31. Bölüm

30. Beş Sene

tuğba fc
askilav

 

keyifli okumalar dilerim💝

 

30. BEŞ SENE

Yalnızca kendi kendine kalmak isteyenlerin bile sığınabileceği yerler vardır bu hayatta, ama kendinden kaçanların gidebilecek bir yerleri hiç olmadı.

Bu yüzden sabahın dört buçuğuna kurduğum alarm çaldığında gözlerim, kesik kesik uyuduğum üç saatlik uykuya rağmen hala açık haldeydi; çekili perdenin ardından tek bir ışık bile girmediği için güneşin henüz doğmadığını anlamak benim için zor olmadı, zaten çokça muhtaç olmamı göz önünde bulundurup da saat dört buçukta doğmadı güneş hiçbir zaman.

Yatakta biraz sağa dönerek uykudan dolayı ağrıyan bedenimi rahatlattıktan sonra yavaşça kalktım, elimi yüzümü güzelce yıkayıp kendimi güne hazırlarken aklımda bugünün listesinde tik atılmayı bekleyen şeyler vardı: beş yıl sonra kilitli kapıları açılacak sığınak, adımı lekeleyen raporlar, belki de cezasını sevdiğim adama çektirdiğim gerçek hainin kimliği…

“Bugün ölmezsen otur da şükret Yakut,” dedikten sonra havluyla yüzümden damlayan suları sildim, gözlerim son kez aynada beliren yansımama değdi; ilk başta her şey çok normaldi, ama bir gün cansızca öne düşecek ince boynumu düşününce gözüme çirkin göründü bedenim, ve günü gelince moraracak dudaklarım şimdi tertemiz görünseler de ben ansızın her şeyimden iğrendim.

“Ne çok düşünüyorum ben ya,” derken sesimden dolayı kıpırdanan ufak kedim odadaki koltuktan hafifçe atladı ve birkaç adım attı bana doğru, onu kucağıma alıp tüylerine yaslandım. “Sanki dün hiç mutlu hissetmemişim gibi bugün kendimi bıçaklamak istemem sence neden?” Kedi hiçbir cevap vermedi. “Sence neden, bir cevap ver.” Onu havaya kaldırıp bir bebek gibi sarstım ve hatta dayanamayıp burnunun ucuna da öpücük kondurdum, o kadar sevimliydi ki çaldığım günü düşündükçe kendimle gururlanıyordum biraz. “Sence neden hala kurtarılma ihtimalim olmasına rağmen kendimi sevmekten yavaş yavaş vazgeçiyorum?”

Hiçbir ışığın aydınlatmadığı karanlık koridorda tatlı kedim birkaç defa incecik sesiyle miyavladı, onu kulağıma yaklaştırdım. “Anlamadım, bir daha söyle.”

Elini kaldırıp normalde pek tercih etmediği bir şey yaptı bu sefer, yanağıma patisiyle vurdu. “Ah tamam özür dilerim ya, kızma…” Adımlarım salonu buldu, perdesi çekilmemiş balkon camından dolayı sokak lambasının ışığı içerideki karanlığı az buçuk kırmış sayılırdı. Kollarımda uslu uslu bekleyen kediyi üşümemesi için yere bıraktıktan sonra kapıyı açıp soğuk balkona geçtim, buraya gelecek gibi oldu ama kapıyı ardımdan örttüğümde sadece patisini değdirebilmişti cama. “Sen gelme,” diye camın ardına sesimin çok duyulmadan geçeceğini bilsem de seslenmekten geri duramadım. “Burası çok soğuk, benim biraz soğuk banyosu yapmam lazım sonra geleceğim zaten, bekle orada…” Çok saçma olsa da parmağımın ucuna bir öpücük kondurup onun patisini koyduğu yere dokundurduğumda dudaklarımı korkak bir tebessüm ele geçirmişti.

Üstümde ince askılı bir atlet ve dizlerimin üstünde kalan salaş bir şort olduğu için serinden korunan tek bir yerim yoktu; gerçi bir yanım bunu iyi buluyordu, herkesin yanı sıra hatalarını bir de senin bilmen lazım, bu yüzden kendini cezalandır, diyordu bana. “Soğuktan ceza mı olur?” diye keyifsizce mırıldandıktan sonra ellerimi demirlere yaslayıp öne eğildim, bu ayazdan daha fazlasına da dayanabilirdim. Zaten serinlik çıplak omuzlarıma çarptığında ufaktan titremek dışında hiçbir tepki vermedi bedenim, çok geçmeden toparlanıp o titremeyi de üstümden sildim.

Yüksek ağaçların bile örtemediği gökyüzünde grimsi laciverte çalan koyu bir renk vardı, gökyüzünün renginin ufak bir turuncuyla kırılması istediğimden daha uzun sürecekti sanırım.

Çenemi omzuma yaslayarak birkaç dakika koyu tonu gitgide açılmaya başlamış havayı seyrettim; geceleri karanlıkta vakit geçirmeyi henüz hayatın farkına varamamış bir genç kızken çok severdim ben, herkesin uyuduğu o vakitlerde tek başıma ışıksızlığın hükmünü sürmek fazla özgür hissettirirdi, aslında herkes dünya üzerinde yaşamaya devam etse de aslında öyle değildi, herkesin uyuduğu sırada örtülen ışıkları birden her şeyi bana ait kılardı sanki.

Şimdiyse aydınlanan gökyüzü seyretmeyi daha çok seviyorum; güneş bana yeni bir fırsat sunmak için doğmuyor ama olsun… Kendimi öyle hissetmeye zorluyorum, artık günlerimi yaşamak değil kurtarmak mecburiyetinde olduğum için karanlık içine kaçılacak bir yer olma niteliğini çoktan yitirdi… Karanlık artık sadece, ardıma bakmadan kaçacağım bir kabustan ibaret.

Orman kokusunu, burnum yanacak kadar derinden soluyup buruk bir tebessümle manzarayı seyretmeye devam ettim; daha birkaç ay önce, ne zaman pencereden dışarı baksa gördüğü her arabadan sevdiği adamın ineceğini sanan bir kadındım… Hayır, onu muhtaçlıkla beklediğim her gün hayatın bizi karşılaştırdığı ilk halimdeydim ben, toy bir genç kızdım.

Biraz hırçın ama elbet durulacak, o geldiği an durulacak…

Kapı ne zaman çalsa ‘o döndü’ diyerek koltuktan kalkardım, bu sefer inat etmeyip Uygar’ı içeri alacağım barizdi, hiçbir şart olmadan hem de; ne var ki ben kapımı koşulsuz açacak olmama rağmen o hiç geri gelmedi…

Onun aynı şehrin bir başka ucunda aslında benim olmasını beklediğim kadar masum ve aklına ihanet etmek hiç düşmemiş bir adam olarak tertemiz yaşadığını bilseydim, gider kurtarırdım onu hapsolduğu tüm suçlardan. Ömrüm boyunca sıcak kumların arasında baygın halde uzanan bir genç kız olduğumu düşünmüştüm de beni güneşin altında bitap düşmekten Uygar’ın kurtardığına inanmıştım; benim gibi sıkıcı, aksi, huysuz ve renksiz bir hayatı o güler yüzüyle, gerçek sözleriyle ve hiç yitirmediği güveniyle bambaşka bir yer haline getirmişti.

Bu sefer aynısını ben ona yapardım, eğer önüme kuşkuya düşeceğimi bile bile uzatılmış deliller olmasaydı Uygar’ı sıkıştığı mağdur hayattan kurtarmama engel olabilecek kimse yoktu; hem inandığım değerler hem de sevdiğim adam uğruna ben yapabileceklerini göz ardı etmeyen birisi olurdum zaten.

Onu, mahvolmuş bir adam olarak bilirken de korumaya çalıştığım nefretime rağmen deli gibi sevmiştim, bir gün bile unutamamıştım, hiç elimi uzatmaz mıydım yardım beklediği anlarda?

Yardım beklediği anlar… Gittiğinden beri neler yaşadığından tek bir haberim yok benim.

Buna karar vermek benim en sancılı süreçlerimden birisiydi; onunla ayrılacağımız yıl dönümümüze ulaşmadan üç ay öncesi, sıcağın giderek çoğaldığı bir Temmuz ayıydı. Son zamanlarda birer hafta aralıklarda gerçekleştirilmiş üç terör eyleminde ele geçirilmiş ağır mühimmatlar hem insanlara hem de çevreye büyük zararlar vermişti, bunların ülkemizde üretimi gerçekleşmediği ve yaygın kullanımı olmadığı için kontrolsüz bir geçişle ülkeye sokulduğunu düşünmüştük, bu yüzden bilgi toplamak adına sınıra gönderilmiştim. Uygar bu esnada hiç bilmediğim bir yerde, belki de her zamanki gibi burnunun dikindi, kendi işiyle meşguldü.

Bütün gün bir başıma koşturmuş, sınır kapısında askeri görevlilerin muhafaza ettiği tüm belgeleri incelemiş ve onca adamla kavga etmem yetmezmiş gibi üstüne göz göre göre benden evrak kaçırmaya çalışan bir memur yakalamıştım; o andan sonra artık dayanılmaz bir sinirle güldüğümü hatırlıyorum. “Bu kadarına da cesaret etmemeli insan, resmen gözlerimin önünde evrak çalmaya kalkıştı,” deyip işime devam etmiştim, şahit olduğum olaylar şaka gibiydi ama hiç komik değildi.

Devamında durum şaka olma özelliğini de yitirdi, bu sebeple uçaktan iner inmez Belçin bana ‘teşkilata gel’ dediği halde eve geçmiştim… Elimde herkesten kaçırdığım bir evrak, üstündeki isim ve imza, bir de dumanlı başımla tam orta noktasındaydım hayatımın. Üstüme külliyen kapanacak kapılara doğru adım adım ilerlediğimden habersiz, bir karar verdiğim takdirde kurtulacağımı düşünerek titremişti ellerim.

Ben hiç esir edilemeyeceğimi düşündüğüm an benim için kapanmış kapılara çarptım; bu bedenimin esareti değildi, çünkü hiç farkında olmadan girdiğim bir savaşta aklım yenik düşmüştü.

Odada dolaşırken içimi yoğun bir buhran sardı, kendimi tutmasam kimliğimi çıkarıp ‘Yakut Özkurt’ yazan kısmı parça pinçik edecek ve böyle bir soyada sahip olduğumuz gerçeğini dünya üzerinden silecektim… Ama nafile, o andan sonra üstüne bir lekenin sürüldüğüne kandığım bu soyadını ne kimliğimizden ne de insanların hafızasından silmek mümkün değildi.

Ağır mühimmatları, provakatif birliklere ulaştıran izin belgesindeki imza, daya yatağımızdaki sıcaklığının bile soğumaya vakit kalmadığı kocamdı: Uygar Özkurt yazıyordu evrağın üstünde, dalga geçer gibi, altında imzası olması ise işi daha da çıkılmaz hale getiriyordu. Ben bu imzayı çok defa görmüştüm zaten, hatta nikah defterine karalanmış bu çizgi bizi resmi olarak birbirimize bağlayan şeylerden birisiydi. Sınırdaki memurun bu belgeyi gözlerimin içine baka baka kaçırmaya çalıştığı anı hatırlayınca saçlarımı kavrayıp dudaklarımı araladım ama rahat bir nefes almak mümkün olmadı.

“Allah’ım, gerçek olmamalı…” dedikten sonra elimdeki evrağa bir daha baktım, tam o an telefonum yüreğime bir sızı bırakarak çaldı çünkü her şeyi görüyormuş gibi Belçin arıyordu. “Efendim?” dedikten sonra bir hasta gibi hafifçe öksürdüm, yoksa karşı taraftaki kadın her bir duygumu hiç uğraşmadan anlayabilirdi.

“Yakut sana teşkilata dön demedim mi, neredesin sen?”

Nispeten kızgın gelen sesinden sonra, başka zaman olsa böyle hissetmeyeceğim halde tam o an suçluluk duygusu sardı içimi, bunun sebebi üstünde alenen Uygar’ın imzasını barındıran evraktı. “Belçin çok üzgünüm,” dedikten sonra burnumu çektim. “Sınırda kalabalığın arasından çok geçerken sanırım virüs kaptım.” Yalan söylediğim için gözlerim rahatsızca yerdeki halıya eğildi. “Çocukları bilirsin ağızlarını kapatarak öksürmekten haberleri yok hiç.”

“Öyle mi?” Duraksadı, şimdi tedirgin halde beyaz saçlarına dokunduğuna emindim, onu tanıyordum artık. “Tahmin edemedim kusura bakma, yine de bana haber verseydin seni beklemezdim.”

“Saygısızlık ettim biraz, çok özür dilerim.” Ama daha büyük bir saygısızlığı ellerimde saklıyorum şu an… Boğazım düğümlendi, şimdi nasıl açacaktım sesimi ve kalbimi? “Ama bir ilaç atıp hemen geleceğim.”

“Dayanamayacaksan kal evinde,” derken sesinde can bulan merhametten ötürü suçluluk hissim biraz daha arttı, gözlerimi kapatıp elimdeki kâğıdı buruşturarak sıktım. “Bir günlüğüne erteleyebiliriz.”

Başımı kendi kendime iki yana salladım, dişlerimi sıkarken tek bir kelime edemeyişimi öksürükle gizlemem gerekmişti. “Yok olur mu öyle şey?” deyip yavaşça yatağımıza oturdum, gözlerim normalde Uygar’ın yattığı boşlukta gezindi, artık oraya bakarken kalbimdeki heyecanın yerini acı bir sancıya bırakışı midemi bulandırmıştı. “Ertelenecek bir durum yok, sadece ilaç atıp döneceğim.”

Belçin’in kısaca iç çekişi ilişti kulağıma. “Ah Yakut ah,” dediğinde ondan ilk kez böyle bir yakınma işitmiştim. “İşine özen göstermeni çok beğeniyorum, bu zaten yapman gereken bir şey ama… Bilmiyorum, neyse… Böyle şeyler söylememem gerekli.”

Sahte bir gülüşle karşıladım onu ama halen elimde tuttuğum belge sıtmalı gibi titrememe sebep oldu birden. “Merak etme, bunu ayrıcalık sanmam,” deyişim esnasında sesim titreyecek gibi olsa da hızla toparladım, gözlerim az kalsın kendimi batıracak olmamın korkusuyla hızla kapandı.

“Sevindim.” Neyse ki hala normal geliyordu Belçin’in konuşması. “O zaman ben seni tutmayayım, beklemeden ilacını at hadi.”

“Sağ ol Belçin.”

“Rica ederim, hoşça kal.”

“Sen de.”

Telefonu kapattıktan sonra koltuğa oturup sıkıntıyla alnımı ovalamaya başladım… Tanışalı neredeyse üç yıl olacaktı ve biz evliliğimizin ikinci yıl dönümünü kutlayacaktık Uygar’la, ama onu ne kadar tanıdığımla ilgili ufak bir yanılgıya düştüm ansızın… Geçmiş anılar bir bir gözümün önünden geçmeye başladı, içimden bir ses tüm bunların gizli bir görev olduğunu haykırıyordu bana ama eğer öyle olsa, bizzat teşkilat tarafından bu belgeyi bulmak için görevlendirilir miydim? Eğer öyle olsa, o memur neden bunu benden kaçırmak için uğraşmak isteyecekti ki?

İhtimaller, içimde kıpırdanan adalet duygusunu yerinden edemedi; ben geçmişte de gelecekte de bildiğini okuyan bir kadın değil, doğruyu arayan kişi oldum her zaman… Ama yine de tüm bunların bir rüya olmasını o kadar isterdim ki. Sadece bir rüya değil, ürkünç bir kabustan titreyerek uyanmaya bile razıydım gerçeklere nazaran.

Elimi kaldırdım ve kâğıda baktım bir daha, benim sürekli ‘bu kadar başına buyruk olma’ diyerek uyardığım kocam, her zaman adalet uğruna ve de çoğunlukla amirini bile karşısına alarak esnettiği kurallarını bir kez olsun ihaneti için çiğnemiş olabilir miydi?

Yapmamıştı böyle bir şey, o geceler boyu yolunu gözleyeceğim en doğru kişi olarak kalmaya devam etmişti hiç göremediğim iki sene boyunca, ben gerçekleri bilmesem de… Ama öğrenmekte geç kaldığım gerçekler de rahatça soluduğum orman kokusunu şimdi buruk bir tattan öteye geçiremedi işte.

Tekrar eve girmeye niyetlendiğim esnada yan balkonun kapısı açıldı, karşıma beni görmeden sigarasını yakmaya çalışır halde Uygar çıktı; derin bir duman çekip sonrasında benim gibi iki elini de demirlere yasladığında fark etmişti orada olduğumu. Parmakları arasında yanmaya devam eden sigaraya içim acıyarak baktım, dudaklarımdaki kalkmış eti ısırırken gözlerim tekrardan Uygar’ın uykudan yeni uyandığı belli olan suratına çevrildi.

“Günaydın,” demişti mahmur ve sigaradan dolayı anında pürüzlenen sesiyle, başını da kısa bir selam için öne eğip kaldırdı.

“Günaydın, kahvaltı mı ediyorsun?” dedim kendimi tutamayarak, çünkü saat daha sabah beşti ve sigara için henüz çok erkendi.

Sorumun ardından Uygar da baş parmağı ve işaret parmağı arasında tuttuğu sigara benim gibi ufak bir bakış atıp, bu sefer rahatsız olduğumu daha net bilerek derin bir duman çekti içine; zaten fazla dolgun değildi yanakları, o an daha da içe göçmüşlerdi. “Sayılır…” dedikten sonra dumanı havaya doğru serbest bırakıp sanki söyleyeceği şeyden tam emin değilmiş gibi yarım yamalak bir şeyler mırıldandı. “Sayılmaz… ortası işte.”

Başımı usulca salladım, ne söylesem fayda etmeyecekti, çünkü hiçbir koşulda bu durum beni ilgilendiren bir şey değildi. “Afiyet olsun.”

Elimi boynuma atıp tenime dokundum, diğer elimi de balkon demirine sarıp gitmemek için bir aptal gibi orada oyalanırken ayağımın ucuyla da zemine vurmuştum hafifçe, ona mı baksam yoksa ormana baksam karar veremez haldeydim.

Uygar hiç kararsız değildi, hala öne eğilerek sigarasının keyfini çıkarırken arada bir bana dönerek incecik kıyafetlerle soğuğa sığınmış vücuduma bakmaktan çekinmiyordu benim ona bakmaktan korkmamın aksine, ve bakışlarının hükmü altında kah dudaklarımı ısırarak kah balkon demirinin üstündeki boyayı tırnaklarımla soyarak soğuğun biraz bana etki etmesini bekledin; ansızın vücudumu saran sıcağın tek kaynağının onun yeşil gözlerinin olması hiç de sürpriz bir durum değildi benim için. Ufacık bir kız değilim, gençliğim de eğer biraz çabalamazsam söndü sönecek… Ama ne zaman bana bakmayı tercih etse hala kalbimde hızlanacak kadar taze bir güç birikiyor, birden oluyor bu.

Dudaklarımı manasızca büzerek balkondan aşağı bakarken gözlerim kaçamak halde yan tarafa kaydı, parmaklarımı bastırıp kütlettim ve ilk kez tanıştığı arkadaşıyla konuşmak için konu bulmaya çalışan ufak bir çocuk gibi konuşmaya niyetlendim. “Bugün çıkar mı benim raporlarım?” dediğimde aramızdaki sessizlik bozulmuştu, ama boğazım da tarifsiz bir heyecanla kurumaktan geri durmadı. Ben bu adamla yaşanabilecek her ne varsa yaşadım yahu, utanacağım şey konuşmak değil ki… Ama o bu konuda da fazlasıyla tesirli.

Uygar uykudan dolayı biraz kısık kalan gözlerini ormanda gezdirip bir süre karanlıkta yeşilliği örtülen ağaçlara baktı ve sonra bana geri döndü. “Çıkar, için rahat olsun,” derken eminim ki bu konuda inceleme kurumuna ettikleri ricaya, belki de baskıya güveniyordu. “Sona yine Mürsel’le görüşürüz, o zaman ortada seninle ilgili bir durum kalmamış olur.”

“Bence de.” Başımı yavaşça aşağı yukarı salladım. “Haklısın.”

Onu gereksiz yere fazladan onaylamamın ardından Uygar dudaklarındaki sigarayı çekti ve bir süre bakışlarını üstüme tuttu, neden böyle dikkat kesildiğini anlayamadığım için kaşlarım meraklı bir tavırla havaya kaldırdım ve ben de ona baktım, balkonlarımız arasında çok az bir mesafe vardı ve birbirimizi rahatça görebiliyorduk. Rüzgâr estiği zaman havalanan kumral buklelerinin ne kadar süre harekette kaldığını bile seçebiliyordum hatta, ya da ben bunu fark edebilecek kadar onda harcıyorum zamanımı.

Balkon demirini daha sıkı tuttum, Uygar da sükunetini koruyan gözlerini biraz aşağı kaydırdı; gitgide aydınlanan havadan dolayı dikkatinin tam olarak nerede olduğu belliydi, ince bir askının belli belirsiz yer edindiği omzumda.

Parmaklarımı ufak bir rahatsızlıkla oraya attıktan sonra askıyı parmağıma dolayıp titrek bir tutuşla kavradım, onun çıplak omzuma baktığında ne gördüğünü düşünmek de hala soğuk balkonda kalmamı sağlayan başka bir sebepti.

Ve her ne görüyorsa, o gördüğü şeyi Uygar’dan gizleyebilmek için yalnızca askımı tutmadım, parmaklarımı büsbütün tenime örttüm ama ufak çabam onun ufaktan gülmesine sebep oldu, fazla değil… Çok dikkatli bakınca zar zor görünen bir gülüştü, hatta önüne dönüp sigarasından bir kez daha solumadan önce gülüşünü gizleyebilmek için hızlıca dilini dolaştırdı dudaklarında. Kendi kendine bir şeyler yapıyor, her ne yapıyorsa o yetmiyor üstüne bir de benimle eğleniyor… Apt-… Hayır, değil.

Göğsüm sarsılarak yükselip alçalırken kollarımı bağlayıp önüme döndüm, kaşlarım çatılmıştı benimle eğlendiğini fark ettiğim ama ona yetişemediğim için. Birkaç saniyeyi böyle geçirdim, sessizliği bozan tek şey ağaçların hışırtısı ve bazen yükselen köpek sesleriydi ancak çok geçmeden Uygar’ın sesi ilişti kulağıma. “Çıkmadan önce,” derken elindeki sigara izmaritini balkon demirinde çok sakat duran küllüğe bastırdı. “Reha gece incelemem için bazı dosyalar yollamıştı onlara bakmam lazım.” Başıyla kendi evinin içerisini işaret etti, az önceki gizliden gizliye benimle eğlenen gülüşünden geriye artık ciddi bir surat ifadesi kalmıştı. “Gel sen de.”

Önümde bağladığım kollarımdan Uygar’ın göremeyeceği şekilde tenimi çimdikledim. “Geleyim mi?” Sanki zaten bunu sormamış gibi..?

Uygar da başını aşağı yukarı salladı ve beni bir kere daha davet etti. “Gel.”

Tek omzumu kaldırıp indirdiğimde, tavrım sanki Uygar’ın teklifini lütfederek kabul etmişim gibiydi ama sadece bugünün ilk heyecanındaydım… “Tamam o zaman.”

Ellerimi belli etmeden iki yanımda yumruk yapıp yavaş adımlarla salona geçtim… Koşturarak kedimi kaptıktan sonra evden ayrıldım, yan dairenin kapısının önüne geldiğimde Uygar çoktan kapıyı açmış beni bekler haldeydi; eğik gözlerini kaldırdığında kucağımdaki kediyle karşılaşınca biraz daha ilgiye boğuldu gözleri, ne acı ki artık gözlerinde taşıdığı hiçbir ifadesini apaçık kelimelere dökmüyordu, eskiden olsa ben hiçbir şey sormadan kalbinde her ne varsa bana anlatırdı ama artık böyle bir tenezzülde bulunmuyordu, bense gözlerinden okuyabildiğim kadarını okumaya çalışıyor ama büyük ihtimalle hepsini yanlış yorumluyordum.

“Gelin bakalım,” diyerek bizi davet edişinden sonra içeri girip kedimi yere bıraktım. “Geri vermek için getirmedim onu,” derken Uygar’ın siyah kedisi de hızla yaklaşıp bacaklarıma tutunmaya çalışınca yüzüm aydınlanmıştı ama çok fazla gülmedim. “Dün evde çok durmadık ya hep bensiz yalnız kaldı ondan buraya getirdim, hem sen de görmek istiyordun.”

Uygar ellerini beline koyup ikimizin arasında minik adımlar atan kedilere baktı, başını da sallamıştı memnun olmuş gibi… Acaba gerçekten memnun olmuş muydu ki? “İyi yapmışsın.” Gözleri, başını kaldırmasa bile bana kaydı aşağıdan; ellerimi önümde bağlayıp uslu bir çocuk gibi beni onaylamasını dinledim. “Görmeyeli büyümüş sanki?”

“Güzel bakmaya çalışıyorum.”

Çok kısa bir süre daha ortamızdaki kedileri sanki çocuklarını kontrol eden iki ebeveyn gibi seyrettikten sonra Uygar bir dalgınlıktan sıyrılır gibi gözlerini kapatıp alnını ovaladı yavaşça. “Ee tamam o zaman, bakalım şu dosyalara.”

“Tabi, hemen.”

Arkamı dönüp salona geçtim, Uygar’ın masası dağınık haldeydi belki de çok az uyuyordu, zaten saat beşte uyanmasından belliydi dinlenmeye çok az vakit ayırdığı. “Aradığımız şu portatif parmakla ilgili dosya mı yolladı Reha?”

“Aynen, yurt dışından iletişime geçtiği kurumlardan birisi cevap vermiş ama dalga gibi yığın halinde yollamışlar bütün şüpheli isimleri.” Sandalyesini sertçe çekip oturdu, ben de yanındaki boş yere yerleştim. “Orospu çocukları alın siz ayıklayın diyorlar kısacası. Reha kolaylıkla yapardı ama bugün sığınak açılacağı için çok meşgul, o yüzden biz uzun uzun incelemek zorundayız, sen de yardım edersin diye düşündüm.”

“Yardım etmek değil bu, aynı zaman da benim de işim.”

“Tabi,” dedi anlayışla.

Bilgisayarı önüme çektim, Uygar da tableti alıp bir süre onunla ilgilenmeye başladı; uzun bir süre ikimiz de dikkatle okuduklarımızı birbirimize göstererek bir süre her şüpheli ismin kabarık dosyasını incelemeye başladık.

Henüz işimizin bitmediği bir anda “Bugün yoğun bir gün olacak,” dedi Uygar, gözleri hala elindeki tabletteydi.

“Dün de öyleydi,” diye mırıldandım, bugünü ayrıcalıklı kılacak hiçbir kuruntuya yer kalmamıştı aklımda.

“Senin raporların çıkacak Yakut,” dedikten sonra başını yan tarafa çevirip bana baktı, ben de aynısını yaptığımda onun biraz mesafeye bulanan suratını seyrettim. “Büyük ihtimalle az sonra parmak izinin sahibini bulacağız ve bu önümüzde yeni bir operasyon var demek, senin adını lekeleyen hain ortaya çıkabilir ve bu isim de istihbarattan olduğu için tanıdık birisi olma ihtimali de var, en önemlisi…” Kuru dudaklarını yaladı kısaca. “Biz mesleğimizde geçirdiğimiz beş yıla rağmen, sığınağın açılmasıyla ilk görevimizi tamamlamış olacağız.”

Onun hiç bilmediği bir anda göğsüme titrek bir his yayıldı; son noktaya geliyormuş gibi hissediyordum, varsaymalı mıydım şimdiden bittiğimi? “Beş yıl boyunca geciktirdiğin davanın yükünü sırtlanmaya hazır ol mu diyorsun?” diye fısıltıya yakın bir biçimde, korkarak sordum.

Gözlerini ağır ağır kırpan Uygar, bir süre ağlamaklı halde buruşturmamak için zorladığım suratıma baktı. “Sadece, sabahları kahvaltı etmeyi sevmezsin ama en azından bugün bir şeyler ye diyecektim,” dedi mırıltıyla, dalga geçer gibi değildi, ciddiydi ama benim korkarak sarf ettiğim sözlerden sonra onun son derece şefkatle dile getirdikleri biraz gülünçtü. “Öğreneceğimiz şeyler ağır gelebilir, yorulacaksın, bir de açlığını düşünmeye vaktin olmaz.” Sonra gözlerini aşağı kaydırıp karnımda gezdirdi. “Zaten gün içinde de çok bir şey yediğini görmedim hiç.”

Gerçekten beni düşünüp düşünmediğine belli eden ciddiyetini kontrol etmek zorunda kaldım bir süre, dudaklarım şaşkınlıkla değil ama ne söyleyeceğimi bilemediğim için hafiften aralık kaldı. Hemen sonra dilimi kuru dudaklarımda gezdirip “Özür dilerim,” diye fısıldadım, bir öksürük yukarı yükselip kelimelerimi daha düzgün iletmem için beni mecburiyette bırakınca gözlerimi kaçırıp boğazımı temizledim sessizce. “Ben yanlış anlamışım bir an…” Dudaklarımda titrek, suçumu örtbas etmeye çalışırken yakalanmışım gibi bir gülüş belirdi ansızın. “Kendimi hep bile bile ateşe atıyorum değil mi?” dedikten sonra alt dudağımı ısırdım ve mahcup bir bakış attım Uygar’a, sesim çekingenliğimden dolayı kısılmış ve pürüzlü bir hal almıştı. “Aklında belki şu an beni suçlamak gibi bir şey yoktu ama ben seni zorladı-”

Uygar birden sandalyesini, sesimi kesecek bir gürültüyle geri itti; yüzü soğuk bir tavra büründüğünde daha fazla konuşmamı dinlemek istemediğini kolaylıkla anlamıştım. “Kahve de yaparım diye düşünüyordum,” dedi ve bir eliyle sandalyesinin sırtını kavradı sıkıca, parmaklarındaki boğumlar bembeyaz kesilmişti. “İçersin herhalde?” Hemen sonra elini geri çekip salondan ayrılmaya koyuldu, sorusunun cevabını beklemediği için şaşırmadım, beni dinlemek gibi bir arzusu yoktu pek, ben de bu konuda onu zorlayarak haksızlık edemezdim. “İçsen iyi olur.”

Bence her ne dersin çoğunlukla, hayatının benimle ne kadar çöp olduğunu ve boşa geçen iki senesini kimsenin ona geri veremeyeceğini, aklından kahve yapmayı geçirdiği kadının da bunu yapabilecek kadar güçlü olmadığını düşünüyordu ama yine de bizim için biraz uzun bir süre sessiz kalmayı seçtim. “Tabi,” dedim daha fazla üstüne gitmeden, sadece kabullenerek.

Bunca zaman sadece düşünmeye vakit ayırmış birisi olarak elbette gerçeklerden kaçacaktı; arkasını dönüp topyekun gitmiyordu, yalnızca kendine huzurlu bir alan oluşturuyordu sağlıklı bir zihin için; çoğunlukla engebelerle sınanmış hayatının bir noktada normale dönmeye ihtiyacı vardı herkesin yaşadığı hayatlar gibi, bu yüzden ona kıyamadım ve suratımı anlayışlı bir hale getirip cevapladım beni etkisiz kıldığı sorusuna rağmen. “Kahve içerim.”

“Tamam,” deyip sert sesini son kez duymamı sağladıktan sonra salondan ayrılmaya koyuldu.

Sandalyede geri dönüp gidişini seyrettim Uygar’ın; zırhlı bir bedene sahip değildi, canı yanıyordu, hiç kimseye kendisini güçlü göstermek gibi bir kaygısı da yoktu zaten, bu yüzden bana yıllar önce itiraf etmişti ruhunun acı çekmesinden korktuğunu… Gün gelip de canı yanacağını biliyor ama ne kadarına dayanabileceğinden habersiz sürdürüyordu hayatını.

Ben de bu zamana kadar yaşadığı her ne varsa altında ezilene kadar ondan almak istiyordum. Onu çok seviyorum, itiraf etmekten korktuğum zamanların düşününce bir daha seviyorum. Vazgeçemiyorum. Onu bir yalanın kurbanı olup cezaya çarptırdıktan sonra bir nebze suçsuz ve günahsız yaşadığım günleri anımsadıkça yüreğim hiç ferahlamıyor, daha çok üzülüyorum; eğer konuşmadan ilerletmemiz gerekiyorsa her şeyi, tamam ben sonsuza dek susmaya razıyım, ama benden dolayı kırık bir kalbe sahip olmamalı o. Aksine, beni düşündüğü zaman her acının bir gün muhakkak biteceğine inanmalı.

Önüme dönüp yüzümü ovalayarak sıvazladım, hatta sonra dudaklarıma acıtmayacak şekilde vurdum. “Sus, işine odaklan ve hiçbir yerin huzurunu kaçırma Yakut…” Dizim de tedirginlikle titremeye başladı, geri dönüp onun gide gide kaybolduğu koridora bir daha baktım. “Kimse senin kuruntularının derdin değil, adam senin yüzüne gülüyorsa kara kaşına kara gözüne gülmüyor ya…” Öylece birkaç saniye bekledikten sonra derin bir nefes bıraktım dışarı. “O sadece iki yoldan sonra huzurlu bir hayat istiyor…” Bilgisayar ekranına dönerek işimle ilgileneceğime dair telkinler verdim kendime. “Onu da çok görme, işini yap yeter.” Ellerimi alkış yapar gibi birbirine vurduktan sonra parmaklarımı da gerip kütlettim, hatta kendi kendime sahte gülüşler de ürettim. “Tamaaam, hazırım, devam edebilirim.”

Birkaç dakika öncesinden daha büyük bir azimle karşımdaki dosyaları incelemeye devam ettim, en sonunda şüpheye düşürecek bir isim bulabilmiştim. “Faizan,” dedim mırıltıyla, geçmiş faaliyetlerini okurken kaşlarım iyice çatılmıştı çünkü adam şu an açmak için uğraştığımız sığınağın üstündeki temizlik fabrikasının eski hissedarlarındandı, küçük payını iflas ettikten sonra kaybetmiş ve sonra da Türkiye’yle ilişiği kesilmişti zaten. “Faizan Attaf.”

Arkamda bir adım sesi duydum, geri döndüğümde Uygar’ı elinde dumanı tüten iki kupayla bulmuştum; ikisini de masaya bıraktıktan sonra “Uygar,” deyişimle bana döndü. “Adamı buldum sanırım, bir baksana.”

“Bakayım.”

Sessizce arkama geçti, bir elini sandalyemin arkasına diğerini de masaya yasladı; sayfayı okumak üzere kendine göre yukarı kaydırırken nefesi masada duran koluma çarpıyordu, başımı yana çevirip bilgisayar ışığının yansıdığı ciddi suretini kısaca seyrettim. “Türkiye’den ayrıldığı tarih pek şaşırtıcı değil,” dedikten sonra dilini üst dudağına değdirip ekrana biraz daha eğildi ve dosyanın sonundaki ölüm tarihine ulaştı. “Kalp krizinden ölmüş görünüyor.”

“Burada bir kadınla evlenmiş bir oğlu olmuş, adı Halim Attaf; belki de her şeyi o devraldı?”

Uygar dikkat çektiğim kısma baktıktan sonra Faizan’ın dosyasını kapattı. “Halim’in Türk vatandaşlığı varmış, bir bakalım durumuna.” Ve birden diğer kolunu da omzumdan geçirip beni kendi hapsine aldı, kendimi onun kolları arasında bulunca elimdeki sıcak kupayı sağlam tutabilmek için avuçlarımı sıkıca sardım. Uygar, teşkilatın dijital sistemini açıp hızlı bir sorgulama yaptı ve Faizan’ın oğlu Halim’le ilgili bilgiler sayfa sayfa ekrana düşmeye başladı, karşımıza çıkan fotoğrafa baktığımda ise otuzlu yaşlarında karanlık suretli bir adamla karşılaşmıştım.

“Halim Attaf… Ege kıyılarını seviyor sanırım, yılın büyük bir kısmını orada geçirmiş.”

Onu onaylamak maksadıyla yavaşça sallandı başım. “Babası Türk mafyasıyla uzun zaman yasa dışı ortaklıkta bulunup hiç yakalanmadığında elbette ona da bir tek denizlerin keyfini sürmek düşer tabi… Şerefsiz.”

Öfkeli mırıltımdan sonra Uygar kısık bir sesle güldü, hemen sonra başka bir yere basıp Halim Attaf üzerine olan taşınmazların kayıtları düştü önümüze. “Görüyor musun?” derken Uygar parmağını dikkatimi oraya çekmek için ekrana dokundurmuştu. “Babası birkaç yıl önce iflas ettiği halde bu kadar mülke sahipse ben bu puştun masum olduğuna sikseler inanmam.”

“Zaten yirmi dokuz yaşında mecburiyetten iş hayatında dahil olmuş bir adam otuz dört yaşına kadar bu birikimi yapamaz.” Sıcak kupayı masaya bırakıp ben de bilgisayarı önümüze çektim, ekranı iyice geriye ittiğimde ikimiz de masaya eğilmek zorunda kaldık ve artık ne zaman yanlışlıkla geriye çekilsem omzum onun göğsüne çarpıyordu. “Mesela,” dedikten sonra hafifçe çenemi kaşıdım. “Yılın yarısını deniz kıyısında sürterek geçiren bir adam neden birden Suriye sınırına gitme gereği duyar? Var mı orayla bir bağlantısı? Yok, üstelik gittiği bölge merkezi bile değil… Ne işi var bu adamın o kadar ıssız bir yerde?”

“Bir sıkıntı var, belli.”

“Çok var,” deyip tamamen yasladım sırtımı sandalyeye, ama Uygar halen masaya eğilmiş halde durduğu için birden sanki onun kucağına sığınmışım gibi olduğu için aceleyle duruşumu düzelttim, dirseklerimi masaya yaslayıp yanaklarımı ellerim arasına aldığımda tenim çoktan utanç içinde yanmaya başlamıştı bile.

Enseme yapışan saçlarımı geri ittirdim ama pek yetmedi, hala arkamda durup beni iki kolu arasında bekleten Uygar’a çarpmamaya çalışarak saçlarımı salaş bir topuz yaptım ama tokam olmadığı için çok geçmeden dağılıp yine tüm tutamlarım omuzlarıma döküldü, sıkıntıyla oflayıp bir daha topladım ama yine aynısı oldu. Uygar da çok geçmeden sıkıntımı fark edince, hala ekrana bakmaya devam etse de “Bir sıkıntı mı var?” diye sormuştu.

“Yok, saçlarımı toplayamadım da bozuldu biraz.”

Sağ tarafa elini uzattı ve orada gördüğü kalemi parmakları arasına aldı, bana vermeden önüme bıraktığında ise oraya bakakaldım. “Topla bununla,” diye direktif verdi bir de.

Utana sıkıla da olsa kalemi alıp dağınık bir topuz yaptığım saçlarıma geçirdim; kulağımda ise tanıştığımız ilk gün kalemi saçlarımda unuttuğum diye Uygar’ın bana söyledikleri yankılandı, sanki geleceği bilir gibi konuşması o an tüylerimi ürpertmişti: Burada bulunacaksan dünyadan haberin olmalı, ama senin daha kendi dünyandan bile haberin yok gibi.

Canımı sevmiyormuşum gibi başımı yan tarafa çevirip omzumun üstünde bekleyen ve fazlasıyla yakınımda duran çehresine baktım. “Teşekkür ederim.”

“Rica ederim.” Çok geçmeden işini sonlandırıp benim üstümdeki işkenceyi de bitirdikten sonra sessizce yanıma geçti tekrar; sandalyesini çekip oturduğunda rahat bir nefes alıp omuzlarımı dikleştirdim. “İlk önce, Halim’in gittiği bölgedeki bütün güzergahlar ve oradaki trafik incelenmeli,” derken bakışlarımla beraber bedenimi de Uygar’a doğru çevirdim, ne ara geldiğini bilmediğim kara kedisini zapt etmeye çalışıyordu ama kedi çoktan Uygar’ın omuzlarına tırmanmıştı bile. “Banka hesapları, babası ölmeden önce neler yapıyordu babası öldükten sonra ne gibi değişiklikler oldu hepsine bakılmalı.”

Devamında söyleyecek bir şey olmadığı için beni sustum, başını sallayarak beni onaylayan Uygar sessizliğimi fark edince geriye dönüp baktığı kedisinden gözlerini alıp bana doğrulttu, artık dikkati bendeydi. “Bakılacak,” diyerek net şekilde söylediklerimi onayladı ancak bir süre sonra daha ifadesi daha şüpheli bir hal almıştı. “Ne o, bu kedimi de mi çalmak geçiyor aklından yoksa?”

Tek omzumu silkip “Hayır,” dedim komik bir alınganlıkla. “Sadece çok sevimli görünüyordu ondan baktım, ben kedi hırsızı değilim.”

Ama dayanamayarak elimi uzattım ve siyah kedinin tüylerini okşadım, bu yavru kedinin de ilgisinin bana yönelmesine sebep olmuştu. Uygar’ın omzunda durmaktan vazgeçip direkt benim üstüme atladığında ise ikimiz de korumacı bir tavırla onu tutmaya çalıştık. “Oğlum biraz yavaş…” dedi Uygar kedisini benden uzaklaştırmadan, fakat ufaktan azarlar gibi bakıyordu.

Ne var ki siyah tüylerine dokunduğum kedi de bana gelmeye çok meraklıydı, kolumu ve omzumu patisiyle çizerken canım yanmadığı için ses çıkarmadım. “Bu çok yaramazmış,” derken sesimde herhangi bir şikâyet de yoktu. “Şuna bak.” Patisini birden omzumdaki ince askıya geçirip çekiştirince dudaklarım aralandı ve şaşkınca güldüm, kıyafetimi açıp beni zor duruma düşürmemesi için kediyle beraber öne eğilmek zorunda kalmıştım. “O kadar değil, yapma…”

Uygar da kediyi tutup tatlı bir kızgınlıkla benden ayırmaya çalıştı. “Derdin ne oğlum senin, bana mı garezin var yoksa?” derken gözlerim Uygar’ın yeşil harelerinde gezindi.

“Bence beni pek sevmedi.”

Evladından yakınır gibi başını salladı iki yana, ben de kedinin patisiyle beraber sandalyeden öne kaydığım için mecbur Uygar’ın bacağına tutunmak zorunda kaldım. “Yok onun derdi benimle,” diye mırıldanıp en sonunda avuçlarından kaçan kedinin patisinden ayırdığı askımı, özür diler gibi bir ifadeyle omzuma bıraktı. “Kusura bakma, benim kara kedim hırçın biraz,” derken ise bakışları uzaklaşan kediden ayrılmış ve tamamen bana dönmüştü.

“Sorun değil,” dedim içime kaçan sesimle, elim hala onun bacağındaydı; Uygar da görünmez bir ateşi harlamak ister gibi ona tutunduğum elimi kavradı bileğimden… Gitgide kesiliyordu nefesim, gözlerimi nereye odaklayacağımı bilmeden bir Uygar’ın yeşillerinde bir de dudaklarında gezdirirken kalbimin olanca hızıyla çarptığını hissettim. Bilgisayarın ekranı çoktan sönmüş, onun içmeyi unuttuğu kahvesinin dumanı giderek azalmış ve güneş de gökyüzünde yerini almaya hazırlandığı için biraz daha aydınlanmıştı hava.

Uygar ne elini, bacağında duran elimden çekti ne de az önce kedinin zaptından kurtardığı omzundan, sanki bir kıyafeti düzeltmek uzun yıllar sürüyormuş gibi baş parmağı oraya dokunmaya devam ederken nefeslerimizin birbirine çokça çarpabileceği kadar yakın olduğumuzun yeni yeni varıyordum farkına.

Ve bir noktada canıma tak etti, ellerimi yumruk yaparak hızla geri çekildikten sonra masada duran kupamı alıp ayağa kalktım. “Kahvenin kurumasından hiç hoşlanmıyorum,” derken bardağın dibinde kalan bir yudum soğuk kahveyi de kuruyan boğazıma ilaç olsun diye içmiştim hızla, yönümü koridora oradan da mutfağa çevirmek istediğimde sandalyemin bir tarafı duvara yaslı olduğu için Uygar’ın bacaklarına çarparak geçmem gerekti aradan. “Şunu bir yıkayayım en iyisi, sen kahveni içseydin seninkini de yıkardım.”

Ancak buna müsaade edecek gibi değildi, bir bacağını daha da ileri uzatarak yolumu kapattı. “Bırak, ben yıkarım,” demesine rağmen geçmek istediğimde oturduğu yerden bir elini belime atıp engel oldu bu sefer, sesi ise az öncekine rağmen daha sertti. “İstemiyorum, yıkama.”

“Böyle kalmasın.”

“Kalsın, bırak.” Kollarını önünde bağlayıp hala beni bacakları arasında tutarken halimizden dolayı gözlerimi kapatıp sakinleşmek için bekledim bir süre, geri açtığımda ise Uygar’ı oturduğu yerden gayet sakin bir şekilde beni seyrederken bulmuştum; onun için sorun değildi ki, bir zamanlar ikimizi de çıldırtan bu yakınlıklar artık onun için çok normal şeylerdi çünkü, kalbi benim gibi hızlanmıyor ya da ellerini hiç durdurulamaz bir titreme sarmıyordu. “Yıkamayacaksın,” derken sesini de istediği gibi tonda tutabiliyordu mesela.

Biraz küs, biraz kızgın, biraz yalvarır gibi boynumu bükerek ona baktığım esnada bardağı masaya bıraktım; bundan memnun kalmış gibi bir süre masadaki bardağı seyrettikten sonra ayağını geri çekip yavaşça ayağa kalktı ve ilgisinin nerede olduğunu anlayamayacağım şekilde karşıma dikildi. “Yıkamıyorum, oldu mu?” derken dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp kollarımı önümde bağladım tıpkı onun gibi, kızmaya da küsmeye de hakkım yoktu biliyorum ama bana kendisinden kaçma fırsatı tanımadığı için kızmış olmam biraz normal sayılmalıydı.

“Oldu.”

Başını öne eğip mırıldandığı şeyden sonra az önce ondan esirgediğim temasını tekrar gerçekleştirerek bu sefer kendi isteğiyle sıyırdı atletimin askısı, derdi ne hiç bilmiyorum ama buna dayanamıyorum… Bu yüzden açık yüreklilikle itiraf ettim. “Yapma…”

Ama kaçmama izin vermediği gibi daha fazlasına da yeltendi, ona itiraz etmek için araladığım dudaklarımı kavrayıp uzun bir süredir bekleyişinde olduğum yakıcı öpücüğü bana bahşetmekten hiç çekinmedi. Gözlerim anında örtüldü, ellerimi korkarak da olsa omuzlarına yerleştirdim ama o ellerime daha çok bastırarak tüm korkaklığımı sildi üstümden.

Göl kulübesinde kapısının vakitsiz çaldığı an içine düştüğümüz karanlığa benzer değildi tam şu an; birbirinde oyalanan dudaklarımız daha bir acelesiz fakat o günün acelesine kıyasla daha bir tutkuluydu, hissedebiliyordum, geri çekilecek gibi olup beni bu sefer daha çok isteyerek öpmesinin ardındaki arzuyu parmak uçlarımdan saç diplerime kadar büyük bir yangınla hissediyordum.

Elini belime koydu, en az kara kedisi kadar yaramaz olmalı ki ince atletimi sıyırıp sıcak tenini bana değdirmişti; bunu yapmasıyla beraber zaten sıkışık sandalyelerin arasında bekleyen bedenimi biraz daha yaklaştırdım Uygar’a, fark etti ve beni kendisine daha çok çekip bu sefer sırtımı masaya çevirdi. Kendime yaslanacak bir yer bulduğumda, tutunarak güvenli bir sınıra çekilmek yerine daha da tekinsizliğe kapıldığım omuzlarına iyice gömüldü parmaklarım.

Kalbim son zamanlarda ve genellikle onun karşısında çok çelimsizdi, bu yüzden telaşsız fakat kaybettiği bir şeyi arar gibi büyük bir istekle öpen dudaklarına yetişmek zorundaydım.

Arkamda kalan boş kupayı varlığından hala haberdar olarak biraz ileri itti Uygar, bardağın ahşaba sürtme sesini dinlerken ona dikkat ettiğim kadar nefeslerimizin bile takibinde değildim, olamazdım ki, bu hiç mümkün değildi… Bir elim omzundan sıyrılıp yanağına yükseldi, çabasız bulduğum yara izine baş parmağımı sürüp hissedebilecek mi kaygısıyla okşadım orayı.

En sonunda zamansız bir öpücüğü bitirip dudaklarımız ayrıldığında, ben az önce tenim altında varlığını hissettiğim yara izine yöneldim; ben yokken izi kalmış acının üstüne asla şifa vermeyecek bir öpücük bıraktığımda korkumdan geriye ufak bir tedirginlik kalmıştı sadece, o da zaten Uygar üstünde yapmak istediklerime engel olabilecek kadar ürkünç değildi bu yüzden birkaç defa ısrarla ıslak dudaklarımı değdirdim yara izinin üstüne. Onunla ilgili pek çok şeyi beklediğim gibi, bunu da beklemiştim.

“Yakut…” Uygar’ın sık aldığı nefesleri omzuma çarpıyordu, birbirimizle geçirdiğimiz vakitlerin ardından boğuk sesinde can bulan ismim aklımı başıma getirmeden önce uzaklaşmak istemedim, hala ikimizin vakti olduğuna inanmaya çok ihtiyacım vardı… Onun sebebi bilinmez şekilde dikkatini yönelttiği omzumu öpmesini hissetmeye, daha çok sarılmaya ve her ne kadar sigara sinmiş olsa da biraz rahat rahat kokusunu içime çekmeye…

“Canının bensiz yandığı zamanlara mı üzülsem yoksa…” dedikten sonra hala ona tutunurken elimi tişörtünün altına sokup kolunu kavradım, göğsüm heyecan sancısıyla titredi. “Yoksa bizzat benim seni yaktığım zamanlara mı? Hangisiyle cebelleşeceğimi bilmiyorum Uygar, sana yetişememekten çok korkuyorum.”

Bir santim bile uzaklaşmadan geri çekildi ve çenemi nazikçe kavrayarak bir daha öptü dudaklarımdan. “Bu anı, bunları düşünmeye ayırmadım.”

Sesim dayanamayarak titredi. “Senin için ne basit değil mi?” dedikten sonra alnımı ona yaslayıp yorgunlukla yutkundum. “Bana dokunduğun zaman düşünecek hiçbir şeyinin olmaması ne kadar güzel…”

“Ne?”

“Ama ben sana dokunduğum zaman kendimi hep tutmak zorunda hissediyorum.” Ellerim yavaşça aşağı düştü ve tutunmak için bulabildiği ilk yerde duraksadı. “Bir yandan kalbim kapılıp gitmek istiyor,” derken alnımı ondan geri çekip uykulu görünümün yavaş yavaş geri çekildiği gözlerine baktım. “Bir yandan da seni rahatsız etmemek için kendime engel oluyorum.” O da inceleyici bir ifadeye büründü, kaşlarını çattığı için yeşil hareleri kirpikleri arasında kısılıp kalmıştı. “Güzel bir intikam yöntemi…” Sesim acı bir fısıltıyla kısıldı, yine de kendime gülmeye zorladım. “Gözlerimin içine baka baka neleri kaybettiğimi çok güzel anlatıyorsun.”

“İntikam yöntemi mi?” diye ağır ağır mırıldanarak sordu Uygar, kaçırdığım gözlerime bakmak için eğilmek yerine bu sefer çenemi tutup hafifçe kaldırmayı seçti.

Öyle…” Tek omzum bir kere havalanıp alçaldı. “Sen bana yaklaştığın zaman kafanı istediğin şeye odaklayabiliyorsun ama ben yapamıyorum.” Tatsız bir itiraf olmuştu bu. “Senin için seviniyorum,” deyip dudaklarımı ısırarak tebessüm ettim. “En azından canını sıkabileceğim kadar müsamaha tanımıyorsun bana.” Nefes alabilmek için beklediğim esnada Uygar beni kale almadan saçımdaki kalemi çekip saçlarımı tek bir tutam halinde omzuma yaydı. “Evet?” diyerek devam etmemi istedi.

“Sen öylesine bir an yaşıyorsun bana dokunurken, basit, hissini hiç kıpırdatmayan.” Bir elimi göğsüne koyup bükülen parmaklarımın ucuyla tişörtüne dokundum, kumaşın dokusu gıdıklayıcı bir his bıraksa da daha fazlasını yapabilmek için gereken cesaret zaman zaman benden uzaklaşıyordu. “Ama o sırada benim içimde fırtınalar kopuyor.”

“Benim sana yakın olmam mı yani seni kızdıran şey?”

“Ben sana hiç kızmıyorum,” diye aceleyle düzeltmeye çalıştım yanlış anlaşılan şeyi, telaşa kapıldığımı fark ettiğinde Uygar da kaşlarını uyarırcasına kaldırıp duraksattı beni. Biraz sakinleşip konuşmaya öyle devam ettim. “Sana kızamam, sadece… Uzak durmak kadar yakında kalmak da zor bir cezaymış ondan bahsetmek istedim, başka türlü bir ceza da ver diyemem ki.”

“Sen bunların hepsini ceza olarak mı gördün?” Omzuma bıraktığı saçlarımın arasından parmaklarını geçirip dağıttı arkaya doğru, gözleri arada bir orada arada bir bendeydi ve bu, onun benimleyken istediğini düşünebildiği fikrimi hiç değiştirmedi.

“Sadece lütuf olarak görseydim güzel olurdu, değil mi?” Çaresizce iki yana salladım başımı. “Ama senin bana lütuf olarak verdiğin şeyler zaten bir zamanlar zaten benimdi Uygar, sen benimdin…” Gözlerimi sertçe kapatıp açtım. “Bunları düşündüğüm zaman her şey birden cezaya dönüşüyor, ben sana yakın olmayı senden daha çok istiyorum ama gelip isteyemiyorum senden işte bu canım yakıyor, ne zaman yanında olsam… hep kendimi zapt ediyorum.” Dudaklarımı içe kıvırıp bir süre öyle beklediğimde Uygar bakışlarını yavaşça tüm suretimde dolaştırdı. “Sana beni üzme diyemem, benim canımı yakma bana iyi hissettir de diyemem, beni istediğin gibi cezalandırmazsan sen nasıl huzur bulacaksın ki?”

Bir süre sessizce bekledi, ben de ne söyleyeceğini sabırsızca bekledim ve çok geçmeden, yüzü tamamen yumuşamasa da daha az sert bir ifadeye büründü. “Eğer tüm bunları ceza olarak gördüğünü bilseydim,” derken başını bana doğru yaklaştırıp kıvrandırır gibi bir daha değdi dudaklarıma, öpmeden önce ifade ettiği sözleri benim için bir infilak niteliğindeydi. “…seni her an cezalandırırdım.”

“Yapma…” dedim, daha fazlasına cüret edersem pişmanlık yaşayacağıma inanıyordum; ben tatmin olabilen birisi değilim, mutluluklarım kısa benim ve bir kere tecrübe ettiğim her şeyin çok daha fazlasını ondan tekrar bekleyeceğim. Bu yüzden önceden durdurabilmeliydim beni üzme ihtimali olan şeyleri.

“Bilseydim,” diye devam etti az önce söylediklerine, dudaklarımızı ayırdığında dilimin ucunu ısırarak kendime ufak bir acı yaşatmaya çalışmıştım. “O zaman ben de Yakut’a çok merhamet gösteriyorum, böyle intikam alınmaz diye düşünerek yormazdım kendimi.”

“Böyle merhamet edilir mi hiç?” Elimi ondan büsbütün geri çekmeye niyetlendiğimde parmaklarını parmaklarıma geçirdi ve öyle yasladı masaya. “Sen bana yaklaşınca benim dünyam duruyor, aklımı şaşırıyorum.”

“Öyle olmalı zaten.”

“Senin için öyle olmuyor ama, sana göre her şey çok normal…”

“Neden böyle düşünüyorsun biliyor musun?”

Açıklayacağı şeyi can kulağıyla dinlemek istediğimde masada duran telefon birden çalmaya başladı, Uygar sabır çekerek masada duran telefonunu aldığında bunun nahoş bir tesadüf olduğunu düşünemedim, bunca telaş içinde birbirimize ayırdığımız vakitler zaten birer mucizeden ibaretti benim için.

Uygar suratıma kısa bir bakış atıp telefonu aceleyle açtı; hala o ve masa arasında dururken karşıdan gelen sesi duyabiliyordum, bir acelenin daha da işitilir kıldığı ses Tekin’e aitti, her ne söylediyse Uygar bir süre dinledikten sonra “Tamam,” diyerek telefonu kapattı ve masaya fırlattı.

“Ne oldu?” diye endişeyle sordum.

“Sığınağa saldırı düzenlenmiş.”

“Ne?” Ellerimi belime koyup bir adım geri çekildim. “Bir şey olmuş mu?”

“Hayır, bir sıkıntı yok bastırmışlar sadece…” Ellerine beline koyup gözleri kapalı halde bekledikten sonra zoraki bir sakinlikle yeşil gözlerini tekrar bana çevirdi, dikkati sadece bir saniyeliğine dudaklarıma kaysa da bunun az öncenin etkisi olduğunu varsayarak geçmesini bekledim. Uygar kendisini çok çabuk toparladı ve sözlerine devam etti. “Hala dalga geçer gibi kafa tutmaları asabımı çok fena bozuyor.”

“Mürsel yakında hapsi boylayacak, Ahmet de ölmek üzere… Bunu onların yapma ihtimali var mı?”

“Bilmiyorum.” Yüzünü sertçe sıvazladıktan sonra derin bir nefes bıraktı dışarı. “Büyük ihtimalle senin ölümünü planlayan kişi bu,” deyip parmaklarını saçlarına daldırdı. “Kim olduğu ortaya çıkmasın diye son kozlarını oynuyor ama bu sefer sikeceğim ben onun belasını…” Başıyla kapıyı işaret etti kısaca. “Hadi, hazırlan da çıkalım bir an önce.”

“Tamam, hemen geliyorum.”

Kedimi bu sefer Uygar’ın evinde bırakarak aceleyle yan daireye geçtim; rahat olmak adına siyah, dar bir pantolon giyip üstüme de dolaptan bulduğum siyah boğazlı kazağı geçirmiştim. Bir ceket alıp saçlarımı da sıkıca at kuyruğu yaptıktan sonra kapının kenarında duran rahat çizmeleri giyip evden ayrıldım. Uygar da hızla kapısını örtmüş ve elindeki sandviçi bana uzatmıştı, bunu kendi yapmış olmalıydı ama özenle paketlenmiş hali ihtilafa da düşürüyordu biraz. “Al şunu, yolda yiyeceksin.”

“Gerek yok şu an-”

“Sordum mu ben sana gerekliliğini?” derken öyle hışım doluydu ki gerilemek zorunda kalmıştım, o aceleyle merdivenleri inerken ben de el mecbur aldığım sandviçi özenle tutarak ilerledim peşinden. Kulağım da önümde yürürken sinirle konuşan Uygar’daydı, üstündeki siyah ceketin cebinden anahtarı çıkarıp arabayı açmaya koyuldu. “İlk önce senin şu raporunu alacağız bugün çıkacaktı zaten, sonra Mürsel puştuyla görüşeceğiz o da bildiği ne varsa paşa paşa dökülecek.” Kapıdan içeri girmeden önce bana dönüp işaret parmağını uyarırcasına uzattı, o kadar öfkeliydi ki her dediğini kabul etmek zorundaydım artık. “Sen de bana sakın enseden aşağı yukarı diye sınır çizmeye kalkmayacaksın Yakut!”

“Tamam, hiçbir şey söylemeyeceğim…”

İkimiz de arabaya bindiğimizde kapıları sertçe kapatışımız kulağımda rahatsız edici bir ses bırakmıştı, hemen sonra Uygar zapt etmeye çalıştığı siniriyle mırıldandı. “Eyvallah…”

“Ama yine de çok abartmazsın herhalde…”

Uygar’ın motoru bağırttırarak arabayı hareket ettirmesiyle yola hızlı bir giriş yapması bir olmuştu; bu esnada başını bana çevirip keskin bir bakış attığı için kendimi savunmam gerekti yarım ağız. “Ne?” diye sorduktan sonra açıklamasını yaptım. “Adam bize yaşarken lazım değil mi?”

“Ölüye yapılmıyor zaten aklımdan geçenler.”

“Uygar…”

Parmaklarını ritimle direksiyona vurarak beni görmezden geldi, pes etmiş şekilde omuzlarımı düşürüp hala ellerimde bekleyen sandviçin strecini açtım. “Nasıl biliyorsan öyle yap,” derken azarlayarak konuşmamak için kendimi epey zor tutmuştum, her ne kadar sözlerimi kendime saklamaya çalışsam da Uygar’ın beni duyması zor olmadı ve dikkat dolu gözlerini üstüme doğrulttu. “Zaten her zaman böyle başına buyruksun,” diye elimden geldiğince alçak sesle bir şeyler söylemeye devam ettim. “Benim sözümün ne önemi var ki?”

Ceketinin cebinden telefonunu çıkarıp bana uzattı, en azından araba kullanırken konuşmaması gerektiğinin farkındaydı. “Rehberden şeyi bulsana, kriminal incelemeden Şeref Bey diye kaydetmiştim, arayıp birazdan geleceğimizi söyle bizi bekletmesin.” Hala dikkatle yola bakarken alt dudağını ısırarak döneceği sapağı kontrol etti. “Ayrıca, ben ne zaman dinlemedim senin sözünü?”

Rehberden bahsettiği kişiyi ararken “Bu konulardan hiç dinlemedin,” diye usul usul konuştum. “İstihbarat dahilinde hep kendi bildiğini okuyan birisine dönüşüyorsun.”

“Huyum kurusun.”

“Kurumasın.” Açılan aramaya kısaca selam verip Uygar’ın söylediklerini ilettikten sonra telefonu kapattım ve tekrar aramıza koydum. “Ama biraz azalsa şikâyet etmezdim, bir gün bu söz dinlemez halin yüzünden başına bir şey gelecek diye ödüm kopuyor.”

“Birisine bir yanlışımın dokunacak olduğunu görürsem ben kendim durulurum zaten.” Yandan bir bakış attı bana. “Ama yanlış bir şey gördüğümde de duracak değilim.”

Kalbimde doğan bir sıkıntı gitgide çoğalıp boğazıma kadar yükseldi, kendimde ona kızma hakkı bulamasam da sıkıntıyla “Of,” çektim bir kere derinden. “Of artık…”

“Oflama bana,” diye azarlamak yetmedi, bir de işaret parmağıyla orta parmağı arasına makas alır gibi hafifçe kıstırdı dudaklarımı.

“Benim içim böyle daralırken oflamayacağım da ne yapacağım?”

Bu sefer daha müstehzi konuştu Uygar. “Rahatlamak mı istiyorsun?” derken kaçamak bir bakışla bana döndü ama tekrar yola bakması uzun sürmemişti. “Bana söyle, ben seni rahatlatırım.”

“Ben seninle rahatlamıyorum,” dedim gücenerek, keşke yeniden öyle olsaydı tabi, daha ferahlasaydı kalbim ve yalnızca onun büyüsüne kapılabilseydim. “Sen bende baş ağrısı yapıyorsun, sana daha az önce evdeyken uzun uzadıya açıkladım bunu.”

“Ayıp ediyorsun şu an.” Gerçi hiç de hoşnutsuz bir hal yoktu üstünde.

Kaşlarımı çatıp ters bir bakış attım. “Asıl ayıbı benim yüreğimi hoplatarak sen ediyorsun Uygar, insan insana yapmaz bunu.”

“Herhalde başka bir şey var ki hopluyor o yüreğiniz Yakut Hanım,” diye bilmiş bilmiş konuştu bu sefer. “Ben hiçbir şey yapmasam da hoplayacak.”

“Tabi, ama çilekeş oldum ben artık,” diye sızlandım.

Gözlerini bana doğru kaydırdı Uygar. “Yakışır.”

Bozuk bir bakış attım ona, yakışırmış… Uygar ise hiç istifini bozmadan arabayı sürmeye devam etti. “Sen kafayı yedin de diyemiyorum ki,” derken kollarımı önümde bağlayıp sırtımı yorgunca geri verdim. “Sen kafayı yemedin çünkü, sen bana kafayı yedirttin.” Ağzını açıp bir şey söyleyecek olmasıyla işaret parmağımı uzatıp hemen durdurdum Uygar’ı. “Sakın ona da yakışır falan deme, sakın…”

Başını yana yatırıp ufak bir gülüşle, kendi kendine mırıldandı. “Allah’ım, sadece sabır diliyorum senden.”

“Asıl ben diliyorum sabrı!”

“Dile, ben dileyince seninkinden mi eksiliyor sanki?”

Tekrar oflamamak için kendimi zor tuttum, kollarım önümde bağlıyken Uygar’a küs bir bakış atıp sırtımı dönüm ona; şimdi yalnızca camdan dışarıyı izler haldeydim, bu halim onun da dikkatini çekmiş olmalı ki elini uzatıp kolumu tutmaya çalıştı. “Ne yapıyorsun sen, sırt mı dönüyorsun bana?”

“Konuşmak istemiyorum…”

“Yakut?”

“Konuşmak istemiyorum.”

“Küstün mü yoksa?”

“Çocuk muyum ben, niye küseyim?”

“Bilemedim şimdi.”

“Bırak…” deyip elini itmek istedim, bir süre zarar vermeden kendimden uzaklaştırmaya çalışsam da en sonunda parmaklarımı kavrayıp sıkıca tuttu ve bırakmadı; hatta vitesi değiştirirken bile buna yeltenmemişti. “Ben burada araba kullanıyorum sen bana dayak atmaya çalışıyorsun, hoş mu şimdi bu?”

Elim onun sıcaklığı arasında kalırken mahcup bir bakışla karşılık verdim ona, sessizliğim yetmemiş olacak ki bir daha sordu. “Hoş mu?”

“Değil,” dedim azalan bir sesle.

“Uslu dur o zaman.”

Ben uslu durdum ama o da elimi tutarak beni zapt etmekten vazgeçmedi, yolu böyle tamamladık.

-

Kriminal incelemeden çıkan raporları aldıktan sonra tekrar, Mürsel’le daha önce sorgu için görüştüğümüz yere gittik; içeri girdiğimizi bizi Ömer komutan karşılamıştı. Koridoru hızla ilerlerken aynı zamanda bilgi veriyordu. “Hoş geldiniz, saldırıdan sonra Akdeniz ailesi kontrol edildi herhangi bir hareketlilik yok hiçbirinde, aynı şekilde Mürsel de konuyla alakası olmadığını söylüyor.”

“Buna inanmamızı gerektirecek bir dürüstlüğü mü vardı onun?” derken öfkeyle kaşlarını çattı Uygar, elindeki dosyayı tam buruşturacağı esnada kendisini zor tuttu ve sorgu odasının kapısını agresif bir tavırla itip içeri girdi, ben de peşinden dahil olduğumda Mürsel’i epey şaşkın halde bulmuştuk oturduğu yerde.

Yaka paça getirildiği belliydi, beyazlaşan saçlarının bukleleri karmakarışık kalmıştı kafasında. “Siz ne istiyorsunuz benden?” derken ellerini masadan ayırmaya çalıştı ama kelepçeden dolayı istediğini yapamamıştı. Gözleri çok geçmeden beni buldu, yaptığı şeyin farkındaydım beni kendisine ortak görüyor ve aklı sıra bakışlarıyla tehdit ediyordu ama sınırlarımı korumak adına onu hızla yok saydım, zaten az sonra kanıtları sunduğumda bana oynadığı oyunun bomboş olduğunu ve asıl düşmanı da yanı başında beslediğini anlayacaktı. “Bildiğim ne varsa anlatmadım mı? Daha ne diye getirdiniz beni buraya!”

Uygar hızını hiç bozmadan dümdüz adımlarla masaya gitti ama Mürsel’e dokunmadan onu teğet geçip iyice arkaya ilerledi, eli direkt masadaki kelepçeleri işaret etmişti. “Şunun kelepçelerini açın.”

Ömer komutanla aynı anda itiraz ettik buna ama ardımda kalan adamın sesi daha baskındı. “Uygar Bey, emin değilim…”

“Uygar…”

“Bekliyorum.”

Ellerini beline koyup dik gözlerle masaya ve kelepçelere bakmaya devam etti, ne yapacağımı bilemeyerek derin bir nefes çektim; bu durum Mürsel’in bana karşı bilenmesine sebep olabilirdi ama bir yandan da rahat bir kurtuluş görünüyordum önümde, bu yüzden ardımda belirsiz halde bekleyen Ömer komutana kaşlarımla işaret verdim.

Yapacak bir şeyi yokmuş gibi cebinden anahtarları çıkardı ve masaya yaklaştı. “Sadece kısa bir süre tanırım,” derken bana değil dik bakışlarla Uygar’a bakmıştı, geçen sefer fazlasıyla müsaade göstermesine rağmen bu sefer farklı bir tutum vardı üstünde. “Hallettiniz hallettiniz, ondan sonrasında…”

Uygar adamın sözünü tamamlamasına izin vermedi hiç. “Çıkarken kapıyı da kapatın.” Normalde bu kadar agresif davranmaması gerekirken meselenin gitgide bir yığıntıya dönüşmesinin onu böyle ters şekilde etkilediğinin farkındaydım, bu yüzden ellerimi pantolonumun arka cebine sokup gizliden mahcup bir tavırla Ömer komutana yaklaştım, dumura uğramış bir hali yoktu aksine haklı olarak öfkelenmişti. “Ömer Bey lütfen kusura bakmayın, durumlar gerçekten kritik bir hal aldı.”

“İzaha ihtiyacım yok benim.”

Ömer komutan kelepçeleri açarken arka taraftan gözlerimi irileştirerek uyarıcı bir bakış attım hala aksi konuşmakta ısrar eden Uygar’a, o da davranışlarının farkındaydı bu yüzden kısa bir süre adam işini halledip çıksın diye bekledi, hatta sırtını da dönmüştü ancak Mürsel’in kelepçelerini açtıktan sonra odadan ayrılacak olan Ömer komutanın bana “Eğer beklenmedik, ters bir durum yaşanırsa haberim olsun Yakut Hanım,” demesiyle son derece dehşet dolu bir ifadeyle geri çevirdi bedenini. “Tabi tabi,” diyerek başımı salladım hızla. “Çok sağ olun.”

Ve onun gidişinin ardından kelepçeleri açıldığı için başına bir şey gelmesin diye uslu halde bekleyen Mürsel’in arkasına geçtim, artık Uygar’la karşılıklıydık ama o hala odadan ayrılan adamın geriye bıraktığı boşluğuna bakıyordu. Sesimi kısarak bir şeyler seslendim, neyse ki bu dikkatini çekmeye yardımcı olmuştu. “Ne yapıyorsun sen?”

Az önceki konuyu tekrar açacak gibi elini kaldırıp kapıya doğrultu ama sorumu tekrarlayarak Uygar’ı kaldığı yerden çıkarttım. “Ne yapıyorsun dedim sana?”

“Çorap söküğü gibi açtıkça gelen bir mevzu beş sene geciktikten sonra güle oynaya mı karşılayacaktım ben her şeyi?” derken sesini kıssın diye işaret parmağımı hemen dudaklarıma yasladım, Uygar sözümü dinleyerek sesini alçalttı. “Benimki de sabır… çatlıyor bir süre sonra.”

“Tamam ama sırası mı şimdi?”

Kendi kendimize konuşmamızı merak etmiş olacak ki bedenini geriye çevirip yaşlı gözlerini aramızda gezdirdi Mürsel. “Ne fısıldaşıyorsunuz siz?”

Uygar ise ifade ettiği gibi çok sabırsızdı. “Dön lan önüne, sana ne benim karımla ne konuştuğumdan!”

Ellerimi ne yapacağımı bilemeyerek yanaklarıma koydum ve söylediği şeyden tek bir suçluluk duymayan Uygar’a baktım hayretle; artık bu sorgu odası dar gelmeye başlamıştı, mecbur kalarak geriye gittim ve kaçak adımlar attım, Mürsel ise şüpheli gözlerini hızla üstüme çevirmişti. Bundan kurtulmak için yapmam gereken şey belliydi, masada duran raporu açıp hala cevapların saklı olduğu adamın önüne sürdüm. “Bak, bizim buraya geliş sebebimiz çok açık.” Gözlerimi, Mürsel’in beni dinleyen suratında gezdirirken içimden dualar ediyordum. “Sana o belgeleri kim verdi bilmiyorum… Ama bu raporlar benim hakkımda düzenlenmiş o belgelerin sahte olduğunu gösteriyor, imzalar ve yazışmalar bana ait değil.”

Bir an sorgu odasını büyük bir sessizlik aldı, sadece nefes seslerimiz duyuluyordu içeride; Mürsel duyduklarından sonra hepimizin içinde bulunduğu oyunun farkındalığıyla kaşlarını çattı ve gözlerini bana çevirdi. “Ne diyorsun sen be?”

Uygar’ın adım adım gelişini seyrettim, Mürsel’i kıyafetinin ense kısmından yakaladıktan sonra oturduğu yerde bir çuval gibi sarstı, kelepçeleri açtırması ben daha fazlasına engel olsam da işine yarıyordu çünkü bir kere dokunduğu zaman artık masaya bağlı bir şey olmadığı için anında düşme tehlikesi geçiriyordu Mürsel, buna rağmen Uygar hiç rahatsızlık duymadan onu sarsıcı bir şekilde yerine geri oturttu ve daha yakından bakmasını sağladı raporlara. “Ne söylediği açık değil mi lan pezevenk herif? Sahte işte hepsi, kriminal incelemede birer birer döküldü ortaya sana daha ne lazım?”

“Ama…”

“Aması falan yok,” diye hızla itiraz ettim. “Eğer inanmıyorsan çok daha fazlası var elimde.” Nevzat’la son görüşmemizin dökümünü çıkarttım ortaya. “Nevzat’la konuştuk dün, konuşmaların hepsi burada, onun da yaptıklarına dair net bir açıklaması yok okursan tutarsızlıkları göreceksin,” diye onu da tane tane açıkladım. “Mahmut gardiyan cezaevindeki idama göz yumdu diye ondan intikam almak istemiştin ama aynı tarihlerde başka bir gardiyan istifa etmiş görevinden.” Dün gözlerimizin önünde intihar eden adamı hatırladım içim titreyerek, diken üstündeydim çünkü Mürsel’i kendime inandırmazsam benimle oynar diye ödüm kopuyordu buna rağmen içimdeki karmaşadan herkes habersizdi. “O istifa eden adamla konuşmak istediğimizde gözlerimizin önünde uçurumdan attı kendini, bizimle konuşmaya bile yeltenmedi.”

Mürsel’in yaşlı gözleri uzun bir süre üstümüzde duraksadı, ne söyleyeceğini bilmiyordu; büyük ihtimalle gizliden gizliye ortaklık yaptığı kişinin ihanetine uğramıştı o da, asıl suçlusunu ben olarak bildiği tüm olayların bir diğer kurbanının da kendisi olduğunu anlayınca yüzünü dehşet bir ifade sardı. Çok az kalmıştı, beraber kaybettiğimiz bu oyunda hedefin yalnızca ben değil canından çok sevdiği oğlunun infazıyla kendisinin de olduğunu fark edip kurtulacaktı tüm yüklerinden, beni de azat edeceği gibi. “Siz… Neyden bahsediyorsunuz ya?”

“Uzun bir zamandır her şeyin suçlusu olarak beni görüyorsun, Şehlevent’i inatla hapse tıkarak onun ölmesine sebep açtığımı düşünüyorsun.” Sesimin yalvarır gibi çıkmaması için çokça uğraştım, bana inanmak zorundaydı ve elimde bu sallantılı gerçeklerden başka hiçbir şey yoktu. “Ama oyun bana oynanmadı, katilim sen ol diye uğraştılar ve senin eline sağlam bir intikam kozu verebilmek için de oğlunu öldürttüler, yani oyun pek çoğumuza oynandı… Anlıyor musun?”

Artık kelepçelerle bağlı olmadığı için Uygar daha kolay tehditlerde bulunabiliyordu, en azından Mürsel’i sarstığında artık düşebilme ihtimali vardı yaşlı adamın. Aslında bir şeyler de söyleyecekti ancak telefonunu titremesiyle elini cebine atıp gelen bildirime baktı kısaca; kaşları rahatsızca çatıldı, ifadesini takip ederken meraktaydım, orada her ne gördüyse fazlasıyla duraksatmıştı Uygar’ı. “Dün intihar eden gardiyanın hesaplarına, Yaşar adında birinden yüklü miktarda para girişinin olması da mı yetmez sana?”

Mürsel gözlerini kapattı ve kuru dudaklarını dişledi. “Allah belanı versin…” dediğinde bana söylediğini düşündüğüm için kalbim hızla atmaya başlamıştı, gerimizde artık sakince bekleyerek konuşmaları dinleyen Uygar’a tedirgin bir bakış atıp tekrar Mürsel’e döndüm, kendi kendine konuşmaya devam etmişti. “Allah belanı versin, Allah seni kahretsin, kahpe…”

Bir süre çılgınca debelendi yerinde, yalnızca bela okuyor ve kafasını masaya vurmaya çalışıyordu; çıldırışının altında büyük ihtimalle derin bir hayal kırıklığı yatıyordu, geç de olsa sonlanan bir meselenin bitişini seyreder gibi onun çileden çıkışını seyrettiğim esnada Mürsel’i durduran şey Uygar olmuştu, sandalyeden düşen yaşlı bedeni kolayca yere yatırıp ellerini arkasına sabitledi ve başını da kuvvetle tuttu. “Tek bir çözüm kaldı Mürsel, şu işbirlikçini itiraf et de kurtul artık… Çünkü o bugün bir saldırıya kalkışarak ne seni ne de bir başkasını tanımayacağını fazlasıyla belli etti zaten.”

Ayaklarımın ucundaydı, yüzü yere yapışık olduğu için sadece odanın arka taraftaki duvarını görebiliyordu; az sonra bir şey itiraf edeceğini anladığımız için Uygar’la bakışlarımız kesişmişti.

“Belçin.”

Duyduğum isimle hiçbir tepki veremeyerek yalnızca tırnağımı gizlice parmağımın içine sürttüm, soluklarım boğazıma dizilip bir süre rahatça nefes almamı engelledi; göğsümün üstü fazlasıyla kalabalıkta, ve daha fazla bakamadım Uygar’a.

 

“Belçin’di,” dedi bir daha, oysa ben bu kurtuluşunun beni sonsuz bir utanca sürüklediğini hissediyordum tam şu an. “Belgeleri bana veren ve seni suçlayan kişi Belçin’di, o bizim… İhanet edene kadar ortağımızdı.”

*

 

Şükürler olsun şu mesele açığa kavuştuğuna göre, bir daha görüşmemek üzere Mürsel'i kenara bırakıyorum... (inşallah) ufaktan bir açılma başladı Uygar'la Yakut arasında, onları da Allah tamamına erdirir inşallah ahdgahs Bunun direkt olmasını istemediğimi ve adım adım yazacağımı söylemiştim, bu bölümde yakınlaştıkları sahne ilk adımdı. Belçin'in açığa çıkmasıyla beraber şu biçare ve garip Yakut'umun yüzü hiç gülmeyecek gibi görünüyor olabilir ama aksine... konuşulmamış çok şey vardı, artık hepsini konuşma zamanı 🥺 yeni bir görev ve yeni dinamikler zamanı...

 

umarım bölümü beğenmişsinizdir💝 son kısımları bayılmaya ramak kala yazdım o yüzden gelip tekrar düzenleyeceğim galiba 😍

 

bir sonraki bölüm nasipse 24 Ocak, ama son saate kadar kendime zaman tanıdığım için ne yazık ki bölümü geç atıyorum bunun için şimdiden çokk özür dilerim 😓😓

 

sizleri seviyorum, güzel günler diliyorum, hoşça kalın ve kendinize çookk iyi bakın 💝

 

Bölüm : 15.01.2025 02:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...