Bölümün adı işkence falan ama tatlı bir acı bu, kötü değil 🎉
Artık bir araya gelsinler diyenleri görüyor ve çookk KATILIYORUM HEPSİNE, ama sonradan pişman olmamak için her şeyi aşama aşama yazmaya çalışıyorum şu an, yoksa ben istemez miyim yanii 🤤ama üç gün sonra "ahh yaa neden orayı öyle yazmadım kiii" diye kafamı vurmamak için biraz akışta süzülmem lazım kkjsjkd siz de akışta kalın, emin olun bir gün yakut ve uygar da daha fazla hatırlamak işkencesini çekmemek için bizzat yaşamak zorunda kalacaklar zateenn 💃
Gün gelecek bölümün başına Gülşen'den Canın Sağ Olsun ekleyeceğim: "Dünümü, bugünümü, geleceğimi çaldın bak yine de kızamıyorum, canın sağ olsun bu can feda olsun" tırıvırıı diye Uygar'ı yeminlerinden vazgeçireceğiz 🤲 Yakut pişmanlığından dolayı Uygar'a çipil çipil bakarken Uygar'ın "sana karşı dayanmaktan vazgeçtim al her şeyim senin olsun al canımı da al" deyip bırakın kediyi büsbütün kendini teslim edişini hayal etmek bile çok güzel khfajkfakj emin olun zaten bu bölümde birbirlerine baktıkları an hatırladıkları anıyı okuduğunuzda, aralarındaki pek çok duvarın yıkıldığını ve yalnızca şu kadarcık 🤏 kaldığını göreceksiniz, sabır taşı değiller ya bir gün elbet çatlarlar 🧨
28. HATIRLAMAK İŞKENCESİ
“Rüyamda, bir uçurumun kenarındaydım.”
Tezgâhta uslu uslu oturan kedi, sanki gerçekten beni dinlermiş gibi baktı gözlerimin içine; yeşil renkteki harelerini birkaç defa ilgiyle çevrede gezdirse de en sonunda bana dönüşü ve ince bir miyavlamayla karşılaması, daha çok konuşmama sebep oldu. “Bu seni neden ağlattı mı diye soruyorsun yoksa?”
Elimin altındaki çevirdiğim çikolatayı paketinden çıkardım, onu sabah kahvaltısı niyetine atıştırırken bir yandan da kedi için ne gibi bir mama hazırlayabileceğime bakacaktım. Uygar’dan ayrıldıktan sonra her ne kadar sadece dört saat uyumanın sağlıklı olmadığının farkında olsam da uykum bıçak gibi kesildiği için yalnızca bir hırsızlık sonucu sahiplendiğim kedimle ilgilenmek istedim. “Bilmiyorum…” Fısıltımdan sonra bir öksürük boğazımı tırmalamıştı, daha sonra sesim sanki kedi ne kadar yüksek konuşsam o kadar anlayacakmış gibi tedricen arttı. “O an uçurumdan düşerken hiç korkmadığım için ağladım galiba.”
Çikolatanın ucundan ısırıp bir yandan da telefonumdaki açık sayfayı kaydırdım, sonra çikolatayı bırakıp bir elimle kedinin ensesini okşadım; parmaklarım altında gerinip patisini yüzüne süren kedi bir bebek gibi tatlı mırıltılarından çıkarmıştı yine. “Bazen öyle oluyor biliyor musun?” Gözlerimin önüne birden gece gördüğüm rüya, belki de kâbus anları geldi; sanki güzel bir günün sonunda uçurumun kenarında çiçek toplar gibi vakit geçiriyordum, o kadar uçtaydım ki düşmek ve atlamak arası bir şey yaşayacağım kesindi sadece bunun yanlışlıkla mı yoksa isteyerek mi olacağı belli değildi. “Gözlerimin önüne kendimi uçurumdan atıyormuşum gibi bir anın hayali geliyor,” diye kediye doğru dalgın dalgın mırıldandım, öyle uzun zamandır içimde tuttuğum bir gerçeği kanlı canlı karşımda duran birisine anlatmak, bu biri bir kedi olsa bile fazla rahatlatıcıydı. “Ama o an korkunç bir şey yapıyormuşum gibi hissetmiyorum.” Öne eğilip kedinin yumuşak başına bir öpücük kondurdum. “Sanki yapmam gereken bir şeyi yapıyormuşum gibi hissediyorum her gördüğümde.”
Geri çekildiğimde kedi de biraz uzaklaşıp telefonumu patisiyle ittirmeye çalıştı, dirseğimi tezgâha yaslayıp çenemi avucuma koydum ve onun sevimli hallerini dudaklarımda biriken bir tebessümle seyrettim. “Uygar belki seni inat olsun diye aldığımı düşünebilir, belki gözünde daha kötü bir duruma düşebilirim…” Sıcak nefes dudaklarımdan sıyrılırken çeneme yasladığım elime değip de uzaklaştı. “Ama ne yapayım, kendimi de korumam lazım, ben…” Eğildiğim yerden kalkıp uykulu uykulu kırptığım gözlerimi, en azından kediyi görecek kadar açık tutmaya çalıştım; parmaklarımı kütlettiğimde çıkan ses kulağıma fazla kötü geldi birden, parmağımı ovalayıp o hissi geçirmek için uğraştım bir süre. “…korkuyorum,” derken kelimeleri ağlamadan dile getirmek biraz zorlamıştı açıkçası. “Kendimi sürekli uçurumdan atlarken düşünürsem, bir süre sonra gerçekten atlamak isterim diye çok korkuyorum.”
Uygar’ın kedinin yokluğunu ne zaman fark edeceğinden emin olamadığım için her an gelir alır diye diken üstündeydim, bu yüzden kendi kendime konuşurken aynı zamanda kediye vereceğim mamayla ilgilenmeye devam ettim; bir başkasını beslemek kendim için hazırlamaktan daha zevkli geldi o an gözüme, en azından bencil hissettirmiyordu.
Evde hazırlanacak bir tarifle ilgilendikten sonra gözlerim yere kaydı, kedi artık aşağıdaydı ve halının ipiyle oynuyordu; ben de ocaktaki işimi bitirip kedinin yanına eğildim ve sırtımı mutfak dolabına yasladım, kollarımı da dizlerime sarmıştım sanki kendime sarılır gibi. “Eğer Uygar gelip isterse seni vermeyeyim değil mi?”
Adını unuttuğum kedi sesimi duyunca başını kaldırıp yeşil gözlerini üstümde gezdirdi, acaba anlıyor muydu halimden?
Bir elimi uzatıp tekrar yumuşak tüylerinin pamuk gibi yayıldığı ensesini okşadım, elimin altında oyun hamuru gibi varmış gibi hissettiren teni biraz içimi gıdıklasa da onunla ilgilenmek rahatlatıcıydı, bakışları bile benim anlatmadıklarımı anlayacak kadar dokunaklı görünüyordu hatta. “O bakışın sanki sakla beni, sakın verme der gibiydi,” deyip kendi kendime güldüm. “Ya da ben öyle anlamak istemiş olabilirim.” Hala halı ipiyle oynayan kediyi dayanamayarak kucağıma alıp göğsüme yasladım. “Eğer başımıza bunlar gelmeseydi belki şimdi seni bebeğimizle beraber büyütüyor olabilirdik.” Dudaklarım tatlı bir hayalle kıvrıldı, en azından kimse yokken kendi kendime gülebileceğimi sonradan fark etmiştim; belli bir zamana kadar yalnızken gülmek bile gözüme haksızlık gibi göründüğünden bunu basbayağı yasaklamıştım kendime. “Onunla oynardın ya da o seninle oynardı, sonra Uygar ikinizi de ayırmadan kucağına alırdı, sizi çok severdi… O çok iyi bir baba olurdu zaten.”
Kedi ufak patisini kaldırıp boynumu tırmaladı, pek acıtmamıştı ama yine de onu kendimden uzaklaştırıp başka yerlerde dolanan yeşil gözlerinin içine baktım. “Ben senin adını da unuttum ya, bilsem sana öyle seslenirdim… Bir isim verelim de böyle yabancı gibi durma bana, güzel bir şey olsun adın.”
Düşün düşün aklım bambaşka yerlere kayınca sıkıntılı bir nefes bırakıp kediyi serbest kalsın diye ellerimden saldım. “Neyse tamam, senin de ismin olmayıversin.”
Kedi tatlı tatlı birkaç adım yürüdü, meraklı gözleriyle etrafı seyrediyordu ama o kadar usluydu ki pek kıpırtılı değildi. Ayağa kalkıp onun yiyeceğiyle ilgilenmeye devam ederken saati kontrol ettim, çoktan altı olmuştu; güneşin doğmasına daha bir saat vardı, Uygar’ın şu an uyuduğu ihtimaliyle kendimi biraz rahatlatıp gerginliğimi üstümden atmaya çalıştım, uyumamış olsa kedisinin kaybolduğunu çoktan fark ederdi herhalde.
Elimdeki tahta kaşığı tezgâha bıraktığım esnada işittiğim uğultuyla gözlerim mutfaktaki pencereye çevrildi, oraya baktım ama çok geçmeden yanlış yere baktığımı fark edip dış kapıya doğrulttum gözlerimi, sesler asıl o taraftan geliyordu.
Koridoru yavaşça geçip dış kapıya yaklaştım hatta kulağımı oraya yasladım, konuşmalar şimdi daha belirgindi. “Abicim hiç mi görmedin evin içinde?” diye sızlanarak soran kişi Reha’ydı, hemen sonra Uygar konuştu sinirli bir tavırla. “Baktım ama yok hiçbir yerde.”
Tekin de aralarındaydı ki onun da sesini işittim. “Sabah sabah uğraştığımız işe bak ya… Pisi pisi, bi’ ses versene neredesin?”
Uygar bu sızlanmaya kızmış olmalıydı, bu yüzden agresifçe karşılık verdi kendince homurdanan Tekin’e. “Çok konuşma da arayıp bulalım şu kediyi, başına bir şey gelirse eğer…” Hemen sonra kötü bir ihtimali düşünmek istemezmiş gibi susmasıyla ben de elimi kalbime yaslayıp alt dudağımı dişledim; onu durduk yere korkutmuş ve üzmüş olmanın endişesi tüm duygularımın üstüne çöktü birden, sesi fazla çaresiz ulaşmıştı kulağıma.
Geriye dönüp onların binanın içinde aradığı kedinin uslu uslu beni seyreden haline baktım. “Çok üzgündü sesi,” diye fısıldarken elimi de hayretle dudaklarıma örtmüştüm. “Durduk yere korkuttum ya…”
Kapıyı dinlemeye devam ettiğim esnada Tekin de Uygar’ı azarlamaya koyuldu. “İyi baksaydın da kaybetmeseydin, bakamayacaksan niye eve aldın ki zaten?”
“Gidecek başka yerleri yoktu aldım işte, hem ne bileyim ben kaçacağını?” Uygar sözleri arasında merdiven korkuluklarına tutunmuş olacak ki bir gıcırtı duyuldu. “Ayrıca bu uslu olan kediydi, kacak olsa diğer kara kedi kaçardı o daha yaramaz aslında.”
Geriye dönüp bir daha koridorun ortasında boynu bükük halde bekleyen küçük kediye baktım, bana bakmayı bıraktıktan sonra duvara yansıyan ışığın gölgesiyle oynamaya başlamıştı ve bu her şeyden habersiz haliyle çok sevimli görünüyordu; onu, üç tane adamı aramak zorunda bırakacak kadar gizlice kaçırdığımın hiç farkında değildi. “Ben buldum sabah sana vermeyi düşünüyordum desem inanır mı ki?” diye kendi kendime mırıldandım ama kediyi de geri vermek hiç içimden gelmemişti o an, birden elim ayağıma dolaştı. “Ama geri vermek de istemiyorum, of… keşke en başında düzgünce isteseydim ne gerek vardı izin almaya ya aptal Yakut!”
Ellerimi yüzüme kapatıp bir süre ne yapacağımı düşündüm, sıkıntıyla alnımı ovaladım. “Başına bir şey gelirse vicdan azabı çekerim dedi ama, nasıl müsaade edeceğim üzülmesine şimdi?”
Aradan ne kadar zaman geçtiği bilmeden oyalanıp kulağımı da kapının ardına diktim ve onların binadaki arayışlarını takip ettim, ne onların kediyi arayışı bitti ne de benim içimdeki kararsızlık… Akşam uyku sersemliği ve bir kabusun korkusuyla kediyi alıp götürmek çok iyi bir fikirdi, ama şimdi hiç değildi.
Dudaklarımı ısıra ısıra geçirdiğim zamanın ardından kapım usul usul tıklatıldı, tırnaklarımı iki yandan bacaklarıma bastırıp oraya baktım şaşkın gözlerle. “Kesin anladı, kesin anladı var ya kediyi benim aldığımı kesin anladı…” diye yana yakıla fısıldarken oraya yaklaşmak biraz vaktimi aldı, ama eninde sonunda yakalanacağımı bildiğimden kapıyı yavaşça araladım.
Utana sıkıla başımı uzattığımda, tahminlerimin aksine karşıma Tekin çıktı; üstünde evden öylece çıktığını belli edercesine basit bir tişört ve eşofman vardı, sarı saçları bile darmadağındı, gerisinde kalan apartman boşluğunu seyretmeyi bırakıp bana döndüğünde serseri tavrıyla güldü hemen. “Günaydın, ben uyandırmadım değil mi?”
“Yok, uyanıktım zaten.”
“İyi iyi, Uygar efendi sakın uykusunu bozma dedi ama erken uyanırsın diye tahmin ettim doğru çıktı.”
“Öğlene kadar uyuyacak halim yok ya,” dedim istemsizce gerilerek. “İş var güç var, ancak hazırlanırım.”
Bu agresif tavrım Tekin’i kızdırmak yerine güldürdü. “Sakin olsana kızım, ne dedim sanki?”
Yorgun bir nefes bırakıp gözlerimi sıkıca örttüm, ardından yavaşça geri açtım. “Hiçbir şey demedin.”
“Farkındalığın da bayağı yüksek yalnız, helal olsun,” deyip mahsustan beni alkışladıktan sonra ellerini beline koydu seyrek bir ciddiyetle. “Uygar enayisi kedisini kaybetmiş aramaya çıktık, gelsene sen de.”
Tekin’in o an öyle bir tavrı vardı ki, sarı sakallarının yumuşattığı sert yüz hatlarına bakarken seni beni dışarı oyun oynamaya çağıran bir sokak çocuğuyla konuşuyormuşum gibi hissettim birden, hatta dudaklarım engel olamadığım bir sevecenlikle hafiften kıvrıldı. “Uygar enayisi mi?” diye şaşırarak sordum.
“Ne oldu, kocana laf gelsin istemiyor musun yoksa?”
Kollarımı ciddiyetsiz bir kızgınlıkla önümde bağladım. “O benim kocam değil,” derken üzücü bir gerçeği dile getirmiştim aslında. “Ayrıca, enayi de değil.”
“Ufacık kedisini kaybetmiş ya-”
Sözlerini tamamlamasına izin vermeden kaşlarımı hafifçe çattım, belki o bunun yalnızca Uygar’ı korumak olduğunu düşünebilirdi; ama içeride aradıkları kediyi onlardan saklarken bu konunun uzaması biraz tedirginlik yüklüyordu üstüme. “Tekin…” diye mırıldanışımda gereksiz bir sinir yoktu, zaten o da bunu hemen anladı.
Hatta küçük ve sık dişlerini göstererek gülmeye devam etti ama neyse ki az önceki nitelendirmesini daha fazla devam ettirmedi; şakadan bile olsa Uygar’ın arkasından o şekilde konuşmayı hiç istemezdim, bu zamana değin ona hep ‘aptal’ diye hitap etmiş olsam da bu hakkımı çoktan yitirmiş sayılırdım.
“Tamam tamam, demeyeceğim bir şey.” Dirseğini pervaza yaslayıp ensesini kaşıdı uykulu haliyle, dudaklarını aralayıp enserken biraz sıkılmış görünüyordu. “Hadi sen de gel ama, şu kediyi bulalım yoksa adam vicdan azabından ölecek, ağlıyor iki saattir hem sen de evde bir başına durmamış olursun.”
Dikkatim direkt cümlenin ortasına kaydı. “Ne, ağlıyor mu Uygar?”
“He,” dedi Tekin harfleri uzata uzata.
Ama evden çıkıp kediyi arayarak onları kandırmış olacağımı bildiğim için bu teklifi kabul edemedim. “Yok ben şimdi gelemem,” deyip kaçarken gözlerimi Tekin’e çevirmek de kelimeleri dile getirmek kadar zor olmuştu. “…işlerim var benim.”
“Kedi kayıp diyorum sana, hiç mi üzülmüyorsun?” Tekin’in bana hayıflanır gibi söylediklerinden sonra kahverengi gözler dalgınca arkama kaydı, orada gördüğü şeyle algısı açılmış ve sarı kaşları da şaşkınlıkla havaya kalkmıştı, serseri gülüşünü de bir daha takındı. “Hadi bakalım,” dedi yine harfleri uzatarak, duruşunu toparladı ve başını ‘yandın’ dercesine sallarken ellerini eşofmanının ceplerine soktu. “Hayırdır bu nedir burada, bizim aradığımız kedi mi yoksa bu?”
Kapıyı aramızda biraz örtüp Tekin’e çekingen bir bakış attım. “Görmemiş gibi davranabilir misin?”
“Adam kedi yok diye dışarıda perişan, senin bu yaptığın iş mi şimdi?”
“Sus lütfen, duyacaklar.”
“Dur daha hırsız var diye bağırmadım bile.”
Başımı yana yatırırken kaşlarım da ufak bir yalvarışla çatıldı. “Tekin lütfen kimseye bahsetme, ben söyleyeceğim Uygar’a tamam mı?”
Tam cevap vereceği esnada arka taraftan Reha’nın kızgın sesi duyulmuştu, binanın alt katında olmalıydı. “Tekin oralarda oyalanıp durma ara şu kediyi çabuk! İşimiz gücümüz var, birazdan çıkacağız bak başlatma keyfine!”
Elimle aceleyle içeriyi işaret ettim. “İçeri girsene.”
O da kaçmak istercesine çabucak adımladı. “Gireyim tabi, dur.”
Kapıyı usulca örttükten sonra yerdeki kediyi de kucağıma alıp mutfağa ilerledim, Tekin yanımdan geçip masaya oturduğunda “Uygar’ın kedisini ben aldım,” diye ufak bir itirafta bulundum ona, tepkisi görmek için gözlerimi üstüne çevirdiğimde ise onu umursamazca gülerken bulmuştum.
Masada üstü kapalı halde duran kâseyi önüne çekip içindeki cevizleri pervasızca yemeye başladı. “Çaldın yani,” derken bana hiç bakmamıştı bile.
“Açık açık söylemesek de olur.” Masada karşısına oturup ufak kediyi aramızda koydum, yaptığımdan hem çok utanıyor hem de biraz olsun iyi hissettirdiği için çok iyi bir şey yaptığımı düşünüyordum aslında; gerçekten ihtiyaç duymasam böyle bir rezilliği göze almazdım ama boğazıma kadar sıkıntıya batmışken bundan daha iyisi yoktu yapabileceğim… istemek de o an biraz utanç verici gelmişti işte. “Biraz bende kalsın sonra geri veririm zaten, sen de o zamana kadar kimseye söyleme olur mu?”
“Adam üzülmeyecek mi?” Hemen sonra cevizlerden kaldırdığı başını bana çevirdi, gözaltları sabah erken bir vakitte olduğumuz için şiş haldeydi ve gözleri de uyunmamış uykusundan dolayı kısık duruyordu. “Ha tabi onun derdi de devası da benim diyorsan ayrı tabi, karışmam,” deyip tok sesiyle hafifçe güldü.
Sırtımı geriye verip parmaklarımı kedide gezdirdim, olduğu yeri kolaylıkla benimseyen bir kediydi, bu uslu hallerini ilgiyle seyrederken onu kendime çekip başını öptüm dayanamayarak. “Yok öyle bir şey.”
“Ney yok?”
“Devası değilim kimsenin.”
“Sen biraz fazla mı duygusalsın yoksa ben seni yanlış mı tanıyorum?”
Tekin’in birden dile getirdiği soruyla kedide olan bakışlarım ona kalktı, kaşlarım anlamsız bir tavırla çatılmıştı. “Ne?”
Ceviz kasesini ilgisi azalarak öne itti. “Öyle gördüm gibi, eğer bir derdin sıkıntın varsa bana anlatabilirsin.”
“O nereden çıktı şimdi?”
Onu geçiştirmeye çalıştığımın fazlasıyla farkındaydı, bu yüzden gözlerini şüpheyle kısıp çatık kaşlarıyla bir süre bana baktı; dudaklarına ise alaycı bir tebessüm belirmişti, peşinden gelen sözleri ise düşüncelerimi kanıtlamak konusunda hiç gecikmedi. “Ne güzel geçiştiriyorsun sen beni öyle…”
“Alakası yok, geçiştirmiyorum.”
“Kimse sana senin ne derdin var diye hiç sormuyor mu Yakut?”
“Sormalarına gerek yok,” diye cevapladım, bu derdim yok demekten daha rahat bir cevaptı; derdim var tabi, büyükçe bir sıkıntıdayım ama birisi sorsa anlatamayacak kadar da yorgun ve utanç dolu hissediyorum kendimi.
Tekin üstelemeye devam etti. “Neden sormamıza gerek yok?”
Yere eğilen bakışlarım bir süre dalgınca halıda gezindi, düz gri renk sıkıcı mı yoksa uyumlu bir türlü karar veremedim halıyı seyrettim an boyunca; hangi renk yakışırdı diye uzun uzun düşündüm, saniyeler geçti ama hoşuma giden bir renk bulamadım, Tekin’e verecek herhangi bir cevap da bulamadım tabi.
Niyetim ne kendimi acındırmaktı ne de boş küstahlıklarda bulunup insanları kendimden uzaklaştırmak… Sadece, dışarıdan bakınca kimsenin hakkımda hiçbir şey düşünemeyeceği ve hissedemeyeceği kadar bir başıma kalmak istiyordum.
Gözlerimi birkaç defa kırpıştırdıktan sonra beni sabırla bekleyen Tekin’e döndüm, bu esnada ellerimden kaçan kedi masadaki ceviz kasesine uzanmış ve patileriyle vurmaya başlamıştı ufak ufak. “Bir derdim yok ki,” diye mırıldandım en sonunda, sözlerimin arasına yorgun nefeslerim de karıştı ve konuşmamın devamı biraz tedirgin bir seyir aldı. “Dışarıdan bakınca kötü mü görünüyorum yoksa, ondan dolayı mı sordun?”
“Yok estağfurullah, mükemmel görünüyorsun.”
Sessizlikle ne diyeceğini beklemeye devam ettim. “Ben sadece insanlık görevimi yapıyorum,” dedikten sonra umursamaz halde omuz silkmişti Tekin, elleriyle gözaltlarını ovalarken konuştuklarımıza karşı ilgisi yok gibi değil de daha çok beni germemeye çalışan bir hali var gibiydi. “İnsanları arada bir yoklamak gerekir ya hani, o misal, ben de farkında olmadan kimseyi arkamda sormadan etmeden bir başına bırakmam istemem.”
Parmaklarımı yavaşça birbirine doladım, bakışlarım ise onun üstünde takılı kaldı; gözlerini ovaladıktan sonra büyük bir esnemeyle dudaklarını araladı, ellerini ensesine koyarken sırtını da duvara yaslamıştı, bakışlarını ise tekrar bana çevirdi yandan bir şekilde. “Arada gülüp eğleniyoruz diye sen beni boş adam mı sandın yoksa?”
“Hayır tabi ki de, hakkında öyle bir şey düşünmedim.”
“O zaman yardım edebileceğim bir konu varsa bana gerçekten anlatabilirsin… Çekinmene gerek yok, ben senin enayi kocanla arkadaş değilim gidip seni ispiyonlamam.”
Dudaklarıma çaresiz bir gülüş yayıldı ve hatta sesim de duyduklarımın hissettirdiği bir rahatsızlıkla inceldi. “Ona enayi demesen olmaz mı? Ayrıca… kocan da deme, lütfen.”
Ondan istediğim şeylerden sonra Tekin keyifli bir kahkaha attı birden. “Ya sen daha bu adama enayi dememe bile izin vermiyorsun, nasıl ayrı duruyorsunuz kızım siz ben anlamıyorum ki.”
Dudaklarımdaki tebessüm orada asılı kalmıştı, keyifli olduğum için değil sadece gülmezsem bunun sorgulanabileceğini bildiğim için… Gerçekten Tekin’in beni dinlemek isteyip istemediğinden emin değildim, bu yüzden yıllardır içimde sakladıklarımı konusunda tereddüde düştüm tabi. “Öyle görünüyor mu dışarıdan?” diye belirsiz gülüşlerim arasında sordum. “Onu sevdiğim belli oluyor mu?”
“Herhalde, bazen karşıma keşke biri çıksa da Yakut’un şu adama baktığı gibi bana baksa diye bir miktar dua ediyorum yani.” Az biraz sesi titremişti ama Tekin bunu gülüşüyle çabucak sakladı. “Azıcık ediyorum yani, gözümüz fazla yükseklerde değil şükür elhamdülillah ama istetiyorsun işte o konuda yalan söyleyemem.”
Gülüşüm bu sefer daha gerçek bir hal aldı. “Gerçekten mi?” diye mırıldandım, kendimi bir başkasının gözünden görmek hatta Tekin’in kendine has anlatımından duymak biraz tuhaf hissettirmişti. “Ciddi mi söylüyorsun?”
“Sana yalan borcum mu var kızım?” İnce dişlerini göstererek o da sırıttı bu sefer. “Ne oldu, çok mu hoşuna gitti?”
Dudaklarımı birbirine bastırıp gülüşümü zapt etmeye çalıştım, sonra sönük bir hevesle cevap verdim ona; ama suratımda boynu bükük bir çocuğun ifadesi kalmaya devam etti. “Biraz gitti hoşuma.”
“Ya sen biraz şirinsin sanki.”
Kaşlarım Tekin’in söylediklerinden sonra şaşkınlıkla havaya kalktı. “Ne?” diye gitgide incelen bir tonda soruşum ise ikimizin de daha çok gülmesine sebep olmuştu. “Ne dedin sen?”
“Ciddiyim, şirin bir şeye benziyorsun.” Elini ritimle bir defa masaya vurup geri çekti. “Sevtap senden sanki nemrutmuşsun gibi bahsedince ben daha suratsız bir şey olursun sanmıştım.”
O an kırgınlık edemedim, dudaklarım sadece anlayışlı bir tebessümle kıvrıldı; eğer önceden tanısaydın sen de muhtemelen benden pek hoşlanmazdın diyerek Tekin’i kendimden soğutmak istemedim, parmaklarımı çeneme yaslayıp devam eden tebessümümle kediyi seyrettim sadece, kedi de bir süre sonra Tekin’in karşısında durup ona bakmaya başladı. İkisi de fazla hareketsiz durup birbirlerinin gözlerinin içine bakarken komik görünüyorlardı.
Tekin’in son söylediğine hiçbir cevap vermedim, ne konuyu uzatarak Sevtap’a çıkışasım ne de eskiden sevimsizdim diyerek kendimi kötüleyesim geldi içimden; zaten bir yanım dünyadaki en kötü insan olduğuma inanıyorken, sürekli böyle kendime köstek olursam nereye kadar ilerleyebileceğimi düşündüm…
“Şu son belgeler,” diye mırıldandım konuyu değiştirme çabasıyla. “Hani adıma düzenlenmiş sahte evraklar, onlar incelemeye gitti mi?”
“Reha gönderdi hepsini, sessiz sedasız halledecekler.”
“Ne zamana çıkar?”
“Bir hafta sürer dediler ama öncelik istedik aciliyetinden dolayı, yani ya bugün ya da yarın falan hallolur diye bakıyoruz.”
“Anladım.”
Konuşmamız sekteye uğrayınca bir süre sessizce bekledik, saçlarımı toparlayıp omzuma bırakırken sırtımın ağrısından dolayı hafifçe dikleştim; saat altı buçuktu, yine binadan ayrılacak ve işimize gücümüze koyulacaktık, şu an bir evde sakince yaşayan insanlar gibi davranmak için son saatlerimizdi.
Apartmandan gelen arama sesleri kesilmişti, belki de artık dışarıdalardı; bu yüzden mutfaktaki tek ses buzdolabından gelen alçak uğultu ve kedinin arada bir Tekin’in komut vermesiyle vurduğu pati sesleriydi.
En sonunda derin bir nefes alıp sessizliği baltalayan Tekin, bakışlarını yavaşça bana kaldırdı ve çok ansız bir soru sordu. “Cidden, yani gerçekten Uygar’ı bile isteye ihbar ettin mi?”
Gözlerimi ağır ağır kırptım, sürdürdüğüm sükunet ilk başta Tekin’i biraz tedirgin etmiş gibi görünse de sorusunun arkasında durarak beklenti içinde bakmaya devam etti.
“Ettim,” diye epey alçak bir sesle mırıldandım.
O günler üstüme her zaman büyük bir ürperti bıraksa da artık alıştığımdan olsa gerek fazla tepki gösterememiştim; insan gününü gecesini beraber geçirdiği, aynı yatağı paylaştığı ve tüm sınırlarını ortadan kaldırdığı hatta uğruna tüm duvarlarını yıktığı kişiye karşı bunu nasıl yapabilir diye çok kişiyi düşündürttüğüme emindim… Sebeplerim vardı ve yaptım, kısa bir süreçle değil upuzun bir zamanla sınandım.
Ama şimdi Uygar’a bunu açıklayamıyorum, onunla uyuduğum geceler gözlerinin içine bakmaktan kaçınmamın ve bir karar vermek zorunda oluşumun üstümde bıraktığı tahribatı anlatamıyorum, onun dinleme isteği de bir süre sonra benim anlatma arzumu üstümden alıp götürdüğü için ikimiz de yalnızca zamanın esiri olduk.
Biliyorum, gerçekleri bilse kırgın kalbi biraz rahatlayacak; ona güvenmediğimi değil, sadece bunu yapmak zorunda kalışımı dinlese fazlasıyla anlayacak… Hatta onu bir hain olarak bilirken deli gibi sevmeye devam ettiğimi ancak kendimi ondan nefret etmeye zorladığımı öğrense bana kızacak… Gerçi tüm bunlar eninde sonunda yaşanacak, ömrümü ondan kendimi saklayarak geçirmeyeceğim ve Uygar’ın da kırgınlıklarıyla hayatını tüketmesine izin vermeyeceğim.
Tekin mahcup halde seyrek kaşlarını havalandırdı, bu ondan gördüğüm en çekingen tepkiydi. “Aranızdakilere karışmak için sormuyorum yanlış anlama, sadece merak… Niye seni bu konuda bu kadar çok suçluyorlar?”
“Bilmem.”
“Uygarlar da bana pek bir şey anlatmadığı için bildiğim hiçbir şey yok, ama düşününce herhalde durduk yere yapmamışsındır bunu, değil mi?”
“Niye öyle bir şey yapayım ki?” Elimi boynumda gezdirip hafifçe ovaladım. “Ben sevdiğim adamı böyle kaybetmeyi hiç ister miydim?”
“O zaman?”
“Mecbur kaldım.” Titrek bir nefes ayrıldı dudaklarımdan. “Sen elinde kanıtlar olsa benim yaptığımı yapmaz mıydın? Yoksa artık güvenemeyeceğin kadar şaibeli birisini, sırf onu çok sevdiğin için saklayıp korur muydun?”
Tekin masaya biraz ağırlığını verince bir gıcırtı sesi duyuldu, bu kedinin tatlı tatlı irkilmesine sebep olmuştu. “Ne kanıtın vardı elinde?”
“O zaman bazı kanunsuzluklar yaptığıyla ilgili belgeler geçti elime, onun da imzası vardı, işte belli başlı fotoğraflar falan.” Elimi çeneme yaslayıp parmağımı masanın yüzeyine sürttüm, eğik başıma rağmen gözlerimi ise yukarı kaldırmıştım. “Kendi yorumum değil bunlar, hepsine gerçek raporu çıktı, hiçbiri sahte değildi.”
“Siktir,” dedi usulca. “Ciddi misin?”
“Öyle.”
“Bunları Uygar’a niye anlatmıyorsun, hatta o niye bunu kendisi düşünmüyor ki?”
Umursamazca omuz silktim, o dinlemek istemiyordu ben de artık anlatmak. “Haklı olduğum zaman hiçbir şey kazanmadığımı gördüğüm için artık haklı olmak için uğraşmıyorum, ben sadece…”
“Sen sadece ne?”
“Kimsenin canı benim yüzümden sıkılmasın istiyorum.”
Tekin az önce avucuna aldığı cevizleri yemekten vazgeçip bıraktı ve öne eğildi söylediklerinin daha çok tesiri olsun ister gibi. “Ben seni hiç haksız bulmadım.”
“Ne?” diye, aslında onu anlasam bile istemsizce mırıldandım.
“Onca kanıttan sonra uslu uslu otursaydın aynı suçu sen de işlemiş olacaktın, sonuçta bu basit bir aldatma mevzusu değil… Gidip adamın suratına da ‘ya ben senin hakkında bir şey öğrendim ama acaba sen hain olabilir misin?’ diye de soramazsın ki.” Gözlerini bir süre anlayışla suratımda gezdirdi. “Ben de durduk yere Uygar’dan şüphelendin de kuyusunu kazdın sandım be… Sen şimdi insanların sana bunun için kızmasını mı çekiyorsun gerçekten?”
“Sen onun eski halini sen bilmiyorsun Tekin.” Akademi zamanlarını anımsadım. “Uygar’la ilk tanıştığımızda o herkesle anlaşan, herkes tarafından sevilen birisiydi, aynı zamanda doğru bildiğini yapmak konusunda çok kararlıydı.” Bana göre ise, ilk görevimizi yerine getirirken adalet uğruna yalan söyleyen birisiydi; onunla bu konuda biraz ters düşmüştük, ben her ne olursa olsun emir-komuta zincirinde kalmak istemiştim o ise bir şekilde burnunun dikine gitmiş ve tarzının bu olduğunu göstermişti bana… O zamanların da üstümde büyük bir etkisi vardı, sanırım onun bir noktada yolunu şaşırabileceğine inanmıştım çünkü bana göre savruktu vazifesi boyunca. “Devlet için yapmayacağı hiçbir şey yoktu, insanlar benim onun gibi birisine bunu nasıl yaşattığımı anlamamaları normal.”
“Ama bilmiyordun, Uygar sana söylemedikten sonra onun masum olduğunu nasıl bilecektin?”
“Uygar öyle düşünmüyor, eğer karşına çıktıysam bir sebebi olduğunu düşünmeliydin diyor bana.” Saçlarımı yavaşça kulağımın arkasına sıkıştırdım. “Bir kere olsun ‘yapmadın değil mi’ diye sorsaymışım affedebilirmiş hatta beni.”
“Eh ama o kadar da değil yani, o zaman o da sana güvenmiyor demektir.”
“Nasıl?”
“Demek ki o seni durduk yere insanları yarı yolda bırakacak birisi olarak görüyor… Yoksa anlardı senin bunu yapmak zorunda kaldığını, ciddiyim bak kazık değilse anlar Yakut. Sen de oyun çevirmiyorsun herhalde burada, devletin kapı gibi istihbaratçısısın durduk yere adamı niye tutuklattırasın değil mi?”
“Deme öyle.”
“Dedim bile, yaz aklına bunu.”
“Bilmiyorum, onunla aynı pencereden bakamıyoruz şu an.” Ufacık bir tebessüm kondurdum dudaklarıma, Uygar’ın haberi olmadan bile onun hakkında böyle konuşmak biraz huzursuz etmişti içimi. “Ama gerçekten benim bu konuda ona hiçbir sözüm yok, bunca zaman bir yükle yaşamak zorunda kaldı… Herkes tarafından hain olarak bilinmek kolay bir şey değil sonuçta.”
“Tamam ama, şimdi aynısını sen yaşıyorsun?”
“Bu da benim cezam.”
“Salak salak konuşma, ortada bu cezayı çekmeni gerektirecek bir şey yok.”
Nefeslenerek geri çekildim, başımdaki bela bitmiş sayılmadığı için tam olarak Tekin’e hak veremiyordum bir türlü… Belki doğru söylüyor olabilirdi, belki şu an ben hak etmediğim bir cezayı üstleniyordum ama tıpkı Uygar’a yaşattığım gibi… Yine de kendimi tam anlamıyla savunamadım bir türlü, eğer zamanında aptallık edip evime kadar gelme cesareti gösteren yabancı bir adamla Uygar’ın canını alacağım diye mesnetsiz anlaşmalara tutulmasam şimdi daha rahat ediyor olurdum.
Öfke ve nefret o kadar tehlikeli bir duyguydu ki, bana o büyük aptallığı yaptırmış ve zamanla kazanabileceğim huzurumu daha hiç başlamadan ellerimden çekip almıştı büsbütün.
Çok düşündüm üstüne, o video yanlışlıkla ortaya çıksa kendimi nasıl kurtarabileceğimle ilgili birden fazla teori ürettim; pek çoğu bana yüksek oranlarda fayda sağlar gibi görünüyordu ama hani olur ya içimizi oyup bitiren küçük de olsa bir ihtimal… İşte o ihtimalin varlığı da elimi kolumu bağladı, önüme büyük bir engel çıkardı.
Daha o gün, Uygar’ı öldürebileceğimi söylediğim gün adamdan aldığım telefonun nerede olduğunu bile bilmiyordum; acilen ailemin evine geri dönüp o telefonu bulmalı ve tamamen yok etmeliydim, en azından bu içimin biraz olsun rahatlamasını sağlayabilirdi. “Tekin, ilgilenmiyorum öyle şeylerle,” diye yalan mı yoksa gerçek mi olduğunu kestiremediğim hislerimle mırıldandım, elbette bazen canım sıkılıyordu ama bazen de tüm bunlara alıştığımı düşünüyordum galiba, saniye saniye aynı acıların pençesinde değildim artık. “Zaman ne gösterir onu bekleyeceğim sadece, gerçekten şu desteğin bile benim için çok kıymetli hani seni önemsemediğim için değil… Çok teşekkür ederim.” Tebessümümü hiç bozmadan ona bakmaya devam ettim. “Ama kendimi haklı çıkarmak için uğraşmak istemiyorum şu an, zamanı gelince elbette konuşulur ama şimdi değil.”
“Peki madem,” dedi nefeslerinin karıştığı kelimelerle, yapacağı daha fazla bir şey olmadığını anladığından ellerini tekrar ensesine koyup sıkıştığı yerde gerinmeye çalıştı. “Sen bilirsin, nasıl istersen öyle yap… Ama benden de bir şey istemekten çekinme bak, eşek değiliz herhalde bir şekilde yardımımız dokunur.”
“Teşekkür ederim.” Beklediği isteği gecikmeden ona ilettim. “Yakında ailemin evine gitmeyi düşünüyorum, sen de benimle gelir misin?”
Gerinmekten vazgeçip masaya geri döndü ve yukarı sıyrılan tişörtünün yakasını düzeltti. “Bir dakika bu çok hızlı oldu, bir dakika…” Sonra işaret parmağıyla kendisini göstermişti. “Ben mi gelir miyim, ailenin evine?”
“Evet, sen.”
Düşündüğü esnada cevizlerden birkaç tanesini ağzına attı, sonra çok da umursamadan omuz silkti. “Olur tabi, gelirim neden gelmeyeyim?”
“Tamam o zaman, ben sana söylerim zamanını.”
“Bekliyorum.” Parmaklarını kedinin ensesine dolayıp okşadı tüylerini. “Bu yavruyu ne yapacaksın peki?”
Saçlarıma parmaklarımı daldırıp dipten kavradım ve umutsuzca masaya yasladım, bir de o konu vardı değil mi? “Onu geri vermeyi hiç istemiyorum,” derken sesim tıpkı bir çocuk gibi sızlanırcasına çıkmıştı. “Hiç.”
“Verme boş ver, enayi herif arasın dursun.”
“Tekin, ama bak cidden hoş karşılamıyorum artık!”
Benim çıkışıma Tekin kendi kendine eğlenerek gülerken, birden kapı çalmaya başladı hararetle; art arda düşen yumruklar pek sert olmasa da o kadar aceleciydi birden irkilmeme yetmişti. “Hayırdır bir alacaklın mı vardı?” deyip kediyi kucakladı ve ayaklandı Tekin, sonra da usulca kapıya yürüdü.
“Uygar geldi kesin, bekle dur ben açayım sen de yolla kediyi, çabuk!” Önden koşturup Tekin’den önce kulpu tuttum ve kapıyı araladım.
Endişeli bakışlarım elini pervaza yaslamış, sinirli bir halde kapıda bekleyen Uygar’a değince, kalbim önü alınamaz şekilde hızlanmaya başlamıştı; her şey bu kadar ansız geliştiği için boğazıma kadar tatlı bir sancının beni ele geçirdiğini hissettim, hatta kendime engel olabilmek için alt dudağımı bile sertçe ısırmam gerekti. “Uygar?”
Çatık kaşlarının altındaki yeşil harelerini ilk önce bende, sonra da arkamda duran Tekin’de gezdirdi; sorumu cevaplamamıştı, onun yerine arkamdaki adama hitaben konuşmayı tercih etti Uygar. “Ne iş Tekin, kaçmışsın buraya?”
“Kaçmadı, ben çağırdım,” deyip ilgisini üstüme çektim, ardımda olan bakışları çabasız bana döndü ve hatta sorgu dolu tavrıyla bir kaşını havaya kaldırdı. “Öyle mi?” diye yorgunluğundan olsa gerek kelimeleri biraz ağır ifade ederken ondan korkmak yerine, bir türlü engel olamadığım şekilde tekrar ve tekrar… çok… şimdi bir kere of çeksem bütün her şeyimi anlardı, bu yüzden Uygar’ı düşünmemeye, yalnızca dinlemeye çalıştım. “Sen çağırdın demek?”
“Hıhım,” diye mırıldandım kapıya daha sıkı tutunurken. “Ben çağırdım, bir sıkıntı yok değil mi?”
“Eğer olsun istersen bir sıkıntı çıkarabilirim Yakut.”
Parmaklarım şaşkınca enseme değdi, ne dediğini pek anlayamamıştım sanırım. “Ee… ne?”
Başını iki yana salladı, sonra derince nefeslenerek bana geri döndü. “Yok bir şey, kedimi kaybettik de onu arıyoruz biz.”
Dile getirdiği şeyin masumluğu, kalbimi biraz daha harekete geçirdiğinde yine anlamsız bir mırıltı çıkararak cevaplamak zorunda kaldım onu. “Hmm?” Fakat benim boşluğumu Tekin kapatmakta hiç gecikmedi. “Biz kaybetmedik oğlum kediyi, sen kaybettin,” derken içeri yolladığı kediye rağmen hala sapasağlamdı sözleri, en azından gerçekleri açıklama fırsatını bana bıraktığı için kendimi biraz rahat hissetmiştim.
“Ha ben kaybetmiştim ha biz o fark etmiyor, gelip ara işte Tekin nasıl olsa bulunacak bu kedi.” Sert sözlerinden sonra tekrar öfkeli bir nefes aldı, gözleri hala evin içindeydi, bir ara parmaklarını yanağına sürtüp ne diyeceğini düşündü; bu mesafeli hallerini seyrederken biraz utanç bir heyecanla sarmalandım, hatta boğazımda yakıcı bir kuruluk belirdi. “Geçmiş olsun,” dedim sahtekâr bir fısıltıyla, Uygar’ın kaçamak bakışları ise hemen yüzümü taradı. “Gördün mü sen ortalıklarda? Beyazlı olan kediydi.”
“Yok.” Bir yanım kediyi ona yakalanmak isterken bir yanım da kediyi paylaşmak istemediği için yalan söylemeye çok yatkındım şu an. “…ben görmedim.”
“Hiç mi, sesini falan da mı duymadın?”
“Hayır, evine baksana oradadır.”
Bu tavsiyemden sonra Uygar elini sallayıp Tekin’i dışarı çağırdı, itiraz istemez gibi bir hali vardı. “Çık dışarı, ben sana insan gibi sordum değil mi, kediyi kaybettim gelip bi’ bakar mısın dedim. Sen kabul ederken sonradan kaçacağını söylemedin.”
“Yakut çağırdı beni.”
Uygar daha sabırsız hale büründü birden, dudaklarını kıpırdatıp bir şeyler söyledi ama ne dediğini pek anlayamadım, yalnızca parmaklarına alnına değdirip bir süre ovaladı ama sonra sakince geri döndü ve son derece kibar ama alttan alta uyarırcasına mırıldandı. “Tekin, dışarı çıkar mısın?”
“Eh iyi madem, çıkayım.” Kaçamak gözlerimi geriye çevirdim, Tekin de kaşlarıyla hafifçe yan tarafı işaret edip kedinin salonda olduğunu ima etti aceleyle, sonra rahatça evden ayrılmaya koyuldu. “Hadi selametle Yakut.”
“Selametle,” diye dalgın dalgın mırıldandım, Uygar dik bakışlarını Tekin evden ayrılırken bile üstümden çekmedi, elim ayağıma dolaştığı için avuç içlerimi eşofmanıma sürtüp put gibi dikilerek Uygar’a baktım ben de. “Evine baksana, niye buraya bakıyorsun?”
Yalnız kaldığımız an Uygar bir omzunu kaldırıp umursamazca silkmişti. “Yok evimde.”
“İyi bak.”
“Belki sana kaçmıştır,” derken, tahmin yürütüyor gibi değildi hiç, aksine, tam olarak hedef alıyordu beni.
Dudaklarım hafifçe aralandı. “Hayır,” dedim aceleyle, net bir yalan söyleyemememin sebebi aslında onu böyle yana yakıla kediyi ararken görmenin beni biraz ürkütmesiydi. “Kaçmadı bana, niye kaçsın?”
Duruşunu bozup elini kapıya koydu ve içeri girmeye yeltendi Uygar, bedenimi araya koyup “Bir dakika ya!” diyerek ona engel olmaya kalktım. Uygar ise yakınlığımızı hiç problem etmeyip bakışlarını hemen yüzüme eğdi. “Giremezsin içeri,” deyişime karşın gözleri şüpheyle kısılmıştı. “Niyeymiş o?”
Cevap vermeden önce hızlıca dudaklarımı yaladım. “Sordun mu bana girebilirim diye?” Göğsüm hızla yükselip alçalırken şu halimle yalan söylediğimi anlaması için düşünmesine bile gerek olmadığını biliyordum, bu yüzden gösterdiğim çabanın sadece yalnızca zaman kazanmaya yönelik olduğunu hızlıca fark etti Uygar ve kaşlarıyla içeriyi işaret edip mırıldandı, fakat bu esnada derin gözlerini üstümden hiç çekmemişti. “Bakabilir miyim evine, kedim belki sana kaçmış olabilir.”
Kulağıma hoş gelen sorusuna rağmen başımı iki yana sallamak zorunda kaldım, artık ikimiz de yalanın ve gerçeğin farkındaydık, anlamıştı kedisinin bende olduğunu. “Üzgünüm,” diye fısıltıya yakın konuştum çünkü artık bundan bile utanıyordum. “Bakamazsın, dışarıda ara kedini… Olsa, ben zaten sana söylerdim.”
İfadesi artık fazla sert değildi, en azından ona baktığımda pek de korkar gibi hissettim; ama açık konuşmak gerekirse, içimdeki bu eski heyecan da beni fazlasıyla ürküttü, keşke bilseydi üstümdeki etkisini… Şimdi karşımda durup kedisini bulmak istediğini söyleyişinin bile telaşla dudaklarımı kemirmeme sebep olduğunu keşke bilebilseydi Uygar. “Pek de söylermişsin gibi durmuyor,” dediğinde sesi çok suçlayıcı çıkmamıştı.
“Yok, kesinlikle söylerdim.”
“Kesinlikle mi?”
“Şüphesiz.”
Başını yana yatırıp, dürüst olmamı istercesine bir bakış attı ve ismimi mırıldandı. “Yakut.”
“Efendim?” dedim gitgide utanç ve heyecan kıpırtısının içine gömülürken.
“Kedimi çalmışsın gibi hissediyorum.”
Gözlerim sahte bir şaşkınlıkla açıldı, kapıyı biraz daha ittirmeye çalıştım ama o da elini hiç çekmedi. “Yok artık, hırsız mıyım ben?”
Aralık kısımdan içeriyi görmesin diye elimi de pervaza yasladım, o da geriye düşmemek için aynı yere dokununca parmaklarımız birbirine değmişti fakat bunu o an görmezden gelmek zorunda kaldık; ya da bilmiyorum, bu tarifsiz dokunuşa karşı çırpınmak mecburiyetinde kalan tek kişi sadece ben de olabilirdim. “Estağfurullah,” derken kaşlarını imayla bir kez kaldırıp indirdi. “Ben öyle bir ithamda bulunmam,” dedikten sonra yeşil gözlerini bir süre dalgınca suratımda dolaştırmıştı. “…sen zorla söyletmedikten sonra tabi.”
“Uygar…” deyip üstüne gitmek istediğimde duruşu daha rahat bir görünüm kazandı. “Efendim?” diye mırıldanırken sanki daha fazlasına cüret etmem için beni kışkırtır gibiydi, hatta ona tehditvari kaldırdığım işaret parmağıma baktı pek de ciddiye almadan.
“Bana bak.” Karşısında gardımı korumak da hiç mümkün değil ki.
“Bakıyorum.”
Kapıyı biraz daha üstüne kapatmak istedim ama o da ısrar edince yüzüm buruşmuştu tedirgin bir duygudan dolayı. “Lütfen…”
“Neye lütfen, kedini çaldım lütfen yok say mı yoksa yalan söylüyorum lütfen kızma mı? Hangisi için yalvarıyorsun şu an?”
Uyguladığım kuvvette biraz azalma oldu. “İlla yalvartacak mısın yani?”
Bileğimi kavrayıp aradaki engeli çektikten sonra kolaylıkla içeri girdi ve kaçmamam için beni tuttuğu esnada, sanki canıma okuyacağını belli eder gibi kapıyı gürültülü bir şekilde geri itti. “Biraz uslu olsan bu hallere düşmezsin aslında.”
Kolumu kendime çekmeye çalıştım ama Uygar tuttuğu bileğimi hiç bırakmadı, tam karşıma geçerken bile kavrayışının altında tenim uyuşmaya başlamıştı. Başımı yana yatırıp nafile bir sözde bulundum zaman kaybetmemek adına. “Özür dilerim…”
Özür dileyişimden dolayı suçumu kabul ettiğimi anlamıştı. “Sen ciddi ciddi çaldın kedimi, öyle mi?”
“Çalmadım, aldım.”
“Sebep?”
“Benim olsun diye.”
Keyifsizce gülerken gözleri üstümdeki tişörte kaydı, sanırım yeni yeni farkına varıyordu, geçen gün sırtıma krem sürerken giymem için verdiği kendi tişörtüydü bu. “Tamam, şimdi geri ver kedimi,” deyişini dinlerken boştaki elimle tişörtün yakasını çekiştirdim, biraz sıcak basmıştı.
“Veremem.”
“Ne demek veremem?” diye hayretle sordu.
“Geri vermek istemiyorum.”
Ona göre biraz cüretkar görünen cevabım gülüşüne rağmen dudaklarının hafifçe aralık kalmasına sebep olmuştu, her gün ondan özür dilerken ve çok şeyi suçum olarak kabul ederken ertesi gün kedisine sahip çıkmak istediğimi böyle açıkça ifade etmemişti beklememişti haliyle. “Yakut karşıma geç tatlı tatlı ise benim zaten vermeyeceğim bir şey yok,” derken bunu öyle alışkanlıkla dile getirdi ki birden kendisi de şaşırdı söylediklerine, ne söylediğinin farkına vardığında ise kendisini hızla toparlamaya çalıştı. “Ama kedi çalamazsın,” derken tuttuğu bileğimden biraz daha çekiştirmişti beni kendisine.
“Aldım artık bir kere,” diye usul usul mırıldandım, hatta bileğimi tutan elini ben de üstünden nazikçe kavradım. “Bana alıştı, geri verilmez.”
“Allah Allah, sen almasan bana çoktan alışmıştı zaten.”
Çenem inatla yükseldi birden. “Dikkat etseydin madem,” deyişim kabahati ona yüklüyor gibi olsa da neyse ki Uygar’ın kızmasına sebep olmadım. “Benim alacağım kadar ortalıklarda bırakmayabilirdin.”
Başını yana yatırdı ve seyrek bir şaşkınlıkla bakmaya devam etti, bilmesi lazım bana böyle bakmaması gerektiğini bilmesi lazım artık, aptal… “Ben nereden bileyim senin kedimi çalmak için an kolladığını?”
“Çalmak için an falan kollamadım!” Ona engel olmamam için diğer elimi de kavrayıp kendi esareti altına aldı rahatça, gerçi ben de karşı çıkacak kadar inat dolu değildim hem de hiç. “Görünce sevdim hoşuma gitti evime aldım, bu kadar.”
“Onun zaten bir evi vardı.”
Sesim kabul edemediğim durumun sıkıntısıyla biraz inceldi. “Biraz bende kalsa ne olur ki?”
Aynı serzenişi o da gösterdi bu sefer. “Sorsaydın bana madem.”
“Soramadım işte.”
“Tamam, şimdi geri ver daha fazla tartışmayalım,” derken tuttuğu kollarımı iki yana açıp net bir bakış attı bana, başımı iki yana salladım hemen. “Geri vermek istemiyorum…”
“Hasbinallah,” deyip tuttuğu kollarımdan nazikçe sarstı bedenimi, kendimi geride tutmak istesem bile onun hakimiyeti altında olduğum için ayaklarım istemsizce Uygar’a doğru kaydı ve biraz tehlikeli bir yakınlıktan, yine yanlışlıkla dile getirdiği sözlerini dinlemek, hayır, bu işkenceyi yaşamak zorunda kaldım. “Yavrum versene kedimi geri.”
Kalbimde bir şey birden infilaka geçer gibi olunca boğazıma kadar yükselen sarsıcı hisle nasıl baş edeceğimi hiç bilememiştim, yalnızca sakin bakışlarım Uygar’da takılı kaldı; sürekli tökezliyor, farkında olmadan geçmişi yad ediyor, aslında canımı daha çok yakıyorduk hatta ben bazen bu ateşe bizzat atlamak istiyordum… Bir yanım hak etmediğim bir kazanca sevinmemem gerektiğini haykırsa da ruhumu kollamak isteyen yanım ‘rahatla’ diye fısıldadı içten içe; ‘eğer tek bir an nefes almazsan bir şeyleri düzeltmek için güç bulamazsın, rahatla ve sadece onun gözlerinin içine bak… ne de olsa bir zamanlar sendin onun en sevdiği.’
Uygar da söylediği şeyden sonra irkildi ama hiç bozuntuya vermedi, sadece bileklerimi tutuşunda bir savsaklama yaşamıştı; bu dalgınlığını kullanıp kollarımı sanki bir vebalıdan kaçar gibi hızla kendime çektim, o da az önce söylediği şeyin etkisiyle burnunu çekip derin bir nefes bıraktı dışarı.
Ne tepki vereceğimizi de bilmiyorduk ki; bir değil, iki değil, bu hatalar hiç de bitecek gibi değil… Ne zamana kadar tüm bunlar görmezden gelinecek birer kusur olarak kalmaya devam edecek? Bilmiyorum, ne tepki vereceğimi bilemediğim gibi karşısında kendimi nasıl durdurabileceğimi de hiç bilmiyorum.
“Veremem,” diye mırıldandım ikimizi de dünyaya döndürme maksadıyla, sesim bu sefer biraz titrek çıkmıştı; herhalde Uygar’la azıcık daha fazlasını yaşasak bir süre aklımızı kaybederdik, öyle zor bir şeydi bu dayanılmaz ayrılık. “Sende zaten bir tane var, bir tanesi de bende olsun.”
Uygar da hızlıca dudaklarını ıslattıktan sonra başka yerlerde gezdirdiği gözlerini yavaşça bana çevirip itiraz etti. “Kardeş onlar, ayıramam.”
“Ara ara görüştürürüz hasret giderirler işte, ne yapayım yani ben yalnız mı kalayım burada?”
İstemeden daha çok titreyen sesimle sorduğum soru Uygar’ın omuzlarının düşmesine sebep olmuştu, kaşları endişeyle çatılacak gibi olsa da ifadesini toparlaması fazla uzun sürmedi, çok kısa bir süre suratıma bakakaldı. “Sen gerçekten çok mu istiyorsun bu kediyi?”
Başımı yavaşça salladım. “Evet, istiyorum.”
Ellerini eşofmanının ceplerine soktu ve ağırlığını tek bacağına verdi, ben de ne söyleyeceğini ellerimi arkamda birleştirip uslu uslu beklemeye başladım. Aradan geçen saniyelerin ardından başını bir kez öne eğip kaldırdı, karşı çıkmamış olması beni uzun zaman sonra mutlu eden yegâne şeylerden birisiydi galiba. “Tamam, bir orta yol buluruz madem çok istiyorsun…”
“Bende kalacak yani, öyle mi?”
Uygar başını yine omzuna yatırdı, yeşil hareleri sürekli hareket ederken bir elimi koluma atıp dirseğimi kavradım ve oyalanarak orayı sıvazladım.
“Başka bir çare bırakıyor musun ki?” derken biraz, ufaktan azarlar gibiydi sözleri. “En başından niye gelip benden istemedin?”
Dudaklarımı içe kıvırıp bir süre yanıtsız halde bekledim, sonra istemsizce omuz silktim. “Gece vaktiydi, isteyemedim zaten o sırada yeni uyanmıştım.”
“Ağlayarak uyanmıştım,” diye tüm gerçeğiyle hemen bana geceyi hatırlattı, üstüne basarak söylediği için bu konunun onu düşündürdüğünü anlamak hiç zor olmamıştı.
“Evet, kötü bir rüya gördüğümü söylemiştim ya.”
Açıklamam sonra Uygar, aramızdaki mesafeyi kısaltarak bir adım attı ve bana yaklaştı, sesi gitgide ciddileştiği için ben de kendimi toparlamaya çalıştım. “Hangi rüya seni böyle ağlayarak uyandırıyor Yakut?” Tanıdık bir tavırla bakmıştı bu sefer, kelimeleri gözleriyle bas bas bağırdığı için onda sadece benim anlayabileceğim bir şeyler vardı. “Bilmediğim bir şeyden mi bahsediyorsun bana?”
“Bilmemen çok normal.” Sesim yavaşça kısıldı. “Sonuçta aradan çok zaman geçti.”
“Doğal olarak.” Uygar başını bana katılırcasına aşağı yukarı salladı, ama hala yoğun bir merak taşıyordu tavırlarında. “Ben de o değişen şeyleri sorguluyorum işte.”
Yine araya bir sessizlik karıştı, bir süre ne söyleyeceğimi düşünsem de en sonunda basit bir cevapla yetindim. “Bence sorgulama Uygar.”
Ama o da ısrarcıydı. “Neden?” diyerek üsteledi.
“Bir faydası yok çünkü, benimle ilgili bir şeyleri öğrenmenin sana yararı yok, aksine…” dedikten sonra devam edemeden yutkunmam gerekti. “Bana çok zararı var.” Yine bir itirafta bulundum, dün de söylemiştim onunla aynı yerde çalışmanın zor olduğunu, artık tamamen bilmeliydi; ona karşı her şeyi saklasam da elime hiçbir şey geçmeyeceği için cesur davranmaktan başka çarem kalmamıştı artık, Uygar da en ufak bir hareketinin farkında olmalı ve bana bunu yapmamalıydı, eğer gerçekten beni yormak istemiyorsa tabi… Yoksa tüm derdi benden intikam almaksa, sözlerimi umursamaz ve bildiğini yapmaya devam edebilirdi.
“Ben ekip arkadaşımı merak edemez miyim?”
Sunduğu bahaneden sonra keyifsizce kıvrıldı dudaklarım, hatta sinirden gözlerimi bile örttüm, parmaklarımı rahatlayabilmek için bir süre yüzüme sürdükten sonra Uygar’a geri döndüğümde onu uzun uzun bana bakarken bulmuştum; kızgın görünmüyordu, fazlasıyla sakindi. “Arkadaşlık mı istiyorsun gerçekten?” diye dudaklarımda biriken mutsuz tebessümümle sordum.
O da benim gibi yarım yamalak güldü. “Onun da bir zararı var mı?”
Ve eski sözleri aklımda ansızın bir yankıya sebep oldu; ben fena halde öpmek istediğim bir kadınla arkadaş kalamam, demişti yıllar önce, henüz ayrılığımızı başlatacak birlikteliğimizi yaşamadan önce, tüylerim diken diken olduğunda elimi koluma daha sıkı sardım. “Hayır, benimle arkadaş olmayı asıl sen istemezsin sanmıştım.”
“Mecburuz ya buna,” diye mırıldandı Uygar, artık konuşmalarında zerre keyif yoktu.
“Mecbur olmasaydın peki?”
Dakikalardır kıpır kıpır her bir zerremi dolaşan gözleri en sonunda gözlerimde duraksadı ve anlamayacağım bir şey dile getirdi, ağır ağır kırptığım kirpiklerimin içine sıkışıp kalan bakışlarım artık kaçmak yerine dudaklarında kitlenmişti. “Mecur olmasaydım Yakut, seninle arkadaş olmayı asla istemezdim.”
Tek bir soluk sıyrıldı dudaklarımdan… Anlamıyorum ki, rahatsız olduğu için mi yoksa eskisi gibi arkadaşlığın aramızdaki gerçekçi arzulara gölge düşürmesini istemediği için mi bunu söylüyor bir türlü anlayamıyorum. Yüzüm biraz düştü, umutsuzlukla değil sadece belirsiz düşünceler beni ele geçirdiği için. “Neyse ne, ben de seni rahatsız etmek istemezdim zaten.”
“E kedimi çaldın ama?”
“Çalmak demesen olmaz mı?”
“Buna başka ne denir ki?”
“Bilmem, istemeye utanmış diyebilirsin.”
Bu sefer gülmemek için alt dudağını dişledi Uygar, çabasına bakarken ben de gülsem mi yoksa sabit mi dursam diye çok arada kaldım; boğazıma kadar bir heyecan yükseldi, yükseldi ve onun karşısında içten bir sıcaklık hissetmeme sebep oldu, kızarırım diye çok korktum Uygar’ın karşısında kendimi daha fazla rezil etmeyi hiç istemiyordum… Ama işte, onunlayken hangi duyguların beni esir edeceğine dair hiç fikrim yoktu aslında çok tecrübem olmasına rağmen.
Tek bir dokunuşu, tek bir bakışı ve tek bir sözü yetebilirdi beni duygular konusunda ilk kez yaşıyormuşum gibi hissettirmeye.
Bir parmağıyla burun kemerini tutup öylece bekledi. “Allah’ım sabır…” diye mırıldanışını işittim, neyse ki hemen sonra kendi kendine konuşup bana geri dönmüştü. “Çalmak istemekten daha mı az utanç verici senin için?”
Alt dudağımı ‘bilmem’ der gibi büküp omuz silktim. “Aslında ben… kediyi aldığımı fark etmezsin diye düşünmüştüm, ondan aldım.”
“Ayıp bu söylediğin.”
“Ne alakası var? Nesi ayıp?”
“Ben evimde baktığım kedinin yokluğunu fark etmeyecek kadar merhametsiz miyim?” Yönünü değiştirdi hemen. “Nerede benim kedim?”
Salona yönelecek olduğunda elimi göğsüne yaslayıp ona engel olmak istedim. “Dur ya, bekle, öyle bir şey demedim!”
“Kedimi geri istiyorum.”
Bana aldırış etmeden salona ilerlemeye kalktı, onu bu şekilde durdurmanın faydasını göremeyince önüme dönüp koşmadan sadece birkaç aceleci adımla salona geçtim; etrafa bakınırken niyetim Uygar’dan önce kediyi bulmaktı. “Az önce verecektin hani?” deyip oyalamaya çalıştım ama bu da işe yaramazdı ki, oyalanmazdı o.
“Sen bana merhametsiz demeden önceydi o fikrim.”
“Demedim merhametsiz, demedim!” Yere eğilip koltuğun altına baktım, Uygar da yastıkları çekiyordu kenara agresif bir tavırla, ilk önce hangimiz bulacaktık hiç emin değildim; onu kontrol ederek başka bir yere geçtim. “Özür dilerim, yanlışlıkla oldu… Alma kediyi Uygar, lütfen.”
En sonunda kedi nereden çıktığını bilmediğim şekilde salon kapısından ayrılır halde çarptı gözüme. “Yakut hiç uğraşma, geri istiyorum kedimi.”
İkimiz de aynı tarafa yönelirken onu kolundan tutup öne geçtim ve yerdeki kediyi hızla kucağıma aldım; koşar adımlarla odama geçtiğimde Uygar da peşimden gelmekte gecikmedi hatta aramıza engel olarak kapattığım kapıya koydu elini. “Çekil oradan, elin sıkışacak.”
“Sen de bırakacaksın.”
“Yok benim daha alacağım var.”
Başımı kenara uzatıp çatık kaşlarımın altından üzgün bir bakış attım ona. “Uygar… Bak, konuşabiliriz.”
“Sen kedimi çalarken benimle konuştun mu?”
“Çalmadım çalmadım, istemeye utandım diyorum ya!”
Kapıyı çok da güç kullanmadan ittirdi, bir elimle kediyi tuttuğum için sadece bir yerden kuvvet uyguluyordum bu da bir süre sonra vazgeçmeme sebep oldu zaten yeterince çocuklaşmıştım, daha da sürdürüp iyice rezil görünmek istemedim; geri geri gittiğim esnada Uygar da emin adımlarla üstüme gelmeye başladı. “Özür dilerim hem de çok fazla özür dilerim,” deyip tane tane derdimi anlatmak istediğim esnada bacağım yatağıma çarptı, elimle arkaya tutunup biraz dizlerimi kırarak dik durmaya çalıştım ama Uygar üstüme böyle geldiği müddetçe daha fazla ayakta bekleme şansım olmayacaktı sanki. “Ben sana merhametsiz demek istemedim Uygar, sadece fark etmememi umdum bütün mesele bu.”
“Ben de kediyi almaya gelmiyorum zaten,” deyip yatağa tutunduğum yerde karşıma geçti ve beni sıkıştırırcasına bir dizini yatağıma yasladı.
“Ne?” Hafifçe yatağa oturup kediyi arkama doğru sakladım, merakla Uygar’a bakarken onun ne yapacağını takip ediyordum bir yandan da. “Ne yapacaksın?”
Bir elini belime koyduğunda, artık derdi kediyi almak gibi değil de beni kediden uzaklaştırmak gibiydi. “Sen bir gel bana,” diye mırıldandığında, ciddiyetine rağmen onu pek kale almayıp “Uygar…” diye sızlandım, üstelik tam da dokunduğu yer biraz gıdıklamaya başlamıştı. “Ne yapıyorsun, oramdan gıdıklanıyorum!”
“Tüh,” dedi fazlasıyla kinayeyle. “…ben nereden bileceğim ki senin nasıl gıdıklandığını?”
Kaşlarım fazlasıyla çatıldı, hem kediyi saklamak hem de söylediği şeye karşın ona kızarak bakmak bir an beni de fazlasıyla zorladı; altında ve onun güçlü tutuşu altında sıkışırken gitgide içime kaçan bir sesle uyarmaya çalıştım onu. “Uygar dur, kedi nefessiz kalacak…” Hayır hayır, ben.
Bu söylediğimden sonra beni daha çok uzaklaştırdı kediden. “Derdim artık kedi değil zaten,” derken beni yatakta kaydırma işine o kadar odaklanmıştı ki yine farkında olmadan dilini üst dudağına değdirdi tüm dikkatiyle. “Bırak o da biraz nefes alsın.”
Elimi serbest bırakıp küçük yavruya da eziyet etmeden onu serbest bıraktım, Uygar tekrardan bileklerimi kavradı ve geriye doğru daha çok yasladı; şimdi büsbütün üstten bakıyordu bana, göğsüm hızla alçalıp yükselirken aramızdaki yakınlığın onu rahatsız etmeyişine karşın sinirle gözlerimi yumdum ve geri açtım. “Ben…”
“Ne sen?”
“Ben ne olacağım böyle?” Dikkatimi, aramızda risksiz mesafeler koyarken bile zor toparlıyorum; aklım bambaşka yerlere kayıyor, onunla ilgili daha kötü şeyler düşünmeye başlıyorum, şimdi böyle yapamayız… “Biraz uzaklaşamaz mısın?” diye neredeyse çaresizce mırıldandım.
“Sebep?”
“Bilmem, ne acaba sebep?” Halimizde gezdirdim gözlerimi, sırtım yarım yamalak yataktaydı ve açıkçası biraz acıyordu duruşumdan dolayı; üstüme eğildiğinden dolayı yükselip alçalan göğüslerimiz birbirine değecek durumdaydı, bir kibrit çaksalar ona olan bakışlarımda o kibrit cayır cayır yanar belki beni bile yakar.
Güneşin doğmasına yarım saat kala olduğu için odada şafağın getirmiş olduğu bir loşluk vardı, buna rağmen Uygar’ın yakınımda kalan suratındaki her bir ayrıntıyı seçebiliyordum; gözlerindeki belirsizlikten başlayıp dudaklarındaki kıpırtıya kadar çok şey sayabilirdim onunla ilgili, ve hatta biraz yukarıya uzansam bize sonrasında ne vadedeceğini bilemediğim bir öpücüğü de alabilirim dudaklarından… Ama ben cesaret edemedim, çok istedim ama sadece birbirine çarpışan soluklarımızın sıcaklığıyla yetindim.
Sorduğum soru Uygar’ın gözlerinde bir hareketliliğe sebep oldu ve bakışları yanlış bir yere kaydı.
Göğsümde tekleyen nefes, en sonunda beni rahat bırakarak aralık dudaklarımdan yavaşça ayrıldı; loş bir odada, o ve ben bu kadar yakınken, yapabileceği en iyi şeyi yaptı aslında… Ama gerisinde bıraktığı hiçbir soluk rahat hissetmeme yetmeyecekti.
Bir süre öylece bekledikten sonra ne halde olduğumuzun gerçekten farkına varmış gibi geri çekildi, boğazını temizleyerek hafifçe öksürdü. “Sen bir tek kedimi çalacakmışsın gibi görünmüyor ama,” derken sesi epey boğuk ulaşmıştı kulağıma. Hala bileğimi tuttuğu koluna tutunarak ayaklandığımda başını bana çevirdi yine azarlar bir bakış attı bana. “Sen dua et ben sandığın kadar merhametsiz değilim, hiçbir şey söylemeyeceğim sana.”
Sıcaklayan boynumu ovaladım yavaş yavaş. “Daha ne alabilirim ki?”
“Aynı soruyu ben de bazen kendime soruyorum.” Yüzümün buruştuğunu görünce kaşları biraz çatıldı ve anlamaya çalıştı. “Bazı cevaplarım var,” diye mırıldanırken gözleriyle beni kontrol etmeye devam etmişti.
Az önce zor bir duruma düştüğümüzden dolayı tutuklu halim devam ederken kesik nefeslerim arasında yüzüne, dikkatimi başka yerlere kaydırmamaya çalışarak uzun uzun baktım.
Sanki ben yatakta uzanmaktan ve o da üstüme eğilmekten vazgeçince, ona çekilmem mi sanmıştım ben? Yanılmışım. Düşündüklerimden dolayı utanç içinde şakağımı kaşıdım. “Bana da söyle,” derken sözler biraz geveliyormuşum gibi duyulmuştu sanki.
Uygar kısık sesini bulmak için hiçbir çaba göstermeden, bir süre dalgın gözlerini üstümde gezdirdi ve belki o da, aslında ne dediğini hiç bilmeden bir şeyler söyledi. “Boş ver, benden neler çalabileceğini söyleyip durduk yere aklını karıştırmaya gerek yok.”
Diz çökerek oturduğum yerde parmağımı yorgana sürterek “Hmm,” diye mırıldandım, eğik bakışlarım kaçamak kaçamak ona döndü; ne yapıyoruz, kedi nereye gitti, az önce onu öpecek miydim, o da bunu ister miydi, az sonra ne yapacağız, güneş doğdu mu, işe geri döndüğümüzde bizi neler karşılayacak, ona bir daha bu kadar yakın olma şansını elde edecek miyim, bir gün alışkanlıktan da olsa beni affeder mi, o da bana bakınca benimle aynı şeyleri hissediyor mu, şimdi bakışları gözlerim ve dudaklarım arasında mekik dokurken benimle aynı şeyleri mi düşünüyor diye aklımdan bin bir türlü düşünce geçerken parmağımı yorgana sürtmekten vazgeçip dizlerime koydum ve tırnağımı tenime bastırdım. “Sanki normalde hiç karışmıyor,” dedikten sonra ne söylediğimin farkına vararak alt dudağımı hafiften dişlemiştim.
“Rahatsız olduğun bir şey mi var yoksa?” derken Uygar da yatağa yasladığım dizlerimin üstünden kolunu geçirerek elini yorganın üstüne koydu; eğer çok yaklaştığında, kendimi bir sınavın içindeymiş gibi hissettiğimi bilse kendini benden uzaklaştırır diye bunu ona hiç söylemek istedim.
Bazen her şey birer ceza gibi geliyor, bu kadar yaklaşmanın onda hiçbir karşılığı yok tek zorluk çeken benim diye düşünüyorum; bu yüzden yüzüne açık açık ‘uzak dur ve canımı yakma’ diye bağırmak geçiyor… Ama sonra, eğer bu cezayı da çekmezsem daha fazlasına tahammül edemem diye düşünüp gerçekleri itiraf etmekten vazgeçiyorum. “Var tabi,” dedikten sonra hafifçe omzumu silktim. “Ama ne olduğunu ben de söylemeyeceğim, durduk yere aklını karıştırmaya gerek yok.”
“Söyleme,” dedi mırın kırın.
“İstemiyorsan,” dedim, başım ağır ağır omzuma doğru yaslandı. “…söylemem tabi.”
Biraz başımı eğdiğim için bakışlarımı ondan saklar gibiydim, Uygar ise beni daha rahat görebilmek için gözlerini kaydırırken daha rahat bir pozisyon aldı oturduğu yerde. “İstemiyorum,” deyişi, kulağıma girdiği an uslu bir çocuk gibi ellerimi dizlerimde birleştirip sözünü dinleyerek başımı aşağı yukarı salladım.
Hala ne konuştuğumuzu hiç bilmiyorum, başka şeyler düşünüyorum.
“Sen bilirsin o zaman.”
“Bilirim.”
Dudaklarımı usulca içe kıvırıp bu sefer de gözlerimi kapatıp açarak onu onayladım, nefeslerim yine istemsizce hızlı bir hal almıştı… Göğsüm hızlı nefeslerimden dolayı hareketini devamlı sürdürürken bakışlarımız sessizce birbirine kilitli kaldı; en azından kavgalarımız son bulduğu için bugün biraz huzurlu ve daha az suçsuz hissettim kendimi, en azından Uygar’da da yoğun bir nefret yoktu… “Tamam, bil,” dedim nafile bir çabayla.
Gitgide gün ışığının doldurduğu odada onunla bir sessizlik sürdürmek bile bu kadar zorlu olduğu için parmaklarımı gergince kütlettim, Uygar’ın bakışları dizlerimdeki ellerime döndü hemen.
İki elimi birbirine dolayıp bu saçma alışkanlığımı aceleyle durdurdum, Uygar da gözlerini başka yöne çevirip gülüşünü bastırmak için dudaklarını ıslattı. Yalnızca birkaç saat sonra evden ayrılıp tekrar işimize dönecektik, daha çetin durumlar yüzümüze çarpacaktı, belki de çok daha fazlasına göğüs germek zorunda kalacaktım ve hepsinden sağ salim kurtulacaktım ama onun karşısında sadece bir kez olsun dokunabilmek için kıvranmak bile derin hasarlara sebep oluyor bende.
Böyleyim, inkâr edemem; karşısında yaşımı bile unutmayı çok seviyorum, utanmak bile hoşuma gidiyor birden, ama aynı zamanda bir kere bana bakması dahi teklif edeceği her şeyi sorgusuz kabul etmeme yetecek kadar da yakıcı geliyor bana… Üstümü başımı sıcak bir his basıyor ve bizden geride kalan her şeyi unutuyorum.
Onun benden sakındığı o gizil gülüşünü kenardan ufak ufak seyretmeyi bile çok seviyorum.
“Miyaav…”
Gözlerim şaşkınlıkla yere döndü, uzaklaştığını sandığım kedi patilerini yaslayarak oturduğu yerden masum masum bakarken tüm dikkati üstüne çekmişti birden. Uygar’la ikimiz de kendimizi toparlayarak kalktık oturduğumuz yerden, o öksürdü ben hafifçe boğazımı temizledim, sanki birisi bizi izliyor ve ‘alooo uyanın’ diye bağırıyor gibiydi.
“Tamam, senin olsun kedi,” dedi Uygar gitgide kırılan mesafesini yine takınmaya çalışarak. “İyi bak ama.”
“Tabi tabi, çok iyi bakacağım.” Bir teşekkür öpücüğü için ona dönecek olduğumda, bunu yapmamak için kendimi tutup parmaklarımı dudağıma bastırdım ve yapacak olduğum şeyi çaktırmadan hafifçe tebessüm ettim. “Çok teşekkür ederim, gerçekten.”
“Rica ederim.” Uygar da derin bir nefes bıraktıktan elleriyle sertçe yüzünü sıvazladı, kendini toparlamaya çalışır gibi bir hali vardı. “Şey yapalım…”
“Ne?”
“Ihm,” dedi yine boğazını temizleyerek, çünkü dirençli duruyormuşuz gibi görünmeye çok ihtiyacımız vardı… “Ee, sen banyoya geç şimdi.”
“Neden?”
“Sonradan fark ettim, yatağa uzanırken sırtın acıttım sanırım.”
Bundan rahatsız olmuş gibiydi, ona kötü hissettirmemek için itiraz ettim hızlıca. “Yok yok, acımadı sırtım.”
“Sen geç yine de, ben bir kontrol edeyim.” Bakışlarını, daha fazla itirazı kabul etmeyecekmiş gibi net bir şekilde üstüme diktiğinde el mecbur banyoya geçip onun da gelmesini bekledim, geldiği gibi bana verdiği morluk kremini çamaşır makinesinin üstünden aldı. “Aç sırtını,” dedikten sonra dişlerini birbirine bastırıp yine kendisini düzeltmesi gerekmişti. “Yani, açar mısın sırtını, eğer sorun olmazsa?”
Fazladan gösterdiği hassasiyet ve kibarlık ellerimin titremesine sebep oldu, yine de onu dinleyerek tişörtü yavaşça çıkarıp arkamı döndüm, Uygar da adım adım gelip arkama geçti; lavabo ve duvar arasında geniş bir yer yoktu bu yüzden her halükarda yakınımda durmak zorundaydı ve zaman artık kısalan her bir mesafenin yükünü bizim üstümüze bırakıyordu, nefesleri iç çamaşırımın askısını sıyırıp omzuma çarparken parmaklarımı lavabonun yüzeyine yaslayıp çaresizce bastırdım, onun suratını ise aynadan bakarak takip ediyordum artık. “Kremden kullandın mı hiç?” diye sordu tüpün miktarını bana verdiği haliyle kıyaslamak için kontrol ederken, fazla dikkatliydi.
Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım.
Gözlerini aynadan bana dikti hemen. “Sesli ve net bir cevap istiyorum,” deyip yalanımı ölçmeye çalıştı, çünkü konuşursam kolaylıkla anlardı beni.
“Evet,” diye fısıldadım.
Anladı. “Biraz kullandın yani?”
“Ne?”
“Doğru düzgün kullanmış olsaydın lafları ağzında gevelemezdin.”
Boynumu parmak uçlarımla hafifçe kaşıyıp zaman doldurmak istercesine dudaklarımı büzdüm. “Kullanabildiğim kadar kullandım işte.”
Otoriter bir tavırla cevapladı beni. “O kadarı anlaşılıyor.”
Başımı öne eğip Uygar duymadan mırın kırın bir şeyler söyledim kendi kendime. “Aman, aman hiç geri kalma bir şeyleri anlamaktan.” Fakat hemen sonra aynadan bakışlarımız denk geldi, duyup duymadığından emin değildim; arkamda dalgalı halde uzanan saçlarımı dikkatle toparlayıp tek omzuma bırakırken pek de ilgisi söylediklerimde değil gibiydi gerçi, siyah tutamları nadide bir şeye dokunur gibi omzuma doğru yerleştirdikten sonra Uygar’ın da bakışları aynadan bana değdi.
Tutunduğum lavabo tezgahına bastırdığım parmaklarımdan birisini gergince sürtmeye başladım, o da kapağını açtığı kremden bir miktar alıp ne halde olduğuyla hiç ilgilenmediğim sırtıma yaymaya koyuldu; dudaklarımı içe kıvırıp sabırsızca bu anın bitmesini beklerken aynadaki yansımadan Uygar’ın suratını seyrettim, işine odaklanmış haldeki bakışları sadece sırtımdaydı, kaşları biraz çatıktı, gözleri arada bir kısılıyor bazen dilini yavaşça dudaklarına değdiriyordu.
Elmacık kemikleri eskisi gibi belirgindi hala, yanakları onu tanıdığım ilk anda dikkatimi çektiği şekilde biraz içe göçüktü ve üstüne düşen yara izi biraz gölgede kalıyordu her ne kadar benim dikkatimden kaçmasa da. Parmağımı dalgın dalgın lavabo tezgahına dokundurduğum esnada Uygar belimden tutup diğer eliyle omzuma doğru ovalamaya devam etti, sessizce işini yaptığı an gözlerimi ondan bir türlü ayıramadım çünkü bu bir şanstı benim için.
Omzumdan değil belimdeki tutuşundan dolayı tekrar gıdıklanmıştım ama bunu da söyleme fırsatım olmadı, yalnızca ayağımı diğerinin üstüne bastırdım ve omuzlarımı gergince hareket ettirmemek için kendime zorlukla engel oldum.
Tepkilerimin bedenimde ufak ürpertilere dönüştüğü esnada Uygar’ın sırtımda gezinen bakışları da aynadan bana kaydı, loş ışığın altında kirpiklerimiz biraz gölgeliydi ve baktığımız zaman o da muhtemelen benim gibi net göremiyordu bir şeyleri…
Bunu yapmanın doğru olmayacağını düşünerek musluğu seyretmeye başladım, ancak Uygar da krem sürdüğü yerden uzaklaşarak biraz omzuma doğru çıktı, çamaşırımın askısının kenarlarından geçerek kremi yaydığı her an zaman onun yanında biraz daha işkenceye dönüşüyordu.
Sadece krem sürüyor iyiliğin için, diye uyardı içimden bir ses.
Diğer yanım bas bas bağırdı; ama iki senedir onu bekliyorum!
Ve aynadan bakışlarımız bir kez daha kesişti. “Bir şey mi oldu?” diye sordu başını yana doğru getirip aynadaki yansımamı daha çok görmek isteyerek.
“Yok, hayır.”
Başparmağını nazik dokunuşlarla enseme sürttü, iyiliğimi mi istiyor yoksa kötülüğümü mü anlayamaz halde düştüm; aklım bambaşka bir yere kaydı, zaten onunla ne zaman yan yana gelsem böyle oluyordu halim. “Birden, ürperdin sanki?” derken tahminde bulunur gibi bir tavrı vardı, kirpiklerimin altından loş ışıkta gizlenen ifadesini seyre daldım, yanıtsızlığımdan dolayı o da en sonunda bana bakmak zorunda kaldı.
Önüme düşen saçı yavaşça kulağımın arkasına sıkıştırıp gücümün son kırıntılarıyla cevapladım sorusunu. “Bir an… öyle oldu işte, krem soğuk ya.”
Ne olduğunu çok iyi biliyormuş gibi ona yansıyışıma baktı aynadan, gözlerimde gördü benim bir başıma anımsadıklarımı.
Sıcak yatak.
2 Ekim sabahında, dağınık yorganların arasında mayışan bedenim hayatımdaki en değişik sabaha uyanmış.
Bu zamana değin yalnız başına uyanıp işe gitmek üzere komut almış gibi hareket vücudum o an fazlasıyla kıpırtısız… Bazen huylanıyorum çünkü enseme bir tüy hafifliğinde kondurulan öpücükleri hissederken yalnızca bedenen değil, aynı zamanda gitgide berraklaşan aklımla da yaşıyorum o dokunuşları.
Gece geç vakitte uyumaktan dolayı o an açılmayan gözlerimin kilidi gibi olan kirpikleri yavaşça aralayıp başımı arkaya çevirdim, saçlarım önüme düşecek gibi olduğunda Uygar elini uzatıp tutamları bir perdeyi sıyırır gibi yavaşça çekti ve onu görmeme olana sağladı. Az önce eğilip öptüğü boynumdaki yakıcı his devam ederken, bu sefer onu görerek doldum aynı duyguyla; kumral saçlarından birkaç tutam alnına düşmüş olsa da onları geri çekmeyi istemedim, yalnızca elimi sakalsız olduğu için tertemiz görünen yanağına yasladım.
“Günaydın güzel karım,” diye mırıldanırken sesinde mahmur bir boğukluk vardı, yanağındaki elimi alıp avucuma derin bir öpücük kondurdu ve sonra çenesini omzuma yasladı, tenlerimiz zaten birbirine yapışık haldeydi.
Gözlerimi iyice açıp ovalarken onun sabahla aydınlanmış çehresine baktım, yeşil hareleri şiş gözlerinin arasına sıkışıp kalmıştı, dolgun dudakları gece benim müdahalelerimle örselenmiş duruyordu; ayrıca bu ona inanılmaz yakışıyordu, yani benim tarafımdan hırpalanmak.
“Günaydın,” dedim uykudan dolayı henüz açılmayan sesimle, elimi arkaya atıp ensesindeki saçlara parmaklarımı daldırırken Uygar da “Günaydın ne?” diye sordu.
“Günaydın sabahları söylenen iyi bir dilek işte… Bunu neden sorduğunu anlayamadım.”
Kaşları, sahte bir kızgınlıkla çatıldı. “Günaydının anlamını sormuyorum, günaydın dedikten sonra bir devamı olup olmadığını soruyorum sana.”
Sesi biraz bozuktu, anında huysuzlanmıştı, biraz geriye kayıp bedenimi tamamen ona çevirdim ve hatta üstümdeki çarşafı da utanç içinde çeneme kadar çektim. “Günaydın ve sabahı şerifleriniz hayır olsun? Bunun gibi mi?”
Uygar onunla dalga geçtiğimi anlayıp haylaz bir tavırla dudaklarını kıvırdı. “Günaydın kocacığım gibi,” derken bana ders vermeye odaklamıştı kendisini.
Dilimi alt dudağıma gezdirip hafifçe dişledim aynı yeri, bunu söylemeyi belki isterdim… ama ne zaman denesem fazlasıyla tuhaf hissettiriyordu, ben ona en çok ismiyle hitap etmeyi seviyordum, adını defalarca söylemek yüzünü kolaylıkla gözümün önüne getiriyordu çünkü; ayrıca adı da çok güzeldi. “Yapamıyorum ki!” diye sızlandım elimin ayasını sermest halde alnıma yaslayıp. “Söyleyemiyorum!”
“Ne demek söyleyemiyorum?”
Başımı yastığa iyice gömüp saçlarımı da önüme çektim, bana hayretle bakan Uygar’ı saç tellerinin arasından hayal meyal görebiliyordum sadece; o ise uzandığı yerde dirseğinin üstünde yükseldi ve üstüme eğildi, saçlarımı yavaşça geri iterken parmak uçları yanağıma değince elini bileğinden kavrayıp onu durdurdum. “Yavrum, o kadar zor bir şey değil hadi bir kere söyle.”
“Diyemem.”
“Demeni istiyorum.”
“Diyemiyorum ama, olmuyor.”
“Olması lazım bu saatten sonra.”
“Sonra desem?”
“Şimdi duymazsam cezaya tabi kılarım.”
“Nasıl?” Gözlerimin önüne açıp karşımda duran Uygar’a baktım merakla.
Kaşlarını meydan okurcasına havaya kaldırıp indirdi. “Sen bana kocacığım demeyi öğrenene kadar seni bu odadan çıkarmam mesela.”
Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp onun istediği yönde konuşmayı reddettim, Uygar da bir süre beklenti içinde beni kontrol etti. “La Sagrada Familia’yı yine fotoğraflardan seyretmek zorunda kalabilirsin,” diye bir şey sürdü önüme sonrasında.
Umursamadığımı belli edercesine omuz silktim, balayımız için Barselona’ya geleceğimizi öğrendiğimde burada görebileceğim her şeyi listelemiştim, kiliseleri gezmeyi de çok istiyordum ama sanırım o anki tatlı yorgunluk hem de Uygar’a daha farklı hitap etmenin gerginliği beni tüm o güzel yerlerden bir anlığına uzaklaştırdı, sanırım Uygar’ın şantajı daha çok hoşuma gitmişti.
Kollarını önüne yaslayıp yüz üstü döndü bana doğru. “Picasso Müzesi?” diye sordu bu sefer, aklım gitti… Oradaki tabloları seyretmeyi de çok kez hayal etmiştim ama yine de, burada kalmayı kabullenircesine sessizce omuz silktim. “Sana sadece Uygar demek istiyorum.”
“Yani, Çağdaş Sanat Müzesini görmek istemiyor musun?” Olumlu bir cevap yoktu benden, Uygar da yavaş yavaş keyifleniyordu zaten onu zorla dışarı çıkartacak olmamdan biraz endişe etmişti buraya gelirken, istihbaratta işler çok zamansız olduğu için bazen araya uzun ayrılıklar giriyordu ve o balayını ikimiz için bir fırsat olarak görüp en azından ilk günü sadece kendimize ayırmak istemişti.
Yaklaştıkça çıplak göğsü aramızdaki çarşaftan daha çok değdi bana, sıcakladığımı hissettim; alçak sesinin tesiri, perdeler kapalı olduğu için karanlıkta daha da arttı. “Montjuïc Tepesi’ne de mi gitmek istemiyorsun?” derken aramızdaki çarşafın ucunu yakalamıştı.
Oraya teleferikle beraber çıkmayı da diğer her şey gibi fazlasıyla hayal ettim; bu hayatımda ilk gerçek geziydi ve olabildiğince verimli geçmeliydi, biz inanılmaz hatıralar edinmeliydik Uygar’la ve yıllar geçse bile, yaşadığımız hiçbir şeyi asla unutmamalıydık ancak o an sıcak yataktan çıkmak inanılmaz zor geldi.
Bu da bir hatıra, diye kendime hatırlattım hızlı nefesler alıp verirken; hem de kimseye anlatılamayacak türden, fazlasıyla özel… “Şimdi değil,” diye cevapladım hala beni bekleyen Uygar’ı, elimi yine yanağına koyup başparmağımı elmacık kemiğine dokundurdum hatta. “…sonra.”
Uygar birkaç saniye emin olmak isteyerek suratıma baktı, uykudan yavaş yavaş arınan gözleri örtünün açıkta bıraktığı omuzlarımda dolaştı, sonra boynuma ve en sonunda da yolunu bilir gibi yüzüme kaydı. Saniyeler sonra örtüyü tamamen sıyırıp beni belimden kavrarken boğuk sesiyle “Barselona biraz daha beklesin o zaman,” dediğini duydum. “Biz daha güzel karımla birbirimize doyamamışız.”
Omuzlarına tutunurken, beni bekleyen dudaklarına kapandım Uygar’ın; o da avucunu sırtımda kaydırıp beni sıkıca kavradı, biraz aralık kalmış koyu renk perdenin ardındaki gün ışığı çok girmiyordu içeri, neredeyse karanlıkta sayılırdık. Ve o gün dışarıda kalmış aydınlığı yerinde bırakıp karanlık her şeyden uzaklaşarak yalnızca birbirimize kaçtığımız tek gün değildi, devamını da yaşadık ama sonra çabucak yitirdik; çünkü ne yazık ki sevmek fazlasıyla kısaymış, ayrılıksa çok uzun.
Hatıralar beni pek iyi bir noktaya götürmediği için elimi omzuma atıp hafifçe oraya dokundum. “Tamam, yeterli artık çok sağ ol.”
“Ne demek.” Uygar da ellerini geri çektiğinde toparlanarak geri çekildim, yan tarafa kayışımla musluğa uzanıp ellerini yıkadı bense belimi soğuk lavaboya yaslamıştım. Gözlerim onun da birkaç duygu parçasının beraber okunabildiği suratına değdi, yanında durarak onu seyretmeye çalıştım büyük bir merakla.
Ona baktığım esnada dudaklarını aralayıp derin bir nefes bıraktı Uygar, sonra avucuna aldığı bir miktar suyu sertçe yüzüne çarpıp bir deva gözlerini ovaladı; geri çekildiğinde yan taraftan aldığım temiz havlulardan birisini ona uzattım.
Kendi tişörtümü giymek yerine krem kurusun diye bir süre beklemem gerekti. “Bugünkü planımız ne?”
“Bugünkü planımız şu.” Uygar konuşurken gözlerini birden omzuma dikmişti, elini kaldırıp yanağını hafifçe kaşıdığı esnada hiç çekmeyişiyle ben de aynı yere dokunup ince askımı kavradım ve parmaklarımı oraya sürttüm, niye bu kadar baktığını anlayamamıştım pek.
“Biraz işim var,” dedi gitgide bize dar gelen banyoda durmaktan vazgeçip çıkmaya yeltendiğinde, ama kapıyla arasında ben olduğum için karşımda duraksamak zorunda kaldı. “İşlerimi halledip geri döneceğim.”
“Ne işin var?”
Bana kısa bir bakış attı ama hiçbir cevap vermedi, bir an ona hesap soruyormuş gibi göründüğüm için rahatsız hissedip sırtımı dikleştirdim. “Kusura bakma, bir an dalgınlıkla sordum.”
Ama Uygar bakışlarını benden hiç çekmedi, arada bir alışkanlıkla kıstığı gözlerinin arasında kaybolan bakışlarından hiçbir şey anlamadığım için “Ne?” diye sordum.
“Yok bir şey.” Gözlerini sertçe yumup açtı, tişörtü hafifçe önüme kapatıp kollarımı bedenime sararken onu dinlemeye devam ettim. “Ben geri döndüğümde hazır ol cezaevine gideceğiz, Nevzat’la görüşmeye.”
“Kaçta?”
“Cezaevi müdürüyle konuştum, öğle arasından sonra gelebilirsiniz dedi.”
Saat şu an zaten daha sabah yedi buçuk olmalıydı güneş doğduğuna göre. “Tamam, o zamana kadar hazır olurum tabi.”
“Ben artık çıksam iyi olacak.” Yanımdan geçip kapıdan geçmeye koyuldu, tişörtü hızla üstüme geçirip peşinden ilerledim; banyodan çıktığımız an koridorda adımlayan minik kediyle karşılaştık, yine duraksayıp arada bir büktüğü boynuyla bize bakmaya başlamıştı. “Aa sen de mi buradaydın?” deyip önden giderek kediyi kucakladım ve kollarımla saklamaya çalıştım, kaçamak gözlerim Uygar’a değdi sonra uyarırcasına bir bakış attım ona. “Tamamen benim, değil mi?”
“Tamamen senin.”
“Tamam.”
Kısaca iç çekip başını başka yöne çevirdi dudaklarını birbirine bastırıp gülüşünü bastırdı hızla. “Başka istediğin bir şey varsa önden söyle de sonradan bir tatsızlık çıkmasın aramızda.”
“Yok, başka istediğim bir şey yok.” Dudaklarımı kıvırıp uslu bir şekilde gülmeye çalıştım. “Zaten kediyi de önceden gözüme kestirmemiştim, hiç planlı bir şey değildi.”
“İçinden geliyor, birden çalıyorsun yani?”
“Çalmadım!” Gözlerim sabırsızca irileşti, bunu duymak artık rahatsız hissettirmeye başlamıştı. “İstemeye utandım sadece…”
“Tamam, başka istemeye utandığın bir şey var mı peki?”
“Varsa hemen verecek misin?”
Başını hafifçe yana yatırıp yapabileceği bir şeyler varmış gibi baktı ve mırıldandı. “Bakarız çaresine.”
Kediyi iyice göğsüme yaslayıp çekingen bir bakış attım ona. “Teşekkür ederim, kedi zaten istediğimden bile fazlaydı…”
Sıkıca sahiplenir gibi kucağımda tuttuğum kediyle olan halimi seyretti bir süre, eli kapı kolunda kalmıştı; neyi kontrol etti bilmiyorum, yine de ona iyi bir izlenim bırakmak isteyerek sessiz kaldım.
Yine dudaklarında beliren ama büyük bir çabayla durdurduğu gülüşüyle, kapıdan tarafa dönüp kendince bir şey mırıldandı Uygar; anlamak o an pek mümkün değildi çünkü kapıyı açmıştı, artık gidecekti ama o sırada merdivenleri agresif adımlarıyla tırmanan Reha çıktı karşımıza.
Reha’nın kaşları çatılıp sorgu dolu gözleri aramızda gezindiğinde oraya yaklaşıp elimi refleksif bir şekilde Uygar’ın beline attım ve tişörtünü kavradım, tam o an Uygar da ufak bir telaşa kapılıp elimi bileğinden kavradı ve beni tuttu. “Uygar, ne yapıyorsun sen burada?”
“İşim vardı.”
“Kedi ne olacak? Ben evin çevresine orman sınırına falan baktım ama yok etrafta, daha da vaktim kalmadı artık gitmem lazım benim.” Gözlerini aramızda gezdirdi ve kucağımdaki kediyi fark etti, bakışları daha da sinirle dolduğunda hareketlerim telaştan donakaldı. “E oğlum buradaymış ya kedi!”
Uygar arkasına dönüp ilk önce bana, sonra tekrar Reha’ya baktı; ona bunu nasıl açıklayacağını düşünüyor olmalıydı. “Daha şimdi buldum onu.”
“Hadi ya?” dercesine kaşını kaldırdı Reha, pek inanmışa benzemiyordu. “Şimdi mi buldun gerçekten?”
“Reha-”
“Abicim git işine ya.” Gözlerini kapatıp kelimelerini derin bir nefesle yuttu ve elini tek bir şey duymak istemezcesine havaya kaldırdı. “Ciddiyim, ağır konuşmak istemiyorum, git işine.”
Ne yapacağımı bilemez halde Uygar’a baktım, o da Reha’yı habersiz bıraktığı için birden kendisini nasıl savunacağını bilemedi ve yalnızca sert adımlarla yukarı giden arkadaşını seyretti; biraz pişmanlıkla bana döndüğünde yüzünde allak bullak bir hal vardı. Sert gözleriyle beni hedef aldığında ufak bir sitemde bulundum. “Niye öyle bakıyorsun, ben ne yaptım? Arayıp haber verebilirdin…”
“Onu düşünecek akıl mı bırakıyorsun adamda?”
Göğsümde bekleyen derin bir nefesle kalakaldım, içimde sıkışan soluk ciğerlerimin yanmasına sebep olduğunda “Aa-a…” diye uzattım harfleri, epey manasız bir söylem olmuştu bu. “Bilemedim işte!” Birden yükselen sesimden sonra daha rahat devam edebilmek için yine gergince parmaklarımı kütlettim. “Özür dilerim…”
“Tamam özür dilemene gerek yok,” dedi o da sesini alçaltıp, kapının arasında kalmıştık yine. “Kediye iyi bak yeter, bazen görmeye gelebilirim.”
“Sen yorulma, istediğin zaman ben getiririm.”
“Sen de getirirsin, ben de gelirim.” Evden tamamen çıktı ve kendi dairesine geçmek üzere yan tarafa yöneldi; ama bedeni tamamen bana dönük olduğu için hala yüz yüze sayılırdık, elini duvara yaslayıp kedisinden ayrılmak istemezmiş gibi biraz daha baktı kollarıma, sonra… bana. “Anca yeter bize zaten.”
“Doğru, sık sık görmek isteyebilirsin,” diye mırıldandıktan sonra parmağımı kapının üstüne sürttüm, bir yeri soyulacak gibi duruyordu dayanamayarak hemen koparttım o kısmı… Sanki birkaç saat sonra tekrar iş için buluşmayacakmışız gibi ondan ayrılmak öylesine zordu ki… “Olsun, neyse ki yakındayım.”
“Neyse ki,” dedi, sesi birden gizemli bir hal almıştı; ama kendisini toparlamadı uzun sürmedi, işaret parmağının tersini burnuna sürdükten sonra bakışlarını kaçırdı. “Tamam benim artık gitmem lazım, öğlen görüşürüz.”
Kapıyı kapatmadan önce boştaki elimi aptal gibi ona doğru salladım. “Görüşelim…”
Ve kapıyı örttüğümde, yüzümdeki heyecanlı gülüşü durdurabilmek için ona salladığım elimi sertçe dudaklarıma vurmam gerekti, eğer canımı gerçekten yakabileceğimi bilseydim kendime sert bir tokat atmak da isterdim…
*
Bu bölüme bir tekme atıp uzay boşluğuna fırlatma isteği... aslında çokça uğraştım ama bilmiyorum, bir şey içime sinmedi o yüzden bir sonraki bölümde kendimi telafi edebilmem için daha çok çaba sarf edeceğim.
Bölümün sonuna aslında bir sahne daha ekleyecektim ama sonra ağzımızın tadı bozulmasın keyfimiz kaçmasın diye bir sonraki bölüme bıraktım... 😓
Elimden geldiğince çabalıyorum ve istemsizce uzuyor sahneler, umarım sıkılmamışsınızdır...
Sizi çok seviyorum, hoşça kalın ve kendinize çoook iyi bakın 💝
itiraf: sizi sıkmamak için drama kaymamaya çalıştım, başarılı olmuş muyum? çünkü ben bölümün sonuna doğru fenasal çıldırıp alelacele güllü açtım ve her an her şeyi silip yakut'u triplere sokabilirdim ama yapmadım işte, yapamadımm 🥺 bunu size yapamazdım
Bir sonraki bölüm, eğer bir aksilik olmazsa 4 Ocak 2025 inşallah 👈
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.56k Okunma |
1.44k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |