Herkese merhaba...🥺 Öncelikle beklettiğim için çok üzgünüm, bölümün devamını yazdım ama içime sinmeyen bir şeyler olduğu için yüklemeyi hiç istemedim, bu yüzden şimdilik bu kısmı atıyor olsam da bunu paylaştıktan sonra devamını hızla yazıp size ulaştıracağım... Eğer umursamayıp kalan kısmı da yükleseydim güzel bir şey okumayacaktınız, bu yüzden lütfen mazur görün... Böyle olmasını hiç istememiştim :(
-
Bana hiç yakışmayan şeyler vardı hayatımda, bir zamanlar, benim üstümde eğreti duracak kararlar ve davranışlar… Ne kadar büyük konuştum hiç bilmiyorum ama asla yapmam dediğim şeyler zamanla üstüme yapışmaya, hatta bu bende büyük bir hayal kırıklığı doğuruyor ama ne yazık ki bana yakışmaya başladı.
Ne demişti Uygar, henüz masumiyetini itiraf etmeden önce?
Yaptıklarım benden bir şeyler eksiltiyor da senden niye hiçbir şey eksilmiyor?
Yoksa senin için adil olmak demek, sadece çoğunluğun takdirini kazanmak gibi bir şey mi?
Takdirini kazanabileceğim bir çoğunluk kalmadı artık etrafımda.
Bana sorsalar, yaptıklarım konusunda sunabileceğim savunmalarım var; başka yönlerden bakarak kendimi haklı çıkarabilirim, insanlara onların doğrusunu değil kendi doğrularımı yaşadığımı anlatabilirim… Ama vardır ya bir kuşku, her ne yaparsak yapalım hep yanlış yaptığımıza dair bir şüpheye düşeriz, bu yüzden mutlak doğrular da arkasını dönüp bizi terk eder ve geriye kesif bir utanç duygusundan başka hiçbir şey kalmaz ya… Aynı öyleyim.
Özürler de dilesem, yalvarıp dövünsem de beni takdir etmek istemiyor bu çoğunluk; eğer diretirsem gün sonunda haklı çıkarım belki, ama ya o zaman da bu yalnızca benim günü kurtaran avuntum olmaktan öteye geçemezse?
Avuntulardan çok sıkıldım, en çok da kendimi avutmaktan sıkıldım… Evet, bir yanlış yaptım ama ben de artık affedilmek istiyorum, hata yapmak ve sonucunda bir kere kabul görmek istiyorum, ben hata yapma şansım olmadığı için sadece kesin doğrular üzerinde diretiyorum ve insanlar her zaman dosdoğru kalınmayacağını bildikleri için belki de bu kadar katı olmamı istemiyorlar. Ama yanlışlarımı da böyle yadırgarlarsa, ben kendime hiçbir şey yapmamak dışında bir çözüm yolu nasıl belirleyebilirim ki?
Hiçbir şey yapmamak diyorum, en kısa zamanda ölmek değil; çünkü ölüm bile az da olsa rahatsızlık bırakır yas tutanlarda… Ben hiç var olmamayı diliyorum.
Fayda vereceğini bilsem bedenimi tam şimdi yok edeceğim, ama yok, bu utanç duygusu ölümü bile çare kılmıyor bana; beyhude bir ölümle geride kalanlara sadece kötü bir suçluluk duygusu bırakırsın, bırak da yaşarken hınçlarını çıkarsınlar senden, diyor içimdeki ses, bu yüzden ölmekle de bir çıkış yolu elde edemeyeceğimi anlıyorum.
Bunu sana hiç yakıştıramıyorum, demişti Belçin sadece birkaç hafta öncesinde, sesi şimdi bir kâbus gibi kulağımı tırmaladığı için ellerimi sıktım, bana yakıştıramadığın şey bir suçluyu sevmekti de o zaman neden güvenimi kullanıp kendin gibi uçuruma sürükledin beni?
O beni aslında korumak değil, aksine, onda saklı olan ihaneti görmemi engellemek niyetindeydi; beni çok iyi tanıyordu, Belçin birisini mahvetmek için akıl almaz derecede katı gururumu kullanarak istediğini başarabileceğinin çokça farkındaydı ve ihanetini yıllarca benim üstümden saklamış, hatta en olmayacak kişiyi bile… Benim yapayalnız hayatımda sevdiğim tek insanı da kendi günahlarıyla kirletmeyi başarmıştı.
Artık dayanamayıp karşısına geçtikten sonra Uygar’a dair haklı şüphelerimi ona açtığımda ‘bu çok ağır bir suçlama, bir daha düşünmelisin’ derken zerre utanç duymamıştı kendisinden. Söyleyemezdi, kuşkularımdan dolayı çok kısa zaman içinde hayatını mahvedeceğim adamın yapmadığı şeyleri bizzat kendisinin gerçekleştirdiğini söyleyemezdi… Ama kimse de, kendilerinin bile öğrenemedikleri gerçekleri ben de fark edemediğim için bana anlayış göstermeyecekti; istihbaratın en görkemli mevkilerinde yıllarca bir otorite olarak çalışan kadının emrindeyken onun sözlerini dinlediğim için suçlu ben sayılacaktım, eğer beni de ondan saymazlar ve yüzüme tükürmezlerse şanslıydım tabi.
Mürsel’den işittiğimiz isimden sonra geride sadece çınlamalı bir uğultu kalmıştı, başımı başka yöne çevirip gözlerimi sıkıca kapattım ve karanlığı seyrederek bekledim. “Ne dedin sen?” derken sesim neredeyse titrek ve çaresiz çıkmıştı ancak bakışlarımı yerde uzanmaya devam eden adama geri çevirdiğimde çatık kaşlarımın altında öfkeden parlayan gözlerimin sesim kadar sersem bir izlenim bırakmadığına emindim; çok duygunun pençesindeyim, utanç kadar öfke de var içimde, inanç kadar sitem de.
Uygar onu henüz bırakmadığı için kurtulmaya çalışarak debelendi ve yere çarpan nefeslerini tükürükler saçarak dışarı saldı birden. “Biz arkadaştık,” deyişi bundan pişmanlık duyar gibiydi, önüne düşen bukleli saçları gözlerindeki duyguyu görmemi engellediği için sadece sesinden çıkarım yapabiliyordum. “Ahmet, Belçin, Kadir ve ben…” Burnundan hızlı hızlı nefesler verdi, az kaldı ağlayacaktı artık. “Faizan’ı onlarla ben tanıştırdım, beraber iş yapmaya karar verdik sonra.”
Uzun süren sessizliğinden sonra “Kadir kim?” diyerek boz bulanık sesiyle Uygar bir soru karıştırdı araya, Mürsel’i donuk gözlerle izlerken ne zaman gerçek bir tepki vereceğini çok merak ediyordum; yaşadığımız her güzel şeyden sonra hayatın dalga geçer gibi önüme daha kötülerini sermesinden dolayı inancım günbegün tükenirken tutunduğum şey de oydu.
“Bırak beni…”
Uygar bu isteği hiçe sayıp Mürsel’i ensesinden biraz daha yere bastırdı ve o da betona yapıştığı için acıyla inledi, kemiği sıkışınca canı yanmış olmalıydı.
“Sadece sorduklarıma cevap ver.”
“Kadir… Belçin’in kocası.” Nefeslenmek isterken bu sefer bedeni iki büklüm kesildi ve bir kere ‘ıhh’ diyerek inledi, daha sonra yerde sere serpe uzanan bedenini hareket ettirmek istemişse de Uygar buna müsaade etmemişti. “Yıllar önce onu ortaklıkta istemediğimizde bizi tehdit etmek için Ahmet’in kızı Ada’yı kaçırmıştı, o gün…” Arka yüzünü bilmediğim geçmiş gözlerimin önünden hayal meyal geçerken nasıl da her şeye kör bırakıldığımızı fark ettim ansızın. “O gün sen onu vurunca, adam öldü… Sonra sığınağa ulaşım kesilince de maddi kayıplar yaşadı Belçin, bu yüzden attırdı seni istihbarattan.”
Ne boyadı senin gözünü bu kadar, ne cazip geldi de sattın her şeyini böyle, diye sormuştum Uygar’a çok çaresiz hissettiğim bir gece; bir haini sevmenin yüküne ayrıca ona sığınmanın ağırlığını da katıp altında ezildiğim zaman dilimden dökülen birkaç serzeniş olmuştu bunlar, söylediğim her bir kelimenin onda bıraktığı hasarın zamanla farkına varmış olsam da sürüncemede kalan bu soruların yanıtlarını daha şimdi kazandım.
Sonsuz bir kazançmış insana ihaneti daha meşru kılan şey, hükmetmenin hazzına varmış bir insanda geriye, gitgide zehre dönüşen arzular kalırmış. Belçin, zehirlenmeyi durduramayan birisi olmalı ki aç gözünün boyanmasına müsaade etmiş hatta kendisi pek çok şey kaybederken peşinden beni de sürüklemiş…
Uygar’ın elleri Mürsel’in suratını kendisine çevirmek için hareketlendi, üstünde bir yanık izi taşıdığı eline bakakalırken oraya yapıştırdığım yara bantlarını bile henüz çıkarmadığını görmüştüm; artık baktıkça benimle geçirdiği zamanına yazık ettiğini düşüneceği daha çok şey vardı üstünde, zamanla hepsinden kurtulmak isterse halim ne olacak onu bile düşünemiyorum… Düşünüyorum sürekli, Belçin şayet bu sebeple intikam almak istediyse benim suçum ne, diyecek gibi oluyorum ama bu da fazla acımasız hissettiriyor, eğer tüm suçu üstüme almazsam ne faydası kalacak ki varlığımın?
“Öldüğüne emin misin?” derken dudaklarımı çaresizce içe kıvırdım, içimde kaçıncı kasırga yaşanıyor bilmiyor olsam da sesim epey düz çıkmıştı, duygularımı saklamak konusunda en azından ufak da olsa bir başarım vardı yani.
“Eminim.” Mürsel birkaç defa öksürdü sözlerinin arasında. “Ahmet kendi görmüş can verirken, öldü, yaşamıyor.” Ve sonra ağlamaklı halde, Uygar’ın zorla yan çevirdiği suratını çekmeye çalıştı. “Bitti mi şimdi?” diye sorarken yaşadığı çöküşü yansıtmaktan çekinir gibi bir hali yoktu. “Tamam, bırakın artık beni… Bırakın, benimkisi de acı…”
“Sikeyim senin acını.” Ürkünç sessizliği bir küfürle bozan Uygar, ellerini yaşlı adamın yakasına daha çok sarmış ve kelepçelerini çıkartırken kafasına koyduğu o kanlı anları yaşatacakmış gibi davransa da çok geçmeden vazgeçmişti yaptığından fakat dudaklarından sitemkâr bir küfür daha döküldü. “Sikeyim sizin arkadaşlığınızı…”
Yavaşça ayağa kalktı, artık yukarıdan bakıyor ve alt dudağını hafifçe ısırarak belki de düşüncelerini ayıklamaya çalışıyordu; tek bir harekette ya da tek bir sözde bulunmayışı tedirginliğimi arttırırken hiçbir şey söylemedim.
O an gri duvarlı ve loş ışıklı sorgu odasının ortasında üç kişiydik; birimiz haksız yere sırtlandığı günahları hazmetmeye çalışıyordu, birimiz göze alınmış onca suça rağmen ortada bırakılışının acısını, birimiz de suçluluk ve masumiyet arasında bocalamanın sancısını… Hiç de aynı kişiler değildik, birbirimizden çok farklıydık; hayata bakış açılarımız, ideallerimiz, fikirlerimiz ve yüreklerimiz hiç benzemiyordu birbirine ama bir şeyler örtüşüyordu sanki, öyle hissediyorum, bizi orta noktada buluşturan şey ihanetti.
Pek gerekmese de bir türlü yerden kalkamayan Mürsel’i anlıyorum mesela, onu düşüren şeyin tanıdık bir elin kendisine uzanmış gibi görünüp aslında yerin dibine itmesi olduğunun farkındayım, gerçi çok lüzumu yok ama yine de kalbim kendimi aklamak için uğraşıyor durmaksızın… Uygar, sen de beni anlayacak mısın?
Sanki sorumu işitmiş gibi bir süredir bana çevrilmeyen bakışlarını yavaşça üstüme kaldırdı, itirafı duyduğu ilk an üstünde katılaşan o soğuk hal artık mecburiyetten kırılırken ben de kendime bugünü her şeye rağmen normal geçirmek zorunda olduğumu hatırlattım.
Başını yana yatırıp kapıyı işaret etti, sonrasını fısıltıya yakın bir mırıltıyla dile getirmişti. “Gidelim.”
Masada dağılan evrakları hızla toparlayıp sessiz sedasız Uygar’ın peşine takıldım, o da önümdeyken sorgu odasının kapısını engel olamadığı hoyratlığıyla açtıktan sonra kenara kayıp geçmemi bekledi. Gözlerimi yere eğip bedenimi pervaz ve onun arasından ilerlettikten sonra izleme bölümündeki masadan kalkıp şaşkın halde yanımıza yaklaşan Ömer komutana baktım, ilk önce ardındaki askeri personellere “Kaldırın şunu,” diyerek Mürsel’le ilgili emir vermiş sonra bize doğru konuşmuştu. “Belçin…” deyişinin altında, onun da daha öncesinde Belçin’le birkaç defa görüştüğü gerçeği yatıyordu. “Tanıdığım kişi mi oluyor?”
Başımı aşağı yukarı sallayıp onu tasdikledim. “Öyle…”
Gözleri ikimizin arasında gezindi, oklar bizzat tanıdığı kişiye çevrilince o da dumura uğramış olmalıydı tabi. “Ne diyeceğimi bilemedim şimdi,” dedikten sonra kapının açılıp iki askeri görevli tarafından Mürsel’in zorla ayakta tutularak çıkarılmasıyla sözleri yarım kalmıştı. Bir süre onların sorgu odasından uzaklaşmasını seyrettik ve hemen ardından Ömer komutanla gözlerimiz tekrar kesişti. “Yazık, umarım böyle bir yol tercih etmek zorunda kalmamıştır.”
Kaçamak bakışlarımı yan tarafımda kalan Uygar’a çevirdiğimde onu bir boşluğu seyreder gibi dalgın bulmuştum. “Zorunda kalamaz zaten,” derken sesi bir yanlışı düzeltir gibi ikaz tonundaydı. “Bunlar ancak bile isteye yaşadığı hayatın sonuçları olur, vatana ihanet etmeye mecbur kaldım diye bir şey yok yani.”
“Ama yine de şu an bir kesinliği yok.”
Uygar bu sefer ellerinden birini ceketinin cebine soktu, gözleri düşünceli halde her yerde gezerken ona karşı içimin gittiğini hissettim sanki. “Orası öyle, bu şimdilik sadece bir suçlama.” Derinden yutkunuşuyla beraber dişlerimi sıkıca birbirine bastırdım, en mutlu gecelerinden birinde alınıp götürüldüğü için bunu bir başkasına yaşatmak istemiyordu sanırım, ama Belçin konusunda da söylediği kadar tereddütte değildi; çünkü geriye dönüp bakınca Belçin hakkında anlamlandıramadığımız pek çok davranış tam olarak bu suçlamayla netliğe kavuşuyordu. “Ama kanıtlaması pek zaman almayacak.”
Karşımızdaki adam ilgiyle kaşlarını havaya kaldırınca. “Bu çok eski bir mesele,” dedim açıklayıcı olma amacıyla. “Şu an uzun uzun anlatamasam da,” dediğim esnada ise sıkıntıyla parmaklarımı sıkmıştım. “Zaten bazı şüpheler barındırıyordu.”
“Doğrudur, haklısınız, yapabileceğim bir şey var mı sizin için?”
“Şu anlık yok,” dedi Uygar, gözleri telefonun ekranında olmasa bile nereye bastığını bilir gibi tuşlarda gezinirken. “Herhangi bir yakalama emri çıkarsa sizinle iletişime geçerler zaten.”
“Anladım, ben sizi geçireyim o zaman.”
Hep beraber sorgu binasının çıkışına giden koridora yöneldiğimizde gözlerim Uygar’ın telefonuna kaydı, rehberini hızla kaydırdığını fark ettiğim an durumu Revan başkana bildireceğini anlamak çok zor olmamıştı. Bu esnada koridordaki ara kapıyı açmak için önden gidip parmak izini okutan Ömer komutan, geçmemizi sağladıktan sonra başını kaşıyarak “Bu arada…” dedi, gözlerimi ona çevirip ne söyleyeceğini merakla dinledim. “Evli olduğunuzu hiç bilmiyordum.”
Tam arama tuşuna basacaktı ki, parmağını son anda durdurup bakışlarını yavaş ve sakin bir tavırla Ömer komutana kaydırdı Uygar, o böyle bir tavırda olunca cevap hakkını üstüme alınıp kimseye fırsat bırakmadan mırıldandım. “Değiliz zaten,” derken endişeli gözlerle arada bir Uygar’ı da yokladım, içeride yanlışlıkla da olsa ‘karım’ demekten pişman olduysa kimseye bunun izahını yapmak zorunda kalmamalıydı.
“Ben içeride Uygar Bey’in karım dediğini duyunca…” Sanki bir sorgu mu vardı sözlerinin altında?
Uygar arayacağı kişiyi bir süreliğine erteleyip hala yürümekte olduğumuz koridorda duraksadı ve başını hafifçe omzuna eğdi, kaşları da çok kızgın olmamakla beraber yine de soğuk bir tavırla çatılmıştı. “Ne fark edecek?” dedi, bu haliyle kimse onun saldırgan bir tutum takındığını söyleyemezdi ama yine de içime bir tereddüt yayılınca, ellerimi sıkıp herhangi bir tartışmayı engellemek üzere hazırda bekledim.
Karşımdaki adam da en sonunda kibarlığı bir kenara bırakıp ellerini kamuflaj kıyafetinin beline yasladı ve bir duvar çekti önüne, zaten çoğu zaman sabırlı ve anlayışlı bir adamdı, bir noktada öfkelenmesini olağan karşılıyordum… Sadece bu Uygar’a karşı olmamalıydı işte. “Bir şey fark edeceği yok,” dedi loş koridorun ortasında dikilmeyi sürdürerek.
“O zaman?”
“Bilsem ona göre tavır takınırdım, absürt bir sebepten sormadım yani.”
“Yakut’la evli değiliz,” derken en sonunda arama tuşuna bastığı telefonu yavaşça kulağına yasladı, hala tereddüde boğan bir sakinliği taşıyordu üstünde. “Takınabiliyorsanız şimdi takının tavrınızı.” Uygar’ın sükûn dolu tutumunda apaçık bir meydan okuma vardı, bilmediği takdirde Ömer komutanın da hiçbir suçu olmayacağını düşündüğümden durumu bir tehdit olarak algılamamıştım fakat yine de bu konunun apaçık konuşulmasının da Uygar açısından rahatsızlık doğurması çok normaldi, en nihayetinde bizim hayatımızdı bu…
“Şey, tamam… Biz artık gitsek iyi olacak,” diyerek ortalığı alelacele toparlarken başımı bir kez öne eğip kaldırarak Ömer komutana kısaca bir selam verdim, tuhaf bir rahatsızlığın yerleştiği suretini bana çevirip o da aynı selamla karşılık verdikten sonra gözlerini hızla kaçırdı, yoğun bir soğukluk çökmüştü üstüne. “Her şey için sağ olun Ömer Bey,” deyip bir adım geri gittim. “İyi günler.”
Bir şey söylemedi, koridordaki sessizliği Uygar’ın telefonun ardındaki kişiye söylediği sözler bastırdığı için mi bilmiyorum bu sükunetini yadırgamadan arkamı dönüp birkaç aceleci adımla Uygar’ın peşine takıldım, çok uzaklaşmadığı için çabuk yetişmiştim. “Belçin’in ismini verdi başkanım,” deyişiyle onun Revan başkanla konuştuğunu anlamak pek zor olmamıştı. “Kadir’i de itiraf etti,” sözleri arasında bakışlarını yana çevirip kısaca beni de kontrol etti. “Belçin’in kocası oluyormuş.”
Ellerimi ceketimin cebine sokup başım öne eğik halde onun telefonla konuşmasını dinlemeye devam ettim. “Siz daha iyi bilirsiniz… Tamam, anlaşıldı başkanım.” Binanın çıkışındaki ağır kapıyı çektikten sonra çıkmam için bekledi ve sonra peşimden geldi, arada sırada arkama dönüp onu kontrol etsem de tekrar yanıma gelmesi uzun sürmemişti. “Hoşça kalın.”
O telefonu kapatınca aramızda baş gösteren sessizlik arabaya varıncaya kadar varlığını korumuştu, konuşacak çok şey olmasına rağmen ikimizin de sükuneti tercih etmesinin sebebi aynı mıydı hiç bilmiyorum, ortak bir şaşkınlık yaşadığımız aşikardı ama onda, bana dair bir hayal kırıklığı da var mıydı acaba?
“Revan Başkan, Belçin’in yerini tespit etmek için harekete geçtiğini söyledi,” dedi arabanın yanına yaklaştığımız an biraz yavaşlayarak, sonra tamamen durmuştu. “Ortalıkta yoksa zaten suçu kabul etmiş olacak ama… Bir de şu sığınağın içinde her ne varsa artık, onlarla delil sunmamız halletmemiz lazım.”
“Doğru.”
“Sonuçta… Bir şüpheyi insana leke diye sürmek kolay değil.” Sırtı bana dönükken etrafı seyrediyordu ama kısa bir sürenin ardından bundan vazgeçip ilk önce bakışlarını sonrasında da tüm bedenini çevirdi bana doğru. Kısık gözlerinde taşıdığı duygudan birisinin hüzün olduğuna emindim, ama geriye kalan şeyler neydi ki? “Değil mi?”
Saçlarım yüzümü örterek uçuştuğu an bunu kendime fırsat sayıp tutamları hemen önümden çekmedim ama fazla oyalanmak tuhaf görüneceği için kendi kendine bukle haline gelen saç tellerini yavaşça yerlerinden sıyırdım, bakışlarım bir zindana sıkıştırır gibi hissettirse de tekrardan Uygar’ın yeşil gözlerine kalktı. Kızgın da görünmüyordu öfkeli de… Ne bu peki, tam olarak anlatmak istediği şey ne? “Yine de hiç aklını kurcalamıyor mu yaptıkları?” deyip bir süre sakinlikle bekledim. “Bu operasyonu onca durdurma çabası,” derken gitgide fısıltıya dönüşen sözlerimi toparlama gayreti ufak bir öksürükle sonuçlanmıştı. “Seni az da olsa şüpheye sürüklemiyor mu?”
“Bu mesleğe ilk başladığımda Yakut… Bir yanım, Mürsel’den abimin intikamını almak için çıldırmıştı neredeyse.” Çokça unutmak zorunda bırakıldığı bu gerçeği hatırlattı birden yıllar sonra, içimi bir titreme sararken yine kendimi dik tutup Uygar’ın gözlerinin içine uzun uzun baktım. Onda kırılan her şeyin ucu batıp beni kanatıyordu aslında, ama o da kırıldığı için ikimizin de canının yandığının farkında değildi. Ben de önceden canımın yandığını itiraf edemeyecek kadar gururlu fakat şimdi de acısıyla öne geçmek istemeyecek kadar suskun olduğum için Uygar’ı kendimden habersiz bırakmaya devam ettim. “Sonra her ne olduysa, birden bir kural çıkarıp böyle intikamlarla gözümü karartamayacağımı eğer yapacaksam işimi soğukkanlılıkla yapmam gerektiğini söylediler bana.” Öyle, hatta bunun hesabını yapmak için ben seçilmiştim. Akademide, soyunma odasındaydık, o bana arzularıyla ilgili itiraflarda bulunurken fazlasıyla dağınıktı aklı, duygusal görünmüyordu ama belli ki asıl mesele onun göreve uygunluğunu ölçmek değildi hiçbir zaman… “Söz dinledim, başka çarem yoktu, çocuk gibi diretecek değildim,” derken sözleri bir serzenişe kayacaktı ki parmaklarını burun kemerine bastırıp kendisini hemen tuttu. “Eğer bu sana bir cevap olacaksa olsun, evet sadece şu anlattığım şey bile ‘tamam’ dedirtiyor bana, ‘mesele buymuş’ diyorum içimden, taşlar yerine oturdu.” Ellerini ceketinin ceplerine sokup araba anahtarını çıkardı yavaşça. “Kendimi sorgulayayım diye söylenen her sözün görünenden farklı bir amacı varmış aslında, diye düşünmüyor değilim.”
“Ama?”
“Ama ben Belçin’in acımadan suçladığı adam değilim.”
Ona bakarken gözlerim titredi neredeyse, başımı korkak bir kabullenişle aşağı yukarı salladım. “Değilsin.”
“Duygusal da değilim, bak dokunmadım kimseye, yoksa karşımda kelepçesiz halde dururken Mürsel’e aklımdan geçen her şeyi yapmak için bahanem de bolca fırsatım da yok muydu?” Bir cevap hakkı tanımadan başını aşağı yukarı salladı usul usul, bu süreçte alt dudağını da kısacık ısırıp bırakmıştı, kelimelerin ortaya çıkmak konusunda zor anlar yaşattığı çok belliydi, hatta öyle ki sesi bile çoktan boğuk bir tona ulaşmıştı. “Vardı bence, onca yıldan sonra en azından biraz olmalıydı.”
“Yapsaydın kimse bir şey demezdi sana…”
Başını iki yana sallayarak itiraz etti sözlerime. “Dedim ya, Belçin’in aklı sıra beni dönüştürmeye çalıştığı adam değilim ben, olmayacağım.” Yutkundu, sanki onca zaman taşıdığı suçlamanın acısı nüksetmiş gibiydi. “Yıllar önce bu görev için tanımak istemiştin beni Yakut, biraz geç olacak ama şimdi bir daha bak bana, bir daha tanı… Bunca zaman şüphelerine layık gördüğün adam mıymışım?”
Sustum ama içim avaz avazdı; sor bana ya, bir kere sor, bir kere seni bu yola ne itti diye merak et… Sen deliler gibi sevdin de ben sanki hiç sevmedim mi?
Gözlerim bu sefer hüzünden değil yeni yeni varlık gösteren bir öfkeden dolayı nemlenirken “Değilsin,” dedim mırıltıyla. “…hiçbir zaman da olmadın.”
Onu onaylamamın ardından bir süre başını omzuna eğip beni seyretti, biliyorum, çok değil sadece birkaç yıl önce onun dalgınlığıydım ben. “O zaman…” dedikten sonra başını başka yöne çevirip kaşlarını belirsiz bir kızgınlıkla çattı, devamını getirecek gibiydi, sanki bir şey soracaktı ama bunu yapmayıp sadece suskunlukla yetindi ve peşi sıra söyledikleri de az önceki duraksayışını tamamlayacak doğru sözler değildi sanki. “Gidelim mi artık? Vaktimiz az.”
Bu sefer benim kalbim de bir hayal kırıklığına yuva oldu işte... “Gidelim.”
-
Aslında aynı neticeye ulaşacak farklı doğrularımızı birbirimize yanlış gösterdiğimiz için mi birleşmiyor yollarımız yoksa gerçekten de sadece birimiz doğru olduğumuzdan dolayı mı birbirimizi anlamıyoruz, hiç emin değilim… Halbuki ben de aynı şeyleri istiyorum, Uygar kararlarını kendisi verip yöneltilen emirleri dinlemezken herkes onun adalet uğruna alev ateş yandığına emin de, ben içinde bulunduğum statüleri kabullenip üstümün emirlerini dinlerken neden daha farklı yorumlanıyorum, anlamıyorum bir türlü.
Yıllar sonra tekrar o uçurumun kenarındaydık; dudağımın kenarında tatlı bir öpücüğün sızısı vardı, kulağımda kokumu bir bebek kokusuna benzeten Uygar’a sızlanışlarım yankılandı, onun karşı koyulamaz itirafları da aklımdaydı aslında… Ama zaman birbirini sevmeye çalışan iki genci bertaraf edip yerini gerçeklere bıraktı; bu bizim aşkımızın savaşı olmadı hiçbir zaman, çünkü ikimiz de çoğunlukla şartsız ve itirazsız sevmiş, duygularımızı birbirimizden kaçmamız gereken anlarda bile sonuna kadar yaşamıştık. Sanırım biz sadece daha büyük emeller uğruna yoldan temizlenen taşlardık, savaş başkalarının savaşıydı ama… Yazık işte, fırlatılıp atılınca mağlup sayıldık hatta tam da şimdi hissettiğim gibi, birbirimize de kırıldık.
Uçurumun aşağısında dalgalanan deniz tatlı bir esintiyi yukarı savuruyordu kayalıklara vurduğu anki hoş sesini de beraberinde taşıyarak, sığınak açılacağı için buraya gelen ekiplerin sesi bile bastıramamıştı denizi. Bugünkü saldırıdan dolayı güvenlik önlemleri biraz daha arttırılmıştı, hatta birkaç metre ilerimizdeki Tekin de bizi fark etmeden karşısındaki askeri görevliyle konuşmaya devam etti, eliyle ormanın içini ve yukarı çıkan sapağı gösterirken büyük ihtimalle yapılacakların direktiflerini veriyor olmalıydı.
Yanımda ilerleyen Uygar yanına geldiğimiz olay yeri şeridini kaldırdıktan sonra altından geçmemi bekledi, öne eğilip şeridin ardından geçtim ve onun da gelmesini bekledim. Tuttuğu ikaz bandının altından geçti, kısık gözleriyle etrafı seyrederek yanıma geldi, bir elini boynuna atıp orayı ovalarken onun da burada vurduğu adam dolayısıyla bir yalan kuyusuna düşüşünü düşündüğüne emindim.
“O gün, ormanda saklanan arabayı gördüğü an buz kesen suratı aklımda daha çok netleşiyor şu an,” dedi başıyla ilerideki ormanı işaret edip, Belçin’i bu operasyonun devamı için ikna etmeye çalıştığı zamanlardan bahsediyordu. Kadir Öncel’in arabası karşımızdaki ormanın içinde gizlenmişti ve Belçin, kocasının yakalanma ihtimali taşıdığı anları anbean seyretmişti teşkilattaki dev ekrandan. “Hatta buraya geldikten sonra birkaç sanrıyla istihbaratı oyalıyorsun demişti bana, çok kızgındı.”
“Her şeye rağmen seni ödüllendirmesi peki, saklanmak konusunda her şeyi yapabileceğini göstermiyor mu?” Bu, üstüne atılmış iftiranın benimle ilgili kısmını sorgulaması için Uygar’a sunduğum bir fırsattı.
“Uzun uzadıya düşününce yaptığı her şeyin sebebi belli zaten,” diye mırıldandı.
“Değil mi, uzun uzadıya düşünmek lazım.” Ellerimi öfkeyle yumruk haline getirip ceplerime sokarken derin bir nefes bıraktım aynı zamanda. “Çünkü düşününce her şeyin bir sebebi var.”
Karşımızdaki askeri personelle konuşmayı bitirdiği an bizi fark eden Tekin, zorlu bir güne rağmen yüzüne keyifli bir ifade yerleştirdi hemen. Ancak birden önümüze geçip “Kardeşim olay yeri burası, içeri giremezsiniz,” diyerek ilerleyişimizi engellemeye çalışan bir görevliyle onun da kaşları çatılmıştı.
Elini havaya kaldırıp biraz uzağımızda kalsa bile uyarıyla salladı hemen, hatta kısa bir ıslık bile çalmıştı, beklemeden bize doğru yürümeye de başlamıştı. “Oğlum çekil müsaade et insanlara, sivil değil onlar!”
Duyduklarının ardından pek de ikna olmamış görünen görevli, Tekin’e kısa bir bakış atıp tekrar bize döndüğü esnada Uygar arka cebinden kimliğini çıkarıp kısaca kim olduğumuzu tanıtmış ve sonra elini görevlinin omzuna vurup “Kolay gelsin,” diye mırıldanmıştı, hiç beklemeden yamaçtan aşağı indiğimiz esnada Tekin de kollarını iki yana açıp hoşnut bir tavırla karşıladı bizi. “Hoş geldiniz sefalar getirdiniz, gözümüz yollarda kaldı ya nerelerdesiniz siz?”
“Kriminal incelemeden benim raporları alıp Mürsel’in yanına geçtik işte,” dedim zaten bildiği şeyleri dile getirerek, o da zaten habersiz olduğu için sormamıştı.
“İyi güzel, raporlar beklediğimiz gibi herhalde?”
Uygar başını aşağı yukarı salladı kısaca. “Öyle, imzalar yazışmalar sahte çıktı.”
Ondan sonra konuşmaya ben devam ettim. “Mürsel de bunun kimin işi olduğunu itiraf etti.”
“Helal olsun, ne sürprizli adam valla...” Gözlerimi başka yöne kaydırıp içimde kıpırdanan hislerimi zapt etmek için öylece bekledim, aramızdaki soğukluğu fark eden Tekin ise gözlerini ikimiz arasında gezdirip meraklı bir tavra büründü. “Sanki bu sürprizin tadı kaçmış gibi bakıyorsunuz? Ne oldu? Kimin adını verdi o puşt herif?”
“Belçin,” dedi Uygar tek kelimeyle, bu cevap Tekin’in sarı kaşlarını havaya kaldırıp başını aşağı yukarı sallamasına sebep olmuştu; hemen sonra gözleri kaçamak bir şekilde olsa da beni buldu. “İyiymiş,” derken aslında alttan alta durumun felaketini kastettiğine emindim. “Bayağı iyiymiş, güzel, ee?”
“Eesi bu Tekin, Revan başkan şimdi Belçin’in yerini tespit ettirecek eğer kaçtıysa sebebi az çok belli, ama biz de mecbur kanıt sunacağız ya geldik buraya, işler böyle ilerliyor başka türlü değil.” İstemeden yükselen sesimden dolayı hem Uygar’ın hem de Tekin’in şaşkın bakışlarını üstüme çektiğimde, onca zaman konuşamamış yanımın zamansız çıldırışına şahitlik ederler diye ödüm kopmuştu, kendimi biraz sakinleştirip sözlerimi daha yavaş bir şekilde bitirdim. “Durum bundan ibaret yani.”
“Tamam, o zaman ben sizi içeri alayım.” Ciddiyete bürünüp eliyle yamacın aşağısını işaret etse de bir şekilde kinayeli sözlerde bulunacaktı Tekin, bu yüzden geçmişimize atıfta bulundu kendince. “Gerçi siz yolu çok daha iyi bilirsiniz, önden buyurun.”
“Aynen çok iyi biliriz Tekin, eyvallah.” Uygar göğsünü şişirerek derin bir nefes aldıktan sonra öne geçti, ben de asık suratımla ardından gittim, Tekin de yanıma yaklaşıp hafifçe koluma dokundu. “Aranızda yine kavak yelleri esiyor, hayırdır ne gibi bir problem var?”
“O problem çok uzun zamandır varmış da haberimiz yokmuş,” dedim hayıflanarak. “Sorun ne olabilir ki? Belçin’miş işte… Oymuş, bizim tek sorunumuz oymuş ama biz bilmeden birbirimizi yiyip bitirmişiz.”
“Kanıtlarım falan var demiştin, basbayağı o kadın kafalamış yani seni?”
Beni çok çabuk anlamıştı, gerçi ben de ona gerçeklerden bahsetmiştim bu yüzden anlamaması saçmalık olurdu, bu yüzden yorgun bakışlarımı ona çevirip başımı aşağı yukarı salladım. “Mürsel’in itiraf ettiğine göre, öyle.”
“Tamam, o zaman senin bu enayi kocanın derdi ne tam olarak?”
“Hani enayi demeyecektin?”
“Çok ısrarcı, demezsem kırılacak.”
Kollarımı önümde bağlayıp sabırlı kalmaya çalışarak gözlerimi sıkıca örtüp geri açtım. “Bilmiyorum… Boş ver, sen iyi misin?” deyip kontrolcü bakışlarımı üstünde gezdirdim. “Saldırıda yaralanmadın değil mi? Çok ani oldu ya?”
Dikkati hala bendeyken ellerini birden üstünü başını yoklamaya başladı. “Bir dakika, bakayım,” derken alelacele omuzlarına, kollarına ve beline dokundu, oradan bir silah çıkarıp sonra yerine geri sıkıştırırken ne yaptığını gerçek bir ilgiyle izlediğim için birden sırıtıp tek gözünü göz kırptı. “Baktım, herhangi bir sıkıntı görünmüyor.”
Kendime engel olamayarak ufacık bir tebessümle karşılık verdim ona. “Sevindim,” derken yamaçtan tamamen aşağı inmiş, fabrikanın içine girmiştik bile. Ve o an bizi kapıda hazır bekleyen Reha karşıladı, geldiğimizi görünce hepimize kısa bir bakış atmış hatta çok uzun zaman sonra ilk kez gerçek bir duyguyla aydınlanan yüzünü göstermişti, onun da uzun zaman süren çalışmalarından sonra rahatladığı belliydi. “Hoş geldiniz,” derken ilk önce Uygar’la el sıkışmalarını seyrettim, bir elini uzatıp Uygar’ın sırtına pat pat geçirmeyi ihmal etmedi. “Ben de sizi bekliyordum.”
“Aktifleştirdin mi paneli?”
Reha başını salladı keyifle. “Halloldu,” dedikten sonra arkasındaki panelin üstündeki çıkıntıya yerleştirdiği ufak kutuyu alıp bir kere havaya attı ve tuttu, içindeki portatif parmağı Uygar’a uzatırken ise “Ama girişi sana bıraktım,” demişti. “Al bakalım, siftah senin olsun kardeşim.”
O an çok garipti, bir kanalizasyonda bulduğumuz çürük kokulu cesedin içinden çıkmıştı bu parmak, üstüne çok konuşmuş ve ihtilafa düşmüştük… Tufan gerçekten ölü bedeninin içinde bir şey taşıyor mu yoksa tüm bunları Uygar sadece uyduruyor muydu?
Taşıyordu evet, hatta çok daha fazlasıydı, o yeşillenmiş karından çıkan ve bizi uzunca zaman peşinde sürükleyen bu parmak bir anahtardı aynı zamanda, daha çarpıcı gerçeklere ulaşmamızı sağlayacak bir vasıtaydı. Belçin’in, ‘doktor ihmalkârlığı’ diyerek kılıfa uydurmaya çalıştığı o otopsi sürecini anlamlandırmak şimdi daha kolaydı benim için, hayır, bu adli tıp doktorunun Tufan üzerindeki sorumsuzluğu olmamıştı hiçbir zaman.
Uygar parmağı kutudan çıkardıktan sonra artık düzgünce çalışan panele yaklaştı, büyük bir ciddiyetle parmağı oraya okuttu ve kapı yıllar sonra, tam da beklediğimiz şekilde gıcırtılı bir sesle açıldı, bir sırrın ortaya çıkışı gibi gözlerimiz önüne küf kokusuyla harmanlanmış karanlık serilirken ilk başta el fenerlerine sarınmıştık fakat sonra tepedeki avize Uygar’ın duvarda bulduğu düğmeye basmasıyla aydınlanınca ellerimizdeki fenerleri de yavaşça söndürdük.
Kazağımın yakasını çekiştirip burnuma tutarken birkaç adımla içeri ilerledim, arkamızdan inceleme ekipleri de giriyordu, bize birer eldiven uzattıklarında onları ellerime takıp sığınağa göz gezdirmeye devam ettim.
Burası tek odadan oluşan bir yerdi, ortada uzun bir masa vardı, duvarların üst kısımları cam dolaplardan oluşurken alt kısımlar ise içi görünmeyecek şekilde sıkıca örtülmüş ahşap kapaklardan ibaretti.
Cam dolapların ardındaki çeşitli silahlara, kadeh takımlarına, içi kırmızı sıvılarla doldurulmuş şekilli şişelere baktıktan sonra kapının arkasına geldim. Tam orada bir sandık vardı, beyaz eldivenli parmağımı sandığın ucuna dokundurdum, herhangi bir kilit yoktu yalnızca birkaç çivi çakılmıştı kapanması için ama onlar da biraz zorlayınca çabucak kırılarak körelmiş görünüyordu.
Gerçekten de birkaç çekince çiviler kolayca kırıldı ve kapak aralandı, içinden şaşırtıcı olmayacak şekilde bir iskelet çıkmıştı, gözlerimi keyifsizce o iskelette gezdirdikten sonra arkamdaki inceleme ekibine ufak bir işaret verdim. “Buraya bakar mısınız?”
“Tabi, hemen.”
Sandığı ve iskeleti onlara bıraktıktan sonra yan taraftaki cam dolabın önüne geçtim, çoğu raf başka eşyalara ayrılmış olsa da burada boydan boya ayrılmış başka bir kısım vardı, yer verdikleri şey ise bir kıyafet takımıydı, daha sonra giyilmek için yedek olarak bırakıldığı belliydi: füme rengi, orta boy bir etek ve aynı renk, hâkim yaka bir ceket.
Bas bas bağırıyordu kime ait olduğunu, onu gördüğüm an gözlerimin önünde istemsizce ellili yaşlarda, beyaz boyalı saçlı, ince ve katı suretli bir kadın belirdi. Nefeslerim artık tatsızca inerken boğazımdan, oraya bakmanın bir eziyete dönüşmesiyle yönümü çevirmek zorunda kalmıştım. Gözlerim tekrar sığınağın içinde gezindi, bir tarafta Reha bir Uygar başka tarafta Tekin incelemelerine devam ediyordu. Çok yakınımda olan Reha’nın yanında durup alt dolaptan çıkardığı dosyalara baktım, yardımcı olmak amacıyla birisini çekip aldığımda o da rahatlayarak üstüme bırakmıştı. “Şunu da tutar mısın?”
“Tabi.” En üste bıraktığı dosyayı aralayıp sayfalarını karıştırdım biraz, ufak ufak göz atarak önemine göre ayırmak işimize yarar diye birkaç tanesini hızlıca kontrol ettim ve bir tanesinde, sürekli tekrar edilen bir adres çıktı karşıma. Faizan’ın oğlu Halim Attaf’ın sınır bölgesinde sürekli ziyarette bulunduğu köyün adresiydi bu. “Şu adres,” dedikten sonra sayfayı Reha’ya doğru eğdim. “Parmağın asıl sahibi Faizan var ya, işte onun oğlu son dönemde bu adrese çok sık ziyarette bulunmuş.”
Ne söylediğimi daha net duymak istercesine başını biraz bana eğdiğinde kâğıda daha rahat bakma fırsatı bulmuştu, sonra kendi ellerindekileri bırakıp benden dosyayı aldı. “Bakayım.”
Parmağımı bastırıp bir kez daha aynı yeri işaret ettim. “Bu dosyayı ayırsak iyi olur.”
Bir süre yazılara kısaca göz attı ve sonra dediğimi yapıp dosyayı başka bir kutunun içine bıraktı. “Buraya aldım, onu ayrıntılı inceleyeceğim sağ ol.”
“Hazırda ekran varsa alabilir miyim?” Birden arkadan Uygar’ın sesinin gelmesiyle, Reha’yla ikimiz de o tarafa baktık, Uygar elindeki kesenin ağzını açmış ve içinden birkaç bellek çıkarmış halde sığınağın ortasında dikiliyordu; ardından masaya yaklaşıp keseyi ters çevirdi ve içinden elindeki bellek gibi daha fazlası döküldü, ekran istemesinin sebebi buydu demek ki.
Tekin de incelediği ağır namlulu silahlardan birisini elinde taşımaya devam ederken yanımıza geldi, ekip tarafından masaya yerleştirilmiş laptopun ekranına hep beraber bakarken Uygar’ın onu önüne çekmesini ve belleği deliğe geçirmesini seyrettik.
Çok geçmeden ekrana yansıyan görüntü bir drone çekimiydi; ıssız, çorak bir köy kuş uçuşu bakışla kısaca kayda geçirilmişti, Reha az önce verdiğim dosyayı düşündüğünden olsa gerek gözlerini bana kaydırdı. “Bahsettiğin yer sanırım,” dediğinde başımı aşağı yukarı sallayıp onu belirsizlikle onayladım. “Büyük ihtimalle…”
Kuş uçuşu görüntülerden sonra Uygar başka bir usb bellek taktı, bu sefer aynı drone pek çok militanı kadraja sığdırmak için uçuyordu insanların arasında; videodaki adamların hepsi aynı sıraya dizilmişken ellerinde Tekin’in incelemek için alıp halen taşımakta olduğu silaha benzer mühimmatlar vardı. “Militan köyü,” dedi Uygar parmaklarını ufak ritimlerle masaya vurup görüntüleri seyrederken, yüzü de sert bir ifadeyle kasılmıştı. “Militan yetiştirmek için köy kurmuşlar.”
-
Konakladığımız binanın en üst katında, toplantı odasında bir daha aldık yerimizi; açılan sığınaktan ve içeriden edinilen bilgilerden sonra konuşulacak çok şey vardı, vakit yerini akşama bırakırken Revan Başkan da gelmişti.
O masaya yorgun argın oturdum, diğer herkes de benim gibiydi ve içeride büyük bir sessizlik vardı. Revan Başkan da bir süre konuşmamış, yerini gitgide nefrete bırakacak olan bu sessizliği yaşamamıza müsaade etmişti. “Sığınak tüm kanıtları zaten sundu ama bunu söylemeliyim,” dedi saniyeler sonra, ceketinin ön kısmındaki düğmeye dokunurken bakışları bizde değildi. “Bencil Öncel ardında hiçbir şey bırakmadan ortadan kaybolmuştur.”
Tekin masaya tutunup her zamanki rahat pozisyonuyla oturduğu sandalyeyi öne çekerken “Son kozunu oynayıp kaçtı yani,” dedi, fazla bıyık altından konuşsa da söylediklerini duymuştuk.
“Aynen öyle.” Revan Başkan onu onaylamak için başını öne eğip kaldırdı, özenle taradığı kırçıl saçları buna rağmen hiç dağılmamıştı. “Başka çaresi yoktu ki kaçtı… Beş yıl önce tanışmıştık birbirimizle, apar topar Kula davası için görevlendirilmiştiniz, Belçin tazecik gençler olarak önünüzü açık görmüş ve sizden bir ekip oluşturmuştu… Demek sadece tecrübesizliğinize güvenip kendini garantiye almak içinmiş her şey.”
Gözlerim yavaşça Uygar’a kaydı, çaprazımda oturuyordu ve eğik gözleri yalnızca masayı seyrediyordu, onda olan durgunluk bende de bulunduğu için konuşmak üzere diretemiyordum; ya bir şekilde birbirimizi anlamıyor ya da doğru vakti bulamıyorduk, ama o da bir kez nedenini sormazsa diye ödüm kopuyordu işte.
“İlk önce kendi suçunu Uygar’a yüklemeye çalıştı.” Revan Başkan, masanın karşısında duran beyaz tahtaya baktı, pek çok şey oraya şema halinde aktarıldığı için söylediklerini oradan okuyor gibiydi. “Hemen sonra Şehlevent’i öldürüp Mürsel’den intikam aldı ve bu sebebi kullanarak Yakut’u öldürmek istedi… Ama herkesin bocaladığı bir an elbet olacak, Belçin de geç bile olsa yakayı ele verdi artık… Şimdi elimizde bir köy var.” Gözlerini hepimizin üstünde dolaştırdı, uzun zamandır görmediğim bir karanlık çökmüştü kırışık gözlerine. “O köyü yakmak boynumuzun borcu,” dedi gitgide ağırlaşan sesiyle, hatta kulaklarımıza tıklatır gibi parmağının tersini hafifçe masaya da vurmuştu. “İçindekilerle beraber, o köyü yeryüzünden tamamen sileceksiniz.”
Birkaç onaylayan mırıltı duysam da aklıma takılan başka bir şeyi sordum. “Belçin, o ne olacak?”
“Belçin yeri tam tespit edilene kadar bir kenarda durmak zorunda, eğer Attaf köyünden erken dönebilirseniz onu tutuklamak yine sizin işiniz.”
“Anladım başkanım, teşekkür ederim.”
“Sizin için hazırlıkları başlatacağım, ama gitmeden önce çok kısa bir süreniz olacak. Bu süreçte istihbaratın içinde hızlı bir arınma gerçekleşecek, eğer varsa Belçin’e ihaneti konusunda kimler yardımcı olduysa hepsi teker teker tespit edilecek.” Revan Başkanın sözleri arasında kapı tıklatılınca hepimizin bakışları o yöne dönmüştü, kapı aralandı ve içeri beklemediğim bir şekilde Sevtap girdi, Ankara’dan dönüş olmalıydı. At kuyruğu yaptığı sarı saçlarını düzeltmek amacıyla arkasına bıraktıktan sonra başını öne eğip saygıyla selam verdi hemen. “Kusura bakmayın başkanım, böldüm sanırım.”
“Estağfurullah, geçin çocuklar… Hoş geldiniz.”
Hemen arkasından daha şaşırtıcı olarak Direncan da girmişti, kapıyı örtüp sessizce boş koltuklardan birisine ilerledi. “Merhaba başkanım,” derken onun sesini uzun zamandır duymadığımı ve insanlar buraya geldikçe üstüme daha büyük bir ağırlığın çöktüğünü hissettim. Oturuşumu rahatsızca düzeltirken hemen yanıma oturan Sevtap’a dönüp tek bir kez bakmak bile gelmemişti içimden.
“Ben de tam şimdi sizden bahsedecektim,” dedi Revan Başkan açıklama gayesiyle. “Teşkilatta hızlı bir temizlik olacak, bunun için direkt sizi yönlendiremiyorum çünkü büyük ihtimalle Uygar geri dönerse bu epey sesli bir dönüş olacak.”
Bakışlarım yine istemsizce ona kaydı, eğik başını kaldırmış bu sefer başkana bakarak dinlemeye başlamıştı onu.
“Sizlerin de halihazırda zaten işleri olduğu için pozisyon değişikleri şüphe uyandırabilir, bu yüzden Direncan’a ihtiyacımız vardı. Kızının tedavisine artık burada devam edilecek, bu esnada yeni bir birimde görevine devam etmesi dikkat çekmeyecektir diye umuyorum. Belçin’in kaçtığını şu anlık duyurmadık, bu yüzden gözlemlerinize dikkat edeceksiniz.” Sırtını geriye yasladı, söyleyecekleri bitmemişti ama sona varıyor gibiydi. “Bu akşam ve yarın olmak üzere izinlisiniz, size kısa bir süre tanıyacağım bu süreçte de Diren’in görevine yerleşebilmesi için istihbarattaki birimlerde gerekli ayarlamaları yapacağım.” Revan Başkan elini hafifçe masaya koydu ama bu tok bir sesin çıkmasına sebep olmuştu. “Önümüzdeki plan ivedilikle Attaf köyünü yok etmek olacak… Hepinize şimdiden öncelikle başarılar ve de kolaylıklar dilerim çocuklar.”
-
Şimdi beklemeden devamını yazmaya gidiyorum..... 😓
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.56k Okunma |
1.44k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |