Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Kurşun Kalem

@askilav


3. Kurşun Kalem

Camdan yansıyan silüete rağmen eve girdiğimde burnuma tanıdık bir koku ulaştı. Her eve sinen bir imza gibi, bizim imzamız da taze dağ kekiğiydi. Etrafı orman ve sarp bir uçurumla çevrili olan bu yığıntıya ferah bir kekik kokusunun yakıştığını pek sanmıyordum.

“Benim yerime dönmem gerek,” diye bir mırıltı duydum Muharrem’den, sayesinde düşünceler üstümden hızla sıyrılıp gitti, burnumdaki dağ kekiği kokusu da silindi. “Bavulu size teslim etmem uygun mudur Yakut Hanım?”

“Tabi bırakabilirsin, kendim taşırım.”

“Evdeki hizmetlilerin yapması gerekirdi normalde. Konuştuğumuz süreçte gözlerini benden kaçırdı. “Ama yapmamaları konusunda emir aldılar, ben de şu an bir yasağı çiğniyorum.”

Yüzümde keyifsiz bir gülüş belirdi. “Çok incesin, sağ ol.”

“Kusura bakmayın lütfen.”

Bavulumu yanıma bıraktıktan sonra ceketinin önünü düzeltip geri dönmeye koyuldu. Ben de derin bir nefes alıp asla toplayamadığım saçlarımı geri ittirdim, sonrasında kulpu tutup bavulumu çekmeye koyuldum.

Evin geniş holüne geçerken bakışlarım etrafta gezindi, işlemeli kağıtlarla kaplanmış antrasit renkteki duvarlarda, bazı yerlere asılmış ufak aile fotoğraflarında. İçeriden seyrek bir gürültü ulaştı kulağıma, demek ki evdelerdi ancak beni karşılamaya kimse gelmemişti.

“Biliyorum,” dedim fısıltıyla. “Zaten gelmeyeceklerdi.”

Yine de onca zaman yapayalnız geçmiş bir hayatın kıyısındayken belli başlı yabancıları aradı gözüm. Yabancı diye bahsettiğim kişiler, ailemdi.

Adım adım ilerledim ve az sonra mutfaktan ayrılırken elini eteğinin önünde birleştirip tereddütle bana bakan Berfin’le karşılaştım. Gevşek bir topuzla tutturduğu saçlarının ön kısmını gergince düzelttiği esnada yorgun olduğu anlaşılacak şekilde hızlı nefesler verdi. Aramızdaki mesafe biraz daha kısaldığında “Hoş geldiniz Yakut Hanım,” demişti.

Başımı bir kez öne eğip kaldırdım. “Hoş buldum Berfin.”

Berfin evimizde küçüklüğünden beri bulunan çalışanlarımızdandı. Kesinlikle arkadaşım değildi fakat tanışıklığımızın resmiyet barındırdığını da söyleyemezdim. İyi kızdı, muhtemelen karşısına çıkan herkesle sorunsuzca anlaşırdı.

Birleşik tuttuğu parmaklarını ayırıp iki yanına yasladı, her hareketinden kesif bir gerilim akıyordu, suratındaki ifadeyi bile düzeltememişti. “Sizi nasıl ağırlayalım?” diye sorduğunda alt dudağımı üste kapattım.

“Bilmem,” dedim yavaşça, bu Berfin’de de telaşa sebep olmuştu, kendini açıklama ihtiyacıyla ellerini salladı hemen. “Yani uzun sürecek mi bu misafirliğiniz? Ya da misafirlik demesem mi? İnanın şu an hiçbir şey bilemiyorum!”

Onun bu tatlı telaşına karşın dudaklarım iki yana kıvrıldı. Tuhaf, gülüyordum. “Niye bu kadar telaş yaptın ki?”

“Babaanneniz…” Yutkunduğunda boğazında bir kıpırdama belirdi. “Hiçbir bilgi vermiyor, haliyle durumu şaşırdık. Eski odanızı mı hazırlasak yoksa misafir odası mı ayarlasak?”

“Nerede kaldığımın ne önemi var?”

Zaten kaldığım hiçbir yer bana bir yuva tatmini yaşatmayacaktı. O manayı yitireli çok zaman olmuştu. Canımdan bir parçayla uğurladığım Uygar evimizden çıkıp gittiğinde benden başımın üstündeki çatıyı da almıştı.

“İşte öyle değil.” Ayakkabıları ses çıkaracak kadar sabırsızca hareketlendi yerinde Berfin, yüzünde sıkışık bir ifade vardı. “Bunu size nasıl açıklayabilirim ki şimdi?”

“Obsesif babaannemi tanımadığımı mı düşünüyorsun yoksa?” Başımı hafifçe omzuma yatırırken güldüm, sonra boynum yerinde tutulup kaldı. Bu hareketi bana her zaman Uygar yapardı.

Karşıma geçer, ben sinirden kıvranırken aynı şu an yaptığım gibi başını hafifçe omzuna yatırır sonra da sinirimden keyif alır gibi karşı koyulamaz bir gülüşle dudaklarını kıvırırdı. Onu tanıdığımda yirmi beş yaşındaydı, biz ayrılırken ise yirmi sekiz. Geçirdiğimiz üç senede gülmeye yeltendiğinde, defalarca öptüğüm boynunu böyle yatırmadığı olmamıştı fakat sadece bana karşı yapardı.

Şimdi merak ediyorum her ne kadar seslenebileceğim birisi olmamasına rağmen; eğer ismini sesli ifade edersem beni taşlayacakları adam için, sadece içimden fısıldayabilirdim. Uygar… Yine karşıma geçsen, acaba bana bakıp gülerken dalıp gittiğin için hafifçe boynuna eğilir miydi başın?

Boğuk bir ses eşliğinde dalgınlaşan gözlerimi düzlettim. “Yakut Hanım!” Önüme daha çok yaklaşan Berfin elini yüzüme doğru salladı. “Yakut Hanım, beni duyuyor musunuz?”

“Hmm, ne?” İki kaşımın arasına bir refleks gibi dokunup hafifçe ovaladım. “Bir şey mi dedin?”

“Yani en son siz bir şey diyordunuz ama?” Merakla gözlerini açınca mavi hareleri daha belirgin yansımıştı gözüme. “Sonra sustunuz, ben devam edeceksiniz sanmıştım.”

“Yok.” Zorlukla yutkundum, hatıraların ağırlığı beni felaket sarsıyordu. “Bir şey demeyecektim.”

“Anladım,” derken Berfin başını birkaç defa salladı. “Peki ne yapalım odanızı? Siz Yakut Hanım’la görüşüp anlaşmışsınızdır herhalde.”

Ona cevap vereceğim esnada aramıza başka bir ses karıştı. “Berfin?”

Bavulumun kulpuna sarılı elim istemsizce sıklaştı, dudaklarımdan içeri girip göğsüme inme maksadı taşıyan nefeslerim ansızın titrek hale büründü. Olduğum yerde tökezledim, nasıl oldu bilmiyorum annemden gelen bu sert ses beni sadece birkaç saniye içinde yordu.

“Ne konuşuyorsun böyle fısır fısır?”

“Hiçbir şey Elif Hanım.” Karşımda durduğu için tepkilerini rahatlıkla görebildiğim Berfin, bakışlarını ardımda kalan annemde ve bende hızla gezdirirken sanırım yıllar sonraki ilk karşılaşmamızın nasıl olacağına dair bir merak içindeydi. Boştaki elimi kabanımın cebine atıp sakladım, eğer olur da sarılacakmışız gibi görünürse buna engel olmak için annemden uzak kalacağım her şeyi yaptım.

“Bu hanımefendi-”

Benden bahsediyorsun anne, kızından.

Başımı çabucak geriye çevirdim, az önce toparladığım uzun saçlarımın dalgası sıyrılıp geriye düştüğünde boynumdaki gıdıklanma hissi de geçmişti. Ben ansızın bakışlarımı ona çevirince annem de yasladığı duvardan ayrılıp doğruldu. Kahverengi saçlarının ön kısmını onu tanıdığım zamanlardaki gibi arkada hafifçe tutturmuştu ve aralarda beyaz teller vardı. Yaşlanmış, diye geçirdim içimden. Ve buna rağmen beni tanımazlıktan gelmeyi seçti az önce.

Kelimelerin üstüne basa basa “Benim,” dedim. Bu yaptığının kalbimde bir kırığa yol açacağının elbette farkındaydı. “Tanıyamadın mı?”

Annemin soğuk ifadesinde bir kırılma belirdi, gözleri hızla yüzümü tararken birden daha mahzun hale bürünmüştü. Apaçık sormamla beraber parmaklarını da kütletmeye başladı. “Arkan dönük olunca,” derken gözlerini kaçırıp bu sefer başka yerlerde gezdirdi. “Tanıyamadım.” En sonunda ela gözleri yine beni buldu. Bavulumun kulpunu sıkarken ve diğer elim de cebimde beklerken ne yapsam diye düşünüyordum. Bir adım atıp sarılsam, karşılık alıp almayacağım meçhuldü.

“Peki,” diye fısıldadım ona.

Sesini düzeltmek için öksürdü annem. “Hoş geldin bu arada.”

Bunu kabul etmek için konuşamadım bu sefer, sadece usulca başımı salladım. Çünkü ansızın düğümlenen boğazım kelimeleri kullanmama engel olmuştu, burnumun ucu da rahatsız olacağım kadar dikenli dikenli sızlıyordu.

Tamam ben de sadece yaşama mecburiyetinden döndüm de, en azından daha fazla hoş gelmişim gibi yapamaz mıydı annem? Belli ki yapmayacaktı.

Bavulumu çaresizce çekiştirerek yukarı çıkmaya koyuldum, nasıl olsa sarılmayacaktım; buna ikimizin de isteği ve tenezzülü yoktu. Devam eden ağlama arzusundan dolayı dudaklarım içe doğru kıvrıldı, kaşlarım çatıldı. Bu güçsüzlüğüme karşın annem ardımda kaldığı için sevindim, böyle görünmek istemiyordum.

Derin derin nefeslenirken merdivenlere yürümeye devam ettim ancak saniyeler sonra birisinin peşimden geldiğini belli eden adım seslerini ve ardından annemin bana seslenişi işitmiştim. “Yakut, bekle…”

Bekleyemedim. Annemin isteğine karşılık vermediğim esnada salonun önünden geçiyordum, bu da sesleri duyan ve beni gören diğer aile üyelerinin oturdukları koltuktan ayaklanmalarına sebep oldu. Birden topluca kalktıkları için ürperdim.

En önde hızlıca koşan kişi babamdı, üstünde her zaman giydiği tatlı süveterlerinden vardı ama bu sefer bej rengi olanı tercih etmişti. Hemen ardından gelen abim meraklı bakışlarını üstümde gezdirirken “Yakut?” diye mırıldansa da babamın hevesli sesinde can bulan aidiyet dolu hitap daha çok doldurdu kulağımı. “Kızım?”

Kutan amcam, yengem, kuzenlerim Umay ve Mete, hatta bastonuyla ayakta durmaya çalışan dedem bile salondan ayrılmaya koyulmuşlardı sırf beni görmek için. Eşsiz bir eser bulmuş gibi çevremi sardıklarında adımlarımı duraklattım.

“Sen mi geldin?” dedi amcam, heyecanla kıpırdanan babamın kolunu tutup. Bana sarılmaması konusunda belirsiz bir uyarıydı bu.

Babam bana asla dayanamazdı ama yanıltılmaya müsait olduğu için istediği şeyi yapamayacaktı. Bana sarılmayacaktı. Yine de ıslak gözleri üstümde gezinirken “Kızım, geldin mi gerçekten?” dedi çok ince bir sesle.

Dizimi gergince sallarken babamın hüzünle parlayan gözlerine baktım. “Geldim,” dediğimde umutsuz dudakları bir gülüşe sahip olmuştu, geldiğimden beri gördüğüm ilk olumlu tepkiydi bu.

“Bebek Yakut’um…” Bastonunu çarpa çarpa aradan sıyrıldı dedem, aramıza açılan boşluğa kendisini attı. “Hoş geldin güzel kızım,” derken burada olmama inanmaz halde bakıyordu. Dile kolay, evi terk edişimin üstünden beş yıl geçmişti. Onlar en son yirmi iki yaşındaki bir genç kıza elveda ettiklerinde, belki de herhangi bir geri dönüşü hiç beklememişlerdi fakat hayat bizi yıllar sonra aynı noktada tekrar bir araya getirmişti. Asla geri dönmeyeceğim diye ettiğim yeminlerime rağmen buradaydım.

“Hoş buldum dede, öpeyim.” Hafifçe öne eğildim, eline uzanmak istediğimde tutmama müsaade etti.

Bu sefer o da ağlayacak gibiydi. “Öp evladım.”

Ancak aramıza girecek üçüncü bir kişi vardı: Kutan amcam kolumu tutup eğilmeme engel oldu. “Bir dakika, bir dakika… Kabul töreni yapmıyoruz burada. Neyi öptürüyorsun baba sen? Biraz konuşalım, ondan sonra helalleşirsiniz.”

“Sadece geldiğim için-”

Amcam dedemde olan sert gözlerini bana çevirdi, babamın önüne geçip aramıza set çektiği gibi dedemle de arama mesafe sokmuştu birden. “Tamam Yakut,” dedi anlayışlı gibi görünen tonda fakat öyle değildi, başını imayla öne eğdi. “Tamam, bekle. Babaannenin haberi var mı bu gelişinden?”

Ailenin en büyüğü olduğu için söz hakkının kendisine geçtiğini düşünürdü genelde. Geldiğim ilk andan tartışma çıkmasın diye bir süreliğine durumu idare etmek istedim. Çatık kaşlarım pek müsaade etmese de daha sakin bir mırıltıyla “Elbette, ondan habersiz bu eve nasıl girebilirim?” demiştim.

O da sorusunun yersizliğinin farkında olsa gerek birden durgunlaştı. “İyi, peki.”

“Şimdi,” diye mırıldandım. Gözlerim tekrar babama çevrildi, pervaza yaslanmış halde bekliyordu ve yüzü asıktı. “Babama sarılabilir miyim müsaade edersen?”

Amcam hemen başını iki yana salladı. “Yok, olmaz.”

“Niye?” diye karşı çıkan ise abim oldu. Elleri kumaş pantolonunun ceplerindeydi, boyu diğerlerine nazaran uzun kaldığı için yüzü arkalara saklanmamıştı, onu açıkça görüyordum. Amcama uyarıcı bir bakış atıp tekrar dillendirdi benzer bir soruyu. “Sebep ne amca? Niye sarılmıyormuş Yakut babama?”

“Turgut şu an biraz tedirgin,” dedi amcam bahaneyle, hepimiz dönüp babama baktık. “İyi hissetmez.”

İçimi acıtan bu sözlere karşı çıkmak istedim. “Kızıyım ben onun.”

Yerimde kıpırdamak istediğim an arkadan bir el dirseğimi tuttu, kalbim o kadar hızlı atıyordu ki böyle engelleyici bir dokunuşla patlar gibi olduğum için kolumu kendime çektim çabucak. Hareketim annemin sarsılmasına sebep olmuştu. “Sesine sahip çıkabilir misin?” derken ürkekçe mırıldandı sözlerini. Onu sarstığım ve korkmasına neden olduğum için üzülmüştüm.

“Çıkamam,” dedim kısık bir tonda, az önce isteğini yerine getirmek için ısrara başvuracak halim aceleyle silindi gitti. Gözlerimi, ben gelmeden önce sakince hayatlarını sürdüren ailemin üstünde gezdirdim. Muhtemelen şu an tedirgin olan babam ben gelmeden, amcamla münakaşaya girmeden önce epey dingindi.

Kimsenin yüzünde hayret ifadesi yoktu, ben bozmuştum burayı da. “Babama sarılmak istiyorum,” derken saçlarımı üst kısmından toparlayıp geri ittim.

Artık arkada kalan ve bana daha uzakta bakan babamda gezdirdim gözlerimi. Zoruma giden şeyler vardı. Beş sene öncesinin her gecesi beni öperek uyutan o adamı şimdi karşımda gözü yaşlı bulmak, yakında elli yaşına basacak olmasına rağmen bir başkasının izni olmadan hareket edemez halde görmek kanıma dokunuyordu. Dudaklarımı dişleyip babama üzgün olduğumu belli eden bir bakış attım ama o bunu anlayamadı.

Daha sonra “Evladım,” diye yatıştırıcı bir tonda mırıldandı dedem, amcamın dikkatini çekmek isteyerek koluna dokunmuştu. “Bırak da Turgut evladıyla hasret gidersin.”

“Baba!” Amcam gözlerini belerterek dedeme baktı. “Turgut kimseye hasret falan duymuyor.”

Bakışları, sözlerinin manasını açıklama gayesiyle bana dokunmuştu, kalbime de dokunmuştu. Göğsüm alçalıp yükseldiği esnada büyük bir baskıya maruz kaldığında başımı öne eğdim. Yüreğimde gözle görünür bir yük yoktu ancak nefeslerim azalmıştı.

Sonrasında amcam konuşmaya devam etti. “Ben sadece kardeşimi düşünüyorum, iki gün sonra tekrar ortalıktan toz olacak birisine umut bağlayıp üzülmesine yardımcı olmayacağım onun.”

Annem ise kendisi yapmamasına rağmen babamla olan bağımın kopmasına dayanamazmış gibi “Kutan abi,” diye seslendi, epey titrekti sesi. Az sonra arkamdan çıkıp babamın yanına geçtiğinde koluna girmişti. “O da istedi belli ki, bırak-”

Belli belirsiz fısıldadı amcam, söylediğini duymuştum. “Sözümü dinle Elif, olmaz dediysem bitti.”

“Ama-”

“Siz odanıza gidin hadi, akşam yemeğe inersiniz.”

Eğer yeltensem, babamı çekip alabilir ve ikimiz de istediğimiz üzere sarılabilirdik. Ve bu esnada aramızda amcam da dahil olur, büyük bir karmaşaya sürüklerdi bizi. Babam biraz masumdu. Çoğu şeyi anlamaya gücü vardı ama yine de bizim kadar çok kavrayamıyordu, hisleri bazen bir çocuk kadar temiz ve saftı. Bunu çok geç fark etmiştim. Babam herkes gibiydi ama kimi zaman… değildi.

Onun kollarına sığınsam şimdi beni kesinlikle reddetmezdi fakat çıkacak karmaşada korkardı. En iyisinin müsait bir vakit yakalamak olduğunu bildiğimden amcamın sözünü dinler gibi yaptım ama aklıma yattığı bir zaman ilk işim babama koşmak olacaktı.

Annem bu sefer durumu kabullenircesine babamı yukarı götürmeye başladı, giderlerken acıyan gözlerimle baktım artlarından. Babam ara ara başını geriye çevirdi ve beni kontrol etti. En azından içi rahatlasın diye elimi kaldırıp salladım, ıslak suratına rağmen dudaklarını kıvırdı ve bana benim gibi karşılık verdi ancak amcam bu sefer de selamlaşmamızı bölmüştü. “Bu adamın hakkını ödeyemeyeceksin,” dedi suçlayıcı bir sesle.

Artık taşan sabrımdan dolayı hırsla dişlerimi sıktım. “Seni alakadar eden bir durum yok amca, daha fazla karışma. Babam ürkmesin diye ses etmedim ama her zaman bunu sineye çekecek değilim.”

“Her zaman derken?” diye imayla soran Mete’ydi. Eli başının üstünde, kahverengi saçlarının arasında beklerken epey huysuz görünüyordu tıpkı benim gibi. “Sen hep burada mı kalacaksın?”

“Hayır,” dedim bozuk bir sesle. “Bilmiyorum, belli değil.”

“Kızım senin hayatın hakkında bir fikrin yok mu?” diye şaşkınca konuştu amcam, epey dehşet doluydu.

“Eve daha şimdi girdim, hemen dönüşümü bildirmek zorunda mıyım?”

Mete ellerini beline yaslayıp tek kaşını kaldırarak öfkesini yöneltti bana. “Otelde değilsin Yakut!”

Sıkıntıyla nefeslendim, bavulumun kulpunu bırakıp hatta hırsla ittirirken tok bir ses yayıldı holde. Çatık kaşlarımın altındaki gözlerim öfkeyle kısılmıştı, sadece Mete’ye odaklıydım. “Farkındayım, burası otel değil Mete. Ama sen de beni sorgulayacak ev sahibi değilsin, bırak babaannem desin ne diyecekse.”

“Tamam, tamam.” Abim bulunduğu yerden ayrılıp yanıma geldi, elini omzuma atıp beni kendine çektiğinde soluklarım göğsümde sıkışıp kalmıştı yine. Bu sefer beni tetikleyen hüzün değil, sinirdi. “Sakin ol Yakut, şaşırdılar sadece.”

Tam o sırada merdivenlerden inen bir başka hizmetli, aramıza karışmadan kenarda durdu. Hafifçe öksürdüğünde bakışlarımız ona dönmüştü. Tereddütlü gözlerini hepimizin üstünde gezdirdi fakat en sonunda bana baktı. “Yakut Hanım,” dediğinde benden bahsedip bahsetmediğini anlayamamıştım. Hemen ardından, normal bir zamanda olsak komik görünebilecek bir cümle kurdu. “Yakut Hanım sizi odasına bekliyor.”

“Harika,” diye bir fısıltı duydum, yengem söylemişti bunu. “Zurna sonunda zırt dedi.”

Yorgun bir nefes bıraktım dışarı, cebime sıkıştırdığım parmaklarımı sıkarken gözlerimi de kısa süreliğine kapatmıştım. Benimle görüşmek istemişti demek ki. Elbette evine buyur ederken görmezden gelecek değildi fakat bu kadar çabuk gerçekleşmesini beklememiştim bunun. Kirpiklerimi geri araladığımda halen bekleyişte olan hizmetliyle baktım. “Hemen, şimdi mi?”

“Öyle.”

“Peki,” diye fısıldadım usulca. “Geliyorum.”

Önümde duran abim elini sırtımda dolaştırdı yavaş yavaş. “Sana eşlik edeyim güzelim.”

“Kendim giderim.”

“Yolu unutmuşsundur.”

“Biliyorum abi.”

“Sus,” dedi beni az önce okşadığı sırtımdan ittirip. “Bilmiyorsun.”

Bir yoldaş gibi taşıdığım bavulumu benden alıp rahatça ilerlerken peşine takılmaktan başka çarem kalmamıştı. Beni şüpheli gözlerle seyreden Kutan amcama, durumdan rahatsız görünen yengem ve Mete’ye, her zaman olduğu gibi yine sessiz kalan Umay’a, biraz daha tartışsak kalpten gidecekmiş gibi yüzü kızaran dedeme son bir bakış attıktan sonra ilerledim ben de.

Merdivenleri birer birer çıkarken gözlerim yine duvarlardaki tablolarda gezindi. Tam iki tane eksik vardı: Ben ve Saltuk amcamın resimleri.

Amcamınkinin oradan kaldırıldığına şahit olmuştum, benimkisi ise yokluğumda gerçekleşmiş olmalıydı. Tüm gerginliğin üstüne bir set çekip “Hani,” diye mırıldandın önden giden abime. “Benim portrem nerede?”

“Yaşlı Yakut bizzat kendisi parçalayarak indirdi diyorlar.” Geriye dönen abim duraksadığı esnada üstündeki beyaz gömleğin kollarını biraz daha sıvadı. Bir dedikodudan bahseder gibi söyledikleri ufak bir tebessüme sebep olmuştu suratımda.

“Yapmıştır,” dedim mırıltıyla. “Ona rağmen eve gelmemi kabul etti.”

Abimin boğazını temizlediği duydum kısık bir öksürükle. Bakışlarımı duvardaki tablolardan alıp ona çevirdiğimde biraz öfkeli bir meraka büründüğünü fark etmiştim. “Yakut şu çıkan haberler-”

“Ne haberi?” Bilmezlikten gelmekten başka çarem yoktu, bu onları aptal yerine koymak olsa da konuşamazdım. Uyarıcı duruşuma karşın abim de dilinin ucunu ısırdı görebileceğim şekilde.

“Ne haberi?” diye bir daha o sordu bana. Herhangi bir cevap vermeyeceğimi anlayınca ise derin bir soluk bırakmıştı dışarı. “Ne haberiyse ne haberi, bana ne.”

“Evet, gidelim artık.” Önüme düşen perçemi parmak uçlarımla ittirip bakışlarımı abimden kaçırdım, bu sefer öne çıkıp basamakları hızla aşarken daha fazla konuşmak istememiştim.

Birinci kattan sonra ikinci kata ulaştığımızda evin kokusu burada daha da yoğunlaştı. Gözlerimi hiçbir yere değdirmeden yalnızca koridoru ilerledim. Küçükken çok uğramadığımız bu kat benim için yasaklı bir yer gibiydi. Abimle, Umay’la, hatta bazen Mete’yle bile bir oyun oynar gibi gizlice çıkardık buraya. Ceza aldığımızda suçu hep bana atarlardı ve herkes inanırdı.

Koridordaki ikinci kapının önüne geldiğimizde duraksadık, gerimde kalan abimin eli boştu. Bavulu bir alt katta bırakmış olmalıydı. Çabucak yanıma gelip omzuma dokundu güven vermek ister gibi. Kimsenin desteğinin bana iyi geleceği yoktu bu saatten sonra. İnsanlarla ve hayatla bağım kopmuştu, gösterdiğim çaba benim için çaresiz bir sürüklenişti. Bu sebeple abim teninin sıcaklığını ne kadar hissettirirse hissettirsin, beş sene önce aramıza çektiğim seti geçemedi. Yine abi kardeş sayılabilirdik fakat bir şekilde, iki tanıdık olmaktan öteye geçemedik.

Zamanın cezası da bu: Unutamadığın fakat hatırlamakta da zorlandığın şeyleri yaşama mecburiyeti.

“Sakin olursun herhalde?” diye mırıldandı abim. “Bu konuda uyarmama gerek yok Yakut.”

“Tamam abi,” dedim bıkkınca, kapıyı açmak üzere elimi kulpa koymuştum fakat içeri girmeden önce kolunu önüme geren abimi hafifçe geriye ittirdim. “Kimseye bir şey yapacak değilim, çekilebilirsin.”

“Söz ver.”

“Söz abi.” Kaşlarım biraz hüzünle çatıldı, nasıl da rahatsız ediciydim gözlerinde. Aşağıda babamla sarılabileceğimi söylediğinde belli ki abim sadece babamın isteğini yerine getirmek istemişti tıpkı şimdi babaannemi benden koruduğu gibi. “İyi davranacağım,” dedim titrek bir mırıltıyla. “Git artık başımdan.”

Abim birkaç saniye, sessizce yüzümü seyrettikten sonra geri geri uzaklaşmaya başladı. Önüme dönüp hızlıca soluklandım. Kulpu indirip kapıyı açtığımda gözlerim bir aydınlığa çarptı. İçerisi küçükken gördüğüm gibiydi; tam ortada bir yatak vardı, karşıda kalan camdaki manzaraya bakıyordu. Yatağın kapı tarafında ufak bir sehpa vardı, üstünde ise babaannemin siyah sümbülleri.

Sümbüllerin üstünü okşayan buruşuk el benim içeri girmemle duraksadı. Babaannem “Gel demedim,” dediğinde kapıyı çalmadığımın bile farkında değildim.

Şaşkınca ardıma önüme bakındım. “Unutmuşum.”

“Her zamanki gibi.” Çiçeklerinin üstüne eğilmekten vazgeçip ufak bedenini yatağa geri çekti babaannem. Gri saçları sanki az sonra bir baloya katılacakmış gibi düzgün bir topuzla tepesinde toplanmıştı, gözlerinde ince gözlüğü vardı. Komik bulduğum gıdısı da çenesinin altından minicik sarkıyordu. Ve eriyip gitmişti, bedeni hatırladığımdan da küçüktü.

Yıllar sonra onu yatağında uzanır halde bulduğumda üstüme bir korku çöktü, zorlukla yutkundum. “Ne yapıyorsun sen burada? Niye bu vakitte yatıyorsun?”

Kimsenin beş sene aradan sonra soracağı sorular değillerdi bunlar. Öyle ki babaannem de sanki daha dün görüşmüşüz gibi bu sorularıma keyifsizce dudaklarını kıvırdı. “Bacaklarımı kullanamıyorum,” dediğinde açık duran kapıyı yavaşça örttüm.

Anlamaya ihtiyacım vardı… Fakat bahsettiği şeye bir süre aklım basmadı. Kapıyı örttükten sonra sırt çevirdiğim babaanneme geri döndüğümde “Nasıl yani?” diye sordum. “Yatalak mı kaldın?”

“Bacaklarımı kullanamıyorum diyorum!” Elini bir kez yatağa vurdu, sesini epey zorlayarak yükseltebilmişti. “Sen bana yatalak mı kaldın diye soruyorsun? Kaba mısın Yakut? İstersen sakat mısın diye sor bir de.”

“Ne bileyim ben?” Kaderin böyle tecelli edeceğine dair bir öngörüm olmadığı için garip gelmişti. Üstelik o benim… Gaddar babaannemdi. Onun gibiler ömürlerinin sonuna kadar dik dururlardı, o da durabilirdi.

Şimdi niye içim acıyordu ki?

Ama sanki her an ölecek kadar kül gibiydi teni, gözlerinin beyazında ışık bile kalmamıştı. Ona bakmaktan korkacağım kadar yaşlıydı artık. Uzak kaldığımız zaman belki hiçbir şey umurumda değil gibi görünüyordu da… Şimdi böyle görünce canım yanmıştı. Hislerimi tetikleyen şeyin kaybetme korkusu olduğuna emindim. Bu ilk olmayacaktı benim için. Ve gitgide her kayba alışacağımı sanırken daha çok ağlayacaktım.

Titrek ellerimle trençkotumun iki yanından tutup yavaş yavaş içeri ilerledim, hala ayakta durduğum için babaannem huysuz kafasıyla bana tekli koltuğu işaret etti. “Otur,” diye fısıldadı sonra.

Tekli koltuğa yerleştim, bir süre ikimiz de sessizliği kucakladık. Gözlerimi, küçükken mahremiyetten nefret eden Yakut’un heyecanıyla içeride gezdirdim. Her şeyi öğrenmek isterdim ve gizli saklı şeyler hiç hoşuma gitmezdi, çocuktum sonuçta.

Babaannem ise benim aksime sınırlara önem verirdi. Yıllar geçtikçe ben de ona benzemiş, kendime epey sert sınırlar çekmiştim.

Kelimelerin bizi terk ettiği süreçte, odada sadece nefes seslerimiz duyuldu. Ne konuşacağımızı bilemiyorduk. Şapşal ilk karşılaşmamız çabucak eskimiş ve geriye bir miktar ciddiyet kalmıştı.

Ne desem kendimi ona teslim etmediğimi belli ederdim?

Fakat benim böyle düşündüğüm esnada babaannem elini, yatağın bana yakın olan kısmına yasladı. “Nasılsın?” diye mırıldandı pürüzlü sesiyle.

“Normal,” diye mırıldandım. Biraz yalnız hissediyorum ama bunu sana itiraf edemeyecek kadar ağır basıyor gururum.

Bakışlarım babaannemin yüzüne daldı, bir süre ondaki değişimleri takip ettim. Kaşlarını bir kez kaldırıp indirdi, sonra da iç çekti. “Demek yine gururunu dik tutma peşindesin.”

Beni böyle apansız, gafil avladı. Kucağımda birleştirdiğim ellerimi birbirine sıkıca dolayıp kendimi salmamaya çalıştım fakat zordu. Beni en iyi benim gibi birisi anlardı. O anlardı. Babaannem anlardı. “Hayır-” diye itiraz edeceğim esnada dilini diş etine vurup cıkladı hemen.

“Sakın bana yalan söyleme Yakut, hoşlanmam.”

“Sen de yalan söylüyorsun!”

“Evet söylüyorum,” derken gözlerini bana çevirdi, ince ve çatlak dudaklarında ufak bir gülüş belirmişti. Onu bıraktığım kadar sert değildi şu an. Şaşkınlığım gitgide artıyordu. “İşte bu yüzden yalandan hoşlanmıyorum.”

Daha fazla rol yapamayacağımı anlayınca gergin bedenimi serbest bıraktım, koltuk daha rahattı şimdi. “Derdin ne benimle?”

Bu sefer de o konuyu değiştirdi. “Evlenmişsin?”

Yargılar gibi değil, gerçekten öğrenmek ister gibi bakıyordu. Gardımı düşürecekti, bunu yapmak istemiyordum. Kalbim göğsümün altında teklerken aklıma yine benim hastalıklı düşüncelerim akın etti. Geçmişe dalmak demek, güçsüzlüğümü sergilemekti. “Boşandım,” dedim sert tutmaya çalıştığım bir sesle.

Hafifçe güler gibi bir ses çıkardı babaannem. “Tebrik ederim.”

Gözlerimi devirdim konuştuğum esnada. “Teşekkürler.”

“Yani… Bu kadar mı her şey?”

“Anlayamadım, beş yıl aradan sonra bunları mı merak ediyorsun?”

Şaşkın sorumdan sonra çekinerek gözlerini kaçırdı. “Öyle… Sohbet olsun diye.”

“Çok değişmişsin,” diye mırıldandım. Utanıyordu, bağırmıyordu, kızgınlığı azdı. Gözlerinde dolaşan parıltı, tıpkı bizi sever gibiydi.

Oysa babama ve amcamlara karşın her zaman baskıcı davrandığını biliyordum. Otoriterdi, kendi kararları uygulansın isterdi. Bu evde birbirimize rahatça sarılamazdık bile. Ama şimdi benimle sohbet etmek istediği itirafında bulunmuştu.

“Sen de,” dedi saniyeler sonra. “Güzel bir kadın olmuşsun.” Bakışlarını uzun uzun üstümde dolaştırdı. “Ama gözlerin gülmüyor gibi?”

Taze bir soluk dudaklarım arasından fırladı, kaşlarım hüzünlü bir tavırla aşağı düştü. “Hoşuna gitmiştir.”

“Niye gitsin?”

“Başım beladan kurtulmasın diye beddua etmedin mi bana? Elbette üzülmeme mutlu olmuşsundur.”

Babaannem kaşlarını havaya kaldırdı. “Senin gibi mi?”

Zorlukla yutkundum, ölmesini dilediğimi biliyordu. “Benim gibi,” diye fısıldadım. Bundan sonra ikimiz de gerçekleri kabullenemeyip sessizliğe boğulduk yine. Parmaklarımı birbirine geçirip kendi kendime oynadım, babaannem ise siyah sümbüllerini okşamaya devam etti. Başım öne eğikken “İkimiz de hak ettiğimizi bulduk galiba,” dedim ufak bir gülüşle.

“O ne demek?”

“Baksana yürüyemiyorsun.”

Yatağı işaret etmiştim, bacaklarını hafifçe kıpırdattığı üstündeki örtüden belli olsa da belli belirsiz bir hareketti bu. “Doğru.” Sonrasında bedenini zorlukla bana doğru kaydırdı, artık daha yakından bakıyordu. “Yakut,” dediğinde eminim ki bir aynaya bakıyordu. Biz yansımalarda göremediğimizi, birbirimizin yüzünde görüyorduk. “Ben sana beddua etmedim.”

İtirafına keyifsizce güldüm, elimle nemlenmiş yüzümü temizlerken gülüşüm kısık bir tonda devam etti. “Ama kendimi çok kötü hissediyorum babaanne, pişman hissediyorum.”

“Neye pişman oldun?”

Gözlerim uzunca, babaannemin çehresinde daldı kaldı. Bir şey itiraf eder gibi dehşetle konuşmamı o da sabırsız bir kulakla dinlediği için, zayıflığım konusunda kendimi yalnız hissetmedim; ben kalbime düşeni hiç durmadan anlatabilecek kadar aptalsam, babaannem de mutsuz bir hikâyeyi şevkle dinleyecek kadar yalnız ve bana muhtaçtı. Dilimi usulca dudaklarımın üstünde gezdirip babaannemin onaylamayacağı bir gerçeği itiraf ettim. “Sevdiğime.” Yaşlı babaannemin gözlerinde hiçbir hoşnutsuz kırılma belirmedi, sanki olağan karşıladığı bir şeydi bu. Peki o zaman neden ben bu evden sevgisizliği öğrenip bunca yıl bocalamıştım duygularım konusunda? “Bir zamanlar sevdiğime çok pişman oldum.”

5 yıl önce

Hayatı daha yaşanılır kılan bazı anlar vardır, bu bahsettiğim şey yetinme duygusuyla alakalı bir şeydi. Yani yaşanılır kılmak diye bahsedince biraz nankör hissediyordum aslında. Zaman olanca hızıyla akarken ve önüme pek çok şey sunulurken benim çoğunu elimin tersiyle itmem ve sonra zamanı bile şaşkınlığa uğratacak bir vakitte, en savunmasız vakitte vuku bulan o ufak an ile hiç uğraşılmamış bir duygunun esareti altında kalmam, benim için daha çok sevinilecek bir şeydi.

Biraz yaşanılır geçen hayat, birden yaşanması gereken mecburiyete dönüştü.

Sandalyemde oturup bacağımı gergince sallamaya başlamıştım o gün. Evden ayrıldıktan sonra kabul edildiğim istihbarat akademisinin ilk dersiydi. Bitirdiğim üniversiteden sonra bu ders bana çok ters gelmemişti aslında, az çok alışkındım ancak herkesin kendinden emin durması beni biraz ürkütmüştü.

Gerginliğimi gizlemek isteyerek bir bacağımı diğerinin üstüne attım ve sonra kollarımı önümde birleştirdim. Babaannem kesinlikle arkamdan çok beddua etmiş olmalıydı yoksa bu kaygının başka sebebi olamazdı çünkü normalde ben de özgüvenli birisiydim.

Gözlerimi projeksiyonda, hemen yanına asılmış panodaki kağıtlarda gezdirirken beş kişilik bir erkek grubu kendi aralarında gülüşerek içeri girdiler. Biraz da aynı grupta bulunacağım kişileri incelemek isteyerek yavaşça onlara döndüm.

En ortalarındaki kişi uzun boylu, koyu kumral saçlı birisiydi. Elinde karton bardak taşıyordu. Üstünde burada tüm erkeklerin az çok benzerini giydiği kıyafetlerden vardı; bacaklarına ne dar ne de bol gelen siyah bir pantolon, onun içine sokuşturulmuş gri bir gömlek ve siyah, ince kravat… Uzun, fit vücudunda hepsi iyi duruyordu.

Konuşup gülüşerek yanımdan geçtiklerinde bakışlarımı öne eğdim çünkü az önce incelediğim o kişi hemen yanıma oturmuştu. Onu izlediğimi fark etsin ya da öyle sansın istememiştim, bu yüzden gözlerimi yere çevirdim.

Yine farkında olmadan bir bacağımı sallamaya başladım. Artık hoca bir an önce gelmeli ve şu işi, yara bandını çeker gibi çekip gerginliğimi sona erdirmeliydi.

Neredeyse düşüncelerim anında gerçekleşmiş gibi bu sefer açık kapıdan beklediğim hoca girdi ve ardından kapıyı örtüp kürsüye yaklaştı. Üst üste attığım bacağımı indirip eteğimi düzelttim, yanımda oturan o ise hala aynı pozisyondaydı. Dik duruyordu, dirseğini ise sandalyeye bitişik olan ufak masaya yaslamıştı.

“Merhabalar,” dedi yaşı altmışlarda duran istihbarat personeli.

“Merhaba,” şeklinde nizami bir mırıltı duyuldu salonda. Çok kişi yoktu, bu yüzden gürültü olmamıştı.

“İlk önce sizlere kendimi tanıtayım.” Elindeki kalın dosyayı kürsüye bırakıp elleriyle iki yana tutundu. “Ben uzun yıllar istihbarata hizmet etmiş bir devlet görevlisiyim, şu an şube müdürlüğünde bulunuyorum ama sizlere tecrübelerimi aktarabilmek için bu sene akademiye geçme kararı aldım. İyi ki de almışım diyorum, bu mukaddes hizmette yeni yüzler görmek çok keyifli.” Yüzünde gururlu bir ifade vardı, titrek bir nefes bırakıp yine farkında olmadan kollarımı önümde birleştirdim. Neyse ki saçlarım topluydu, yoksa farkında olmadan onlarla da oynardım.

Birkaç saniye sonra kulağıma yan tarafımdan o eğildi. Sınıfa girdiğini gördüğüm uzun boylu, kumral kişi… Bunu göz ucuyla fark etmiştim, anlık bir kalp çarpıntısı göğsümün altında belirdiğinde önümde bağladığım kollarım kasıldı.

Sesinden önce kokusunu işitmiştim, fazla ferahtı. “Birisini dinlerken kollarını önünde birleştirmemelisin,” dedi kısık fakat güzel sesiyle. Pürüzsüz, kolaylıkla anlaşılabilecek bir tona sahipti.

Geriye çekildiğinde ona hiç bakmadan ve cevap bile vermeden direkt kollarımı açıp serbest bırakmıştım. Ancak birkaç saniye sonra gözlerim yana doğru kaydı, onun rahatça oturduğu yerde kolunu önündeki birleşik masaya yaslayışını seyrettim. Hocayı dinlerken ciddi görünüyordu ama bir yandan da alaycı bir ifade sezdim. Yanlışımı görmek onu keyiflendirmiş miydi acaba?

Ellerimi kucağımda birleştirdiğimde hoca konuşmaya devam etti. “İsmim Revan İdemen, seksen bir yılında Mülkiyeden mezun oldum.” Gözlerini hevesle içeride, yirmiyi aşkın kişinin üstünde gezdirdi. “Burada da var mı benim gibi Mülkiye mezunu?”

Yanımda bir hareketlilik oldu, diğerleri gibi öğrencilere bakındım ama yalnızca yanımda oturan o elini kaldırmıştı bu soruya karşın. Artık yeşil gözlerinin parladığı yüzünde alaycı bir ifade yoktu, ciddiydi. Kaşlarının normal durduğunu ama her şeye rağmen katı bir ifadeyi rahatlıkla bürünebildiğini fark etmiştim. Kalın dudaklarını kısa bir an açıp kapattığında dilini orada gezdirmişti, gözlerini hiçbir yere kaçırmadan Revan hocaya bakıyordu sadece. Ben de ona bakıyordum.

“Sevindim, okulumdan ve bölümümden birisini bulunca sanki yabancı memlekette hemşerimi bulmuş gibi hissediyorum valla.” Revan hoca gerçekten hoşnut olmuştu buna. “Adın ne bakalım?” diye sordu sonra.

Ne diyeceğine kulak kesildim, evet… İsmini merak etmiştim.

Ve bariton sesinden “Uygar Özkurt,” şeklinde kendini tanıtışını duymak bir an ellerimin uyuşmasına sebep oldu. Parmaklarımı yavaşça sıktım.

“Tanıştığıma memnun oldum Uygar, arada yanıma gel de hocaları çekiştirelim biraz.”

Uygar “Tabi,” dedi emir alan bir asker gibi.

Sonra teker teker tanışmaya başladık. Hoca bu sefer arkadan başlamıştı, herkesi dinliyordum ama pek de umurumda değillerdi. Revan hocanın herkesin nereden mezun olduğunu öğrenmesi can sıkıcıydı biraz. Ben nereden mezun olduğumu söylemek istemiyordum, bunca güzel üniversite ve bölümlerin arasında zaten beğenmeyeceklerdi. Başarısız olduğum için değil, sanırım daha önceki hayatımda zengin olduğum için.

En sonunda sıra en önde oturan bana geldiğinde “Yakut Yalınkılıç,” dedim. Soyadımın ardından birkaç mırıltı oldu sınıfta. Ülkenin önde gelen mücevherat markasını ve o markaya sahip köklü aileyi elbette biliyorlardı.

“İkinci Yakut,” derken güldü Revan Hoca. Ben de keyifsizce gülümsedim. Birinci Yakut babaannemdi ve onun bahsinin açılması hiç hoş değildi. “Senin eğitim hayatını da öğrenebilir miyiz?”

Birazdan dillendireceğim okul, ülkenin en pahalı özel okullarındandı ve buradaki herkes oraya burslu girmediğimi anlayacaktı. En azından daha az nam salmış bir yerde okusaydım bu kadar göze batmazdım. “Asri Üniversitesinde okudum.”

Mırıltılar biraz daha arttı. Buna karşın Revan Hoca rahatsız olmuş gibi göründü. “Evet güzel,” dedi sanırım benim imajımı düzeltmek isteyerek. “Asri’de çok güzel bir eğitim imkânı sunduklarını biliyorum, zaten sen de çok donanımlı bir hanımefendiye benziyorsun Yakut.”

Revan hocanın bana sarf ettiği övgüden sonra arkamdan “Sadece zengin işte,” diye bir mırıltı duydum. Sağ taraftan dönüp arkama bakacağım sırada Uygar da sert bir ifadeyle konuşan kişiye döndü. Söylenecek her sözden daha etkili bakışlara sahipti, yeşil gözleri o kişiye ateş ediyordu neredeyse fakat sonra “Fatih,” dedi sadece bizim duyabileceğim şekilde. “İstersen kes o sesini,” derken bunu pek de onun tercihine bırakmadığını anlamak zor değildi. Apaçık susmasını söylemişti işte.

Ben de Uygar’dan sonra “Lütfen,” diye mırıldandım Fatih’e. Az önce kendi düşüncelerimde var olan şeyi elbette başkası söylediğinde kabullenmek zorunda değildim. “Bu çok yakışıksız.”

“Hakaret etmedim, gerçekleri söyledim.” Fatih hiç pişman gibi durmuyordu, aksine söylediği şeyin arkasındaydı.

El mecbur önüme dönüp nefeslendim. Revan hocanın otoriter bir hale bürünüp ortalığı toparlamaya başladığı sırada burada bulunmanın hata olup olmadığını sorguluyordum kendi kendime. Önümde kurumun verdiği bir defter vardı, ön taraftaki istihbarat logosunu parmağımın ucuyla okşayıp ilk sayfayı açtım. Bu hayalimdi, kendi tercihimdi… Benim yolumdu. Yani hataya yer yoktu.

Tanışma faslı bitip derse başladığımızda bir süre masada kalemimi aradım. Bir tane vermişlerdi ama yere düşürdüğümü sanmıyordum, etrafıma bakınırken “Nerede bu?” diye fısıldadım kendi kendime. Sol tarafa dönüktüm yani sırtım Uygar’a çevriliydi. O sırada toplu saçlarımın serbest kalıp omuzlarıma dökülmesiyle ben de şaşkınlıkla arkama döndüm.

Parmaklarımı serbest kalan siyah saçlarıma geçirip ne olduğunu anlamaya çalışırken Uygar da elinde tuttuğu bir kalemi bana uzatıyordu. Bu benim kalemimdi, onunla saçlarımı topladığımı unutmuştum.

Dolgun dudaklarını aralayıp fısıltıyla “Burada bulunacaksan dünyadan haberin olmalı,” dedi Uygar. Yeşil gözleri bir süre siyah saçlarımda gezindi ama hemen sonra bakışları yüzüme çevrilmişti, yeşil harelerine bakmak zordu çünkü alnına dökülen o birkaç kumral tutam dikkatimi çekiyordu fakat konuşmaya devam etmesiyle söylediklerine kulak kesildim. “Ama senin kendi dünyandan bile haberin yok gibi.”

Bu söylediği şey o an beni tuhaf bir hırsa bürüdü. Hala iki parmağı arasında tutarak bana uzattığı kalemi hızla çekip aldım. “İşine bak,” dediğimde Uygar ciddiyetini kırıp ilk kez beyaz dişlerini sergileyerek gülmüştü. Tıpkı sınıfa girerken onu gördüğüm hali gibiydi.

“Nasıl istersen gelincik,” diye mırıldandı, aynı zamanda bana rahat bir alan tanıyarak geri çekilmişti. Tanıştığımızın ilk andan yana geçen bu kısa sürede bana adımdan farklı şekilde seslenmesiyle gerildim. O kimdi ki?

Kalemi serçe masaya bıraktım, neyse ki fazla ses çıkmadı. “Adım Yakut!”

Uygar ise onu hiç uyarmamışım, beni hiç dinlemiyormuş gibi önüne dönüp Revan hocanın anlattıklarını dinlemeye devam etti. Bir terör örgütünden açılmıştı konu. Kulağıma birkaç şey giriyordu: “Suç fiili… Emir ve talimata teslimiyet… Silah temini…”

Yine de araya onun söyledikleri karıştı: Gelincik.

*


Umarım sizler için güzel bir bölüm olmuştur.


wattpad: askilav


instagram: askilawt

 

Loading...
0%