30. Bölüm

29. Ekim Yağmurları

tuğba fc
askilav

 

29. EKİM YAĞMURLARI

*

Reha Sağıroğlu, sabah saatleri

Yalanın ve gerçeğin birbirine karıştığı bulanık bir günah noktası vardır, işte o noktada bütünleşir insan günahın hazzıyla; vazgeçebileceğine dair dile getirdiği yalanlar ve hemen ardından asla vazgeçemeyeceğiyle ilgili itiraf edilmiş gerçekler… Kader oraya karanlık bir boşluk açar, insan düşsün diye.

Düşsün de anlasın diye.

Yaşanmış hiçbir duygu ertesi gün kaybolacak bir rüya değildir, aksine; yarın, dünün ve bugünün ta kendisidir.

Uygar’ın çekmecesindeki ufak fotoğrafı, kitaplıktaki kitabı ve daha öncesinden sakladıkları bazı evrakları almak için geri dönmüştü göl kulübesine; yanında gereksiz hiçbir taşımayacağına ve artık, son kez bu kulübeyi olduğu yerde ıssız bırakacağına dair çokça ikaz almıştı Reha ama bir başkasından değil, kendisinden.

Günlerce, Yakut’un planıyla ele geçirdikleri kesik parmağın sahibini aramış, hiçbir veri tabanında o parmak izine dair bir şey bulamamıştı, eğer bunca yıl portatif olarak saklandıysa muhakkak o parmak bir değere sahip olmalıydı; bunun için de uluslararası kontak kurmuş ve çalışmaya devam etmişti. Daha önlerinde açılması gereken bir çelik sığınak vardı, giriş panelinin yerini derin incelemeleri neticesinde bulacaklardı ve sadece birkaç gün içinde, sığınağın içine girmeleriyle beraber derin bir karmaşa çökecekti üstlerine. Beş sene öncesinden kalma bir dava, belki de uzunca bir gecikmeden sonra nihayete kavuşacaktı.

Reha, orman yolunu emin adımlarla ilerleyip deponun ön kapısına ilerledi, buraya gele gide tanıdığı gençler her zamanki gibi deponun önündeki çıkıntıya oturmuş halde sigara içerek sohbet ediyorlardı; hepsi, uzun zamandır görmedikleri maskeli adama selam verseler de oturduğu yerden kalkan tek kişi Gencay oldu, alışkanlık gereği elini sarı saçlarına sürüp yanına gelirken bir de belinden düşen eski kot pantolonunu toplamaya çalışmıştı. “Sarraf abim, hoş geldin,” derken aslında defalarca değişen adama uzattı elini, bunca zaman maskenin ardındaki tek bir kişiye ait sanıyor olsa da aslında Uygar’ın yetemediği zamanlarda ona elini uzatan kişi hep Reha olmuştu.

Akademide ilk tanıştıklarında, biraz mesafeli oluşundan dolayı insanların arkadaş olarak seçeceği ilk kişi olmamasına rağmen Uygar herkesle anlaştığı gibi kendisiyle de yakınlık kurmayı başarmıştı; o zamandan bu yana, başını çevirdiğinde Uygar’ı yanında görmediği tek bir an bile olmamıştı kendisi için, ne zaman dara düşse Uygar tarafından uzanacak bir el vardı hep.

Bundan dolayı kabul etmişti Uygar’ın, Reha eğer yapmak zorunda kalsam inan ki sormazdım ama anla işte, bu görevi yerine getirmek şu halimle zor, yardımına ihtiyacım var, diye dile getirdiği isteği. Görev için bile olsa sevdiği kadına karşı halen beslediği duygulara leke sürdürmek istemediğinde Reha da biliyordu eğer zorunda kalsa Uygar’ın gerçekten de kimseden hiçbir yardım istemeden Ada’yla birebir iletişim kuracağını… Ama bir şansı vardı, o da bunu Reha ile değerlendirebileceğine inanmıştı.

Reha eğer duygularının gitgide tehlikeli bir boyuta evrileceğini bilseydi bu teklifi kabul etmezdi, bu yüzden şimdi Uygar onu düşmemesi gereken bir yanlıştan korumaya çalışıyordu; her ne kadar ilk başta duygularını az biraz ön planda tutsa da, sabaha dek düşündükçe bunun yapabileceği en büyük yanlış olduğuna inanmış ve herhangi bir hataya düşmemek için fazlasıyla telkinde bulunmuştu kendisine.

En nihayetinde dava tam anlamıyla başlayıp tüm maskeler bir bir düştüğünde Ada Akdeniz de suçlu bir adamın kızı olmanın yüküyle baş başa kalacaktı; onun kendilerine ettiği yardımlardan dolayı babasıyla iş birliği içinde olmadığına emindi Reha, yine de dün gece Uygar sözlerinde fazlasıyla haklıydı. Aralarındaki koparılamayacak baba-kız bağlarından dolayı kimse Ada’ya masum demeyecekti.

“Hoş buldum, nasıl gidiyor?” derken ensesini sıvazladığı çocuğu çekip kısaca sardı sonra da yüzünü görmek için uzaklaştırdı; yüzündeki maske ise Gencay’ın gördüklerini kısıtlayan ufak bir engeldi. “İyi gidiyor abi, tıkırında her şey,” diyen çocuğun saçlarını elleriyle geri taradı. “Yakında işe başlıyorum hatta.”

“Öyle mi, aferin lan sana.”

“Eyvallah abi, aslında ben de sana bununla ilgili konuşacaktım.”

“Söyle bakalım.”

Gencay’ın yüzü biraz çekingenlikle kasıldı. “Senin arkadaşın, bizim eve bir şeyler getiriyor ya…” derken gözlerini kaçırmıştı kısa bir süreliğine, bahsettiği kişilerin teşkilattan olduğundan habersizdi. Reha bunu bildiği için sabırla dinlemeye devam etti konuşan çocuğu. “Abi daha fazla bir şey getirmelerine gerek yok, ben çalışacağım için hakka girmek istemiyorum siz ihtiyacı olanlara götürün onları.”

Elini çocuğun omzuna sarıp hafifçe sıktı Reha, hemen sonra birkaç defa pat pat vurdu, fakat Gencay’ın biraz cılız olduğunu ve ufak dokunuşuyla bile kolaylıkla sarsıldığını hatırlayınca bunu yapmaktan vazgeçti. “Sen o kadarına karışma şimdi, ne işine girdin asıl ondan bahset.”

“Nakliye işi abi.”

“Nakliye işi? Nakliye işinde ne yapacaksın oğlum sen?”

Gencay omzunu silkti başka çaresi olmadığını belirterek, liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gitme şansı olmamıştı denese de pek başaramamıştı. “Ancak bu oluyor abi ne yapayım, aradım taradım ama iş yok artık.”

“Şehir dışına falan da gidecek misin?”

Bu sorudan sonra genç çocuğun yüzü kasıldı rahatsızlıkla ve sesi de nispeten alçaldı. “Aynen, konuşuluyordu öyle şeyler…” dediği esnada gözlerini yavaşça başka yere çevirdi.

“Sen gidersen Dilan’la kim ilgilenecek? Annenler babanlar uğruyorlar mı eve?”

“Öyle… arada.”

“Tamam, sen de gidersen kardeşin ne olacak Gencay?”

“Abi ya…”

“Bırak abisini şimdi, sen o işi unut.” Açık açık biz sana yardım ederiz deyip çocuğu utandırmak istemedi, bu yüzden uyarı verir gibi omzunu sıkıp bakışlarını kendisine çekti hemen. “Yürütemezsin böyle, hem arkandan kovalayan mı var? Daha iyisini de bulursun hatta ben de sana yardımcı olurum, o kadar acele etme.”

Çocuğun bakışları kırık bir hevesle yukarı kalktı. “Öyle mi diyorsun?”

“Sen beni dinle nakliye işini bırak, tamam mı?”

En sonunda çaresiz kalan çocuk bir süre bekledi, hemen ardından Reha bir daha üstelemişti. “Tamam mı dedim Gencay?”

“Tamam abi, sağ olasın.”

“Eyvallah koçum.”

“Bizim kediler ne yapıyor?” diyerek hızlıca konuyu değiştirdi Gencay, utancını gizlemek istemişti. “Sen iyi bakıyorsundur da ben yine de merak ettim işte.”

Daha güneşin bile doğmadığı bir vakitti Uygar gelip kediyi bulamadığını söylediğinde, o andan sonra alelacele tüm binayı aradıkları halde bulamayınca Reha orman yolunu kontrol etmeye gitmişti her ihtimale karşın; ama eve geri döndüğünde kediyi sapasağlam bir şekilde Yakut’un kollarında ve Uygar’ı da şaşkın bir suratla görmeyi beklememişti. Her ne söylerse söylesin, onun haber vermeyi unuttuğunu biliyordu Reha; çoğu zaman Uygar için, yanında Yakut varken dünya daha yavaş bir hale gelirdi, hatta onca zaman kavrulduğu acıdan sonra bu iyi bir şeydi. Yine de nafile bir çabayla kediyi arayarak boşa geçirdiği zamandan dolayı Uygar’a çıkıştığını hatırlayınca Reha’nın maskenin ardına saklanmış suratı buruştu gülünç bir sinirle. “İyiler, büyüyorlar yavaş yavaş.”

“Sevindim abi, imkânım olsa ben alacağım da yanıma…”

“Olsun, başka zaman yine olur.” Daha fazla zaman kaybetmemek için Gencay’ın omzuna vurdu hafifçe. “Hadi sen de dön arkadaşlarının yanına, benim içeride biraz işim var.”

“Tamam abi, görüşürüz sonra.”

Giden çocuğun ardından Reha depo kapısını ittirip karanlık ve dolambaçlı yolu rahatlıkla geçti ve kulübeye giden sarsak köprüye geldi; birazdan içeri girdiğinde kiminle karşılaşacağını çok iyi biliyordu, duyduğu kadarıyla abisi ve babasını kaybetme tehlikesiyle yalnızlığa sürüklenen genç kız, kendisini bulabilmek için sık sık kulübeye gelir olmuştu.

Köprüyü aştıktan sonra çok kez görev için bulunduğu ada parçasına bu sefer onun için gelmişti her ne kadar dışarıdan yalanlarla bezemeye çalışsa da; kapıyı ittirip içeri girdi, sessiz kulübenin içinde sadece düzenli bir nefes sesi vardı fakat çok geçmeden asma katta bir hareketlilik belirdi, kısa korkuluğa tutunup kimin geldiğinde bakmak için aşağı eğilen Ada sarı saçlarını kulaklarının arkasına ittikten sonra hala bir maskeyle gizlenen adama doğru koşmak için merdivenleri indi aceleyle. “Sarraf…”

Reha, yanlış bir şey yapmayacağını kendisine defalarca kez hatırlattıktan sonra kapıyı örttü ve tamamen içeri girdi; artık bir yalnızlığı paylaşırlarken eğer bu yaptığı bilinse Revan başkanın gözünde farklı bir konuma düşeceğini biliyordu. Bundan dolayı kulübeden alacaklarını aklından bir daha geçirdi; çekmecedeki fotoğrafı, kitaplıktaki kitabı ve evrakları al, gereksiz hiçbir şeyi yanında taşıma, bir daha geri dönme.

Karşısındaki kızın heyecanlı adımlarla kendisine gelişini izlerken her zamanki gibi kendisini dik tutup yelkenleri suya indirmedi, bu zamana kadar onun tekliflerine karşı boyun eğmemesinin tek sebebi kendini koruyabilecek kadar direnci olmasıydı. Zaten beklediği gibi de yaşanmadı hiçbir şey o an, kendisini doğru yönelen genç kız heyecanla elini kaldırsa bile sarılmak gibi bir tenezzülde bulunmamış yalnızca kumaşın yumuşattığı bir tokadı ulaştırmıştı ona.

“Şerefsiz!” dedi Ada kelimeleri tüküre tüküre. “Piç herif… Günlerdir gelmeni bekliyorum, babamı vurdun ortalığı dağıttın gittin neredesin sen?”

“Sen niye burada bekliyorsun?”

Ada keyifsiz bir gülüşle kaşlarını kaldırdı, abisi ve babasının vurulduğu geceden sonra sorguya alınmış ama üzerine yapışacak belirli bir suçlama olmadığı için serbest kalmıştı, o zamandan bu yana Sarraf’a dair merak ettiği şeyler de çoğalmıştı istemeden… “Niye mi burada bekliyorum?” dedikten sonra ellerini elbisesinin kırışık kısımlarına dokundurdu dalgınca, arkadaşları dün gece kafa dağıtabilmek için bir yerlere götürmüş fakat Ada yarı yolda hevesi kaçtığı için alelacele kulübeye geri dönmüştü.

Yıllar önce, kaçırıldığında da yaşamıştı aynı hayal kırıklığını; gözü yükseklerde olan ve yasayı tanımayan adamların elinde heba olma kaderini üstlenmek istemiyordu bu kişi babası olsa bile… Suçlamalar, polislerin hoşnutsuz bakışları ve tavırları yorucuydu, babasının gerçekten kötü birisi olduğunu bildiği için içinden onu savunmak bile gelmiyordu üstelik daha her şey ortaya çıkmamıştı bile; Ada yalnızca iyi bir yerde konumlanmak, kendisini sağ tutmak istiyordu. Bu konuda kendisine seyrek bir güven yaşatan Sarraf ise yaşadığı tehlikenin içinde tutunabileceği tek bir dal gibiydi, ta ki sessiz sedasız gidene kadar. “Sence neden bekliyorum Sarraf? Beni cevapsız bırakıp gittiğin için olabilir mi, bir düşünsen mi acaba?”

“Seni cevaplamak zorunda olduğum bir durum yok.”

“İyi ya, mükemmel, tamam o zaman…” Bir süre sakince bekledikten sonra Ada duruşunu bozup masanın üzerinde kalemliğe vurdu ve rahatça yere fırlattı. “Gelip bana sorular soracaksın, yardım isteyeceksin ben de senin her istediğini yapacağım ama sonra benin bana cevap verme zorunluluğun olmayacak, öyle mi! Böyle mi kazandın sen bütün insanların güvenini geri zekalı!”

Reha, onun mavi gözlerini hayal kırıklığıyla kırpışını seyretti, sarı saçları daha önceden yapılmış ama sabaha dek beklemekten bozulmuş haldeydi; her şeye rağmen dik duruşunda ise Reha’yı rahatlatan bir güç vardı. “Karşılık beklemek için mi ettin bütün yardımlarını?”

“Beklerim beklemem sana ne, sen önce bana verdiğin sözleri düşün!”

Oysaki verilmiş ya da çiğnenmiş hiçbir söz yoktu ortada. “Ben sana hiçbir zaman söz vermedim.”

“İyi bok yedin, güvenimi mi kullandın o zaman!” Göğsü hızla inip kalkıyordu, bedenini yan tarafa çevirip ellerini yüzüne kapattığında ‘iyi bir şey yaptın, bir kadının hayatını kurtardın’ diyerek kendini sakinleştirse de eli boş kalmış bir çocuk gibi hissetmekten uzak kalamamıştı. “Şerefsiz pislik!” diyerek histerik bir tavırla geri döndü ve hala maskeden dolayı yüzüne hiç tanık olamadığı adamın göğsüne hafif bir yumruk attı. “Alemin Sarraf’ıydın bir de herkes sana güveniyordu, senin bütün garezin bana mıydı ahmak herif! Sana olan ilgimi kullanasın mı tuttu, söylesene!”

“Yok öyle bir şey,” derken kızın bileklerini acıtmadan kavradı Reha, hemen sonra onu aralarına güvenli bir alan bırakarak kendisinden uzaklaştırdı; ailesinin başını tehlike sarmışken ve bir benzerini yaşama ihtimali varken bitap düşen kızı bu halde olduğu için yadırgayacak değildi, sadece onu fazladan üzmemek için kendisini tutmak mecburiyetinde oluşu zordu biraz. “Ben sana en başında derdim neyse onu sordum, sen de bile isteye cevapladın şimdi aramızda hiçbir şey yaşanmadı diye bana kızamazsın.”

Reha kollarını hınçla çekip kendisinden uzaklaşan kızdan sonra aklını salim tutarak duvar tarafındaki çekmecelere yöneldi, kilitliydi ve anahtarın nerede olduğu hiç belli değildi; onu arayacak sabrı olmadığı için belinden çıkardığı silahın tetiğini agresif bir tavırla çekip çekmeceye isabet aldı, çıkan ses ne kendisini ne de Ada’yı ürkütmüş yalnızca ufak bir yankıya sebep olmuştu kulübede, hemen sonra kırılan kilidi çekip ortada bekleyen fotoğrafı aldı oradan.

Yakut’un, Uygar’la olan balayından kalma bir fotoğrafıydı, onu burada sakladığından Reha’nın haberi bile yoktu; üstelik kenarı biraz yanmışken, bu yanlışlıkla olmuş gibi de görünmüyordu… Belli ki Uygar yapayalnız kaldığı gecelerin birinde duygularının karmaşasını bu şekilde atmış olmalıydı içinden.

Hemen ardından yaklaşan Ada, fotoğrafta gördüğü suratla derin bir nefes bıraktı dışarı. “Yine mi o kadın?” derken sesi hayal kırıklığından dolayı istemsizce titremişti. “Şaka yapıyorsun sanmıştım, yemin ederim şaka yapıyorsun sanmıştım ciddi miydin sen âşık olduğun konusunda?”

“Neyden bahsediyorsun?”

“Ya sen bu kadının hayatını teyzesi istedi diye kurtarmadın mı?” Fotoğrafa uzanmak istediği an Reha kolunu geri çekince, Ada bir daha başını geriye atarak sıkıntıyla ofladı. “Özden Karadavut’un yeğeni değil mi bu kadın?” derken eliyle işaret etti hızla. “Sen o rica ettiği için kurtarmadın mı onu? Ben mi yanlış biliyorum? Sarraf bir şey söyle… Âşık olma mevzusunda ciddi miydin, yemin ederim şaka yapıyorsun sanıyordum! Sen cidden âşık olduğun kadın için mi kullandın beni?”

“Ada, şunu aklına kazı,” dediği esnada Reha’nın sesinde de sabırsız bir sertleşme oldu, fotoğrafı tuttuğu elinin işaret parmağını kızın üstüne doğrulttuğunda bunun onu korkutmayacağını biliyordu; aynı zamanda anlamasını da istiyordu kimsenin kullanılmadığını. “Bizim aramızda hiçbir şey yaşanmadı, ben seninle yanlış anlayacağın hiçbir şey yaşamadım, seni kullanmadım… Anladın mı beni? Kendini saçma sapan şeylere inandırıp da boşu boşuna canını sıkma.”

“Doğru,” diye usulca mırıldandı Ada, kollarını yavaşça önünde birleştirdi. “Sen sözünü tutmayı bile beceremedin… Gelmedin bana, eğer gelseydin-”

“Gelmemi bekleyerek hata eden sensin, ben sana defalarca kez söylediğim gibi hiçbir zaman söz vermedim çünkü.”

Fotoğrafı cebine sokup kitaplık tarafına ilerledi agresif adımlarla, bu görüşmenin kesin bir son olduğunu bilmek daha büyük bir rahatlık yüklemişti üstüne; belki de bundan dolayı ardını dönebiliyordu rahatça, her ne kadar aklı birkaç adım geride kalsa da… Aradığı kitabı bulmak için en üst raftan başlayıp altlara doğru kontrol etmeye devam etti, bu esnada gözleri yerde kitaplığın köşesindeki oyuğa kaçmış ufak bir telefon seçti.

Kitabı aramayı bırakarak onu aldı ve ekranı araladı, bir numaradan iki mesaj bulunuyordu.

Ortak: Hazır mısınız Yakut Hanım, yarın size geliyorum anlaşmamıza sadık kalıp bahçede her zamanki yerde beni bekleyiverin size zahmet.

Ortak: Piştt kız, sana diyorum görmüyor musun mesajlarımı?

Şüpheyle kaşları çatıldı, ufak tuşlu telefon ellerinin arasında daha da ufaldı; telefonun tanıdık birisine, daha doğrusu daha sabah yüz yüze geldiği Yakut’a ait olduğu fazlasıyla olduğu belliydi, tek belirsiz olan şey ‘ortak’ diye kaydedilen kişiydi. Bunu daha derinlemesine araştıracağını aklına kazıdıktan sonra telefonu cebine attı ve hemen ardından rafta gözüne çarpan kitabı aldı. Evrakları alabilmek içinse Ada’yı buradan çıkarması lazımdı, bunun için onu kırıp dökmek ve olduğundan daha yaralı bırakmak istemese de bir şekilde o noktaya varacaklarmış gibi hissediyordu.

“Sen pisliğin tekisin…”

Reha geriye döndü, sıkılmış gibi omuzlarını silkti. “Öyleyimdir… Aslında sen de benim gibi bir pisliğe rağmen iyi bir şey yaptığının farkındasın,” derken ona ettiği yardımın sonuçlarını hatırlattı, eğer Yakut’u tanımadan etmeden kurtarmak istemese o geceki kiralık katilin bilgilerini ulaştırmazdı kendisine. “Benim sana söz vermediğimin de farkındasın.” Kitabı iki ucundan kıvırıp rahatça avucuna sıkıştırdı, sesinde hala güç sarf ettiği bir pervasızlık vardı. “Neden hala diretiyorsun anlamıyorum, başın belaya girmeden uzaklaşsana buradan, derdin ne senin?”

“Derdim sensin geri zekalı!” Ellerini iki yana açtı daha anlaşılır olabilmek için, acaba yanlış mı yapıyorum diye düşündükçe çıkmaza giriyordu… Ama bu zaten son şansıydı, biraz daha istediğini alamazsa vazgeçmek o kadar da zor olmayacaktı. “Derdim gerçekten güvenebileceğimi sandığım birisi tarafından hayal kırıklığına uğramamak, sadece bir kere!”

Onun titreyen sesini dinlerken Reha da gözlerini sıkıca kapatıp açtı. “Ben zaten güvenebileceğin birisiyim,” deyip işleri riske atmak istemedi, bu zamana kadar Sarraf her sarsılmaz doğruculuğuyla bilinmişti bundan sonra da öyle devam edecekti. “Kötülüğünü mü istiyor gibi duruyorum oradan bakınca?”

“Bu iyiliğimi ister halin mi yani?”

“Sadece seni seversem mi iyi olacağım?” Birkaç adım attı, ayağını bastığı yerin altında alacağı evraklar vardı ve bir an önce buradan gitmezse Ada ondan çok daha fazlasını alıp götürecekmiş gibi bakıyordu büyük bir hüznün oturduğu gözleriyle… Babası ve abisinden oluşan tüm ailesi aynı gece yaralanıp üstün büyük suçlamalarla karşı karşıya kaldıktan sonra gerçekten korkmuş olmalıydı. “Bütün fikrin bu mu kızım senin? Sana başın belaya girmeden uzaklaş diyorum, babanın düşmanları başına üşüştüğünde ortada mı kalmak istiyorsun? Benden mi medet umuyorsun yoksa?”

Ada dudaklarını keyifsizce kıvırıp başını öne eğdi, geri kaldırdığında ise gülüşü donuk bir hal almıştı artık. “Bu saatten sonra senden medet umabileceğimi düşünmek çok komik, zaten babamı vurduğun gece yüzüme bile bakmamandan anlamalıydım senin ne bok olduğunu.” Aslında o gece karşısında Reha yerine Uygar olduğunu bilmeden, arkasındaki masaya uzanıp oraya bıraktığı ceketi aldı ve koluna attı. “İşine geldi mi kucak ver, işine gelmedi mi göt gibi ortada bırak falan, ne iyi ya… Gerçi sen biraz adam olabilseydin sevdiğin kadın için çabalarken en azından bana ufacık dokunmaya bile tenezzül etmezdin, ama onu bile beceremedin.”

Şimdi net açıklamalarda bulunmanın onun aklını daha da bulandıracağını bildiğinden hoşnutsuz duygular bırakacak sessizliği tercih etmek Reha’ya daha iyi geldi; eğer Ada’ya ufak da olsa yaşayacağı bir umut verirse, ikisinin de birbirine geri dönüşü felaket olurdu. En azından şimdilik onu görebilmek için bu kulübeden alacakları vardı ve bir bahanesi… Ama aradan zaman geçtikten sonra hiçbir sebepleri kalmayacaktı bir arada olmaları için, ve bir arada olabilmek için gerçek bir sebep var etmek de iyi sonuçlar getirmeyecekti. “Haklısın,” diye mırıldandıktan sonra maskenin burun kısmını düzeltip başıyla kapıyı işaret etti karşısındaki kıza. “Çık şimdi buradan,” derken tek dileği, onun kendisine hayal ettiği gibi bir hayat kurmasıydı.

“Bana emir verme, sakın.” İşaret parmağını maskeli adama doğru salladıktan sonra usulca geri çekildi. “Otur da şimdi o yakut mudur zümrüt müdür artık her kimse, rahat rahat yüzüne bakmaya çalış hadi, belki onu ne kadar çok sevdiğini falan anlatırsın yüreğin yeterse tabi…” Hemen sonra pişmanlıkla elini alnına vurdu Ada. “Kime ne laf anlatıyorum ya, anlayabilecek olsa zaten…” Geri döndü ve son bir hayal kırıklığıyla baktı hiçbir zaman göremediği surata. “Sana var ya… Sana konuşmak bile boş.”

Ada yorgun argın kulübeyi terk ettikten sonra Reha hiçbir şey olmamış gibi davranmaya kendisini zorlayarak yere eğildi, ufak bir işaretin bırakıldığı tahtayı çekerken az sonra ‘çıt’ sesiyle zeminin bir parçası sökülmüş ve çok önceden istifledikleri belgelere ulaşmıştı. Onları cebine sokmak için kıvırırken küfretmemek için dudaklarını dişledi hızla ve ardından evrakları cebine sıkıştırdı; ancak daha önceden yerleştirdiği tuşlu telefon kağıtlara, kendisini hatırlatır gibi engel olmuştu.

Yakut Yalınkılıç

“Uygar hadi, biraz daha hızlı ol!”

Tüm gün dolaştığımız müzelerden sonra otele geri dönecektik, bir toplu taşıma maceramız olmuştu yanlış otobüse binmiştik ve artık yürümemiz gerekiyordu; bense bu saatlerde yağma ihtimali olan yağmurdan dolayı Uygar’ı elinden tutmuş çekiştirir haldeydik ama o bundan keyif alıyormuş gibi aheste şekilde yürümeye devam etti. “Güzelim benim acelemiz ne? Sokakların tadını çıkarmayı sen istemiştin zaten.”

Her ne kadar dışarıda olmaktan memnun gibi dursa da aslında huysuzdu, geriye dönüp ona baktım. Arkasında bıraktığı sokağın ucunda güneş batıyor, sadece kızıllığını bırakıyordu bize. Eski fakat hala kuvvetini koruyan binalar, ufak balkonlardan sarkmış sarmaşıklar ve aralara iplerle uzatılmış sokak lambaları bu günbatımıyla o kadar uyumlu, o kadar bakılasıydı ki bunu istemeyip de ne yapacaktım? Hayatım boyunca yaşamadığımı saydığım zamanların hıncını elbette tam da şimdi, böyle çıkaracaktım.

Uygar ise tüm bu güzellikleri kimi zaman reddedip daha önce hiç gelmediğim bu şehirde otel odasına kapanmak istiyordu biraz.

“Evet ben istedim,” deyip hafifçe omuz silktim. “Ne yapalım, Barselona’ya otele kapanalım diye gelmedik ya.”

“Bana kalsa sıkıntı yoktu,” derken ellerimizi bırakmadan kolunu üstümden geçirip omzuma attı; artık yan yanaydık, eğilip şakağımı uzunca öptükten sonra “Uzun bir süre kilitli kalabiliriz odamızda,” diye kısıkça mırıldanmıştı. Sokakta yanımızdan geçen tek tün insan arasında tek Türk biz olabilirdik ve buna rağmen Uygar sessizce konuşmayı tercih ettiği için, benim de içime bir sıcaklık yayıldı işte.

Boğazımı hafifçe temizleyip gözlerimi sokakta tutmaya devam ettim. “Yarın da teleferikle tepeye çıkalım.”

Uygar konuyu değiştiren halime keyifle güldü, dışarıdayken dikkat ettiğim için yalnızken davrandığım kadar cesur değildim şimdi; yine de benim dudaklarım da hafifçe kıvrıldığında, ona yandan kaçamak bir bakış attım.

Tek gözünü kırptı ve gülüşünü biraz soldurdu. “Bunu sabah konuşuruz,” deyişinin altında gizemli bir tavır vardı.

“Niyeymiş?” diye merakla mırıldandım.

“Çünkü birbirimizden uzaklaşma kararını vermek için daha çok erken.”

Kaşlarım oyunu bozulmuş bir çocuk gibi çatıldı hızla. “Birbirimizden uzaklaşmak değil,” diye onu düşüncelerinden, ya da belki de isteklerinden vazgeçireceğimi bilsem de ısrar etmeye devam ettim. “Dışarıda vakit geçirirken birbirimizden uzaklaşmış olmuyoruz, eğer öyle olsaydı tepeye tek başıma çıkardım ama ben seninle çıkmak istiyorum.”

Benim gibi o da usul usul sızlandı. “Ama istediğim kadar yakın da değilim o zaman.”

“Hayır, yarın tepeye çıkıyoruz, konuştuk ve bitti.”

“Sabah dedim Yakut, sabah konuşacağız.”

“Şimdi konuşmamız yeterli değil mi, sabahın ne ayrıcalığı var?”

Uygar yine kolu omzumdayken başını hafifçe bana doğru eğdi. “Çünkü o zaman seni tuzağa düşürmesi daha kolay oluyor,” derken dünü hatırlatmıştı kolaylıkla. “Bilmem ne tepesini unutup kendini hemen bana bırakıyorsun.”

Gülmemek için direnirken huysuzca göz devirdim Uygar’a. “Öyle bir şey yapmıyorum, ben aklı başında ve kararlarının arkasında gayet de idealleri konusunda hırslı bir kadınım.”

Kendimi fazladan öven sözlerimden sonra Uygar’ı da derin bir gülüş sardı, dilini hızlıca dudaklarına değdirip parmaklarının ucunu kıyafetimin kayık yakasından yaramaz bir halde tenime değdirdiğinde oyununa gelmeyip “Senin canına okurum Uygar,” dedim mahsus bir tehditle, kendi elimi de onun köprücük kemiğime değen parmaklarına sardıktan sonra sıkıca kavradım tenini. “Duydun mu beni?”

“Ne yaptım ki?” diye masum masum sordu bir de.

“Yaa, aynen… Böyle hiçbir şey yapmaya yapmaya oturttun nikah masasına beni… Ama ben senin amacını çok iyi biliyorum.”

Sokakta yürüdüğümüz için fazla yüksek olmayacak şekilde, ufak bir kahkaha attı Uygar; diğer eliyle kapalı gözlerini ovaladığı için bir an gülen yüzünü göremeyeceğim sansam da çok geçmeden bana dönmesiyle bütün ifadesini rahatça seyretme imkânım oldu. “Neymiş amacım?”

Bir binanın brandasının altından geçerken içim kısa süreliğine rahatladı, otele az kaldığı için hep böyle brandaların altına sığınsam ıslanmadan odaya dönerim diye geçirdim içimden; fakat daldığımız sohbet esnasında öyle aheste adımlar atıyorduk ki, yağmura yakalanacağımız yoksa da kendimizi zorla ıslatacak gibiydik.

Başımı Uygar’ı tehdit edercesine iki yana salladım. “Camp Nou’ya gideceğimiz gün aynı şantajı üstünüzde kullandığımda anlarsınız beyefendi…” Sözlerimden sonra kendimi hızla düzeltmem gerekti. “Ne beyefendisi ya, şantajı pisliğin tekisin sen…” Gülerken yine bozuk bir bakış attım ona. “Aptal.”

Beni sardığı omzundan daha çok kendine çekti, neredeyse göğsüne yaslanır hale gelmiştim. “Bana seçenek bile sunmaman hoşuma gitti,” derken hala keyifliydi sesi. “İşte böyle şantajlar yap bana.”

Tamam, sanırım yine onun tuzağına düştüm.

“Hayır ama…” derken sesim ufak bir serzenişle inceldi. “Hani oraya gitmeyi çok istiyordun?”

“İstiyordum ama o günkü planımızı şimdiden belirlediysen ne yapabilirim?” Elini hesap sorar gibi kaldırdı. “Güzel karım beni odamızdan çıkarmak istemiyor, sözünü mü çiğneyeyim şimdi?”

Aniden kirpiğime bir yağmur damlası düştüğünde olduğum yerde durup şaşkınlıkla dudaklarımı araladım. Uygar da her şey güzel giderken tepkimin birden şaşmasını anlayamamıştı, hemen duraksayıp kollarımdan tutarken beni kontrol etmeye başladı. “Yavrum ne oldu birden?”

Elimi kaldırıp bastıran yağmuru rahatsızca avuçlarıma aldım, gerçekten yağmaya başlamıştı. “Yağmur yağıyor,” dedim sıkıntılı bir sesle.

Uygar ilk başta kavrayamadı. “Yağsın, ne olacak ki?”

“Islanacağız.”

“Islanalım,” dedi normal bir şeyden bahseder gibi, artık binaların altında olmadığımız için yağmur tam olarak üstümüze geliyordu.

“Hayır ben hiç sevmem.” Üstümdeki kıyafete bakındım, kalın bir kazak giymiştim. Ekim ayının dengesiz günlerinden biriydi ve bildirimde yağmur uyarısı görene kadar hava güzel olacak sanıyordum, bu yüzden yanıma ceket almamıştım, keşke daha dikkatli davransaydım.

Uygar beklediği kadar kötü bir durum olmadığını görünce rahatladı hemen. “Bunun için mi çekiştiriyordun sen beni?”

“Evet, otele yetişebiliriz diye düşünmüştüm,” derken elimi başıma kapattım, üstüm gitgide yağmur damlalarının kontrolüyle ıslanırken içimi de tanıdık huzursuzluk sarmaya başladı… Bir türlü şu yağmura alışamadığım için içten içe kendime de kızdım, Uygar yine çok sıkıntılı birisi olduğumu düşünecek diye ödüm kopuyordu. Ben olmasaydım belki o bunun romantik bir an olduğunu düşünür pek de dert etmezdi, ama ben olunca her şey birden sıkıntılı koşullara dönüşüyordu işte.

“Tamam, bir şey olmaz.” Uygar üstündeki ceketi çıkarırken yağmur damlaları daha da irileşti ve ıslanmak kaçınılmaz olmaya başladı. Başımı kaldırıp uzakta kalan gökyüzüne baktım. Güneşin kızıllığı gitmiş, yerini kara bulutlar almıştı, damlalar artık o kadar büyüktü ki yere çarptıkça tok bir ses çıkarıyorlardı.

Sokaktaki birkaç kişi çoktan şemsiye açmıştı bile… ya da koşturarak uzaklaşıyorlardı. Bizde yağmurun altında bekliyorduk. Uygar ceketini üstüme tutup beni yürütmeye devam etti, bunun doğru olmadığını düşünerek ona döndüm. “Uygar sen ıslanıyorsun ama!” diye seslenirken yağmurun gürültüsü sesime karışıyordu.

Suratında bu durumu dert eder gibi bir ifade yoktu hiç. “Sorun değil, sen önüne bak.”

“Sen de ceketin altına girsene!”

“Güzelim ben girersem sana yer kalmaz.”

Kumral saçlarının ucundan bir damla ayrılıp suratına düştü, bunu hiç sıkıntı ediyor gibi değildi; alnından süzülüp dudağının üstüne gelen yağmur damlasını koluna silip beni ceketinin altında korumaya devam etti hatta, o sırada bakışları da yere eğilmişti. “Yakut ayakkabılarının önü açık.”

Ben de hemen önüme döndüm, suralar dediği gibi ayakkabımın açık kısmından içeri sızıyordu. Bir rahatsızlık hissiyle dolarken bendeki huzursuz kıpırtıyı Uygar’a belli etmek istemedim, zaten yağmuru sevmeyen birisi olarak onun gözünde yeterince eksiye düşmüş olmalıydım, bir de daha fazla sızlanmayı hak göremedim kendime. “Bir şey olmaz idare ederim,” dememe kalmadan Uygar ceketini ellerime bıraktı “Tut şunu,” diyerek, sert kumaşı parmaklarımla iyice kavrayıp üşütme kapattığım an Uygar kollarını bacaklarımın altından geçirmiş ve beni kucağına almıştı.

“Ne yapıyorsun? Uygar, indir beni lütfen!” Yanımızdan geçen birkaç genç kız gülerek bize baktı, kendi aralarında bir şey konuşuyorlardı ama anlamak mümkün değildi. Sinirle önüme dönüp üstüme kapattığım ceketi artık birbirimize yakın olduğumuz için ikimizin üstüne kapattım. “Uygar, indirsene!”

“Çok hızlı yağıyor, az sonra her yer birikinti olacak öyle basamazsın yere.”

“Olsun…” dedim mırın kırın ama o ihtimali düşünmek bile rahatsız hissettirmişti.

Uygar başını çevirip yine gözünü kırptı ve sonra beni rahatlatırcasına gülümsedi. “Islanıp hasta olmanı istemiyorum, sana çok ihtiyacım var benim.”

Gözlerindeki şefkatle içimdeki huzursuzluk yavaş yavaş geri çekişmişti, hafifçe gülümseyip ceketi iyice üstümüze kapatırken kendimi insanlardan nispeten sakladım, gerçi Uygar’ın önünü görememesi tehlikeliydi ama yapacak bir şey yoktu. Dün sabah benden beklediği o arzuyu gerçekleştirip “Teşekkür ederim kocacığım,” diye fısıldayarak cevapladım onu. Hemen sonra da dudağının kenarından usulca öptüm, uzaklaşmama zaman kalmadan Uygar da dudaklarımı kavradı ve hızlı bir öpücük çaldı benden, geri çekildiğinde istediği şeyi yerine getirmiş olmama karşın epey keyiflenmişti. “Rica ederim güzel karım,” dedikten sonra kaşlarıyla başımıza tuttuğum ceketi işaret etti. “Ama sen şimdi şu ceketi biraz gözümün önünden çek, kocacığım falan deyip aklımı alırsan düşebilirim, o zaman ikimiz de suya batarız.”

“Ay tamam tamam.”

Ekim ayının en beklenmedik yağmuruydu; beni delicesine ıslatan, huzursuz eden, güvenli bir kucağa düşüren Ekim yağmuruydu, yağmurlardan nefret ediyordum ama bir yandan da düşünüyorum kendi kendime…

Sanırım bir şansım daha olsaydı, o yağmurdan kaçmayı değil altında senelerce beklemeyi tercih ederdim.

Binadan ayrıldım, az sonra Uygar beni almaya geleceği için beklediğim yerde sığınabileceğim herhangi bir yer olmadığı için başımdan aşağı birkaç yağmur damlası düştüğünde gözlerim kısıldı ve gökyüzüne bakmaya çalıştım, elimi de alnıma siper etmiştim. Ekim’in son günleriydi, bembeyaz bulutların kapladığı gökyüzü öğlen güneşini saklasa da hava aydınlıktı fakat yeryüzüne düşen birkaç damla karartacak gibi duruyordu her yeri. “Off,” diye mırıldanarak hafiften nemlenen kabanımın kollarına baktım, yer yer tülermiş ve hatta siyah rengi solmuştu bu yüzden yağmur damlalarının ıslattığı yerler daha belirgindi. “Biraz daha bekleyemez miydin yağmak için?” derken iki yanımdan aşağı dalgalanan saçlarımdan parmaklarımı geçirip yağmur damlalarından arındırdım ama nafile, az sonra yerini yenileri almıştı.

Kollarımı yapacak başka hiçbir şey olmadığı için önümde bağlayıp boş yolu seyrederek Uygar’ın gelmesini beklemeye başladım, aslında içeride de bekleyebilirdim en azından araba geldiği zaman sesini duymak gibi bir seçeneğim vardı ama o an kendimi korumak pek cazip gelmediğinden ötürü, ıssız bakışlarımı gitgide ıslanan kaldırımda gezdirip Uygar’ı burada beklemeye devam ettim; gözlerimin önüne, renk renk dizdiğimiz şemsiyelerim geldi birden.

Hiçbir zaman yağmuru sevemediğim ve kıyafetlerim üstümdeyken ıslanmaktan biraz rahatsız olduğum için Uygar hiçbir zaman beni yağmuru sevmeye ve onun tadını çıkarmaya zorlamamıştı, aksine hep farklı renklerde değişik şemsiyeler almıştı bana. Görünce almadan duramadım, bunun boyutu standartlardan biraz daha büyükmüş, belki lazım olur.

O şemsiyeler Uygar’ın en şapşal hediyelerindendi. Dudağım hatırladıklarımla hafifçe kıvrıldığında kendimi durdurmak biraz zor oldu, ayakkabımı hafifçe yere sürterek gülerken bir süre sonra elimi yüzüme kapatmak zorunda kaldım bir de başım öne eğik halde gülmeye devam ettim. Bastıran yağmur ve bir daha geri gelmeyecek anılar derken boğazım hafifçe düğümlendi. “Biraz az ağla Yakut,” dedim kendime kızgınlıkla, gözlerimi ağlamamak için sertçe ovalayıp derin derin nefesler aldım. “Ağlayınca hiçbir şey düzelmiyor, sadece şımarık bir çocuğa dönüşüyorsun.”

Saniyeler sonra beklediğim yolun ucundan siyah bir araba göründü, kollarımı açıp gözlerimi tamamen ovaladım ve yanaklarımdaki ıslaklığı da aceleyle sildim; çok geçmeden araba tam önümde yavaşlayıp durdu. Ağladığım daha az belli olsun diye aheste adımlarla zaman geçirip biraz geç bindim arabaya, koltuğa oturduğumda ise “Merhaba,” diye mırıldanırken direkt emniyet kemerimi takmak için diğer tarafıma dönmüştüm.

Oyalanarak geçirdiğim vakitlerden sonra bacağımı diğerinin üstüne atıp düzgünce oturduğum koltukta el mecbur Uygar’a doğru döndüm usul usul, yüzüne bile bakmadan ona sırtımı dönmemi biraz garipsemiş olacak ki kaşları hafiften şüpheyle çatılmış gözleri ise arayışla kısılmıştı; yanlış anlamayacağı ya da beni yüzsüz bulmayacağı kadar ufak bir tebessümle dudaklarımı kıvırdım, surat asmadığımı bilirse zaman onun için benim yanımda daha katlanılır geçerdi. Ancak kuşku dolu ifadesini bozmadan “Merhaba,” dedi, bu mesafeli selamlaşmanın sonunda bir soru işareti bulunduğuna emindim.

Zaten yalnızca düşüncelerimde kalmadı hiçbir şey. “Gidelim mi?” deyip önüme döndüğüm esnada parmaklarını nazikçe çeneme sardı ve beni yavaşça kendisine çevirdi, normal tutmaya çalıştığım ifadem şaşkın bir tepkiye dönüştüğü an Uygar’da daha fazlası olduğunu görmüştüm, epey soru dolu ve biraz da kızgın gibiydi. “Ağladın mı sen?”

“Yok, ağlamadım,” dedim yalan olduğunu belli etmemeye çalışarak, acelesiz bir cevapla. “Yağmur yağıyor dışarıda, galiba ondan öyle sandın.”

“Yağmurla ne alakası var?” Elimle suratımı gösterdim ama sorusundan sonra tutulup kaldığım için hiçbir cevap veremedim, benim yerime Uygar konuşmaya devam etti. “Sadece bir tane yalan ezberledin herhalde, yok mu başka bahanen?” Bileğini tutup onu kendimden uzaklaştırdım, bu esnada “Yanakların ıslak değil Yakut, gözlerin kızarmış oradan anlaşılıyor,” diyerek bende gördüklerini dile getirdi o da.

“Sadece gözlerimi ovaladım.”

“Ağladıktan sonra belli olmasın diye mi ovaladın?”

Çantamı kenara bırakıp mecbur kaldığım için bakışlarımı kaçırdım, telefonumu içine koysam mı yoksa kucağımda mı tutsam diye düşünerek vakit geçirirken Uygar telefonu elimden aldı ve kendisininkinin yanına koydu. “Ağladıysan açık açık ağladım de, şöyle kaçıp durduğunda kafam daha çok bozuluyor.”

“Desem ne fark edecek?” diye sonradan alçalttığım bir sesle sordum, gitgide kendimi geri çekmemin sebebi yanlış bir şey söylemekten fazlasıyla korkmamdı. “Ağladım ama önemli bir şey değildi, insanın dolduğu zamanlar olabilir… Bu o kadar da büyütülecek bir durum olmadığı için ben de söylemek istemedim ama çok az ağladım evet, sadece birkaç saniye sürdü geçti, bu kadar.”

Arabayı hareket ettirirken gözleri birkaç saniyeliğine yola çevrilmiş olsa da bana tekrar geri dönmüştü. “En başında kaçmayıp söylesen belki dediğin gibi büyütmezdim.” Parmaklarını direksiyona ritimli bir şekilde vurup başını öne eğdi ve kaldırdı bir kez. “Aferin sana, şimdi yeteri kadar önemli olduğuna ikna ettin beni.”

“Ne yapacaksın yani buna ikna olduğunda?”

“Sen ağladığın zaman ben bir şey yapamaz mıyım?” diye ucu açık bir soru attı ortaya. Verebileceğim cevaplar kısıtlıydı, ne onu bunu yapması konusunda zorlayabilirdim ne de gücendirecek bir cevap söyleyebilirdim… Zaten sabah vakitlerinde kedi dolayısıyla aramızda olabileceğinden çok daha fazla yakın anlar geçmişti ve onun sınırlarını bir daha ihlal ederek canını sıkmaya hiç niyetim yoktu. “Yapamazsın değil, yapmak zorunda değilsin,” diye gitgide fısıltıya dönüşe bir mırıltıyla yanıtladım Uygar’ı, parmaklarım kucağımdayken utanç içinde birbirine geçmişti. “Hiç kimse biraz gözyaşı diye fazladan merhamet hak etmez.”

Gözleri artık tamamen yolu seyreden Uygar kendi tarafındaki camdan bakarken ağzının içinden bir şeyler mırıldandı. “Tabi,” deyişini yarım yamalak olsa da işittim. “Bir bakış…” Sözlerinin arasını anlamak o an arabanın hızlanışındaki gürültüden dolayı mümkün olmadı pek ama sonunu seçebilmiştim. “…şükrediyoruz, hanımefendi kalkmış gözyaşından bahsediyor.”

“Anlamadım?”

Vitesi değiştirdi ve bana yandan, ters bir bakış attı. “Yok bir şey.”

Biraz sinirlendiğini anladığım için el mecbur gözlerimi başka yere çevirdim. “Gerçekten büyütülecek bir şey değildi, eğer çok önemli olsaydı anlardın merak etme.”

Parmaklarını direksiyona biraz daha sıkı sardı Uygar, arada bir gerginlik olmasın diye elimden geldiğince anlayışlı bir sesle konuşurken en azından o da bana uyum sağlar sandım ama aksine, huysuzca mırıldandı. “Ben anlayacağımı zaten anlıyorum.”

“O zaman bana niye soruyorsun?”

Cevabı ise benimle oyun oynar gibiydi sanki. “Eğer direkt yalan söylersen durumu daha çok büyüteceğim çünkü.”

“Herkes ilk başta saklar ki ağladığını.”

“Herkes beni ilgilendirmiyor.”

“Yok yani bu çok normal bir şey, onu demek istedim.”

“Bizim normalimiz mi kaldı Yakut?”

Ona doğru dönük olan bacaklarımı yavaşça düz çevirdim, ellerimi de elbisemin üzerine koydum. “Haklısın, kusura bakma,” derken ne yapacağımı şaşırarak hafifçe saçımı kaşıdım ama sonra tekrar birleştirdim parmaklarımı. Ya şimdi ona darıldığımı düşünürse, başına gerçekten iş açtığıma inanırsa, canı sıkılırsa benim yüzümden… diye bin bir türlü kuruntu içimi sardığında ise bakışlarımı öne eğmekten vazgeçmem gerekti, gözlerimi üstünde gezdirip arkadaşça bir şeyler mırıldandım. “Kravatını bağlayabilmişsin.”

Ama sanırım Uygar’ın ters bir vakti olmalıydı ki elini düğüme atıp olan şeyi de huysuzca bozdu. “Yok, bağlayamadım.”

Dudaklarımı birbirine bastırıp istemeden irileşen gözlerimle az önce düzgün olan ama saniyeler içinde Uygar tarafından bozulmuş kravatı seyrettim. “Olmuş gibiydi sanki…”

“Olmadı dediysem olmamıştır Yakut.”

“Tabi, haklısın.” Daha fazla üstüne gitmemek için sustum, niye inatla yapamadığını iddia ettiğini pek anlamasam da dert edinecek zaman değildi belki de canı başka bir şeye sıkılmış olabilirdi, her zaman ona kötü gelen şey ben değildim belki de… İç çekerek önüme döneceğim esnada Uygar’ın direksiyonu sıkıca kavrayan elinin üst kısımlarındaki yara izlerini fark ettim, bir önceki gün onların olmadığına emindim üstelik yeni oldukları Uygar’ın direksiyonu sertçe sıktığı an tekrar açılıp kanamalarından belliydi. “Şey… elin kanıyor,” dedim çekingen bir sesle.

“Kanıyordur,” diye mırıldandı yine, bu pek de umurunda olmamıştı; ama sonra elini yavaşça bacağıma koyduğunda onun gibi bir rahatlığa erişmenin çok zor olacağını anladım… “Torpidoda peçete olması lazım, siler misin?”

“Elbette.” Bacağımda bekleyen sıcak avucuna hızlıca uyum sağlayan kalbim, bir süre sonra hızını beni zorlamayacak bir hale getirdiğinde torpidodan bahsettiği peçeteyi alıp açtım hemen; elinin üstünü usul usul silerken elimden geldiğince ricasını güzelce yerine getirmeye çalıştım hatta bir süre sonra o kadar korkarak dokundurdum ki peçeteyi, bu Uygar’ın şaşkın bir şekilde beni uyarmasına sebep olmuştu. “Kırılacak dökülecek değilim Yakut, biraz daha bastırsana şu peçeteyi.”

“Bastırıyorum ama bu kadar oluyor.” Yıllar önceki ilk görevimizde bir yanık izini hatıra edinen eliydi bu, aynısından bende de vardı ve geçen yıllar izlerimizi biraz daha görünmez hale getirmeye başlamıştı; sanki o anı tekrar yaşatıyor ve geçmişimizi incitmemeye çalışıyormuş gibi davranırken, şefkatimin sınırlarını istemsizce zorlamış olabilirdim.

“Ne demek bu kadar oluyor?” Hayret dolu ifadesi arada bir bana dönse de yola bakmayı sürdürdü, yine de şaşkın sözlerini sonlandırmamıştı. “Senin elinde ya güzelim benim, bastır işte düzgünce.”

İşimin başında fazlasıyla odak halindeyken, öne eğilen başımı yavaşça ona çevirip sessiz bir bakış attım; Uygar ise gözlerini tek bir saniye bana çevirmedi, hiçbir şey söylememiş gibi masum masum yola bakarken çenesiyle hala avuçlarım arasında yaralı elini işaret etti bana. “Akıyor kan akıyor, oraya bak.”

Peçeteyi yine de canını acıtmadan kanayan kısımlara bastırmaya ve temizlemeye devam ettim, kalbim boğazıma kadar yükselme niyetiyle tüm göğsümü sancılı bir hisle boyadığında nefes almak yaşanabilir bir eziyete dönüşmüştü o an. Güzelim benim… eskiden o gerçekten de bendim. “Nasıl oldu bunlar?”

“İş güç.”

Geçiştirir gibi cevaplamasıyla tekrar gözlerimi onun pervasız halinde gezdirdim, az çok belli oluyordu birisine dayak attığı. “Adam dövdün yani?”

“Adam değildi.”

Saçlarım omzundan düşüp aramıza bir perde gibi yayılırken, canını yaktığı için kendi kendime kızgınlıkla fısıldadım. “Adam değilmiş… Burada canı yandı diye benim yüreğim hopluyor, ama beyefendinin derdi laf ebeliği yapmak…”

Alçak bir sesle söylendiğim sırada peçeteyle son kez temizlediğim elini yavaşça benden ayıran Uygar, aramıza düşen saçlarımı dikkatli bir şekilde omzumdan geriye sıyırdı ve bakışlarımızı birleştirdi, meraklı bakışlarımı üstüne çevirdiğimde onda da kaşları çatık bir ifade buldum ama kızgın görünmüyordu. “Saçlarının arkasına saklanıp bıdı bıdı ne konuşuyorsun sen benim hakkımda?” derken, itiraf etmek gerekirse, çok tatlı bir sorgu vardı sözlerinde.

Çantamı önüme çekip fermuarını açarken Uygar’ın omzundan geriye çektiği saçlarımı daha sağlam bir şekilde kulağımın arkasına sıkıştırdım ondan bir şey gizlememek maksadıyla, hem sonra bunu o yapınca daha güzel oluyordu her şey olmaması gerektiği şekilde. “Hiçbir şey,” dedim. “Bir şey konuşmadım…” Sadece iki tane kalmış yara bantlarını kutusundan çıkarıp bir tanesini açarken Uygar’ın vitesteki elini de tekrar kendime çektim. “Şuraya bir bant yapıştırayım en iyisi.”

Açtığım yara bandını dikkatli bir biçimde yarasının üstüne yapıştırdım, geçmişten kalma yanık az biraz örtündüğünde kalan kısma baş parmağımı değdirip Uygar’dan gizlice okşadım o kısmı; ve hatta içimden bunu yara bandını düzeltmek için yaptığıma inanmasını da geçirdim… Yetmedi, diğer yara bandını açıp onu da özenle üstüne yapıştırdım, gözümden kaçan bir şey var mı diye elini kaldırıp her bir tarafını kontrol ettiğim sırada ise “Oldu mu?” diye sordu Uygar, elini hafifçe yumruk yapıp iyice bana göstermeye çalışmıştı bir de.

Parmaklarını tutup açtım hızla. “Yapmasana öyle, zaten az önce direksiyonu sıktığın için kanadı bir de üstüne yumruk yapıyorsun, bir daha mı kanasın?”

“Kanasın bir şey olmaz,” dedi yine ona hayretle bakmama sebep olacak şekilde. “Nasıl olsa kapatan var.”

“Olmaz,” dedim elimde kalan boş yara bandı kutusunu ona gösterirken. “Hepsi bitti, daha fazla kapatamam.”

“Alırız yenisini.”

“Yok istemem,” deyip hala avuçlarım arasında elini nazikçe vitesin üstüne bıraktım ve yara bantlarını düzeltme bahanesiyle baş parmağıyla teninin üstünü okşayıp geçtim. “Düzgün kullan, yeter.”

-

Cezaevine geldiğimizde yağmur neyse ki çoktan durmuştu, fazla yağmadığı için toprak yollar da topuklu ayakkabılarımla rahatça basabileceğim kadar kuruydu. Araba tamamen yavaşladığında hayatımın bilmem kaçıncı kez başa sarmasına sebep olan binaya baktım, az sonra görüşeceğimiz adam kendi adaletini sağlamak istemesiyle başımı bir belaya düşürmüş, aslında hiçbir haberimin olmadığı bir intikam çemberime dahil etmişti beni. Peşimdeki katil Mürsel diye bilinirken aslında onun beni öldürmek istememesi, adıma düzenlenmiş sahte belgeler, yıllar önce Uygar’ın vurduğu adamın şimdi aslında bir ölü olması gibi Nevzat Tutak’ın da Şehlevent’i öldürmesi kafamızda bir soru işareti bıraktı.

Uygar inmeden önce, kendi elleriyle bozduğu kravatını yine bana bağlattığı için kısa bir zaman kaybıyla dışarı çıktık; esen rüzgârdan dolayı kabanımın önünü kapatıp saçlarımı düzene soktum, Uygar da arabada çekiştire çekiştire bozduğu kravatının uçmasını umursamadan yanıma doğru yürüdü. “Görüşme nasıl olacak?” diye merakla sordum.

“Müdürün odasında bizzat görüşeceğiz Nevzat’la.”

“Ciddi misin?” Şaşkınlıktan dolayı kaşlarım hafifçe yukarı kalkmıştı. “İzin verdiler mi o kadarına?”

“Biraz üstelemek gerekti ama halloldu neyse ki, yoksa kapalı görüş bizi zorlardı.”

“Haklısın.”

Güvenlikten geçtikten sonra cezaevi müdürünün bizi karşılamasıyla ufak bir sohbet başladı aramızda. “Hoş geldiniz, buyurun odama geçelim,” derken konuşmayı fazla uzatmadan direkt müdürün odasına geçtik.

Odaya girdikten sonra masanın önündeki koltuklardan, kapı tarafına bakan koltuğa oturdum; Uygar ise ellerini ceplerine sokup yanımda dikilmeyi seçti sadece. Az sonra gardiyanlar tarafından kelepçeli halde Nevzat Tutak da getirilip hemen karşımızdaki koltuklara değil de bir sıra ileride kalan ağır dolabın yanında sandalyeye oturtmuştu. Hemen ardından onu kaçamayacağı şekilde dolap kulpuna kelepçelediler, bu yüzden eli havada kaldı adamın.

Yüzü gözü öyle dağınıktı ki yorgunluğu ve mutsuzluğu her halinden belliydi, boş boş etrafa bakınırken bize sıkılgan bir bakış attı ama sonra geri döndü. Uygar artık çıkması için müdüre uyarıcı bir ifade yolladığında, adam gitgide grileşen saçlarına dokunup metanetle tebessüm etti. “Benim saçlar da uzamış, bir berbere uğrasam iyi olacak,” derken mahsustan bahanesiyle bizi yalnız bıraktı ve odadan ayrıldı.

Nevzat, Uygar ve ben tamamen bir başımıza kaldığımızda, Nevzat’ın karşısında kalan masaya yaslanıp ellerini de iki yanına koydu Uygar; rahat duruşuyla beraber inceleyici bakışları benim için değil ama başkaları için büyük ihtimalle gerginlik vericiydi. “Merhaba Nevzat.”

Nevzat dalgın dalgın başını salladı. “Merhaba.”

“Nasılsın?”

“Aynı,” diye cevaplamıştı bu soruyu, saldırgan bir tavrı yoktu sadece fazlasıyla sakin ve biraz da umursamazdı.

Geriye dönüp bana baktı Uygar, çok kısa bir saniye bakışlarımızla anlaştıktan sonraysa geri dönmüştü. “Seninle neden görüşmek istediğimize dair bir fikrin var mı?”

“Şehlevent’i öldürdüğüm için.”

Düz bir cevaptı, uğraştırıcı hiçbir şey yoktu, hemen sonra Uygar onu destekleyerek konuşmaya devam etti. “Aynen öyle, canını almışsın Şehlevent İzgi’nin.”

“Aldım.”

“Ne yaptı da sana, ona karşı bilendin?”

Nevzat’ın ilk başta ademelmasında derin bir hareketlenme oldu, sonra sıkıntılı bir nefes bırakıp bu sefer fazla gizil bir şekilde titreyen sesiyle konuştu ama bunu fark etmek bizim için zor olmamıştı. “Namussuzluk.”

“Haklısın, namus meselesi ağırdır.”

“Öyle.”

“Ama asmak nereden geldi aklına?”

“Cezasını çeksin istedim.”

Elimdeki dosyayı açtım, içinden birkaç yıllık raporu çıkardığımda Uygar da sessizliği takınıp konuşmamı bekledi. “Nevzat, durumlar şöyle,” diye mırıldandıktan sonra raporda yazanlara parmağımı dokundurup bir süre kontrol ettim sonra da bakışlarımı yukarı kaldırdım. “Sen içeri gireli sekiz yıl mı oldu?”

“Evet,” dedi mırın kırın.

“Sekiz yıl içinde yaşananlara şöyle bir bakıyorum da, onca otorite boşluğu olmuş ama hiçbirinde bir vukuatın yok senin, şansın varken yok demek istiyorum.”

Boş suratına rağmen omuzlarını silkerek normal bir tepki verdi. “Denk gelmemiştir,” deyişi ise biraz sinir bozucuydu. Kendimi sakin tutup yavaşça alt dudağımı dişledim ve konuşmak için biraz bekledim, hemen sonra sözlerime devam etmeden kısa bir nefes almam gerekmişti. “Olağanüstü hal ilan edildiği süreçlerde aynı koğuşta husumetli olduğun insanlar olduğu halde tek bir arıza çıkarmamışsın mesela.”

“Onları naklettiler zaten,” diyerek geçiştirdi yine.

“Sen mi zorladın gitmeye?”

“Ben niye zorlayayım?”

“Bilmem, baskı yaptıysan gitmek istemiş olabilirler.”

“O kadarını bilemem.”

“Şehlevent İzgi ne yaptı sana?”

En sonunda gözlerini kapatıp sinirle yutkundu ve bana geri döndü, kısa saçları bembeyazdı ama bıyıkları halen beyazlamamıştı, kapkara halde duruyordu. “Ailemle ilgili ileri konuştu,” dedikten sonra ilk kez bir sinir belirtisi göstererek kendince küfretti. “…orospu çocuğu.”

“Ah, öyle mi?” Dosyanın içinden birkaç fotoğraf çıkarıp Uygar’a uzattım, aldığı fotoğrafları inceledikten sonra çevirip Nevzat’a gösterdi biraz uzak tutarak. “Bak bu senin ailen,” deyişi ise Nevzat’ın yüzünün değişmesine sebep olmuştu. “Hakkında ileri geri konuşulmasına dayanamadığın ailen.”

“Çek şunları gözümün önünden.”

“Görmeye bile dayanamıyorsun,” diye mırıldandım garipser bir tavırla. “Kim sana içerideyken onların sağ kalacağı teminatını verdi de sen Mürsel İzgi’nin oğlunu öldürecek kadar gözünü kararttın?”

Oturduğu sandalyede hırsla kıpırdandı Nevzat, elini çekiştirince kelepçe tenine gömülmüştü sanki. “Ailemle ilgili namussuzluk etti diyorum ya!”

Bu sefer konuşmayı Uygar devraldı. “Aileni gösteriyoruz bir de, bak bunlar senin kızların ve eşin.”

“Çek şunları gözümün önünden!”

Elimdeki sekiz yıllık raporu sallayıp Nevzat’ın dikkatini kendime çektim. “Onca zaman ve insan gelmiş geçmiş, Şehlevent’in budalanın teki olduğu dillere destan diye yayılmış, sen gidip onun cezasını üstelik de mahkûm haldeyken böyle mi veriyorsun Nevzat?”

“Tahammülüm yok benim budala insana!”

“Ama tahammül etmek zorunda kalacağın sebepler var, ailen gibi.”

“Ne bileyim Mürsel’in yurt dışından döneceğini?”

Tek omzumu rahatça kaldırıp indirdim. “Ahmet Akdeniz’in, onun dostu olduğunu bilmeme gibi bir durumun yok, sence istese yurt dışından biricik dostuna emir veremez miydi intikamını alması için?”

Yüzü sıkıntıyla buruştu, verecek bir cevabı olmadığı için en son aynı şeyi dile getirmişti. “Bilemedim…”

“Teminat mı aldın birisinden? Aileni koruması için?”

Sorduğum soru sırasında Uygar masaya yaslanmaktan vazgeçip müdürün bilgisayarının karşısına geçti ve öne eğildi, bir şeyler yaptığı için dikkatim oraya kaydığından dolayı uyarırcasına mırıldandım. “Uygar…”

Bakışlarını eğildiği yerden yukarı kaldırıp ciddiyetle bana baktı. “Efendim?”

“Ne yapıyorsun sen?”

“Bir şey yapmıyorum.”

Kaşlarımla bilgisayarı işaret edip yarım yamalak, sadece onun duyabileceği şekilde mırıldandım. “Yapma onu, izliyor olabilirler.”

“Bir şey olmaz,” deyip önüne dönecek oldu ama ben alçak bir tonda, hayretle çıkıştım. “Ne demek bir şey olmaz?” Onun gibi rahat değildim hiçbir zaman, olamadım… Belki bu halim aynı ekipte çalışmaya devam ettiğimize onu pişman edecekti ama elimde olan bir şey değildi bu durum.

Uygar başını yana doğru yatırıp sabırsız bir bakış attı bana, karanlıkta kalan odada yansıyan bilgisayarın ışığı gözlerini biraz karanlıkta bırakmıştı. “Müdürün odasında bir tutukluyla görüş yapıyorsun, sence sorun benim bilgisayarı kontrol etmem mi?”

“Ama bu izin dahilinde yapılan bir şey,” derken Nevzat’la olan görüşmemizi kastettim.

O da eliyle bilgisayarı işaret etti ve net bir şekilde konuştu. “Bu da benim iznim dahilinde.” Sonra başını bir kez öne eğip kaldırarak konuşmanın onu uyardığım kısmını sonlandırdı. “Şimdi, devam et lütfen.”

Yapacak bir şey olmadığınca anlayınca daha fazla ses etmeyerek önüme döndüm, ben nasıl hala eski huylarımı muhafaza ediyorsam onun da kendinde koruduğu şeyler vardı. “Bir cevap bekliyorum Nevzat,” deyip bacağımı diğerinin üstüne attım yavaşça, artık sırtımı bir yere yasladıkça eskisi kadar acımadığını fark etmiştim o an. “Birisinden teminat mı aldın aileni koruması için?”

“Aldım, benim de dostlarım var.”

“Ama az önce Mürsel’in döneceğini düşünemedim, Ahmet’in aileme zarar vereceğini de bilemedim dedin yaşadığın kayıp için…” Başım meraktan dolayı usulca yana doğru yattı. “Sen kim için, kimden teminat aldın ki?”

Sabırsızca nefeslendiği esnada gözlerini kapatmıştı, alt dudağını ısırıp bir süre hafif aralık tuttuğu dudaklarından hızlı soluklar aldı bu ufak ıslık seslerinin duyulmasına sebep olmuştu. Nevzat yerine konuşmaya ve onu sıkıştırmaya devam ettim. “İlk önce Şehlevent’i öldürürken aileme zarar vereceklerini düşünemedim diyorsun, ama sonra ailemi korusunlar diye güvence aldım diyorsun. Kimden aldın o güvenceyi, kim için aldın?”

“Mürsel için.”

“Biz sana az önce sorduk, ailen dışarıdayken sen de burada bir başına mahkumken neden böyle gürültülü bir infazı göze aldığını merak ettik sorduk Nevzat.” Bacağımı indirip koltukta biraz öne kaydım gözlerimizi birbirine sabitlemek için. “Çünkü sen de farkındasın, yaptığın şey basit bir ölüm değil… Sen apaçık koğuştaki tutukluları galeyana getirip ortalığı ayağa kaldırmışsın, bu yaptığın duyulmaz mı sandın?”

Boynu büküldüğünde, onun için çok az kaldığını anlamıştım. “Daha azına tamah etmem ben…” diye fısıldarken hala gururunu dik tutma peşindeydi sanki. “Namussuzluğun affı yoktur burada, bunu herkes bilir.”

“Beraber koğuş arkadaşlığı yaptığın onca kişinin istismardan vukuatı var şimdi konuşturma beni, namus bekçiliğini bir tek kendi ailene gelince mi yapasın tutuyor Nevzat?”

Dudaklarını sıkıca örtüp hiçbir şey söylemeyince, bakışlarımı yavaşça Uygar’a çevirdim; o da elini geriye doğru sallayıp çekilmemi işaret etti ve bilgisayardan ayrılıp ellerini ceplerine sokarak yavaşça benden tarafa gelmeye başladı. “Sen koğuş ağası mıydın gerçekten?” diye sorarken sesinde mahsus bir merak vardı.

“Bilmiyorum,” dedi Nevzat dişlerinin arasından, gözlerini öfkeyle bir bende bir de Uygar’da gezdiriyordu. “Hürmet ederler bana.”

Uygar tekrar oturduğum yerin yanına geldi ve o halde yanımda dikilmeye başladı. “Vay be,” derken sesinde oyuncu bir ton vardı. “Ben de hep bu koğuş ağaları falan filmlerde var sanırdım.” Halbuki hiç de öyle değildi, Uygar beş senelik meslek hayatında filmlerden daha acı ve korkunç şeylere şahitlik etmişti zaten. “O zaman seni gerçekten seviyor olmalılar?”

Nevzat yine aynı cevabı tekrarladı. “Hürmet ederlerdi.”

“Değil mi, yoksa onca insan sırf senin namusun için ortalığı ayağa kaldırmazdı.”

“Şehlevent pezevengini kimse sevmezdi zaten.”

“Gardiyanlar da mı?”

“Onlar herkese aynı.”

“Ama sanırım,” derken Uygar elini oturduğum koltuğun arkasına yaslayıp biraz ağırlığını vermişti. “Mahmut isimli gardiyan o gün sizin yapmaya karar verdiğiniz idamı durdurmamış.”

Yine tekrarlanan bir cevap. “Bilmiyorum ben.”

Uygar’ın bahsettiği gardiyan, Mürsel’in intikam almak için kaçırdığı sırada yakalanmıştı. “Soruşturması başladı onun,” diye Uygar kısa bir bilgi geçse de Nevzat’ta pek bir hareketlenme olmadı, sanki bu onun derdi değilmiş ya da gerçekler er geç ortaya çıkmayacakmış gibiydi; ailesini kaybetmesine rağmen hala böyle vakur duruşu ve tek bir sır vermeyişi Mürsel’e benzemiyordu pek, onu Şehlevent’in ölümü kolaylıkla konuşturabilirken Nevzat burnu yere düşse almayacak gibi davranıyordu hala. “Başlasın,” dedi hatta tekdüze sesiyle.

“Hiç seninle ilgili bir şeyler söyler diye korkmuyor musun?”

“Allah’tan korkarım ben bir tek, başkasının cezasıyla ıslah olmam.”

Umursamazlığı içimde endişeye sebep olmaya başlamıştı artık, oysaki kendimi bu adamın gerçekleri itiraf edeceğine fazlasıyla inandırmıştım; onun söylediklerinden sonra Şehlevent’i öldürmesinin altından bambaşka bir sebep çıkacak, en azından ben de Mürsel’e ‘bak senin oğlun bir oyuna kurban gitti suçlusunu buldum’ diyebilecektim, o zaman bana doğrultulan şantaj silahı da geri çekilecekti.

Başım umutsuz halde Uygar’a doğru kalktı, yavaşça koltuğumun kenarına oturup gözlerini hala Nevzat’ta gezdirirken onun benim yaşadığım hüsranı yaşamayacağını biliyordum; o üstümdeki tehditten habersizken elbette kendisini sadece ufak bir başarısızlıkla suçlayacak ama sonra unutacaktı… Ya ben? Dosdoğru olmak için çıktığım bu yolda, kapkara bir ruhla tamamlayacaktım yolculuğumu.

“Oğuzhan gardiyan belki şahitlik eder Mahmut’a,” diye bir şey söyledi Uygar, aklımdaki felaket senaryolarını bir kenara bırakıp yalnızca onları dinlemeye devam ettim. “O gün görevlerinde bir başkasıyla değişim olmuş ve Mahmut gardiyanın hiçbir şeyden haberi yokmuş belki kurtarır meslektaşını, ne dersin?”

Bahsettiği ismi ilk kez duymuştum sanırım, bu sözler Nevzat’ta kısa bir duraksamaya sebep olsa da hiçbir şekilde bozuntuya vermeyip “Ben bilmem,” dedi, zaten söyleyebildiği tek şey de buydu. Uygar yapacak bir şey kalmadığı için koluma dokundu, dikkatim direkt ona kaymıştı. “Yardımların için teşekkürler Nevzat, biz artık gidelim… Hadi Yakut.”

Eşyalarımı toparlayıp kalktım, odadan ayrılmadan önce Uygar kapıyı açıp nöbetçi gardiyanlara haber verdi ve böylelikle terk ettik odayı; dışarı çıktığımızda ise benim için her şey daha berbat haldeydi. “En azından ailesini öyle görmeye dayanamaz bir şeyler söyler sanmıştım,” dedim hayal kırıklığı içinde, bu yöntem Mürsel’i yönlendirmek konusunda fazlasıyla işe yararken Nevzat tık dememişti resmen. Gerçi içinde bulunduğumuz koşullar da sorgunun şartlarını değiştirdiği için elimizden bu kadarı gelmişti.

Güneşten dolayı gözleri kısılan Uygar rahat bakışlarını yavaşça üstüme çevirdi; savrulan kravatını tutmayışı ve benden sonra yine inceleyişi halde etrafta gezinen gözleri kendisini onca zaman maskeyle tanıttığı avare haline kıyasla o kadar güven vericiydi ki kendimi ona bakmaktan alıkoyamıyordum bir türlü. “Onu sürüklediğin çelişki yeterli değil mi?” diye sordu rahatlatıcı tınısıyla.

“Evet ama net beyanda bulunması daha verimli olurdu bizim için.”

“İnsan dilini tutsa da gözlerini tutamaz Yakut,” derken anahtara basıp arabanın kilidini açmış ve ilk önce benim kapıma yönelmişti. “Nevzat bizden sakladığını sansın, onun gözlerine baktığımda göreceğimi yeteri kadar gördüm zaten.”

“Evet ama açıkça itiraf etmedi ya, onu diyorum.”

“Bitti mi sandın yoksa?”

Elimi alnıma siper edip hüzünle sordum. “Bitmedi mi?”

Güneşten dolayı kısılan gözlerinin arasındaki yeşil hareler suratımı dolaştı bir süre, gülecek gibi ama aynı zamanda ciddi bir hal vardı üstünde. “Mahmut’tan bahsettiğim zaman tek bir tepki vermedi.”

“Ona üzüldüm işte, belli ki Mahmut gardiyandan da iş çıkmayacak yoksa Nevzat biraz belli ederdi korktuğunu.”

“Ben de müdürün bilgisayardaki dosyalarını karıştırdım biraz.”

Dudağımın tek tarafı, beklenmedik bir haber gelecekmiş gibi sevinçle kıvrılacak oldu ama kendimi tuttum, ikimiz de arabanın açık kapısına yaslanarak sürdürüyorduk konuşmamızı. “Ne gördün, bir şey mi gördün?”

“Şehlevent’in ölümünden sonra Mürsel, Mahmut gardiyandan intikam almak istemiş olabilir ama o tarihlerde Mahmut değil, bir başka gardiyan ayrılmış işinden.”

“Oğuzhan dediğin adam mı yoksa? Nevzat onu duyunca bir duraksamıştı sanki.”

“Sadece bir ihtimaldi, yoklamak istedim.”

Ellerimi heyecanla dudaklarıma örtüp hemen geri çektim. “Gidip bakacak mıyız şimdi?”

Kapıyı binmem için biraz daha açıp başıyla içeri işaret etti. “Onların verecekleri bir şey yoksa da bizim alacağımız çok şey var Yakut Hanım, sizin güvenmeniz yeterli.”

Buruk bir hisle gözlerimi kapatıp açtım, bu onu kabul ettiğime dair ufak bir işaretti sadece; aslında boğazım yerli yersiz düğümlenmese konuşup ona kesin bir cevap da verebilirdim fakat son zamanlarda aklım biraz darmadağınık, güzel şeyler benden daha uzak ve direkt bana söylense de iyi şeyleri kendime yakıştıramadığım için bazı sözler benim için biraz daha bulanık…

-

Yola düştüğümüz an Uygar, Reha’yı arayıp Oğuzhan denen gardiyanı bulabilmek için konum istedi; çok geçmeden bize ulaşan adrese geldiğimizde ise normal bir semtteydik, etraf iş ve okul saatleri olduğundan dolayı sessizdi ama bir saat içinde büyük ihtimalle herkes evine dönecekti.

Ön camdan dışarıya bakınırken sonrasında Uygar’a baktım. “Evde mi sence?”

“Öğreniriz şimdi.”

Fakat tam o sırada kapı açıldı ve bir adam çıktı, elinde ufak bir çanta vardı sanki küçük bir yolculuğa çıkacakmış gibi. Tanımadığım için yine Uygar’a sormak zorunda kaldım. “Bu mu yoksa?”

“Aynen.”

“Nereye gideceğine bakacak mıyız?”

Uygar bu sefer ses vermeden bir süre Oğuzhan’ın arabasına binmesini bekledi, önümüzdeki araç bir miktar ilerledikten sonra ise biz de peşine koyulduk, adam bir süre gayet normal yerler uğrayınca Uygar’ın biraz canı sıkıldı ve bile isteye takipte olduğumuzu belli etmeye başladı. “Fark etti şu an bizi,” diye onu her ihtimale karşı uyardığımda hızını arttırıp daha fazlasını yaptı Uygar. “Fark etsin bakalım, ne tepki verecek?”

“Ya silahlıysa.”

“Korkmam için mi söyledin bunu?”

Umursamaz sözlerinden sonra tekrar dışarıyı kontrol ettim, önümüzden giden gardiyan bir süre sonra gerçekten kaçmaya başlamıştı. “Uygar, birilerine haber verdiği takdirde ateş hattında kalabiliriz.”

“Sonra da çıkarız.”

“Gerçekten rahatlığından hiçbir şey kaybetmemişsin,” dedim avını takip eder gibi önümüzdeki arabadan gözlerini ayırmayan Uygar’a, hızını arttırdıkça artırıyordu ve artık etrafı ıssız bir yerdeydik; etrafımızda cılız ağaçlar vardı sadece.

Çıktığımız kısa yokuşu geçtikten sonra geldiğimiz düz yolda vitesi değiştirdikten sonra bana ufak bir bakış attı. “Evet, sen de hala aynı detaycılığındasın… Biraz bırak kendini.” Tekrar önüne döndü ve fazla geçmeden artan hızını, gardiyanın arabasını geçip önüne kırmakla değerlendi, bu esnada ufak bir uyarıda bulunmuştu. “Unutma, benim yanımdasın Yakut.”

Ancak bu yeterli olmamıştı, Oğuzhan gardiyan yakalanmayı göze almıyor olmalı ki yoldan çıkıp otlak bölgeye girdi ve mesnetsizce sürmeye başladı hızı da biraz azalmıştı. Uygar da onun peşinden giderken elimi torpidoya atıp orada daha önce gördüğüm silahı çıkardım hızlıca. “Aynı şeyi ben de sana dedirtmek isterdim,” derken penceremi de açmaya koyulmuştum.

Kalbim Uygar’la yaşadığım yakın anlar kadar hızlı değildi, o kendimi merdiven attırdığıma kızıyordu sırtım morardığı için… Ama hayatımda ondan geriye kalan hiçbir şey beni o kadar da etkilemiyordu işte, meslek hayatımda gitgide sağlam bir zemine oturmuş ve görevlerimi daha sakin, soğukkanlı yerine getirmeye başlamıştım fakat bir tek Uygar’la aynı kaldım, kalbimin ilk günkü heyecanında tek bir değişme olmadı.

“Dedirt bakalım ne istiyorsan.”

Kolumu dışarı uzatıp silahı önümüzdeki arabaya doğrulttum, tekerleklerine isabet aldığımda içimden ettiğim tek dua başarabilmekti; eğer becerimi kaybetmediysem bunu yapabilecek düzeydeydim hala, bir noktada tökezlemiş olmak ondan sonra her şeyi berbat edeceğimi göstermezdi ki… Bazen mutlu ve bazen hüzünlüysem, bazen yetersiz ve ama çoğunlukla yeterliydim.

Titremesi kesilen elimi sabit tutup dişlerimi kemirerek arka tekere isabet aldım ama bu onu pek fazla sarsmadı. “Aferin,” dedi Uygar hala sakin tuttuğu sesiyle ve arabayı, ön tekeri göreceğim şekilde biraz daha yana kaydırdı, artık arkasında değil çaprazındaydık takipte olduğumuz aracın. “Aynısını yap, hadi yavrum, bir daha… Yaparsın!”

“Yaparım.” Otlak bölge arabanın sarsılmasına sebep olduğu için bir an dirseğim alt tarafa çarptı ama dişlerimi sıkıp kendimi tuttum ve iki kez daha ateşledim, bu ön tekerin de arabanın dengesini şaşırmasına sebep olmuştu ve Oğuzhan gardiyan bir süre sonra toparlayamadı yönünü, uçuruma yakın kısımda durmak zorunda kaldı.

Hep beraber arabadan indik, koşarak ona doğru giderken elimdeki silahı hiç indirmedim ama adam da durmak niyetinde değildi. Her şeyini ardında bırakmış yalnızca uçuruma doğru koşmaya başlamıştı, serin hava yüzüme çarparken “Dur!” dedim avazım çıktığı kadar. “Dur, konuşacağız sadece!”

“Gelmeyin peşimden!”

“Yakut, vur adamı duracak değil görmüyor musun!”

Ancak onun konuşmasına muhtaç olduğum için vuramadım, silah ellerim arasında havada olmasına rağmen Uygar’ın söylediği şey uzak geldi biraz; ona göre olsa da olur olmasa da olur gibiydi durum, ama benim için tamamen olmak zorundaydı. Bu yüzden adamı vurmak biraz korkutucuydu işte. “Konuşacağız diyorum sana, Oğuzhan dur bir zararım olmayacak!”

“Konuşacak bir şeyim yok benim!” Uçuruma doğru aynı hızıyla koşmaya devam etti, delirmiş olmalıydı. “Uzak durun benden!”

“Yakut vur şunu, atlayacak uçurumdan, hadi!”

Titrek bir nefes bırakarak duraksadım, aramızda çok az bir mesafenin kaldığı Oğuzhan’a bakarken onun gökyüzüyle bütünleşen bedenine baktım, sanki hiç atlamayacak gibiydi ama aslında Uygar haklıydı… Bu yüzden yapabileceğim son şeyi yapıp tehlike arz etmeyecek bir şekilde isabet aldım adama, iki defa ateşledim. Kurşun ilk başta tam kalçasının altını, sol bacağını deldiğinde en azından arabası gibi dengesi bozulur ve durur sandım ama beklediğim gibi olmadı; bir süre acı içinde bağırıp aksayan adam çok geçmeden özgürlüğe kollarını açar gibi kendisini uçurumdan bıraktı. “Hayır!”

Kollarım iki yana düştü, bir şansımı daha kaybetmiş gibi oraya bakarken Uygar arkamdan tutmasa kendimi dizlerim üstüne bırakacaktım… Fakat neyse ki bedenim sağlam kollar arasındaydı. “Tamam,” diye fısıldadı Uygar, rahatlatıcı sesi kulaklarımdaki rüzgâr uğultusuna karışırken uçuruma bakarken ne görmem gerektiğini bir süre gerçekten de şaşırdım… “Tamam, yok bir şey, endişe etme, tamam.”

“Attı kendini.”

“Siktirsin gitsin, ben sana daha bugün ne dedim, hemen unuttun mu?”

“Ama…” Uygar’ın koluna tutunup hayal kırıklığı içinde dolan gözlerimle uçuruma bakmayı sürdürdüm. Nefes sesim içimde bir yankıya sebep oluyordu ve kalbim de büyük bir hüsrandan dolayı hızlanmış haldeydi. “Ama konuşmayacak artık.”

Sıcak avuçlarından birini karnıma, diğerini de belime sarıp beni ayakta tutmaya devam etti Uygar; hemen sonra bedenimi kendisine çevirdiğinde bendeki yorgunluktan onda göremedim yine… ancak suratımı elleri arasında aldığında sanki bende kötü ne varsa hepsini kendine çekmek ister gibiydi, yeşil gözleri anlayışlı bir şekilde hayal kırıklığının mesken tuttuğu suratımda gezindi. “Ne dedim ben sana? Gerçekleri söylemekten kaçındığında durumların önemi daha da büyür… Hatırladın mı?”

Gözlerimi yavaşça örttüm ve geri açtım, bedenimi yorgunca üstüne bıraktığımda yanağım onun omzuna yaslanmıştı ve kokusu daha çok ulaşıyordu burnuma; saçlarıma bir öpücük kondurduğunu hissettim, sırtımı sıvazladı, her bir dokunuşu öylesine merhamet barındırıyordu ki… Öyle güzeldi ki… Bende eğreti duracak kadar. “Öldü adam.”

“Gerçekleri itiraf etmemek için, zamanını mahkumlarla geçirmiş bir adama göre en tercih edilesi kaçış ölüm zaten.”

“Öyle ama…”

“Bırak onun kaçışından faydalanalım, üzme kendini…” Bir daha saçlarımı öptü, elimi atıp ceketini tuttum sıkıca. “Üzülecek bir şey yok, elimizde hala çok sağlam kanıtlar var. Yetmez mi sanıyorsun seni kurtarmaya? Hmm? Ben yetirmem mi sanıyorsun?”

Geri çekildim, gitgide kapanacak gibi olan gözlerimle Uygar’ı seyrettim; yavaşça kararan gökyüzü bir yağmurun daha bastıracağını söylüyordu sanki, güneş kısa zaman durmuştu yerinde ama Uygar’ın umudu tükenmemişti, üstelik karşısında ben vardım. “Yeter,” dedim tarazlanan sesimle, boğazımdaki ekşi bir tat vardı çünkü kendimi gerçekten çok kötü hissetmiştim ama bu konuşmama engel olmadı.

Bir damla düştü kirpiklerime, gözlerimi kırpmadım bile.

-

Ölmeyi seçen gardiyandan sonra geriye elimizde arabası, çantası ve telefonu kaldı; hepsini incelemek için peşimizde sürükledikten sonra akşam geç saatlerde geri döndük, Revan başkanla saate rağmen bir toplantımız olacaktı bu yüzden üstümüzü bile değiştirmeden toplantı odasına geçtik.

O bizden önce gelmişti, masanın baş köşesinde oturuyor ve birkaç kağıt imzalıyordu; bizi görünce yüzünü babacan bir tebessüm sardı, ona karşılık verirken yorgunluğumdan dolayı biraz zor kıvrıldı dudaklarım hatta ilk selamı da Uygar verdi benim yerime. “Merhaba başkanım, kusura bakmayın geç kaldık.”

“Hiç sorun değil, geçin oturun.” Kağıtları ittikten sonra dirseklerini masaya yaslayıp bize doğru eğildi. “Nedir gelişmeler?”

Kuru dudaklarımı ıslatıp dünkü sorgudan bahsettim kısaca. “Mürsel elinde hakkımda belgeler olduğundan bahsetti başkanım, ama hemen sonra onları ele geçirdik zaten şu an incelemedeler.”

“Evet, yarın sabah büyük ihtimalle hepsine ‘gerçek değildir’ raporunu almış olacağız başkanım.”

Revan başkan memnuniyetsizce kaşlarını çattı. “Hakkında sahte belge mi düzenlenmiş Yakut?”

“Ne yazık ki öyle, birisi beni Şehevent’e takıntılı göstermek için epey uğraşmış.”

“Nahoş bir durum, arkasını bulabildiniz mi?”

“İşte onun için koşturduk aslında bugün, Uygar bir süredir Şehlevent’in ölümüyle ilgili şüphedeydi, haklı olarak bunca tantananın geçerli bir sebebi olması gerektiğini düşündü biz de Nevzat Tutak’la görüşmeye gittik.”

“Bir şey söyledi mi?”

“Hayır başkanım,” diye cevapladı Uygar, arkasını yasladığı sandalyeyi yavaş yavaş iki yana sallarken bir süre sonra bundan vazgeçip doğrulmuş ve daha sağlam bir oturuşa geçmişti. “Ama söylediklerinde çok tutarsızlıklar var zaten size dökümünü ilettiğimde görürsünüz. Ondan şüphelenip bir gardiyanın peşine düştük, yakın zamanda cezaevi görevinden istifa etmiş kendisi ama konuşmak istediğimiz esnada intihar etti.”

Revan başkan rahatsızca yüzünü buruşturdu yine, eğer Uygar beni bunun iyi bir şey olabileceğine inandırmasa ben de onun gibi bir tepki vermeye devam ederdim büyük ihtimalle. “Tatsız olmuş.” Başkan elini çenesine attı ve kısa sakallarını usulca sıvazladı. “Neyse… Evine ekip yollayayım da bir baksınlar.”

“Telefonu da bizde başkanım, incelemeye alındı bile.”

“Rehalar ne alemde? Onu bağlasana bir.”

Uygar hızlıca Reha’ya bağlantı kurduğu an, arkadan rüzgar sesi gelse de Tekin’in gür sesi net bir şekilde duyuldu toplantı odasında. “Dinlemedeyim,” derken sabahki mahmur halinin geçip gittiği dinç sesinden fazlasıyla belliydi.

“Tekin, ne haldesiniz?”

“Başkanım güzel haber, giriş paneli nihayet bulundu.”

Ne hissedeceğimi bilemeyerek ellerimi boynuma sardım ve sıcak tenimi ellerimin soğuğuyla örtmeye çalıştım, içeri girildiği takdirde Mürsel o videonun yayılacağını söylemişti ve onu gerçeklere inandırmadan ayağımı kaydırır diye ödüm kopuyordu. Çaresizce yutkunup konuşmaları dinlemeye devam ettim. “Kötü haber, panel şu an çalışmadığından dolayı Reha aktifleştirmek için sabaha kadar uğraşmak zorunda.”

“Reha’ya güvenim tam, yapabileceğini biliyorum.” Revan başkan bir parmağını masaya vurup ‘tık’ sesi çıkardığında yaslandığım yerden doğrulup masaya koydum ellerimi. “Sen tetikte misin?”

“Her durumda başkanım, çevre benim kontrolümde.”

“Güzel, böyle devam çocuklar, size güveniyorum.”

Sonlanan aramadan sonra bize çevirdi yaşlı gözlerini ve ciddiyetini sıyırıp tebessüm etti. “Bir zamanlar sizi eğitirken gün gelip de bizi yaptıklarınızla gururlandıracağınızı biliyordum,” derken sesi geçmişin tozuyla bulanmış gibi hırıltılı çıkmıştı. Gözlerindeki yuvarlak çerçeveli gözlükleri çıkarıp eline aldı ve gözlerini ovaladı. “Beraber güzel iş çıkaracağınızdan da hiç şüphem olmadı, ayrılık süreci anlayış seviyenizin en çok belli olduğu zamandır siz de bunu çok güzel değerlendiriyorsunuz.”

Kaçamak bakışlarım yandan Uygar’a kaydı, o ciddiyetle başkana bakarken benim kışkırtmamdan dolayı harelerinin gizlice bana çevrildiğini fark ettim ama yine de hiç bozuntuya vermedi, bu ayrılığın fazla anlayışlı bir sürece çevrilmesinin sebebi Uygar için bana katlanma mecburiyeti miydi bilmiyorum ama ben sadece onu çok seviyordum.

Gözlerini tekrar önüne çevirip boğazını temizledi, “Sağ olun başkanım,” diye cevapladı karşımızdaki adamı.

“Şimdi…” Revan başkan yavaşça ayaklandı. “Biraz dinlenin, sabah sığınağa geçersiniz. Şimdilik orada yapabileceğiniz bir şey yok, her şey Reha’nın çalışmasına kaldı.”

“Emredersiniz başkanım.”

Onun gidişinin ardından toplantı salonunda yalnız kaldığımızda, günün yorgunluğuyla saçlarımı geri itip gözlerimi ovaladım. Yarın hiç uzak değildi, yine birkaç saatlik uykunun ardından yeni bir günü ayaklarımıza kadar getirecektik zaten… Ama yeni bir günün peşinden ne getireceğini hiç bilemezdik.

*

Merhabalar... Öncelikle şurada gözünüzden kaçmadan söyleyeyim dedim, bir önceki bölümden sonra geçen zamanda bir cenaze süreci yaşadım ne yazık ki. Ama bu bölümün büyük bir bölümü de elimde hazır olduğu için sizi bekletmek gelmedi içimden, ben de sonunu bugün hızlıca tamamlayıp sizinle paylaşmak istedim. Her ne kadar bir sonraki bölüm tarihini size 14 Ocak olarak belirtsem de yine bahsettiğim sebepten ötürü gecikme yaşarsam lütfen mazur görün :'(

Umarım beğendiğiniz bir bölüm olmuştur, yazarken fark ettim Uygar ve Yakut ilk kitapta ne kadar uzaklarsa ikinci kitapta bir o kadar sahneleri fazla sahneleri var, resmen yedi yirmi dört beraberler ve sadece uyumak için ayrılıyorlar birbirinden... İnşallah okurken sıkılmamış ve keyif almışsınızdır. :')

Şimdi... Bir sonraki bölüme gelirsek... Biz sabır taşı değildik ve elbet çatlayabilirdik ya hani? Belki 30.bölümde ufaktan çatlayasımız gelebilir, beklemede kalın... Sanırım bir sonraki bölüm beklenen çoğu düğümün çözüldüğü bölüm olacak ya... Eğer daha fazla konuşursam neler olacağını burada sayfa sayfa size anlatabilirim jhsdahsh okursunuz artık, inşallah, hoşça kalın ve kendinize çookkk iyi bakın sizleri seviyorum 💝

 

Bölüm : 04.01.2025 23:26 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...