27. YİRMİ DÖRT SAAT
Uygar Özkurt
Kimse duymasın diye tercih edilmiş, fısıltıya yakın, kısık bir ses... Rengi, başkalarının aksine tokluğundan dolayı biraz farklı, ama sık dinlendiğinde insanın dikkatini bizzat kendisine bağlayan güzel bir konuşma şekli.
Kelimelerini şaşkın bir duyguyla seçtiğinde, genelde bunu saklamaya çalıştığı için inkâr edilemez bir sevimlilik baş gösteriyor üstünde; ama eğer her şeye muhalefet olmak için huysuzluk ederse o zaman bir diğer halinden daha çok... ilgimi çekiyor.
Uygar, başka yöne bakarak dinlediği "Sorgudayız Uygar," sözlerinden sonra bakışlarını dayanamayarak ona çevirdiğinde, Yakut'u başını hafifçe yana doğru eğmiş ve geri çekilen saçları boynunu açıkta bırakmış halde buldu; kaşları 'yapma' dercesine havadaydı, dolgun dudaklarını defalarca yalayıp sonrasında birbirine bastırırken ise büyük ihtimalle ne yaptığının hiç farkında değildi.
Kimseye belli etmeden gizlice iç çektikten sonra Uygar karşısındaki adını "Sorgudayız, sorgudayız," diye tekrar ve ceketini usulca omzuna attı; Yakut'un sözünü dinleyerek sorgu odasından ayrılırken gözlerini bıkkınca örttü ve hemen sonra açtı. Kapıdan geçtiği süreçte, o kısacık zamana büyük bir iç çekiş sığdırıp öyle yaklaşmıştı izleme bölümündeki askerlerin yanına.
Sorgunun izleme bölümünde oturan üç adamın meraklı bakışları kendisine döndüğünde, düzgün konuşabilmek için ilk önce hırıltılı sesiyle öksürdü. Yakut rica ettiğinden dolayı orayı boş bırakması gerekliydi, bu yüzden eliyle dış kapıyı işaret etti Ömer'e doğru. "Mümkünse dışarıda konuşabilir miyiz?"
Ömer gözlerini, sorgu odasındaki Yakut'tan çekip karşısında adama baktı, içeri girerken boynunda düzgünce bağlı duran kravatı şimdi gevşemiş halde ellerindeydi, üstelik onu çıkarırken içerideki kadından bir teminat aldığını da işitmişti. Bunu, sorguda oyalanmak maksadıyla öylesine sorduğunu düşünse de bugün ilk kez yüz yüze karşılaştığı Uygar'a dair bir şüphe belirmişti kafasında. "Tabi," diye mırıldanıp yerinden kalktığı an Uygar bir kere daha konuştu, ama bu sefer diğer üç askere hitaben dile getirmişti. "Sizi de dışarı alayım, Yakut'un burada işi biraz uzun sürecek."
"Ama..."
Gelecek itiraza karşın Uygar duruşunu dikleştirip kaşlarını ciddiyetle çattı, bu esnada dışarıyı göstermek için hafifçe kaldırdığı elini hiç indirmemişti. "Beyler, dışarı," deyip üstüne basarak konuşurken sert bir üslup edinmemek için kendisini zor tuttu, bu iki yıl aradan sonra gerçek bir kontrol gerektiren ilk göreviydi çünkü.
"Uygar Bey'in sözünü dinleyin, sorgu odasını boşaltın." Ömer'in tasdik edici sözlerinden sonra Yakut'a istedikleri yalnızlığı sağlayarak oradan ayrıldılar. Elini askeri üniformasındaki kemere yaslayan adam, Uygar'ın ardından birkaç uzun adımla yaklaştı. "Aslında iyi gidiyorsunuz, niye ayrıldınız içeriden?"
Uygar, ardındaki adama elinde olmadan soğuk bir bakışla karşılık verdi, sorguya girmeden önce kendisine eski karısını tanıtan bir adama karşı, kimse gerçekleri bilmese dahi tahammülü en fazla bu kadardı. "Yakut öyle istedi," dedi başka bir sebebi olmadığını fazlasıyla belli ederek.
"Sadece o öyle istediği için mi?"
Yöneltilen imalı sorudan sonra Uygar da başını rahatça bir kere öne eğip kaldırdı. "Sadece o öyle istediği için."
"Emir mi alıyorsunuz Yakut Hanım'dan?" Sorguyu takip ederken farklı durumlar sezdiği adamın yandan görünen yara izine baktı. "Yoksa bir hiyerarşi mi var aranızda?"
Hiyerarşi?
Uygar farkında olmadan ceketini tuttuğu elini sıktı, gözlerinin önünden bin türlü hatıra geçip giderken gerçekçi davranıp Yakut'la arasındaki bağı dile dökemediği için kendisini biraz uzak hissetmişti hayata. Aslında biraz rahat davranabilir, eskiden evli olduklarını ve bu yüzden her ne olursa olsun Yakut'un sözüne güvendiğini itiraf da edebilirdi; ama bunu dile getirmek demek, aynı zamanda aralarındaki tatsız ayrılığın da bir şekilde ortaya dökülmesi demekti.
Koridorda yürürken yanına yaklaşan adamın kamuflaj kıyafetine kısaca baktıktan sonra, sabah Yakut'un bağladığı kravatını yine eline dolayıp yuvarlak hale getirdi hızlıca. "Onun sözünü dinlemem için hiyerarşiye gerek mi var?" derken Ömer'e kendini dizginleyemediği için soğuk bir bakış attı.
"Arkadaşlığınız epey kuvvetli diye düşünüyorum o zaman?"
Sikmişim arkadaşlığı.
Yine sabrını korumak isteyerek dilini yavaşça dudaklarında gezdirdi, eğer çizgisini aşarsa bu ilk görevini baltalayan kötü bir intiba yaratacaktı üstünde. Kimsenin benim hıncımı çekmek zorunda olduğu bir suçu yok. Suçlu sadece biziz, bu nefret ikimiz arasında.
Uygar farkında olmadan ateşli bir duyguyla kaplanan yeşil gözlerini, kendisini sorgulama cüretini gösteren adama çevirdi.
Aç şu ağzını, adam gibi çık söyle.
Bu kadın benim karımdı de.
Diyemezsin.
Şimdi niye değil, diye sorarlar adama.
"Siz işinizi sadece arkadaşlarınızla mı uyumlu yürütüyorsunuz Ömer komutan?"
Çok geçmeden bir bekleme odasına girdiklerinde, diğer iki asker de kapıda dikilmeye koyulmuştu. "Estağfurullah," derken Ömer biraz geri adım attı. "İş esnasında öyle şeylere bakmayız biz."
"Haliyle ben de bakmıyorum arkadaşlık gibi zırvalıklara." Yok çünkü öyle bir şey, olmadı, olmayacak.
"Sadece sizi sorguya girmeden önce hevesli görmüştüm, ondan sordum Uygar Bey yanlış anlamayız, o pezevenge az bile dokundunuz."
Uygar yine sakin tutmaya çalıştığı sesiyle mırıldandı, her ne kadar Yakut'a güvenip onu ardında yalnız bıraksa da aklı oradaydı. "O kadarı yeterliymiş demek ki."
Ömer belli belirsiz güldü. "Tabi, Yakut Hanım'ın tersliğine tutulunca hep öyle olur."
Bu sözler Uygar'a, o geceyi bir daha anımsatmıştı; Yakut'un ölüm kararının verildiğini öğrendikten sonra işini dışarıda halletmek yerine odasına girmeye karar verdiğinde, yatağında bir başına uzanmış Yakut'la karşılaşmak elbette beklediği bir şeydi ancak onu en yakından tanıyan kişi olduğu için en azından daha erken uyanır sanmıştı Uygar, aralarında bir milim mesafe kalacak kadar ona yaklaşmadan önce... Eğer ben gelmeseydim öyle dalgın bir uykuda beklediği kişi katili olacaktı, diye düşündüğü zaman tüyleri ürperdi, yumruklarını sıktı.
Üstünde yarım yamalak bir örtü var mıydı yok muydu hatırlamıyordu bile, sadece Yakut'un kulağında unuttuğu eski şarkıyı anımsıyordu, odanın içindeki yabancının farkına varmadan sessiz uykusuna devam edişini... Her şeyden elini eteğini çekmiş gibi, sanki olacaklardan habersiz ama yine de ona sorsalar, belki kabul edermiş gibi, ölmeyi.
O zamana dek, ailesinden kimse gözlerinin ardındaki yorgun kadını görmedi mi diye soruyordu bazen kendisine; şimdi Yakut'un özür dilerken titreyen sesindeki pişmanlığı sezdiği için yüreği biraz daha toleranslıydı eski karısına karşı, ama yine de kendinden başka kimsede bir tezahürü yok muydu o sallantılı sesin?
Gelip yakasına yapışmak yerine hayatı bir süredir uzaktan seyreden Yakut'un gözlerindeki yangın kadar hızlı sönemezdi hiçbir ateş, bu yüzden koyu gözlere sığınan hüznün biraz olsun endişesinde değil miydi kimse kendisinden başka?
Uygar dudaklarını keyifsiz bir tavırla iki yana kıvırdı, gülümsemeye çalıştı ama pek de beceremedi. "Şans işte."
Artık Yakut hakkında, karşısındaki adamdan hiçbir şey dinlemek istemediği için ani bir manevrayla konuyu değiştirip başka bir konuya geçip yaptı Uygar, öne eğilirken ciddiyetini bir daha kavramış ve Ömer'in dikkatini de o yöne çekmişti. Efendi ve medeni bir adamım ben, ayrıldığım karım için kıskançlık krizi çıkaracak kadar kafayı yemedim... Yedirtmesinler.
Çok geçmeden konuşmanın tam ortasında, bekleme odasının cam kapısı açıldı ve içeri bir başkası giriş yaptı. "Lan!" deyip hayret dolu sesi ve hatta şaşkınlıkla öne büktüğü bedeniyle Uygar'a ilerleyen kişi, yine görüşmeyi tutuklandığı an kesmek zorunda kaldığı eski iş arkadaşlarından Hakan'dı.
Uygar da onu görünce ayaklanıp biraz mesafesini takınarak yaklaştı, korktuğu şey herkes tarafından kanıksanmış ihanet yalanını sevdiklerinin yüzünden okumaktı tıpkı Yakut'un bıraktığı yaralar gibi.
"Nerelere düştüm ben böyle?" Hakan sıkıca sarıldığı Uygar'ı omuzlarından kavrayıp karşısına dikti, onu son gördüğü zamanın aksine daha da kalıplı hale gelmiş adamın göğsüne bir eliyle vurduktan sonra gömleğinin yakalarını toparladı. "Oğlum, sen cidden buradasın."
"Hakan abi, hoş geldin."
Uygar'ın kendisini saygıyla karşılaması bile geçmiştekiyle aynıydı, o hala herkesin sevdiği Uygar'dı. "Asıl sen hoş geldin oğlum, ne yapıyorsun burada?"
Uygar dudağını yine eskiyi hatırlatır gibi hafifçe özgüvenli tavrıyla ama biraz soğuk bir şekilde kıvırdı, sanki okulun ilk gününe başlayan küçük bir çocuk gibi ifade edince kelimelerini, işini beklenmedik anda yarım bırakıp gizli göreve geçmenin üstünde bıraktığı tesirin daha çok farkına vardı. "İşimin başındayım abi."
Bütün kimliğini gizlediği bir maskeyle uzunca bir süre vazifesini sürdürmüş ve her bir görevi layıkıyla yerine getirmiş olsa da evde ve ailesinin içinde gibi hissettiren eski hayatı kadar güzel olamazdı hiçbir şey. Aynı zamanda, insanların gözlerine baktığında orada kendisine dair yanlış bir şeyler görmediği için artık başını da yastığa rahat koyacaktı.
"Oğlum ne işi ya?" Hakan, koluna girip Uygar'ın boyuna posuna baktı dikkatle. "Yakut Yalınkılıç geldi dediler içeride, ben onu görmeye gideyim derken yanında bir de Uygar Özkurt var demezler mi? Allah çarpsın ilk an inanmakta bir süre zorlandım." Avucunu dudaklarına örttü hayretle, fakat sonra hayretini erteleyip yalnızca onun masumiyetini kutlamak istedi. "Hergele ya... Allah bilir neler karıştırdın yine?"
Uygar, kendisine duyduğu güvenle gözlerini kapatıp açtı; Yakut'a belki hiçbir zaman ama eninde sonunda bir başkasına o da yaşadıklarını anlatmak isterdi. "Karıştırmadım, biraz karıştım sadece ama olsun, atlattık bir şekilde."
"Seni fena özlemişim."
"Sağ olasın, eyvallah abi ben de sizi."
Uygar'ın fazla uzun tutamadığı tebessüm karşısındaki adamı kısa bir süre dumura uğratsa da Hakan bunu yaşananların getirisi olarak düşünüp hemen Uygar'ı omzundan kendisine çekti, bu esnada masada oturmaya devam eden Ömer'e dönmüştü. "Bizim Uygar'la tanıştınız ha?"
"Çok değil," derken gözlerini, beklemediği şekilde herkesin tanıdığı çıkan adamda gezdirdi Ömer. "Daha bugün ilk kez gördüm kendisini."
"Olmaz öyle, ben sana tanıtayım." Hakan uzattığı elini hafifçe Uygar'ın göğsüne vurdu hatta gömleğinin yakasını düzeltti yine. "Uygar Özkurt, istihbaratın bir numaralı adamlarından olur," derken bunu yalnızca dışarıdan aldığı bilgiye dayanarak, aynı zamanda eski arkadaşını biraz onurlandırmak için söylemişti bunları. "Teşkilatta herkes sever bu adamı ya." Keyifli gözlerini bir daha Uygar'ın yaş almış halinde gezdirdi, onu en son gördüğünde karısının peşinde pervane olan genç bir adamdı oysa şimdi karşısında soğuk, mesafeli ve değiştiğini fazlasıyla belli eden, çok da gülmeyen bir adam vardı.
"Bu kadar hikayesi olduğunu tahmin etmemiştim, ne güzel."
"Ömer sen basbayağı hiçbir şey bilmiyorsun yani?" Bu sorunun altındaki amaç, Uygar ve Yakut arasındaki ilişkinin görünürlüğünü sorgulamaktı.
"Yok abi, dedim ya daha bugün tanıştık diye."
"Eyvahlar olsun." Hakan, Uygar'ı koltuğa oturttuktan sonra kendisi de yanına yerleşti. "Cidden buraya Yakut'la beraber mi geldiniz?" derken kaşlarını oynatarak imalı bir soru sormuştu bu sefer.
Uygar başını rahatsızca aşağı yukarı salladı, sorunun altındaki imanın fazlasıyla farkındaydı öyle ki Hakan elini yine hayretle dudaklarına kapattığında rahatsız olan tek kişi kendisi değildi. Ömer dilini sabırsızca kuru dudaklarında gezdirip omuzlarını gerdi. "Sorguda şu an," deyip Yakut'u andı kısaca. "Yoksa bir şey mi oldu? Önemli bir durum mu var?"
"Bir şey yok, bir şey yok." Hakan devam eden şaşkınlığıyla Uygar'ın suratını kontrol etti. "Barıştınız mı?" derken sesini epey kısık ve gizli tutmaya çalışmıştı. "Yoksa ona göre vaziyet alırım ben de."
"Yakut'a her zaman nasıl davranıyorsan yine öyle davranmaya devam et abi," derken istemsizce sertleşen sesini boğaz temizlemeyle düzelttikten sonra sırtını geriye yasladı ve sinirle boynunu ovaladı Uygar, aralarındaki yaşananlar az çok diğer insanların tavırlarına da sirayet edecekti bu belliydi ama kimsenin, kendisi yüzünden ona gard almasını da istemiyordu.
"Ama barışmadınız yani?"
"Yok." Uygar sözleri arasında yutkundu. "Daha fazla konuşmayı gerektirecek mevzular değil bunlar."
"Hayırlısı bakalım." Hemen sonra onun rahatsız olduğunun farkında olarak konuyu değiştirdi Hakan. "Durumlar nedir? Ben Akdenizlerin prensesiyle görüşmeleri inceledim biraz, kızın ağzından bir tek 'bilmiyorum' dökülüyormuş."
Ömer, Yakut'tan dolayı farklı bir durum olduğunu sezdiği andan beri Uygar'a karşı diken üstündeydi, bu yüzden bakışları o taraflarda pek gezinmeden yalnızca Hakan'a doğru konuştu. "Babası ve abisi hastanede olduğu için konuşmak istememesi normal, avukatı da ayrıca tembihlemiştir."
"Herhalde... Mürsel'den bir şey çıkar mı peki?"
Bu soruyu ise Uygar yanıtladı araya karışarak, ses tonunda koşulsuz duyulan bir güven hakimdi. "Yakut'un insafına bırakıp geldim, o halleder."
"Halleder halleder."
"Hadi inşallah, gidip bir bakalım o zaman." Ömer'in bir cevap bile beklemeden kalkıp gitmesiyle, Uygar başını yan tarafa doğru çevirip kapıya ilerleyen adama baktı; onun bu buz gibi bakışını fark eden Hakan ise masaya parmaklarını ritimle vurup ayaklanmıştı. "Şimdi burada kimse aranızdakileri bilmiyor mu yani, ben doğru mu anladım?"
"Doğru, kimse bilmiyor."
"İyi hadi, Allah'tan patavatsızlık etmedim." Uygar'a biraz üzgün gözlerle baktıktan sonra bekleme odasının çıkış kapısına yöneldi. "Ama saklayarak olacak mı oğlum, sonra yanlış bir şey geçer milletle aranızda huzurunuz kaçar."
Kaçacak huzurumuz mu var?
Uygar, uzun bir süredir yaptığı şeyi yaparak yine konuyu değiştirdi, boz bulanık bir ifadeyi taşıyan gözleri birkaç adım önünden ilerleyen üniformalı adamda olsa da yan taraftaki Hakan'a konuşmaya devam etti. "Sen nasılsın abi? Hayat nasıl gidiyor, iş, aile?"
"Şükür biz iyiyiz kardeşim, yengen çoluk çocuk her şey aynı."
"Daha da iyi olursunuz inşallah."
"Sen bunları bana mı söylüyorsun?"
Uygar anlamayarak bakışlarını yan tarafa çevirdi. "Evet abi."
"E hiç bana bakmıyorsun da ondan sordum, kitlendin kaldın ileriye."
Sinirle yutkunup sertçe çektiği burnunun ucunu ovaladı bu sefer. "Gözüm dalmıştır."
Koridorun köşesinden döndükten sonra sorgu odasının kapısının önünde, elinde dosyalarla bekleyen Yakut'a nasıl tepki vereceğini bilemeyerek yaklaştı Uygar; iş bahanesiyle normal davranıp zamanı sakin geçirmek mümkündü; ancak iş sınırlarından çıktıklarında yine asılacaktı suratı, kalbi biraz daha katılaşacak, yine canını yakmak isteyecekti aslında bu kendisine zeval yüklerken.
Halbuki uzaktan baktığı yerde, Yakut'un suratına yerleşmiş bilinmedik bir gülüş vardı; bir şeye sevinmiş, bir şey onu rahatlatmış olmalıydı ve bunu bir tek az önce ayrıldığı sorguya bağladı.
İçerideyken sorguyu uzatmak ve Mürsel'in dikkatini dağıtmak maksatlı aralarında tevekkeli konuşmalar geçmişti, bunu yaparken her ne kadar yanlış anlaşılacağını düşünmemiş olsa da Yakut işten kaynaklanan rahatlıklarını umut saymış olabilirdi. Gerçi, kravatını çıkartırken kendisi de bir bahaneyi kullanmış olsa da Yakut bunun ardındaki gerçeği hiçbir zaman bilemeyecek, daha doğrusu çözemeyecekti.
Uygar yine sessizce ona bakmaktan ötürü gizlice iç çekti.
Göze aldığın ayrılık işte tam da böyle bir şey Yakut; eskiden olsa ben aramıza mesafeler koysam sen yine de yüreğimin senin sevdan için çıldırdığını bilirdin; şimdi yönümü değiştirir bizzat sana doğru koşarım, gelirken nefesim kesilir belki yolunda ölürüm, ama sen yine de hiçbir şeyden emin olamazsın.
Yakut Yalınkılıç
Bana doğru gelen Uygar ve Ömer komutanın suratını böyle bozan şeyin ne olduğunu bilmesem de elimdeki dosyalarla sadece yanıma gelmelerini bekledim, hatta birkaç adımla da ben gittim. Yaklaştığımız an varlığını belli eden Hakan abi, her zamankinden biraz daha farklı olarak mesafeli bir tebessümle karşılık verdi bana. "Kolay gelsin Yakut," dedikten sonra ellerini ceplerine sokmuş, hatta gözlerini kaçırıp gülümsemesini sonlandırmıştı. "Nasıl geçti sorgu?"
Bakışlarım korkuyla bir Hakan abide bir Uygar'da gezindi, burada ilk kez karşılaşmışlardı; ve onun masumiyetiyle ilgili gerçek yavaş yavaş tüm istihbarata yayılacaktı sonuçta bitmişti gizli görev... İşte o zaman ben apayrı bir sınava tabi tutulacaktım, önceden de beni pek haklı bulmazdı insanlar ve şimdi, haksız çıktığım için daha çok nefret alacaktım.
Sorgudan çıkıp başımdaki bir beladan yavaş yavaş kurtulmanın rahatlığını yaşayamadan yüzüm yine istemsizce asıldı, fakat kimseye bir sorun çıkarmak istemediğim için boğazımı hafifçe temizleyip kendimi toparladım; kimseyi rahatsız etmek istemiyorum, kimse benim yüzümden rahatsız olsun istemiyorum, kimsenin huzuru kaçsın istemiyorum... "İyiydi," dedim gitgide sönen bir heyecanla. "Beklediğimden güzel geçti."
Tehdit edilmedim ve bol bol manipüle ettim, daha ne isterim ki?
Bu sefer araya Uygar karıştı, neyse ki iletişim kurmaktan kaçınmıyordu eğer onu da yapmasaydı, diğer herkes ondan güç bularak beni daha büyük bir düşman bellerlerdi kendilerine muhtemelen. "Neler var bize anlatacağın?"
"Şöyle ki," derken bakışlarımı kısa bir süreliğine yere eğip kaldırdım. "Mürsel bana bir isim verdi," diye anlatmaya devam ettiğim esnada ise Uygar ellerime uzandı, ilk başta anlayamasam da sonra kaşlarıyla dosyaları işaret etti. "Alayım onları."
"Tabi."
Dosyaları verip bir an o boşlukla ne yapacağımı bilemediğim için dudağımın üstünü kaçamak bir tavırla kaşıdım ve anlatacaklarımı düzgünce dile getirmeye çalıştım. "Uygar zaten içerideyken Mürsel'e, Şehlevent'le ilgili herkesten intikam almadığını, seçici davrandığını itiraf ettirmişti."
Sözlerimin arasına açıklayıcı bir şekilde Uygar girdi. "Hatta hâkime savcıya zarar vermekle suçlanmakta da endişe ettiği çok belli, yetkili isimlerle başının belaya girmesini istemiyor muhtemelen."
"Aynen öyle, ama beni bir şekilde aklına koymuş." Sözlerim arasında kısaca nefeslenmem gerekti. "Her ne kadar tam olarak söylemese de elinde bazı belgeler olduğunu ima etti içeride, sonra da amcasının oğlu Ünal İzgi'yle görüşmek istediğini söyledi ama bence, ilk biz konuşalım adamla."
Ömer komutan, hazırda bekleyen askere kaşını hareket ettirerek kısaca işaret verdi. "Ünal İzgi, konumunu bulun bildirin hemen."
"Emredersiniz komutanım."
Ellerimi, sallantılı bir heyecanla dudaklarıma örttüm; en azından Mürsel'den kurtulacağım gerçeğiyle biraz rahatlamış ama şimdi Hakan abinin dik bakışlarıyla karşılaşınca, tekrar aynı suçlu hissiyata bürünmüştüm.
Elbette beni değil, onu haklı bulacaklardı; olması gereken de buydu zaten, her zaman her yerde ve herkesle çok iyi anlaşabilen Uygar'ı, masumiyeti kanıtlandığı an tekrar eskisi gibi aralarına alacaklar ve ben sırtımdaki yükten kurtulsam bile kaybettiğim sevdiklerimden mütevellit yapayalnız kalacaktım.
Kaderim bu benim ama bu sefer kimseye değil sitemim; yemin ederim, sadece kendime kızıyorum.
Her şeyin bu noktaya gelmesine izin verdiğim için kararları aldığım andaki aptal aklıma ve hatta dayanamayıp, yıllar önce o gün ailemin evinden kaçtığım için gençlik arzularıma... Kollarımı önümde bağlayıp düşünceli gözlerimi başka yerlerde dolaştırdım, kötü görünmemek için parmağımı saçlarımın arasına sürtüp hafifçe kaşıdıktan sonra sessizliğimi sürdürdüm ama yok, şu tenimdeki uyuşukluk geçmedi bir türlü.
Nasıl geçsin ki zaten? Ben ayrıca, beni insanların karşısına tümsek diye çıkaran hayata da kırgınım.
Bunu da kimseye anlatamıyorum, çünkü anlamamaları değil mesele; umursamazlar, artık kimin yüzüne baksam kocaman bir 'bana ne' görüyorum, sanki korkularımın beni yavaş yavaş öldüreceğini ve bunun çok yorduğunu itiraf etsem karşımdaki üç adam hatta dünyanın geri kalanı bile beni bir şekilde duyup avaz avaz 'bana ne' diye bağıracakmış gibi hissediyorum.
Söyleyeceklerimin yarım kalışı boğazımı düğümlediğinde acele bir şekilde yutkunup her şeyin yolunda olduğunu belli edercesine duruşumu dikleştirdim, sakinim sakinim sakinim, gözlerimi birkaç saniyedir kaçtığım yere çevirdim. Ömer komutan, eliyle az önce geldikleri koridoru işaret etti. "Yoruldunuz içeride, adamın konumu belirlenene kadar size bir çay edelim Yakut Hanım."
Ama araya birden Uygar'ın öylesine masum isteği karıştı ki... Kışkırtıcı ya da kızgınlığını belli eder gibi soğuk değildi, sadece bir an en yumuşak tonunda kulağımı okşayıp geçti sesi. "Benim kravatım," derken soru sorduğunu anlamak pek zor olmamıştı, hatta bir elinde kalın dosyaları diğer elinde de kravatı ve ceketini tutmasına rağmen rahatça kolunu kaldırıp sarkan kumaşı gösterdi. "Bağlayacaktınız?"
İki ayrı cümle gibi yarım yamalak söylediklerinden sonra yüzüm uslu bir ifadeye büründü, bana daha fazla kötü kötü bakmasın ya da iş arkadaşlığı rolü oynadığına şahitlik etmeyeyim diye ayaklarımı arkama vura vura kaçmak istesem de "Hı hı," dedim incecik bir mırıltıyla.
Gözlerimin içine bakarken beni hiç düşünüyor mu acaba? Kendine sahip çıkabilir mi diye soruyor mu içinden? Böyle zamanlarda, ne soğuk ne de sıcak, yalnızca iki tanıdık gibi davranınca ne hissedeceğini bilemez diye kendisini uyarıyor mu? Yapmaz, çünkü ben de ona yapmadım.
"İyi madem, sen bana bir çay ikram ediver Ömer," diyerek Hakan abi alıp götürdü onu, uğultulu koridorun ortasında yapayalnız kaldığımızda bir süre yerimde dikilerek bekledim sonra çekingen birkaç adımla karşısına geçtim.
Uygar, hemen kendisini açıklamaya koyuldu. "Bugün ilk iş günüm sayılır biliyorsun," dediğinde, ben sadece onu mahrum bıraktığım yılları düşündüm, belki de benim yüzümden gitmek zorunda kalmasaydı şimdi çok daha iyi bir yerde olurdu. "O yüzden iyi görünmek istiyorum, bağlamayı da unutmuşum biraz."
Masum sözlerinden sonra başımı salladım anlayışla. "Haklısın, başka bir şey düşünmedim zaten."
Umut etmedim yani, öyle söylemişti bana: Uygar eninde sonunda affeder, bana dayanamaz mecbur affedecek diye düşünme, sakın düşme bu hataya. Bir gün bir şey olur yanlış anlar umuda kapılırsın, ertesi gün devamını göremez hayal kırıklığına uğrarsın. Ben senin eskiden tanıdığın o adam değilim seni en baştan uyarıyorum, bu konuda bana güvenme.
"Sorguyu nasıl bitirdin?"
"Aynı."
"Niye beni çıkarttın o zaman, hatta hepimizi?"
"Öyle gerekti."
Kravatı katladığım elimi tuttu, başımı yukarı kaldırdım ve yeşil gözlerinin içine baktım; alev alev yanan bir şey var orada, ya beni yakacak ya kendini. "Yakut, laf olsun diye sormuyorum artık bitirdik sorguyu." Sesi gitgide sertleşti, bu söylediklerinden de anlamam gerekeni anladım içerideki tüm sevecen halleri yalnızca bir roldü yani, eskisi gibi görevine odaklı bir istihbaratçı olarak sorguda zaman geçirmeye yönelik birkaç boş söz etmişti. Kırılmadım, kırılmadım, kırılmadım. "Net bir cevap ver bana, içeride ne konuştunuz çıkınca söyleyecektin?"
"Elinde benimle ilgili belgeler olduğunu söyledi," diye hiçbir hararete kapılmadan, olağan bir şekilde cevapladım onu. "Bahsettim ya az önce, amcasının oğlunun ismini verdi işte."
"Bunun için benim çıkmam mı gerekiyordu?"
"İyi de ben senden bir şey saklamadım ki." Sözlerim arasında göğsüm hafiften tekledi düzgün nefes alamadığım için, tepkilerimi hızla gizledim. "Söyledim, sizin bilmemeniz gereken bazı şeyler konuşulacaktı bundan dolayı çıkmanızı rica ettim."
"Sonra açıklayacaktın bana?"
"Şimdi sonra değil, başka sonra."
Yanıtımdan sonra dilini hızla dudaklarında gezdirip birbirine sıkıca bastırdı, sakin kalmaya çalıştığı belliydi; bu halini görmek istemediğim için başımı öne eğip kravatla uğraşmaya devam ettim, sabah biraz daha heyecanla yaptığım şey yine zamanla güzelliğini yitirip elimde çürük bir netice gibi kalakaldı.
Aradan geçen sessiz zaman sonrasında, birden aklıma gelen şeyi ona söyledim. "Uygar, özür dilerim seni kızdırıyorsam," dedikten sonra eğik başımı kaldırıp yine ona bakmıştım. "İstersen, yapamayacaksan," derken sesim biraz titredi ama aralık dudaklarımdan sert bir nefes bırakıp kendimi toparladım. "Şey yapalım, ben başka birime geçeyim yani böyle devam etmek zorunda değiliz, ben..."
"Ee?" dedi sabırsızca.
"Yine uzaktan yapmam gerekeni yaparım, işimi savsaklayacak değilim."
"Nereden geldi bu aklına şimdi?"
Kravatın düğümünü bitirdikten sonra bir süre aynı şeye bakmaya devam ettim, beni bu kravat bile zorluyor halbuki daha yirmi dört saati doldurmadık diyemedim; güzel şeyler çabuk bitti şimdi acısı tadını çıkartıyor, desem herhalde Uygar da yüzüme gülerdi. "Öyle, çare olsun diye dedim başka bir amaçla değil yanlış anlama."
"Neyin çaresiymiş bu?"
"Yalan olmasın şimdi..." Boğazımda büyük bir yumru var, ama anlamasını istemiyorum bu yüzden sözlerimi tamamlamadan önce dudaklarımı büzüp bir süre öyle bekledim. "Ben açıkçası daha bir günü bile tamamlamadan biraz zorlandım biliyor musun?" Elimi kaldırıp yanağımı kaşıdım hafifçe, az önce her şey güzeldi nasıl bir bakış anımı mahvetti böyle anlamıyorum, hiç anlayamıyorum. Başımı kaldırdığımda Uygar'ın çatık kaşlarının altında kısılan gözleriyle karşılaştım, bir şeye kızdı ama tam çözemedim, ben başına iş çıkartıyorum diye mi kızıyor yoksa başka bir şey mi var anlayamıyorum ya bu da delirtiyor beni. "Sana da zorluk çıkartmak istemem açıkçası benimle aynı işe devam etmek zorunda değilsin."
Bu sefer sorusunu biraz küçümseyerek dile getirdi. "Uzaktan nasıl yapacaksın onu düşündün mü?"
"Revan başkana açıklarım durumu, yerime bir başkasını getirirse ben onunla iş birliği yapabilirim."
"Ben anlaşması zor birisi miyim?"
"Hayır, aksine çok anlayışlısın." Sözlerim arasında zorlukla gülümsedim, sorun benim bu anlayışı hak edip etmediğime bir cevap bulamamam.
Uygar gözlerini iki yana kaydırıp tüm yüzümü seyretti. "Tamam, bu mu sana gitmek için sebep veren şey? Çok anlayışlı olmam mı?" Sorusundan sonra cevap vermeme izin vermeden öne eğildi. "Ellerim dolu, kravatımı sen tak."
Yine ağlamamak için dudaklarımı büzüp boynuna yöneldim, oraya kravatı güzelce yerleştirdikten sonra düğümünü aheste biçimde sıkarken derdimi açıklayamayıp üstüne bir de onu gücendirdiğim için kendime kızdım.
"Daha yirmi dört saat dolmadı diye kendin söyledin, bir de böyle pes edip gidecek misin gerçekten?"
"Pes etmek değil," diye alınganlıkla mırıldandım, gözlerim beyaz gömleğin üstünde yükselen düğümde kalakaldı. "İşimi zaten yapacağım, bu konuda beni durduracak hiçbir şey olamaz."
"Ee Yakut, ee?"
"Zorlanıyorum diyorum, anlamıyor musun?"
Kollarını iki yana açtı. "Sana kolaylık vadetmedi ki zaten kimse."
"Ama bu sana da haksızlık olacak."
"Hakkımda karar vermeyi bırak, ben bilirim bana neyin haksızlık olup olmayacağını." Kaşları çatıktı, öfkeliydi, burnundan solurken göğsünü havalandıran derin nefeslerin benden kaynaklandığını bildiğim için bu halini seyretmeye güç yetiremedim ama o da karşımdan uzaklaşmadı hiç. "Otur oturduğun yerde işini yap, ben sana ulaşmak için araya başkalarını koymak zorunda değilim."
Ellerimi dudaklarıma örtüp birkaç saniye öylece bekledim, sonra kısılan sesimle fısıldadım. "Haklısın."
"Haklıyım tabi." Bir adım geri çekildi, koridorda başka yerlere bakarken kendini sakinleştirmeye çalışan bir hali vardı.
Kollarımı iki yana salıp elbisemin kenarını kavradım. "Özür dilerim, ben sana da rahatlık olur diye öyle aklıma gelince söylemiştim sadece, kusura bakma lütfen."
"Ben her şeyi göz ardı edip hiçbir şey olmamış gibi davranabiliyorsam, sen de davranacaksın." Koridordaki uğultu, Uygar'ın söyledikleriyle birleşince baş ağrıtan bir hal aldı; ders veriyordu adeta, haklı ya hiçbir şey diyemedim hatta bu konuyu hiç açmasaydım diye içim içimi yedi. "İşimizle meşgulüz burada, işimizle," derken öyle bastırdı ki üstüne yine söz dinleyerek başımı aşağı yukarı salladım; heba edilmiş güzel sevgilerin cezası da çok ağır oluyormuş böylelikle bunu da idrak ettim. "İnan hepimizin kaçmak için çok sebebi var Yakut, ama bir şekilde çare bulup ne gerektiriyorsa onu yapıyoruz." Gözlerini gözlerime dikti, ilgimi çekeceği noktayı bildiği için o sözleri dile getirdi. "Kurallar senin için farklı işlemiyor, verilen görev amasız şikayetsiz yerine getirilir burada."
"Görevimi aksatmam zaten."
"Derdin ne o zaman?"
Ne cevap vereceğimi bilemeyerek yutkundum, gözlerim onun sinirli suratının üstünde takılı kaldığında Allah biliyor ya, gözlerimin önünden birer birer onun tüm güzel anları geçti ve bana koşulsuz güldüğü zamanları hatırladım... Ona ne kadar kızsam, bağırsam da hiçbir zaman bana ters davranmayan bir Uygar'dı o, şimdi birbirimizi anlamaktan çok uzağız. "Haklısın," dedim bir kere daha kabullenerek. "Bu konuyu açmamalıydım, benim hatam üzgünüm."
"Daha yirmi dört saat dolmadı..." diye usul usul mırıldanırken ademelması ağırdan hareketlendi. "Senin ettiğin lafa bak... Gidecekmiş." Elindeki dosyalara rağmen işaret parmağıyla beyaz zemini işaret etti. "Sen kalacaksın yerinde Yakut."
"Hıhım." Emir eri gibi ellerimi önümde birleştirip başımı salladım yavaşça. "Öyle gerektiriyorsa kalacağım tabi ki de, özür dilerim bir an kendimi yanlış ifade ettim."
Geri çekildi, koridorun iki tarafına baktı ve bir süre ikimiz de tanıdık sessizliği paylaştık; birbirimize bakamadık, ben yeri seyrettim sanırım o da koridoru. Karşılıklı beklerken bir görevli asker aramızdan geçip gitti, yine de bizde bir kıpırdama olmadı. Tam o sırada Uygar en normal şeylerden birisini sordu, sesi her ne kadar sakin olmasa da durulmaya çalışır gibiydi. "Oldu mu şimdi benim kravatım?"
"Tabi, çok düzgün görünüyor."
"İyi, şey yapalım o zaman..." Göğsünü derince şişirerek nefeslendi, aynısını ben de yaptım. "Çay içmek istiyor musun?"
Gözlerinin içine baktım her şey normalmiş gibi, normal zaten. "Olabilir."
"Ben istemiyorum."
"Şey, kahve iç o zaman?" Elimi dudaklarıma götürüp hafifçe öksürdüm, sonra önüme düşen saçlarımı yavaşça geri ittirdim; normal görünebilmek için her şeyi yaptım, umarım başarılı olabilmişimdir diye dua da ettim. "Espresso ister misin?"
"Sinir yapıyor bende."
"Latte?"
"Şekerli biraz."
Uygar sıkıntıyla iki yanına bakınca gerilip ben de baktım ama hiçbir şey göremedim, ne seçenek bulabileceğimi de bilmiyordum ki... Hep tek tip kahve içtiğim için sunacak başka seçeneğim de kalmadı. "Americano?"
"İsmi hoşuma gitmiyor onun."
"Düz kahve olarak düşünüp içebilirsin aslında."
Elini kaldırdı, tuttuğu ceketine rağmen yanağını kaşıdı hafifçe. "Düz kahve zaten," diye mırıldanınca bakışlarım suratında takılı kalmıştı. "Kahve içmeyebilirsin de tabi," derken sesim epey tereddütlü çıksa da konuşmaya devam ettim. "Sade süt, su, meyve suyu, yeşil çay..." Ve rastgele birkaç içecek saydığım sırada, koridorun sağ tarafından sert adım sesleri geldi, Hakan abi ve Ömer komutan bize doğru geliyorlardı.
Uygar kaşlarını bir defa havaya kaldırıp indirdi. "Gerek kalmadı artık bir şey içmeye, sağ ol."
O bana bakmasa da, bu söylediğinin ardından ben güzel yüzüne bir süre daha baktım; kırgınsın Uygar biliyorum, belki de o kadar değerli değilim gözünde istediğin yalnızca sert bir intikam da olabilir... Aynısını bana yaşatmak istiyorsun çünkü ben zaman zaman seni hiç düşünmedim, bu konuda benden bir özür istemesen de gerçekten çok özür dilerim.
Seni olduğundan farklı bir adama çevirdiğim, tüm neşeni kaybetmene sebep olduğum için çok özür dilerim; belki artık benden beklediğin bir çare de yok, yaralarını kapatacak kişi ben olmayabilirim de, ellerimi uzattığımda beni ittiresin gelebilir, o kadar tahammülün kalmamıştır muhtemelen ama ben bunu dert etmeyeceğim.
Yavaşça, yanımıza gelen Ömer komutana döndüm. "Adamın yeri belirlendi," derken ikimizin durağan haline kısa bir bakış atsa da hiçbir şey bilmediği için Hakan abinin delici gözlerinden daha rahatsız edici değildi, sadece bir kez Uygar'la karşılaşmak onların gözünde beni kötü bir kadın yapmaya yetmişti. Boyun eğdim ve herhangi bir sıkıntı çıkarmadan sessiz kalmaya devam ettim. "Çıkalım o zaman."
"Geleyim mi bende Uygar?" derken Hakan abinin sesi biraz sorgulayıcıydı, sanki bana güvenmiyormuş gibi üstüme alındığım için keyfim daha da kaçtı.
"Zahmet etme abi, biz hallederiz."
"Emin misin? Çayımı da içtim bak, harikayım şu an."
"Afiyet olsun, keyfine bak sen."
"İyi madem."
Ve Uygar'la aramızda kara bulutlarla oradan ayrıldık.
-
Elimdeki kağıtları teker teker masaya bıraktım, yarım bıraktığım yemeği kenara ittirdiğimde aslında aklım tabakta kalmıştı ama midem daha fazla almayacağı için gözlerimi tekrar evraklara çevirdim. "Operasyonlar birimiyle bir ayda belki de on defa görüşmüşüm," derken sesim kısık ve biraz da inanmaz çıktı. Benim ardımdan masada oturan Reha da okumayı bıraktığı evrağı öne itti ve bir şeyler söyledi. "Bu da operasyonla ilgili gönderdiğin başka bir dilekçe."
Mürsel'in ismini verdiği Ünal denen adamla görüşmemizden sonra elimize pek çok şeye kanıt olabilecek onlarca belge geçti, adam kuzeni için sakladığı bu evrakları verirken zorluk çıkartmak istemiş olsa da biraz korktuğundan dolayı Mürsel'in ismini duyar duymaz yelkenleri suya indirip zaten gerçekliğine inandığı tüm belgeleri önümüze sundu; hemen sonra Uygar, Tekin ve Reha'yı arayıp konuşmaya çağırmıştı.
Onlar da çelik sığınaktan ayrılıp buluşacağımız yere geldiler, hep beraber yemek söyledik fakat onlar tıka basa doysa da ben ya iştahım kesildiğinden ya da önümdeki evraklar ağzımda tat tuz bırakmadığından dolayı yemeği bitiremedim.
"Buradan bakınca az çok Mürsel haklı," diye şüpheci bir yorumda bulundu Tekin, bakışlarım onun suratına çevrildi; yine sarı sakallarını sıvazlıyordu. "Bir de istihbaratın armasını çakmışlar ortasına, bir bakayım şuna sahte gibi görünüyor mu hiç?"
Araya, bu fikri kabul etmek istemez şekilde Uygar karıştı. "Kriminal incelemede sahteliği ortaya çıkacak." Sırtını geriye yaslamış halde direkt yanımda oturuyordu. Bacaklarımız arada bir birbirine çarptığı için 'keşke gitmemi kabul etse' diye geçiriyordum içimden, ama o neden bir sebep söyle dese konuşamazdım.
Neden mi Uygar? Çünkü kravatını bağlamak çok zor ve bacaklarımızın birbirine çarpmasını istemiyorum, işte bu yüzden!
"Ama kimsenin duymaması lazım." Gözlerim bir masayı dolduran hatta sığmayan evraklarda gezindi, birisi resmen adıma sahte belge ve yazışma düzenleyip beni bu operasyonun elebaşı gibi göstermek istemişti; üstüne adım haberlere düşünce, kaçmak için tek bir yer kalmamış olmalıydı bana.
Aklım birden geçmişe gitti, kendi masama kötü birer sürpriz gibi bırakılmış belgeleri hatırladım; Uygar adına imzalanmış o kağıtlar, benim onu ihbar etmemdeki en büyük nedenlerden birisiydi ama hiçbir incelemede o belgeler sahte çıkmamıştı... Gerisinde ve ilerisinde, beni bu karara sürükleyen aslında daha çok şey vardı bazıları yalnızca benim şüphelerim bazıları ise yadsınamayacak delillerdi ve şimdi hepsi açıklanmayı beklerken benim içimi yiyorlardı.
Eğer dinleseydi Uygar'a bunları anlatırdım ama istemediği zaman beni korkutan şey, dinlemek istememesi değil de dinlese bile bunların onu bana geri döndürmeye yetmeyecek olmasıydı.
Reha birden dalgınlıkla sordu. "Kimse duymadan?"
Gözlerim, yanımda oturan Uygar'a kaydı; bu sefer otururken kolunu benim sandalyemin sırtına atmıştı rahatlıkla; boğazında biraz gevşettiği ve artık daha salaş duran kravatı aşağı sarkarken diğer eliyle de onu düzeltti hafifçe. "Kimse duymayacak Reha, duymamalı," derken bakışlarını karşımızda oturan Reha'nın gözlerinin içine dikti. "Bu iş büyük ihtimalle teşkilatın içinden birisinin bok yemesinden oluyor, bu yüzden ne kadar sessiz gerçekleşirse o kadar iyi olur bizim için. Artık haberleşme biriminden kimseyle konuşma, iş birliği yapma sakın."
Reha kahverengi saçını kaşıdı yüzünü rahatsızca buruştururken. "Oğlum haklısın, Yakut'un adının basına düşmesi ve bu sahte belgeler vesaire hepsi teşkilatta bir hain olduğunu gösteriyor o kesin ama..." Beni tedirgin sözlerinden sonra bakışlarını bir bende bir Uygar'da duraksattı Reha. "Bir şey atlıyorsunuz."
"Neyi?"
"Elimizde katilin videosu var, tekerlekli sandalyesini sürüp kameraların önünden geçen bir adam." Elini kaldırdı ve işaret parmağını hafifçe bana doğrulttu. "Tamam, istihbarattan birisi seninle uğraşıyor haklısın ama eğer öyle bir şey olsaydı ne yapar ne eder o videonun elimize geçmesine engel olurdu."
Tekin, bir köşeye parçaladığı peçeteleri eliyle toplayıp sıktı ve yuvarladı, bu esnada bize hitaben konuşmuştu. "O da doğru gerçi, adam kendi kendini ele verir mi hiç? Yok ederdi o videoyu."
"Reha, sendeyse eğer videoyu açar mısın?" derken bir süre bakışlarımı Tekin'in bir top haline getirdiği peçete parçalarında tuttum, sonra gözlerim yavaşça Reha'ya kaydı. Telefonundan açtığı videoyu ortaya getirdiğinde dikkatimiz aynı noktada toplandı. "Beni öldürmek isteyen kişi bu adam, o gece odama gelen katili bu adam tuttu."
"Aynen, bana da bunu istihbarattan ulaştırdılar, kaynak yine aynı yer yani."
"Ama benim adımı da teşkilat dışında kimse ifşa edemez, ulaşamazlar ki... Bu belgeler falan," derken önümdeki kağıtlara dokundum. "Bu kadar gerçekçi düzenleyemezler bunu, yani istihbaratın içinde birisinin komplosuna kurban gidiyorum bunu inkâr edemeyiz... Aynı zamanda önlemini almıyor ve katilimi tutan kişinin videosunun içeride dolaşmasına izin veriyor aynı kişi."
"Ya aynı kişi bizi yanlış yere yönlendirmeye çalışıyorsa?" diye kollarını önünde bağlayıp sordu Tekin, onu Uygar cevaplamıştı. "Bu video yem diye atılmaz, şu videoya bakarak bile on farklı ihtimal bulur hepsini dener bir şekilde işini halledersin."
Reha, telefonu kaldırıp beni işaret etti. "Kaldı ki Yakut da o videodan yola çıkarak kesik parmağı bulmamızı sağladı, aynı zamanda Mürsel'i tutukladık bak işin arka planına ulaşıyoruz yavaş yavaş." Gözleri düşünceler içinde kısıldı ve alt dudağını dişledi yavaşça. "Kimse kendini bu kadar riske atmaz, bu videoyla yönlendirme yapılmaz."
"Bu kadar iyiliği var madem o videonun, ortadan niye kaldırmadı Yakut'u öldürmek isteyen kişi?"
Uygar sandalyemin uç kısmını tutup masaya doğru eğildiğinde, başımı yan tarafa çevirip onun ciddi suratına baktım. "Başka birisi iletiyor videoyu," derken sinirden sesi biraz titremiş fakat sonra çabuk toparlamıştı. Çenemi avucuma yaslayıp onun söylediklerini dinlemeye devam ettim. "Ortadan kaldırılmadıysa, bir başkası tarafından özellikle muhafaza edilmiş ve bize ulaştırılmış demek değil mi bu?"
Yorularak nefeslendim, keşke ölseydim de artık kimse uğraşmasaydı arkamdan. "Adını versin bize, uğraştırmasın o zaman böyle iş mi olur?" diye sızlandığımda Uygar da başını çevirip sakince suratıma baktı, ağlamamak için hızla gözlerimi kırparken dudaklarımı birbirine bastırıp burnumdan nefeslenmeye çalıştım. "Ayrıca videoyu yollayan kişi de bayağı ön görülüymüş ki bizim bakınca hepimizin aynı adamı hatırlayacağını bilebilmiş." Çenem hala avucuma yaslıyken başımı yana doğru eğdim yavaş yavaş. "Tekerlekli sandalye, peruk, kel kafa... Direkt bizim Kadir denen herifi hatırlayacağımıza güvenmiş yollarken, yoksa adı sanı olmayan yüzü görünmeyen birisini ararken zamanımız heba olacağına direkt adamın kimliğini verirdi."
"İyi diyorsun," derken biraz hoşnut bir ifadeyle başını aşağı yukarı salladı Uygar, birden o öyle baktığı için üstüme heyecan bastığını hissedip "Ne?" diye sordum.
"İyi diyorsun, iyi," diye huysuzca tekrar etti. "Kimden şüpheleneceğimiz belli, yakınlarımıza bakacağız artık, beş yıl önce bu operasyonun içinde kimler vardı, bizim aramızda dönen o muhabbeti en iyi kimler biliyordu bunları konuşmamız lazım."
Reha fazla düşünmeden cevapladı bu soruyu. "Sen, ben vardık. Yakut, Sevtap, Direncan, Fatih..."
Tekin keyifsiz bir gülüş sergiledi. "Allah'tan ben yokmuşum, yoksa elinize düşerdim amına koyayım."
"Tekin'i de yazıyorum, onun ezberi iyidir," diye mırıldandı Reha. "Operasyonu adım adım ezberlemiş olabilir."
"Oğlum bak bana böyle şakalar yapma ha kafamı bozma benim."
Onlara kalmadan ben geçmişi düşündüm; yakınımızda olanları, sonra yanlışlıkla bizi... Bir türlü bir araya gelemeyen ikimizi.
Gözlerimin önüne duvağı örten Gökçe, yavaşça geri çekildi ve beni aynanın karşısına yalnız bıraktı; biraz değişik görünüyordum, şu zamana değin hep babaannemin isteği üzerine mecburi evlilikler yapmış ailemin arasında evlilikten en uzak kişi olarak, yirmi dört yaşımda üstümde bembeyaz bir gelinlik görmek tuhaftı ama işte; boğazıma dolanan zincirleri kırmaya uğraşan birisi vardı hayatımda.
Uygar.
Özgüvenli durmaya çalıştığım an daha da titrediğim akademinin ilk günü tek bir sözüyle beni sudan çıkmış balığa çeviren, kendi tabiriyle efendi, herkesin sevdiği o gözü kara ve dik başlı adam... Uygar Özkurt, bugün resmi olarak eşim olacaktı.
Henüz aile kavramını tam anlamıyla öğrenememişken daha tanışalı bir yılı doldurduğum birisiyle bu maceraya atılıyor olmam bazen gözümü korkutuyordu ama Uygar'a kavuşmak için çıldıran ve benim bir türlü uslandıramadığım bir yanım daha vardı, o yanım Yakut Özkurt olmak için can atıyordu adeta.
Açık bıraktığım siyah saçlarımı bozmadan parmaklarımı üzerinde gezdirip beyaz kıyafete baktım; saten kumaşlı, dar kesim bir gelinlikti ve straplez yakası dökümlü duruyordu. Ne fazla abartılıydı ne de aşırı sade... Tam istediğim gibiydi, birisi dönüp baksa 'evet Yakut da tam olarak bunu giyerdi' diyeceği kadar benlikti, bedenimi geri çevirip bir de sırtıma baktım, üstünü örten duvağımdan dolayı fazla görünmüyordu.
"Harika oldun," derken ılımlı bir tebessümle karşılık verdi Menekşe Hanım.
Uygar'ın annesiydi, benim gibi biraz mesafeli olmasından dolayı onunla anlaşmakta hiç zorluk çekmiyordum; aksine, Uygar ve babası gibi hayatı daha çok tiye alan insanların arasında onu kendime yakın görüyor da sayılırdım. "Teşekkür ederim Menekşe Hanım," derken anne diyemeyişimi bile göz ardı etmesi beni çok mutlu etmişti.
"Uygar seni görünce bayılacak muhtemelen." Yine sakin bir gülüş sundu, üstünde ona çok yakışan buz mavisi bir elbise vardı ve kısa, küt saçlarını da tamamen düzleştirip açık bırakmıştı. "Ayrıca, kızlar seni göstermediği için ekstra heyecanlı."
Gökçe ellerini dudaklarına örtüp benden daha heyecanla kıkırdadı, hemen yanında sakince bekleyen Sevtap'ın aksine o daha keyif alıyordu bu andan. "Biz bu işi severek yapıyoruz, haz duyuyoruz," deyip kendince bir konuşmaya büründüğünde, Sevtap da hafifçe tebessüm etti ama aynı zamanda göz devirdi. Sarı saçlarını sıkıca at kuyruğu yapmış ve beyaz tenine uyumlu lavanta rengi bir elbise giymişti, güzel görünüyordu. "Belli belli, hallerine bak."
"Fıstık gibiyim canım, ayrıca bugün gelinin en yakın arkadaşıyım, görevimin başındayım."
"Hı hı, seni her zaman böyle sorumluluk sahibi görmek isteriz."
"Eğer Yakut beni bi' bekleyebilseydi zaten çifte düğün yapacaktık."
"Ben bekledim, Uygar beklemedi," diye gelinliğimi düzeltirken mırıldandım, gözlerim sürekli aynaya kayıyor ve kendimi seyretme ihtiyacı duyuyordum. Bu söylediğimin ardından Menekşe Hanım da ufak bir kahkaha attı. "Ay vallahi milletin diline düşürdü kendisini, dayıları falan görünce şok oldu." Elini dudaklarına örtüp gülüşüne öyle devam etti, gözleri kısılınca neredeyse hareleri kayboluyordu. "Yani aslında evlenmek istemesi o kadar şaşırtıcı değildi tabi, ama bize söylerken hallerini falan görseniz... eyvah eyvah, Yakut vazgeçmeden evleneceğim diye ortalığı ayağa kaldırdı resmen."
Utanarak gözlerimi kapattım ve sonra yavaşça açtım. "Yapmıştır."
"Bir insan her konuda mı kararının arkasında olur ya?" Gökçe hayretle başını iki yana salladı. "Ben bazen kahvaltıda tost yaptığım için bile pişman oluyorum."
"Ben de," dedim üzgün bir mırıltıyla. "Sonra yemek zorunda kalıyorum, çok sinir bozucu."
"Aynen ya, böyle dünyanın en güzel tostu olsa bile kuru kuru geçiyor boğazımdan."
Ona katılarak kaşlarımı havaya kaldırdım. "Değil mi, hiç yiyesim gelmiyor öyle olunca."
Sıkılarak kapıdan dışarısını kontrol eden Sevtap, aceleyle geri döndü. "Uygar geliyor Uygar, hazır mısın?"
"Hani bakayım?"
Ben dışarı çıkacak olduğumda Menekşe Hanım kolumu nazikçe tutup çıkmama engel oldu. "Sen gitme dur, o gelsin yanına."
"Öyle mi olması lazım?"
Gözlerini kapatıp açarak beni onayladı hemen. "Daha hoş olur, hem daha biz çıkmadık."
"Çıkalım da yalnız kalsınlar bari." Gökçe, Menekşe Hanım'a hitaben söylediği şeyden sonra Sevtap'ı da alıp aceleyle gelin odasından ayrıldıklarında, yapayalnız kaldığım yerde birden kendimi garip hissettim; yoğun sessizliğe karışan gürültü dışarıdan geliyordu oysa ben burada bir başımaydım, üstümde beyaz bir gelinlik hayatımın resmen en garip anındaydım.
Saniyeler sonra, kapı hafifçe tıklatıldı ve benim seslenmemle açıldı. "Gel."
Aralıktan Uygar görünmüştü, ilk önce zeminde bekleyen yaramaz bakışları yavaşça bir tutkuya bulanarak bana döndüğünde ellerimi nereye koyacağımı bilemedim neredeyse. Uzun boyuna çok yakışan siyah bir takım giymişti, beyaz gömleğinin üstüne bağladığı siyah papyonu prova esnasında sürekli çekiştirse de bugün pek ellemediğini itiraf etmişti telefonda konuşurken.
Dik bir duruşa sahipti, her zaman görevinde gösterdiği özgüvenli duruşunu düğün günümüzde de üstünde taşıması gülmeme sebep olduğunda yanaklarımın ağrıdığını hissettim, hatta elim hızla atan kalbimin üstüne gitti.
Uygar'ın yeşil gözleri en sonunda bana değdi, bana gelen emin adımları biraz yavaşladı... Dolgun dudaklarında sıcak bir tebessüm yer edinmeden önce dilini üstünde gezdirmişti.
Ne düşünüyordu acaba?
Sonra kapıyı yavaşça örterek tamamen bana yaklaştı, sık nefesler alıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım; düğün günüme çağırdığım ama bir cevap alamadığım ailemin eksikliği, kalabalığın arasında yalnızlığımın ancak Uygar'la tamamlanıyor oluşunu dahi unutmuştum çünkü sonuca bakınca, gerçekten tamamlanmıştım onunla.
Karşımda durdu, gözleri usulca üstümde gezinirken böyle bekleyişi bir an gerilmeme sebep oldu; dilim damağım kurudu, dudaklarımı aralayıp dilimin ucunu ısırdım sessizce. "Uygar..."
Elini kaldırıp parmaklarını sahiplenircesine belime yasladığı, sıcaklığıyla ürperdim adeta. "Kalbimden ne istedin Yakut?" diye neredeyse sızlanarak sorunca, dayanamayıp bu sözlerine karşı güldüm. "Nasıl olmuşum?"
Parmaklarını duvağımın kenarına değdirip tüy gibi bir dokunuşla geçti gitti, bu sefer çenemi kavradı nazikçe, baş parmağı rujla kapanmış dudağıma değdiğinde dalgın gözleri tüm yüzümde gezinmişti. "Uygar şimdi nasıl çıldırmasın diyecekleri kadar güzel olmuşsun."
Yanaklarım ağrıyordu artık gülmekten. "O ne demek ya?"
"Kafayı yedirtir senin bu güzelliğin." Alt dudağını dişledi hafifçe, o da gülüşünü zor bastırıyordu. İnce bileğimden kavradığında ben de koluna tutunup sözleri karşısında ayakta kalmaya çalıştım. "Anlamıyor musun, baktıkça aklımı başımdan alıyorsun her halinle."
"Sen var ya..." Hafifçe koluna vurdum tutunduğum yerde. "...delirmeye o kadar meraklısın ki."
Yeşil gözleri hala üstümdeyken kolunu açıp girmem için uzattı. "Daha azı hiç mümkün değil."
Kolunu tutup onunla beraber odanın kapısına yürüdüm, bakışlarım ise yan tarafa, Uygar'ın damatlık içinde daha da çarpıcı bir hale bürünen bedenine döndü; tamamen koridora çıkmadan önce omuzlarına tutunup hafifçe ona yaklaşırken "Bunu sakın kimseye söyleme," diye fısıldadım ve yumuşak bir şekilde dudaklarına, onun da beklemediği bir öpücük kondurdum. "Kızlar nikahtan önce asla öptürme diye çok tembihlemişlerdi de, bilmesinler, olur mu?"
Beni belimden daha sıkı kavrayıp yumuşak öpücüğümü biraz daha derinleştirmeden önce dudağının tek kenarı, hoşnutlukla kıvrıldı. "Sakladığımıza değsin o zaman yavrum."
Elimi ensesine kaydırıp parmaklarımı orada dolaştırdım, o da tenimde gezinen yaramaz dokunuşları alev alev yanmama sebep oldu; saniyeler sonra birbirimizden uzaklaşıp yavaşça nefeslendik. Onun hırpaladığı dudaklarımı dişleyip endişeyle mırıldandım. "Belli olmuyor değil mi?"
Baş parmağıyla hafifçe dudaklarımın kenarlarına dokundu, sonra dilini diş etine vurarak cıkladı. "Hiç belli olmuyor, bozayım mı biraz daha?"
Yan tarafımda, almayı unuttuğum için bir başına bekleyen çiçeğimi alıp hafifçe omzuna vurdum; beyaz lale buketim, onun siyah ceketine hissetmeyeceği kadar az çarptığında Uygar da gülerek kapıyı araladı.
Kol kola ilerleyerek düğünün yapıldığı geniş alana geçtik, gözlerim kır bahçesinin üstüne konuşlandırılmış beyaz masada oturan insanlara değdi; Uygar'ın aile tarafı ve tanıdıkları güzel bir kalabalık oluşturmuştu, benim ise onlar arasında kimsem yoktu. Yüzümdeki gülüş düşmedi, sadece mahzun bir hal aldı, kendime bugünü zehretmemeye çalıştım.
Onca insana uzak sayılmazdım hem, Uygar'ın ailesi de beni iyi karşılamış aralarına kabul etmişti; kuzenleriyle, halalarıyla, amcaları, teyzeleri ve dayılarıyla çok iyi anlaşmıştım, kaldı ki burada benim de işten arkadaşlarım vardı.
Gözlerim bir masada oturan Gökçe ve Sevtap'a değdi, aynı masada Direncan, Reha, Kerim abi ve Hakan abi de vardı. Hepsi kocaman gülüşleriyle bizi alkışlıyordu, benim konuşmadığım ama Uygar'ın tanıdığı çok kişi vardı içeride, hepsi bizi yalnız bırakmamak için buradaydı. Onlara heyecanımdan dolayı sakin tutmaya çalıştığım tebessümümle karşılık verdim, hatta dikkatimi bir masada, yine her zamanki etek ceket takımıyla oturan Belçin de çekti; ellerini önünde bağlamış, tıpkı çocuklarını evlendiren bir büyük gibi duygusal bakışlarıyla bizi izliyordu.
Çiçeğimi havaya kaldırıp birkaç kişiye utanarak da olsa el salladım, bugün daha sıcak davranabilmek için çok çalışmıştım; bu yaptığımı gören Belçin de incecik bileğini havaya kaldırarak bana selam verdi.
İlerledikçe, ailelerin oturduğu masalara geldik; ön tarafta oturup heyecanla bizi izleyen Menekşe Hanım ve Gediz Bey de bana kalmadan ellerini kaldırıp salladılar orada olduklarını belli etmek istercesine, biz fark edince de alkış tutmaya devam ettiler. Hatta Gediz Bey bir süre sonra ayağa kalktı ve öyle karşıladı bizi.
Kocaman gülümseyip Uygar'ın koluna daha sıkı tutundum, uzun yolu tamamlayıp nikah kürsüsünün arkasına geçtiğimizde kalabalık tüm bakış açıma sığdı; dayanamayıp Uygar'a döndüm ve fısıldadım. "Her şey, o kadar güzel görünüyor ki... Galiba, bugün yaşadığım en güzel günlerden birisi olacak Uygar."
"Barselona'ya uçtuğumuzda tekrar söyleyeceksin aynı şeyi."
Alt dudağımı ısırıp kaşlarımı merakla havaya kaldırdım. "Ciddi mi diyorsun?"
"Balayımız düğünümüzden daha kötü geçecek değil ya bebeğim."
"Kötü geçmez tabi, çok güzel geçer sayende."
İhtiyatla tebessüm etti, gözleri tüm yüzünü dolaşırken yine beni ezberlemeye çalışır gibi bir hali vardı. "Çünkü sen her şeyin en güzelini hak ediyorsun Yakut," mırıltısından sonra gülüşü biraz daha arttı.
Nikah memurunun gelmesine çok kısa bir an kala, ben de karşımda kalabalık oluşturan bir sürü sevdiğimiz insanı bir kenara bırakıp yine fısıldadım ona. "Sen hayatımdaki en güzel şeysin."
-
Uygar Özkurt
Oradan oraya koşturarak geçmiş saatlerin ardından, günü değil ayrı kalmaya gösterdikleri cesaretin yarısını tüketmişlerdi; bu yüzden saat gece yarısını geçerken arabayı artık ekipçe kaldıkları binanın önünde durduğunda, yan tarafında uyuklayan Yakut'a zorlukla döndü Uygar. Başı yorgunca omzuna düşmüş, kirpikleri aşağı kapanmıştı; göğsü, hayatta olduğunu kanıtlarcasına usul usul yükselip alçalırken yine bir farklılık gördü onda. "Sen yolda uyumazsın," dedi fısıltıyla, arabanın hareket edişi onu hiç uyutmazdı, bu yüzden Yakut hep iyi bir yol arkadaşı olmuştu şoförlük yaptığı zamanlar, oysa şimdi başını başka koyacak bir yer bulamamış gibi kendi omzuna koymuş, belki de değişen rüyasını takip ediyordu.
Elini uzattı, siyah saçlarını hafifçe geri çekti ve yüzünü görmeye niyetlendi; bunu çekinerek yapmasının sebebi Yakut'un uyanmasından ve kendisini öyle savunmasız görmesinden endişe etmesiydi, ancak onun uyanmadığını fark edince dahasına cesaret edip parmaklarının tersini pürüzsüz yanağına sürttü ve hatta baş parmağını da dokundurdu.
Hiçbir şey onu uyandırmaya yetmiyordu artık, eğer yüzü bu kadar bitkin görünmese Yakut'un bundan keyif aldığını düşünebilirdi; fakat huzursuzca çatılan kaşları, bazen bir şey söyleyecek gibi aralanan dudakları, hiç de güzel bir uyku uyumadığını anlatıyordu Uygar'a. Eskiden nasıl uyuduğunu geçirdikleri onlarca gecenin ardından elbette ezberlemişti; ama hiç böyle uyuduğunu görmemişti, sanki bayılmış gibi kapalıydı gözleri.
"Niye değiştin böyle?" Uygar da başını kendi koltuğunun arkasına yaslayıp Yakut'un düzenli soluklarını takip etti. "Eğer dayanacak gücün yoksa, her şeyi... niye mahvettin Yakut?"
Baş parmağını, kendine engel olamadığı için Yakut'un kuru dudaklarına dokundurdu; hafifçe tenini gezdirdi, çenesini ve boynuna uzanan noktayı okşadı. Yine eskisi gibi fazla pürüzsüzdü her bir zerresi, dokununca ellerini ondan hiç çekmek istemediği zamanlardaki gibi.
Dokunuşunu yavaşça ondan geri çekip kendi alnına yasladı ve şakaklarını ovaladı, hemen sonra anahtarı alıp arabadan indi; ilk başta çarpamaya niyetlendiği kapıyı sonradan Yakut rahatsız olmasın diye usulca kapattı.
Yan tarafa geçti ve hala uyanmaya niyetlenmeyen Yakut'un kapısını açtı; ilk başta dokunup uyandırmanın daha doğru olacağına inanmıştı, bu yüzden elini omzuna koydu fakat bu Yakut'un sadece huzursuzca kıpırdanıp kolunu yüzüne kapatarak daha derine dalmasına sebep olmuştu. Koltuğa tutunup kendisine yastık yaptığı koluna kapattığı güzel yüzüne bakakaldı. "Ne yapacağım ben seninle?" diye fısıldadıktan sonra uzanıp onu kıyamadan kucağına aldı.
Daha önce yolda hiç uyuyakalmamış olan Yakut'u tüm itirazlarına rağmen arabadan çıkarıp aynı böyle kucağına aldığı için bu konuda tecrübeleri vardı Uygar'ın; bu yüzden Yakut'un da tanıdık şekilde boynuna sarılması şaşırtıcı olmamıştı.
Hatta hala uykuda olmasına rağmen dudaklarını aralayıp anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı, hemen sonra başını Uygar'ın omzuna yasladı.
"Yerini iyi biliyorsun."
Arabadan alacağı birkaç şey daha vardı ama hepsini bırakıp eve ilerledi, kapının şifresini girerken elini uzatmak konusunda biraz çaba sarf etmiş olsa da merdivenlerden yukarı adımlarken Yakut hala sapasağlam kucağındaydı ve yankılı bina boşluğunda, bu sefer onun sesini işitti. "Uygar..."
Başını öne eğdi, loş ışığın gölge düşürdüğü yüzüne baktı. "Hmm?" derken sesi epey güçsüz çıkmıştı.
"Anahtarlar çantamda," dedi Yakut tarazlı sesiyle. Uygar, onun güzel ama eski bir rüya gördüğüne emin olup hafifçe dudaklarını kıvırdı, acı bir tebessüm olmuştu. "Tamam," diye cevaplarken onu, Uygar da bu güzel rüyayı sürdürmek istedi çünkü gerçeklere uyandıklarında hayat o kadar da güzel devam etmeyecekti kaldığı yerden.
"Uygar?"
Yine mırıldandı. "Hmm?"
Ama Yakut'tan bu sefer herhangi bir cevap gelmedi; başını, saçlarını gıdıklayıcı bir şekilde sürterek daha çok yaslamıştı Uygar'ın omzuna.
Uygar, ilk başta yan yana olan dairelerini görünce ne yapacağını bilemedi, onu evine de bırakabilirdi, kapının şifresini zaten biliyordu ama orada beklediği sürede aklına bir yenilgi düştü. "Sikerler böyle işi... Bildiğimi bilmiyor ki zaten."
Dairesine yöneldi, içeri girdi, kendi odasına geçti.
Onu yatağına bırakırken saçlarının gömleğine yapışıp tutam tutam aşağı düşmesini bile özlemişti; ve Uygar, karanlık odaya dışarıdan yansıyan cılız ay ışığının aydınlattığı yüzünde gözleri kapalı olduğu için Yakut'la ilgili özlediklerini rahatça yad etme şansına erişmişti. "Ben seni gizli gizli sevecek adam mıydım?" diye fısıldarken, biraz sitem eder gibi hali vardı. "Ben senden kaçmak zorunda mıyım Yakut?"
Onun yattığı yerde oturdu ve yan dönmüş halde uyuyan Yakut'u seyretti, ellerini önünde bağlamış parmaklarını sıkarken boğazına da bir düğüm oturmuştu; sevdiği kadının ellerinde düğüm olmuş kravatı boynundan söküp atmaya bile niyeti yoktu, buna rağmen onun uğraş içinde olan ince parmaklarını kendisine çekip teşekkür mahiyetiyle öpemeyecekti.
Gözleri doldu, başını öne eğdi ve alnımı bağladığı ellerine yasladı; tam kursağında bir batık belirince yutkunmakta epey zorlandı, hemen sonra araladığı dudaklarından derin bir nefes bırakıp başını geri kaldırdı. Gözleri yana kaymış, nemli bakışları Yakut'un görüntüsünü bulanık halde seçerken yine aynı mahmur mırıltıyı işitti.
"Uygar..."
Güçsüzlüğünü, bu gece yitiren sesiyle mırıldandı. "Efendim?"
Herhangi bir cevap alamadı, bu yüzden yanına yaklaştı merakla; Yakut gözleri kapalı olmasına rağmen kirpiklerini sıkıca birbirine bastırıyor, bazen dudaklarını aralayıp sonra geri örtüyordu. Onun bugün gitmek istediğini söylediği anı hatırlayınca Uygar dişlerini sıktı kuvvetle. "Yine bana yalan söylettin," diye kendi kendine mırıldandı.
Gözlerimin önünde kalmak zorundasın diyemedim, çünkü artık seni bulmuşken yokluğun çok daha zor olur diyemedim sana.
Bakma gafletine düştüğünde, yine yakınlıklarını yitirdiği için hafifçe eğildi; bu anı bekleyen dudaklarını onun şakağına bastırırken yine kokusu da erişmişti burnuna, saçlarını hafifçe geriye çekip açıkta bıraktığı boynuna parmaklarını sürüp aynı noktayı okşadı.
Yıllar önceydi, belki de hiç uzak değildi; beraber uyumuşlardı, Uygar ona kokusunu neye benzettiğini itiraf etmişti, dudaklarının ilk kez birbirine değişinin heyecanını bir sokak duvarına yaslanarak yaşamışlar ve aslında, birbirlerini çok sevmişlerdi. Her şeyin külliyen değişmesi bundan dolayı can yakıyordu.
Az önce parmağının değdiği yere dudaklarını usulca değdirdikten sonra Yakut'un yüzünde beliren rahatlamayı yansıyan ay ışığının altında az çok seçtiği için kendisini geri çekti; eğer biraz daha böyle kalırsa işler daha da zora gireceği için ona son bir dilekte bulunup evden ayrıldı. "Çok iyi geceler, gelincik."
-
Bir kat yukarı çıktı ve Reha'nın kaldığı dairenin kapısını tıklattı; omzunu yaslarken onun evde olduğunu ve henüz uyumadığını bildiği için bu kadar rahattı. Az sonra kapı aralandı ve karşısına, siyah tişörtü ve siyah eşofmanıyla büyük ihtimalle uyumaya hazırlarken buldu. "Uyuyacak mıydın?"
Reha elindeki su bardağıyla beraber gözlerini ovaladı. "Yoruldum oğlum, sabahtır sığınaktayım."
"Biraz konuşsak?"
Başıyla içeriyi işaret etti Reha. "Geç içeri."
"Balkondayım." Uygar salondan ayrılıp balkona geçti, oradaki ucuz sandalyeye otururken Reha'nın balkon camının kenarında duran sigarayı ve çakmağı aldı, yaktığı ateşle sigaranın ucunu tutuşturup daha sonra Reha'ya uzattı, karanlık geceyi kucaklayan balkonda aydınlık görünen tek şey ay ışığına doğru uzanan sigara dumanlarıydı. "Yakut'u aşağıda bıraktım," diye kısa bir bilgi geçti ona.
"Güzel."
"Benim evimde."
Reha sigarasının sersemce çekip çatık kaşlarının altından anlamaz halde baktı bu sefer. "Sabah uyanınca günaydın sevgilim kahvaltısı da hazırlayacak mısın bari?"
Onun sorusuna keyifsizce güldü Uygar. "Yok, sabah evde olmayacağım."
"Sebep?"
"Okan'la görüşmeye gideceğim."
"Neden?"
Omzunu silkti hafifçe, sonra sigarasının dumanını üfledi elinin ayasıyla gözünü ovalarken. "Kişisel mevzular." Yakut'un sırtındaki koca morluğu hatırlayınca gökyüzüne doğru derin bir nefes bıraktı. Kendini bile isteye o merdivenden attığını söylemesine rağmen Uygar'ın içinde çıkarılmamış bir hırsın acısı duruyordu. Sonra başını yan tarafa çevirdi ve Reha'nın derin derin bakan gözlerini seyretti, bunun anlamını biliyordu. Elini kaldırdı ve sigarasını tuttuğu parmaklarıyla uyarırcasına bir işaret verdi. "Ama sen hiçbir yere gitmiyorsun."
"Ben sana bir şey mi sordum amına koyayım?"
"Anlarım ben senin derdini..." Gözlerini kıstı ve başını memnuniyetsizce iki yana salladı. "Hala unutmadım bak o günü, kız kendine resmen yenge dedirtti." Alttan ayağını vurduğunda Reha'nın sandalyesi kuru bir gürültü çıkarmıştı yerde. "Böyle mi yaptın sen işini?"
"Açıkladın mı onu Yakut'a?"
Uygar keyifsizce dilini ağzının içine dolaştırdı, bu soruyu cevaplarken sesi biraz alçak tonda seyretmişti. "Sormadı ki sonradan."
"Onca şeyden aklına gelmemiştir."
"Aklında başka şeyler var da..." İç çekti usulca, şimdi kendisinin derdini anlatabildiği zamanlarda Yakut sessiz sedasız oturacak ve içinde her ne fırtına yaşıyorsa bir başına dindirmeye çalışacaktı. Sadece kızarak nasihat etmek onu ayakta tutmaya yeter mi Uygar bazen bunu sorguluyordu, sıkıca sarmazsam derdini bana anlat demezsem yine de iyi bakabilir mi gözleri? "Ne olduğunu hiç bilmiyorum."
"Bunlar yaşanacaktı Uygar, en başından belliydi, sen giderken göze almadı mı hepsini?"
"Belli, almış bayağı." Sigarasının ucundaki külü önündeki tablaya vurduktan sonra geri çekti elini, soğuk bu gece biraz daha sertti. "Ben gideyim sen rahat et dedi bugün."
"Sen ne dedin?"
"Ne diyeceğim? Gidemezsin, işinin başında dur dedim."
"Başka ne diyeceksin ki zaten." Reha da bir bacağını kabaca diğerinin üstüne attı, kollarını demir korkuluklara yasladığında sigara külü havaya düşmüş ve hafifçe savrularak uzaklaşmıştı oradan, sonra başını geriye çevirdi ve karanlığı seyreden yeşil gözlere baktı kısa süre. "O zaman ben de gideceğim yarın."
Uygar ne diyeceğini bilemeyerek başını geriye yatırdı. "Keyfini kaçıracaksın durduk yere."
"Kabul et, ya Revan başkandan ihtar yersin ya da disiplinsizlik suçunu ikimiz de işler ama sapasağlam önümüze bakarız."
"Hadi lan oradan, Okan pezevengini dövdüm diye Revan Başkan bir şey demez bana."
"Demese bile birikir Uygar, sonra canın başka bir şey ister elin kaşınır falan ben bunu söylersem kota boş kalır mı sanıyorsun?" Yarım bıraktığı sigarayı tatsızca küllüğe bıraktı Reha. "İstihbarata geri döndün, artık öyle rahatça kimsenin boğazına sarılmak yok... Adam gibi davranacaksın, davranmazsan bir kenara yazılır."
"Anlatıp sinirimi bozma."
Reha, dudağında beliren istediğini kazanmış olmanın ufak tebessümüyle elini uzattı ve Uygar'ın da tutmasını bekledi; çapraz halde tokalaşırken gülüşü daha da artmıştı. "Daha da bozulacak biliyorsun, kafamız atmadan son bir kez ikimizin de istediği olsun."
"Reha, ben senin başına bela almanı istemiyorum."
Reha o an, Ada'nın üzgün hallerinin uzaktan bile canına dokunuşu hatırlayınca yorgun bir nefes bıraktı dışarı; muhtemelen onlara kızgın olsa bile babası ve abisinin şimdi hastanede oluşları, genç kıza büyük bir hüzün bırakmıştı. "Bela alacak bir şey yapmayacağım," diye ikisinin de zor inanacağı bir yalan söyledi. "Son bir kez sadece..."
Gerçeklerin herkesten daha çok farkında olan Uygar, tuttuğu eli uyarmak isteyerek sıktı. "Sonu gelmez o işin."
"Tamam, biliyorsan en iyi sen anlarsın Uygar."
"Bak bu kızın da altından tekinsiz işler çıkarsa başın yanar, hem daha sığınak açılmadı içinde ne var ne yok bilmiyoruz, Revan başkan duyarsa canını çok yakar Reha." Başını usulca iki yana salladı. "Az buz bir şey değil bu."
"Onun bir suçu yok."
"Sen yine de o kafanı çok kaptırma, insanlar suçuna masumluğuna bakmaz Reha, Akdenizlerin kızıyla görüşüyormuş diye adını lekelerlerse..." Onun gitgide bozulan suratını görünce, gece vakti kavgaya tutuşmamak için elini geri çekti. "Tamam, ne yaparsan yap."
Başını emin bir şekilde aşağı yukarı salladı Reha, gözleri bu sefer karanlık ormanda takılı kalmıştı. "İnan kendimi durdurabilsem..."
"Öyle oluyor genelde." Aşağıda uyumaya devam eden Yakut'u hatırlayınca, gitgide azalan sigaranın izmaritini küllerle dolu tablaya attı. "İnsan kendini cayır cayır yakmaya tav oluyor."
-
Tekrar aşağı inip Yakut'un uyanıp uyanmadığından emin olmayarak sessizce eve girdiğinde saat gece ikiyi geçiyordu, saat beşe geldiğinde ise ayrı kalmaya karar verdikleri ilk günlerini henüz tamamlamış olacaklardı ve buna rağmen... Tam da Yakut'un bahsettiği gibi Uygar da kendisini fazlasıyla zorlanmış hissediyordu.
Bir alışkanlıkla uzattığı eli, Yakut'un pişmanlığa boğulan ve bir özrü bağıran gözleri, ama edilmiş yeminleri... Her şey birbirine girip ellerini kollarını bağlamıştı. Dokunsa dokunamaz, uzaklaşmak istese de kaçamazdı ardına bakmadan.
Uygar yine kimsenin görmediği vakitlerde, Yakut'u delicesine seven adam olmaya devam etti; oysa daha birkaç gün önce, kendisiyle ilgili her şeyi başkalarından saklamak için çırpınan Yakut'a kızmıştı bunu yaptığı için. Hayat şimdi onu aynı noktadan sınarken, benzer duyguların esiri olduklarını fark etti.
Odaya geçti, gömleğinin üstten bir düğmesini açıp kendisini rahatlattıktan sonra yatağın karşısındaki koltuğa yerleşti. Yakut bu sefer Uygar'ın olduğu yöne sırtını dönmüş haldeydi, sesli nefesler vererek uyuyordu artık, hatta arada bir iç geçiriyordu uykusunda. Uygar da başını koltuğun arkasına yatırarak bir süre uyumayı denedi ama kalkıp hiç utanmadan yanına uzansa, ertesi sabah her şey yanlış anlaşılır da aralarındaki duvar daha sert kırılır diye yerinden kalkmaya cesaret edemedi.
2 saat sonra
Bir ağlama sesi.
Gözlerini yavaşça araladı, kulaklarından sızan ağlayışların kaynağını anlamak çok zor olmamıştı; karşısında hala kendisine sırtı dönük halde uzanan Yakut, ince ince tüm sızısını dışarı dökerken belki de olduğu yerin hiç farkında değildi.
Uygar onu korkutmak istemediği için ilk başta ses etmedi, sadece oturduğu koltuğun kolçağına tutunmuş ve yerinden kalkmak için hazırlanmıştı. Bu esnada Yakut yattığı yerden doğrulup omuzları çökük halde oturur hale geldi, arkasından bakarken bile ellerini yüzüne kapatıp ağlayışını gizlediği belliydi.
Onu gece uykusundan neyin böyle ağlayarak uyandırdığını anlamak biraz zor olacaktı, fakat en azından Uygar yükünü taşıyamadığı hallere şahit olabilmişti; Yakut'a seslenmek ve yaklaşmak için ayağa kalktı, hala nerede olduğunu hiç bilmeyen ve bu yönde bir tepki vermeyen Yakut'a adım atacakken o da yataktan kalkmıştı.
Ancak elini üstündeki siyah elbisenin omuzlarına atıp kıyafetini çıkarmaya koyulduğunda Uygar duraksamak zorunda kaldı, her zamanki huysuz haliyle sessiz sessiz homurdanmasını dinledi. "Kıyafetimle uyumuşum, aptal mıyım neyim?" derken burnunu çekmişti sertçe, kollarını çıkardığı elbiseyi aşağı indirmeye koyuldu.
Çıplak kalan omuzların aşağısında beliren kıvrımlı belin telaşıyla, Uygar da çaresizce yutkunarak seslenmek zorunda kaldı. "Yakut."
"Bismillahirrahmanirrahim." Yakut irkilerek ardına döndü, eli dudaklarına örtülüyken gece vakti büyük bir çığlık atmamak için kendini zapt etmek zorunda kalışı nefessiz kalmasına sebep olmuştu; bir süre derin derin nefeslendikten sonra hayretle sordu, sesi hala en alçak tondaydı gecenin ayırdında olduğu için. "Uygar, ne yapıyorsun sen burada?"
Uygar onu kolundan tuttu ve sakinleştirmek isteyerek hafifçe okşadı. "Burası benim evim."
Yakut tutamadığı hayretinden dolayı öne doğru büktü bedenini, elbisesinden açıkta kalan kısımları hala örtmeye çalışırken bir adımla Uygar'a ilerlediğinin farkında değildi. "O zaman ben ne yapıyorum burada?" diye sorusunu düzeltti hemen. "Of... Çok korktum."
"Kusura bakma."
"Hayır, şey..." Eğildiği yerden doğruldu ve karanlıkta gizlenen adama baktı daha net görmek isteyerek. "Ben niye kendi evimde değilim?"
"Arabada uyuyakalmıştın, ben de mecbur buraya getirdim."
Sıkıntıyla alnını sıvazladı Yakut, gözyaşları bile daha hala yanaklarından akar haldeydi; onları hızlıca silip en azından karanlıkta hiçbir şeyin görünmediğine inandırdı kendini. "Çok özür dilerim, farkında değildim uyuduğumun gerçekten özür dilerim." Kuruyan boğazını rahatlatmak için yutkundu.
"Sorun değil." Uygar, bir süre korkudan iki büklüm kalan Yakut'u seyrettikten sonra engel olamadığı ilgisiyle sordu. "Neden ağlıyordun?"
"Hmm?"
"Neden ağlıyordun Yakut?"
"Ben mi?"
"Sana soruyorum ya."
Başını görünmeyecek olsa bile iki yana salladı. "Ağlamıyordum ben."
"Az önce ağlayarak uyandın."
Yakut ellerini tekrardan yüzüne getirdi, ıslak her neresi varsa sildi, gözlerini belki kızarıklığı geçer diye sertçe ovaladı fakat komodinin üstündeki ufak abajuru yakan Uygar'a yetişememişti; loş bir ışık yüzüne vurduğunda daha çok belliydi artık uykusunu yarıda bölen gözyaşları, ve bu Uygar'ın bir daha sormasına sebep oldu. "Yüzünden tamamen silememişsin, hala belli her şey... Niye ağlıyordun?"
Ona sarılıp geçiremeyeceği mevzuları dillendiremeyeceği için, çok da yalanlara sığınmadan gerçekçi bir cevap verdi Yakut. "Kötü bir rüya gördüm." Üstünde tuttuğu kıyafetini yavaş yavaş tekrar kollarından geçirdi. "Ondan bir an korkarak uyandım."
"Niye her sorumu bu kadar geciktiriyorsun?"
"Cevapladım ya."
"Geç kalıyorsun diyorum."
Burnunu çekti, yine bir çırpıda gözaltlarını sildi; aslında bir işe yaramayacaktı, ama yine de darmadağın halini toparlamaya çalıştığının görünmesine ihtiyacı vardı ne de olsa artık ağlamak istediğinde hiçbir omuz ona uzanmayacaktı. Bana yardım eli uzanmadı demem, zaten buna hiç gerek kalmadı derim daha iyi.
"Yakut," derken komodinin yanında durmaktan vazgeçip yine aralarındaki ipe tutunarak ona doğru yürüdü Uygar ancak Yakut'un eş zamanlı geri gidişi durmasına sebep oldu.
"Ben gideyim en iyisi, saat bu kadar geçken oyalanmayalım." Avucunu elbisesine sürttü hafifçe. "Yarın yine iş başına koyulacağız." Sonra alnının ucunu kaşıdı. "Saat kaç acaba?"
Uygar bir süre duraksayarak cevap vermedi, odada sadece ikisinin soluk sesleri vardı ve bu her şeyi daha dayanılmaz kılıyordu. Yeminler edeli yirmi dört saat geçti daha, umutlanmasın diye onu uyaralı yirmi dört saat geçti, arkamı döndüm gittim yirmi dört saat oldu... Dayanırsın Uygar, yaparsın. "Bilmiyorum, dört ya da beş olabilir."
Dün gece saat dörtte uyanıp da Uygar'ın yanına gelişinin üstünden tam yirmi dört saat geçmişti demek ki; ama zamanın bıraktığı zorluk hala yerli yerindeydi, gözleri abajurda takılı kaldığı sürede aldığı cevabı sindirmeye çalıştı. "Tamam, ben artık gitsem daha iyi olacak."
Biraz daha kal, de... Lütfen, lütfen kal de, bu sefer koşulsuz şartsız kalacağım... Çok ihtiyacım var Uygar, lütfen bir kere sor bana.
Geri adım attı, ayakları yerde bekleyen topuklu ayakkabılarına çarptığında onları da alıp kapı kulpunu tuttu ama hala bir rica duyamamıştı Uygar'dan; sessizlik kulağında büyük bir çınlama bırakırken "İyi geceler," diye mırıldandı ve haksız olduğunu bildiği kırgınlığıyla kapıyı araladı. Uygar kendisine doğru gelecek gibi olduğunda ise elini kaldırıp onu çabucak durdurdu. "Sen gelme hiç, ben hemen çıkarım."
Kapıyı, ağlamakla bitirdiği uykusunun ağırlığıyla ardından örttüğünde karşısına koridorun ortasında bekleyip kendisine tatlı gözleriyle bakan alacalı kedi çıkmıştı; birden karşısına çıkmış olsa da Yakut irkilmemiş, aksine sanki onunla karşılaşmayı bekliyormuş gibi yere eğilip uslu kediyi hızlıca kucağına almıştı.
Uygar'a yakalanmadan evin kapısını aralayıp çıplak ayaklarıyla basarak hemen yan daireye geçti, kendi kapısını örttüğünde ise artık yalnızlığına bir pati atan ufak kedinin yeşil gözlerinin içine baktı uzun uzun. "Uygar bana gelmek istemeyince seni çaldım ama umarım sorun etmezsin bunu..." Nemli gözlerine rağmen kocaman gülümsedi ve minik kedinin tüylerini öptü. "Zaten onda başka bir tane var, sen de benim ol... Hem benim daha çok ihtiyacım var sana."
-
belki artık onlara bir ihtimal mutlu, iyi, olumlu bir sahne yazabilirim diye yakuta kedi çaldırttım bu işi elime yüzüme bulaştırmam inşallah
sizleri seviyorum, güzel günler diliyorum, kendinize çok iyi bakın ve hoşça kalın 💝
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.56k Okunma |
1.44k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |