızla indirip kaldırarak rahat kalmaya çalıştı ama sabredecek gücü yoktu, sürekli sallanmasından anladığım kadarıyla tuvaleti de gelmiş olabilirdi. "Boş boş sızlanacağına işime yarar bir şey söyle belki iyilik edesim tutar Mürsel."
"Tek kelime etmem sana, siktir git başımdan."
Önümdeki su şişesini kaldırıp sertçe yüzüne savurdum, plastik şişe tam kaşına çarpıp geçtiğinde Mürsel yine inildeyerek bir küfür savurmuş ve yerinde sabit kalmaya çalışmıştı.
"Nevzat durduk yere benim oğlumu niye öldürdü demiyor musun sen hiç?"
Sorumdan sonra karasız kaldı ve bir süre yüzü buruşuk halde suratımı kontrol etti; kollarımı önümde bağlayıp tek kaşımı havaya kaldırdım, tekrar ipleri ele geçiren kişi olmak güzel bir duyguydu, kaybettiğim her şeyi bana geri vadediyordu. "Nevzat senin düşmanın değil, aranızda husumet yok onca kargaşa gelmiş geçmiş cezaevinin en sakin zamanında en göze batacak andayken senin oğlun böyle idam iplerinde sallanacak kadar ne yaptı sormuyor musun Mürsel?"
Sessizce yutkundu, boğazında derin bir hareketlenme olmuştu. O herhangi bir cevap vermeyince "Ben soruyorum," diye mırıldandım. "Çok merak ediyorum, senin beş para etmez Leşlevent'in niye diğer mahkumları kendisine düşman edindi, neden hiçbir alakam yokken bizi karşı karşıya getirdi inan ki çok merak ediyorum." Dosyalarımı elime aldım. "Ama işte, öğrenmem için biraz da sen lazımsın."
"Kandırıyorsun beni."
"Hayır, sen öyle inanmak istiyorsun." İşaret parmağımı kaldırıp üstüne doğrulttum. "Çünkü sen intikam peşindesin ve beni de öyle sanıyorsun." Başımı yavaşça iki yana salladım. "Ama ben sadece gerçekleri ve adaleti istiyorum, bunun için de yapabileceğim çok şey var farkındasın."
"Madem adaletin peşindeydin niye benim oğluma kafayı taktın?"
"Senin oğlun kim ki ben ona kafayı takayım?"
"Piyasada yok mu başka madde işiyle uğraşan, istiyorsan ben sana veririm hepsinin ismini." Ellerini kelepçeli yerde yumruk haline getirdi öfkeyle. "Ama sen o kadar kişi içinden Şehlevent'imi seçip kumpas kurmadın mı ona? Sayfa sayfa elimde kızım hepsi!"
"Güzel," dedim şaşkın bir mutlulukla. "Çok güzel, işte paylaş bunları benimle!"
Birden sevinçle yükselişime karşın Mürsel duraksadı, neden sevindiğimi bir süre anlayamadı; en başında ondan korkmam bir hataydı aslında, kesinlikle Mürsel o kadar zeki birisi değildi sadece insanları cayır cayır yakmak konusunda başarılıydı daha fazlası onda yoktu. "Ne diyorsun sen be?"
"Çok daha büyük bir şeye kukla olduğunun, eğer bana yardım edersen de çok daha büyük bir şeye hizmet edeceğinin farkında değil misin bunu illa tane tane anlatmak zorunda mıyım ben?" Ellerimi masaya yaslayıp hafifçe öne eğildim, kendisi bana yönelttiği tehdidi unutana kadar ona patron rolü kessem yetecekti bana. "Seni biraz zeki sanmıştım ama fos çıktın gerçekten, ne biliyorsan anlat, oğluna ne yaptığımı düşünüyorsun?"
"Elimdekileri sana verecek değilim herhalde."
"Vermezsen bundan sonra kazanacak ya da kaybedecek neyin var ki?" Hafifçe tek omzumu silktim. "Diğer işlediğin tüm suçlara karşı yargıya sunacağın haklı savunman seni cezadan kurtaracak mı sanıyorsun? Dünyaya senin gözünden bakmıyoruz, kimsenin gözünde acılı bir baba değilsin sen sadece devleti zarara uğratan tehlikeli bir adamsın." Sırtımı tekrar sandalyede geriye yasladım, söylediklerimin onun kafasını karıştırdığının farkındaydım yorgun bakışlarında sürekli farklı bir ifade beliriyordu ve sallanışı ise hiç durmuyordu, kesinlikle çok tuvaleti gelmiş olmalıydı. "Bense oğlunu kaybetmiş bir baba olarak bakıyorum şu an sana, hiç mi gerçeklerin ortaya çıkmasını istemezsin Mürsel?"
"Yoksa kendini kurtarmak için hikâye anlatmıyorsun yani bana?"
"Niye, diğer herkes gibi ben kurtulmayı hak etmiyor muyum?"
Dudaklarını sıktı acıyla, dayanamaz haldeydi. "Ölmekten korkma bu kadar."
"Ölmekten korktuğumu kim söyledi?" diye usulca mırıldandım; benim asıl derdim, dünyayı daha insan gibi terk edebilmek. "Sen benim canımı almayı hiç denemedin ki."
Bir süre sessizce bekledi ve sonra, biraz da olsa pes ederek bekledi. "Ne istiyorsun benden?"
"Şehlevent'e yaptığımı ifade ettiğin şeylere bir kanıt istiyorum."
Düşünceler içinde yutkundu Mürsel, dudaklarını defalarca aralayıp kapattı, şu an en sıkışık anında bir şey söyleyip kurtulmalıydı ve onca sessiz dakikadan sonra bir isim dile getirdi. "Ünal İzgi'yi çağır o zaman bana."
"O kim oluyor, bir yakının mı?"
"Amcamın oğlu."
"Neden onu istedin?"
Dalgınca ve sohbet sürdürür gibi sorduğum sorudan sonra Mürsel gözlerini kapatarak bir süre başını geriye attı ama canı yanmış olmalı ki dişlerini sıkarak bana geri döndü. "Onunla görüşeceğim çünkü!"
"Teşekkürler, biz görüşürüz kendisiyle." Dosyalarımı alıp ayağa kalktım, bu kalkışım hayret dolmasına sebep olduğunda herhangi bir şey söylemesine izin vermeden başımı anlayışlı bir tavırla omzuma yatırdım. "Gitmeden önce benden isteyeceğin son bir şey var mı?"
Dişlerini sıkıca birbirine bastırdı, sanırım bir süre huyuma gitmek zorundaydı. "Yarı yolda kalırsam, yarı yolda bırakırım Yakut Özkurt," derken tüm tehdidini kelimelerine doldursa da ben zaman kazandığım için bunu pek umursamadım, ilk adımımı çoktan atmıştım bile.
Bu benim güç yolculuğum değildi çünkü o kadar da güçlü değildim, mesela kendimi sorgu odasından atar atmaz ağlamak istiyordu canım... Ama kendime güçsüzüm diye bambaşka yalanlar da anlatmadım, sadece bir insan olduğumun farkındayım.
Bazen düşerim bazen de kalkarım, önemli olan bunu hep hatırlayabilmek... son ana dek.
Ardımda bıraktığım adam, canı acıyarak seslenmeye devam etti; yaşının getirisi olarak tuvaletini daha zor tutuyordu, bedensel olarak hazırlandığı sıkışıklık onu sona daha çabuk ulaştırır haldeydi, rahatladığında fikrinin değişmemesi için dualar ettikten sonra sorgu odasından ayrıldım. Dinleme ve izleme kısmından çıktıktan sonra beni kapıda nöbetçi bir asker karşıladı, elimle içeriyi işaret ettim. "Merhaba, kolay gelsin. Mürsel İzgi'yi acele bir şekilde alırsanız sevinirim, biraz zor bir durumda şu an."
Başını sallayarak kısa bir cevaptan sonra içeri yöneldi, ben de koridora bakındım; elimdeki dosyalar ve kabanımla öylece kalmıştım, Uygarların nerede olduğunu bulmak istediğim esnada koridorun köşesini dönen birkaç kişiye değdi gözlerim.
Uygar, Ömer Komutan, diğer askerler ve hatta istihbarattan Hakan abi, hep beraber bana gelirlerken gözlerim Uygar ve Ömer Komutanın bozuk suratına değdi. Merakım katlansa da bir şey soramayacağımı bilerek yavaş yavaş onlara ilerledim, artık elimde beni sonuca ulaştıracak yepyeni bir isim vardı ve aklımda ise sevincimi kutlamak için Uygar'a sarılmak... Ama yapamadım, sadece yürüdüm.
5 sene önce
Beyaz saçlarını arkasında toparlayıp ellerini hiç çekmeden bekleyen kadın, önden koşturan genç adamın arkasındaki şaşkın kızı çekiştirişini seyretti; ne kadar keyifli oldukları belliydi kendisinin aksine, bundan dolayı saçlarından çektiği ellerini direksiyona sarıp deriyi öfkeyle kavradı. Az sonra bir telefon alacaktı, iyi bir haber ulaşmasını karşısındaki iki genç için de isterken yeni bir intikama bulaşmak istemiyordu ama eğer mecbur kalırsa, içinde kendisini durdurabilecek hiçbir direnç de yoktu.
Çok geçmeden vitesin önünde titreyen telefonunu kaldırdı ve arayana baktı. "Efendim Yaşar?"
"Belçin Hanım."
Titrek sesini zorlukla çıkarmaya çalıştı. "S-söyle."
Ara sokaktaki adam, duvara yasladığı kızın dudaklarına eğildiğinde Belçin dişlerini öfkeyle sıktı; kulağına ilişen ses ve izlediği görüntü pek uyumlu değildi. Yaşar'dan beklediği malumat hiç gecikmeden geldi. "Kadir Bey, ne yazık ki..."
"Ah," diyerek alçak bir tonda iç çekti Belçin, karanlık sokakta arabasını park ettiği yerden iki aşığı seyrederken telefon ellerinin arasında titremişti tıpkı sesi gibi. "Ö-öyle mi?"
Hızla burnunu çekti, beyaz boyalı saçlarını tepeden kavrarken dişlerini sıkıp ağlayışını karşıya duyurmamak için çabaladı bir süre, sanki her gün bu haberi alıyormuş gibi konuşmasından dolayı Yaşar da durumu garipsemişti. "Belçin Hanım, üzgünüm..."
En sonunda Belçin'in sesi ağlamakla kırıldı, ufak ufak konuşarak en güzel anlarını yaşayan Yakut ve Uygar'ı seyretti, onların dudakları büyük bir tutkuyla birbirine değdiği her vakit Belçin'in ellerinde yoğun bir uyuşma gerçekleşiyordu. "A-anladım," dedi hıçkırarak omuzları sarsılmadan önce. "Anladım Yaşar, haber verdiğin için t-teşekkür ederim."
Hemen sonra kapattığı telefonu kucağına bırakıp ellerini yüzüne kapattı ve ağlamaya tutuldu; herkesin gördüğü o katı suretin ardında böyle bir acı yaşatıp onu gizlemek yormaya başlamış olsa da bundan sonra daha çok yorulacağının farkındaydı Belçin. "Allah'ım, yardım et..."
Ağlayarak geçen dakikaların ardından telefonu bir daha çaldı, bu sefer arayan Mürsel'di. "Ne oldu Belçin, Kadir'den bir haber var mı?"
"Var." Omuzlarını tutmaya çalışırken parmaklarını alnına bastırdı ve ağrıyan kısımları ovaladı, ellerine değen buruşuklukları beraber kazandığı adamı kaybetmiş olmak beklediğinden de ağırdı. "Ö-öldü," derken dikiz aynasından gördüğü suratında büyük bir hüzün belirdi. "Gitti..."
"Belçin, ağlama."
"Öldü diyorum sana!"
"Belçin sana ağlama diyorum, yapma böyle güçsüz mü davranacaksın yani?"
"Ne diyorsun sen be?" diye bağırırken elini direksiyona çarptı ansızın. "Hayat arkadaşımı kaybettim ben, sen bana ne anlatıyorsun?"
"Senin suçundu!"
"Ne demek benim suçumdu?" Yan koltuktan aldığı peçeteyi burnuna sürtüp bir daha bağırdı, hala sevdiği kadını duvara yaslayıp ona hayatı boyunca unutamayacağı bir öpücüğün izlerini bırakan Uygar'a bakarken sinirlerini tutmakta zorlanır haldeydi... Ve kendisini yarı yolda bırakan Yakut'a karşı da tüm merhametini gitgide yitiriyordu, onun farklı olacağını sanmıştı ama yanıldı. Yakut hiç de beklediği gibi birisi değildi. "Ahmet ahmaklık edip parmağı kaçırmasaydı hastaneden, Kadir de böyle bilenmezdi ben ne yapabilirdim bu durumda?"
"Sen adamlarını Ahmet'in peşine takarken ne bekledin ki başka?"
"Takmadım kimseyi peşinize, onları zaten şüphelendiren Ahmet'in hastaneden apar topar kaçmasıydı!"
"Aptal Belçin, sana söyledik ya biz Uygar Özkurt'u ekibine alma diye o adam bunu tabi anlardı ahmak kadın!"
"Kontrolüm altındaydı onlar, siz kuşkuya düşürdünüz hepsini!"
"Bok kontrolün altındaydı, geldiler pavyonu alt üst edip gittiler en başında istihbaratına yaranmak için hiç yollamayacaktın onları!" Bağırırken sesi kısılan adam kısa bir süre öksürdükten sonra aynı hararetle konuşmaya devam etti. "Ama sen iki tarafın da gözdesi olacağım diye resmen bizim kuyumuzu kazdın, şimdi elimizde parmak da yok nasıl gireceksiniz sığınağa? Bütün planlar içerideydi!"
"Senin akılsız oğlun teslimatın yerini ağzından kaçırmasaydı şimdi kimse sığınağı bulamazdı Mürsel!"
"Şehlevent'imi sakın karıştırma, onun bir suçu yok!"
Telefonun ardından cızırtıyla ulaşan bu kükremenin ardından Belçin ağlamaklı halde konuşmayı kesti; aslında zincirleme halde ilerleyen olaylarda pek çok kişinin suçu vardı... Yine de bir öç arzusu içine yerleştiğinde, onu çıkarıp atmak fazlasıyla zor oluyordu. "Özür dilerim," diye mırıldanırken omuzları sertçe sarsıldı, Belçin ufak bir iç çekişten sonra defalarca dile getirdi aynı sözleri. "Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim..."
"Tamam sakin ol, kayıp yaşadığın için ne dediğinin farkında değilsin yoksa asla böyle aptal saptal konuşmazsın sen."
"Özür dilerim, ne yapacağımı bilmiyorum bu acı nasıl geçecek bilmiyorum..."
"Şimdi sen Faizan'a ne hesap vereceğini düşün, seni ortaklıktan çıkarmayı düşünüyor Belçin."
"Ne?"
"Sığınak elden çıktı artık, seni nasıl kabul etsin ortaklığa?"
"Ama onca yatırım..."
"Önemi yok, batırdın her şeyi."
"Ama..."
"Neyse, ben seni yormayayım Belçin'im... Tekrardan başın sağ olsun."
Kapanan telefonun ardından kaskatı kalan kadın, gözlerini sevdiği adamın göğsüne yaslayan Yakut'un siyah saçlarında gezdirdi; hatıralarından her şey birer birer geçerken, onların başlarına buyruk davranıp tüm operasyonu nasıl da yalan dolanla baltaladıklarını düşündü, hiçbir şey istediği gibi ilerlemediği için kızgınlığını ve hüznünü nasıl zapt edeceğini henüz bilmiyordu.
Ellerini direksiyona sarıp oradan ayrılmadan önce son bir kez daha baktı, genç kıza kollarını sıkıca saran Uygar'a... Onu sığınağa düzenledikleri operasyonda ortadan kaldırmak istemiş ama asıl kurşunu kendi hayat arkadaşı yemişti ensesinden... Kadir'in yaşayıp da felç kalmasına bile kabulü varken onu böyle tamamen kaybetmenin tüm suçunu, dik başlılığıyla kendi bildiğini okuyan Uygar Özkurt'a attı hızla; çünkü kendi hatalarını düşünemeyecek kadar aklı dumanlıydı.
Saatler sonra geldiği karanlık evinde, artık kimsenin olmadığını bilerek ağlaya ağlaya çıktı yukarı ve çalışma odasına girdi; işin başına koyulmadan önce bazen deri koltuğuna oturarak çığlık atmış bazen parkeye alnını dayayıp yumruklarını yere çarpmıştı. "Mahvoldum!" dedi gırtlağı yırtılarak bağırırken. "Ahh mahvoldum bir şey yapmam lazım, bir şey yapmam lazım kahretsin böyle bitemez!" Dizleri üstüne geldi ve ellerini boğazına sardı, sanki orada kendisinden başka eller de vardı. "Ya batarım ya çakarım, ama kimsenin yanına bırakma... Allah'ım, sen yardım et... Böyle olmayacak, böyle olmasına izin vermeyeceğim."
Kocasını ve elindeki tüm yatırımları kaybederek çoktan bataklığa düşmüştü bile, bundan sonra hayatını toparlamaya çalışsa bile derin bir ateşin içinde yanıyordu artık.
Üstündeki kabanı sıyırıp attı, beyaz boyalı saçlarını arkasında alçak bir atkuyruğu yaptıktan sonra evinde bulundurduğu dosyaları açtı hemen. Hızla karıştırdığı sayfalar arasında bulduğu fotoğrafı ise duvardaki kapaklı panosuna astı.
Uygar Özkurt.
Onun söylediği yalanları geç fark etmişti, kendi emirlerinin dışına çıktığını sonradan öğrenmişti ve bu yüzden öfkeliydi. "Kahraman olmak istedin sen değil mi?" derken fotoğraftaki yeşil gözlere uzun uzun baktı. "Ama ben yerin dibine sokacağım seni Uygar, o yok saydığın emirlerin altında ezileceksin mahvolacaksın, biteceksin."
Hemen sonra Mürsel ve Şehlevent'in fotoğraflarını Uygar'ın yanına yerleştirdi; boşboğaz ve faydasız bir evladın yükünü bunca zaman Belçin sırtlanmak zorunda kalsa da o kimsenin bakıcısı değildi, bu yüzden Mürsel'i ve onun yokluğunda kendisine emanet edilen Şehlevent'i de affetmeyecekti. "Bu acıyı yaşamak senin de hakkın dostum, ortaklık böyle gerektirir... Bir acı varsa, beraber sırtlanacağız her şeyi."
Ahmet'i de es geçmeyerek fotoğrafını panoya yerleştirdikten sonra geri çekildi ve uzun uzun baktı, yan yana dizilmiş dört adamın yanına bir kişiyi daha eklemekle ilgili tereddütleri vardı.
Son fotoğrafı kaldırdı ve siyah gözleri, kendisine fazla tanıdık görünen genç kadının suratını seyretti. "Yakut Yalınkılıç, merhametimi hak ediyor musun bilmiyorum..."
Ondan Uygar'la ilgili bir karar vermesini istediğinde, tek dayanağı ikisi arasındaki anlaşmazlığın ağır basıp Yakut'un Uygar'ı ekibe dahil etmekten vazgeçecek olmasıydı; ancak bir gün Yakut aksi yönde kararla yanına gelmiş ve Belçin'in kararlarını sekteye uğratmıştı.
Hem istihbarattaki yerini hem de yeraltı dünyasındaki dostlarını kaybetmek istemeyen Belçin, her şeye itiraz edemeyeceğinin farkındaydı; bu yüzden beklemediği bir sonuçla karşılaşınca kendisini Uygar'ı kontrol altında tutabileceği ve onu yönlendirebileceği ihtimaliyle avutmuştu fakat hiçbir şey istediği gibi gitmedi.
O çürük bir cesedin kokusunu alabilecek kadar keskin duyulara sahip, olaylar arasında farklı bağlantıları önceden tahmin edebilecek kadar ön görüşlüydü; üstünü kapatmaya çalıştığı şeylere irdelerken takındıkları adalet duygusu ise Belçin'in yabancı olduğu bir değerdi.
Yumruk yaptığı elini bir süre dudaklarına yaslayıp bir süre Yakut'un fotoğrafına bakmaya devam etti ve en sonunda, gecikmiş bir kararla onu panosuna yerleştirdi. "Üzgünüm, bana yardımcı olmalısın Yakut önceden yapamadığın şeyi şimdi yapmalısın üzgünüm... Sözümü zamanında dinleseydin böyle olmazdı, şimdi benden başka duyabileceğin hiçbir şey kalmayacak."
-
Sadece bir sorguyla geçen bölümün on bin kelime olmasını beklememiştim ağlamaklıyım...
Ben hangi akla hizmet istihbarat kitabı yazacağım dedim bilmiyorum, çok zor :( Bir de kurguyu hep bölüm bölüm belirlediğim için ne yazacağımla ilgili çoğunlukla fikrim olmuyor eksiğim hatam varsa kusuruma bakmayın lütfen elimden geldiğince dikkat ediyorum ama oluyor bazen yanlışlar... yanlışlıkla. 😓
Belçin'le ilgili gerçek bu aslında çoğu şeyi ayarlayan ve herkesle oynayan kişi o, ve onunla ilgili gerçekler ortaya çıktığında sizce bu Uygar'la Yakut arasındaki ilişkiyi nasıl etkiler? Benim aklımda iki ihtimal var hangisini yazsam bilmiyorum bakalım ortaya karışık olacak biraz. Ve kitapta bahsi geçmemiş konuların çoğu aklımda, hepsine sıra sıra geleceğim öyle umuyorum.
Her bir yorumunuz benim için çok kıymetli, lütfen desteğinizi eksik etmeyin 💝
Sizleri seviyorum, güzel günler diliyorum, hoşça kalın ve kendinize iyi bakın... 💝
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.56k Okunma |
1.44k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |