Ay üç gündür baş ağrısıyla yatıp baş ağrısıyla kalkıyorum, kesintisiz bir durumdu ve ağrı kesiciler bile işe yaramadı, sabah doktora gittiğimde ise onun da aynı şeyi yaşadığını ve büyük ihtimalle geçirdiğimiz griplerin mutasyona uğramış olabileceğini söyledi, ben de biraz rahatladım tabi... Umarım sizler de iyisinizdir, ben de iyi olacağım sanıyordum ama atlattım sansam da aslında grip peşimi bırakmamış. 🥺 Böylelikle buraya geri döndüm.
Bir gün bir okuyucumdan mesaj almıştım, 'Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine' şiirini okuyunca aklına Uygar'la Yakut'un geldiğini söylemişti, ben de bir bölümün başına bu şiiri ekleyeceğimi belirtmiştim, ona da okuduğu yerde bizi hatırladığı için çok teşekkür ederim. 🥺💝
Bu bölüm Uygar ve Yakut'un aralarındaki ayrılığın, kırgınlığın, anlaşmazlığın sürdüğü son bölüm... Neden konuşmuyorlar, birbirlerine anlatmıyorlar diye düşünüyordunuz büyük ihtimalle. Haklısınız, konuşmak aslında çok basit bir şey ama bazen içinize o kadar gömülüyorsunuz ki, hayatınızla ilgili en ufak ayrıntıyı bile söyleyesiniz gelmiyor, ben de böyle bir dönemdeydim ve kendimi anlatmak ne demek unutmuş haldeydim, birden ellerim büzüştü ve bir yüzleşme sahnesinde insan içini nasıl döker, ben resmen bu konuda afalladım ajhadajja hal böyle olunca onlar da kendilerini açıklayamadılar, anlamadılar, zaten geçen zaman duygularını değiştirmişti ve çok sevseler de eski oldukları kişiler değillerdi, ama şükür bunu da bu bölümde son kez yazdım. 💃 bir daha bizi durdurana, aşk olsun (her anlamda)
"Senin kalbinden sürgün oldum ilkin, bütün sürgünlüklerin bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim"
-Sezai Karakoç
*
Toplantı odasından çıkınca, yanımda yürüyen Sevtap’ın “Bir yere geçelim,” dediğini duydum, sesi çok neşeli olmasa da uzun zaman sonra tekrar bir araya gelmekten dolayı az biraz keyif barındırıyordu; gözleri benim de ona yaptığım gibi pek beni bulmamıştı, gerçekleri öğrenmemin onda hiçbir tepki uyandırmamasının sebebi muhtemelen bu saatten sonra beni kale bile almayacak olmasıydı. “Konuşacak çok şey var.”
“Evet, karnım zaten açtı benim de.”
“Tekin bana hiç bakma, ben sana her koşulda yemek hazırlama sözü vermedim!”
“Verdin verdin…”
Onların birden kendi aralarında atışmalarını istemsizce kırgın bir tavırla seyrettikten sonra önüme döndüm, aslında oradan tamamen uzaklaşacaktım; bu sadece keyfi bir görüşmeyse onların ortamına katılmaya zerre isteğim yoktu fakat ayıp olmaması adına gitmeden önce Direncan’a döndüm, o da yanında durduğu Uygar’ın omzunu hafifçe tutmuş, taze öğrendiği bu masumiyetle ilgili bir şeyler söylüyordu. “Aslında en başta gitmiş olman şimdi aramıza dönmenden daha şaşırtıcıydı,” dedi durağan bir sesle, zaman geçtikçe neredeyse hepimiz eski neşemizi yitirmiş ve üstümüze daimî bir yorgunluk bürünmüştük. “Ama yine de tekrar görüşebildiğimize sevindim Uygar.”
“Teşekkür ederim, sağ ol kardeşim,” derken Uygar da ifadesine bir tebessüm oturtmaya çalıştı ama beceremedi, bu yorgun hallerini hep kendi üstüme alındığım için bakmak istemeyerek önüme dönecek olsam da yavaşlayan adımlarımdan dolayı ister istemez yanlarına yaklaşmıştım. “Keşke daha iyi karşılaşabilseydik.”
“Yapma.” Direncan’ın sesi acıklı bir şekilde kırıldı, onu bunca yoran şeyin kızının yaşadığı vahim durum olduğunu biliyordum; umarım böyle bir şey gerçekleşmezdi ya yine de kaybetme korkusu en yakından tanıyan oydu, gerçek bir kayıp da ancak yarım kalmış bir sevgiden oluşabilirdi zaten. Bu yüzden bazen düşünüyorum, hala bir aradayken birbirimizi sevmemek için hayata karşı fazla mı aç gözlü davranıyorduk acaba? “Ben sevmem keşkeleri,” dedikten sonra Diren’in gözleri Uygar’dan bana doğru kaydı, sanki orada olduğumu yeni fark ediyor gibiydi.
Bu anı bir fırsat bilip başımı usulca öne eğip kaldırdım ve mırıldandım. “Geçmiş olsun Diren, umarım kızın daha iyidir.”
Ufacık gülümsedi, gerçekten de eskisine göre daha sakin ve vakurdu, beni ‘biraz alık ve salak’ olarak nitelendiren genç adam yerini hayatta farklı yükler sırtlanmış, olgun bir adama bırakmıştı ama yine de tanıdık gözlerine baktığımda, Belçin’le ilgili ihanet gerçeğinin bana karşı düşmanlık yarattığını hissettiğimden tüylerim ürperdi, bütün okların üstüme yöneldiğini sandım bir an. “Sağ ol Yakut, iyi olacak inşallah, sana da çok geçmiş olsun, zor zamanlar attığını duydum.”
“Teşekkür ederim bir sorun olmadı, daha doğrusu… Kimse zorlaşmasına izin vermedi.” Beni odama bir katil geldiği gece, dalgın uykumdan uyandırıp kurtardığını hatırlayınca bakışlarım Uygar’a kaydı yavaşça, dik bakışlarıyla koridoru takip ederken sanki ön taraftaki Tekin ve Sevtap’ın didişmesini izliyor gibiydi ya da emin değilim, gördükleri bir boşluktan da ibaret olabilirdi o an.
“Ha, doğru, ama zaten bu adam…”Direncan birkaç dakika içinde sanki eski haline kavuşmuş gibi, ya da benimle muhatap olmak zorunda kalmayınca değişmiş gibi Uygar’ın omuzlarını sıktı dostane bir tavırla, uzun zaman görüşmemelerine rağmen iyilerdi… Ama kimse benimle böyle değildi. “Bu adamla her şey kolaylaşır o belli, bu adamla ortaklığa gir bat bak yine sıkıntı değil.”
Uygar da çok geçmeden koridoru seyreden sert ifadesini bozmuş, Diren’in alaycı sözlerine bir cevap vermek için sağ tarafa dönüştü ama ona kalmadan konuşmaları duyan Tekin, ön tarafta Sevtap’ın başını kolunun altına sıkıştırıp onu sarsarken bile laf yetiştirmek gecikmedi. “Ee ben boşuna bu adama alemin enayisi demiyorum.”
Birden söylediği şöyle gözlerim irice açılırken, bunu ilk kez duyan Uygar hırıltılı bir sesle mırıldandı. “Anlayamadım Tekin?”
Tekin daha fazla üstelemesin diye kaşlarımı uyarırcasına havaya kaldırdım ama o bu yaptığımı görünce dişlerini göstererek güldü ve başıyla beni işaret etti hemen. “Gördün mü? Bak bu da enayinin koruyucusu, Allah çarpsın çok uyumlu bunlar!”
Uygar görüp de fark etmesin diye uyarıcı surat ifademi hızla normal bir hale getirip ilgisizce başka yönlere bakmaya başladım, bu esnada Sevtap kendisini nefes nefese de olsa Tekin’in kolunun altından kurtarmış ve beline hiç acımadan sert bir yumruk geçirmişti. “Sana bu insanlığı tam olarak nerede öğrettiler acaba? Ayı herif, boğdun be!” Dağılan sarı saçlarını düzeltirken gözleri arada bir arka tarafa, bize doğru kayıyordu ve gördüğüm kadarıyla gerçekten öfkelenmediği belliydi. “Şu halime bak,” derken havaya kalkan tutamları indirdi sızlanarak. “Şu halime bak!”
“Ben hep bakıyorum merak etme, giderin var.”
Sevtap onun bu sözlerine hızla gözlerini devirdi, onların kendi döndürdükleri atışmayı dinlemek bile gün boyu zihnimi meşgul eden karmaşayı durdurduğu için bir saniye bile gözlerimi üstlerinden çekemedim. “İşin gücün boş, işin gücün zırva…” dedikten sonra Sevtap arkasında sessiz sedasız, sadece elleri ceplerinde yeri seyrederek uzun koridoru yürüyen Reha’ya bile isteye çarptı. “Kusura bak, bilerek oldu,” derken bu sefer hedefine onu almıştı. “Ben burada boğularak ölüyorum bir tepki vermiyorsun Reha, domuz musun nesin ya?”
“Kızı rahat bırak Tekin.”
Reha’nın geç kalan ilgisiz sesinden sonra Sevtap dehşet bir durumu seyreder gibi sinirle gülerek başını iki yana sallamıştı, sonra mavi gözleri bize doğru döndü ama harelerinin bir kere bile bana değdiğini görmedim. “Bu da böyle bir imtihan bize, ne yapalım…”
Diren elini sallayıp onu yanına çağırdı. “Bela arayan asıl sensin Sevtap, gel şöyle, geç yanıma.”
Merdivenlerden iniyor olsak bile Sevtap uslu bir çocuk gibi söz dinleyerek adımlarını yavaşlattı ve Diren’in önüne yaklaştı, ben de ona pek bakmamıştım ama o da yapıyordu aynısını, giderken gerçeklerden bihaber bıraktığı bana pek bakmıyordu… Gerçi burada kimse varlığımın farkında değildi, sanırım aynı işi üstlendiğimiz için kavgadan uzak durmaya çalışıyorlardı bunun tek çözümü de beni yok saymaktı herhalde. Eğer Uygar da benim gibi sessiz olmasa oyunbozan çocuk gibi ağlaya ağlaya kaçardım buradan, bir yandan da her şey normalmiş gibi davranmaktan başka çarem yoktu, huzur kaçıran yine ben olursam bir daha kendimi savunmaya sebep bulamazdım.
Sevtap yanından uzaklaşınca ön tarafta yalnız kalan Tekin sessizliğini sürdüren Reha’ya boş bir bakış attı ve sonra el mecbur bize doğru baktı, sanki oyuncağı elinden alınmış ve eğlencesi sonlanmış gibi durağanlaşmıştı birden, ancak çok geçmeden bakışları ilk kez burada karşılaştığı Diren’e kayınca sükuneti de pek uzun sürmedi. “Biz tanışmadık herhalde seninle?”
“Doğrudur.” Diren önden ilerleyen Tekin’e dostça elini uzattı, merdivenlerden indiğimiz için kısa süren, garip bir tokalaşma olmuştu bu. “Direncan ben.”
“Memnun oldum kardeş, Tekinsiz Tekin ben de.” Tok sesi ve ciddiyetle dile getirdiği sözlerden sonra boş bir bakış belirdi yüzümüzde, Tekin hızlıca ifadelerimizi kontrol ederken “Ne oldu?” diye sormuştu merakla. “Bir şey mi oldu? Niye öyle bakıyorsunuz?”
“Ne alaka şimdi?” diye soran ise Sevtap’tı.
“Ne demek ne alaka? Lakaplarımızı söylemiyor muyduk?”
“Allah senin cezanı versin.” Yan tarafımda Diren ve Sevtap’ın güldüğünü duyduğumda gözlerim yavaşça o tarafa kaydı, fakat bakışlarım sadece direkt bana bakan Uygar’ı seçmişti; böyle olunca o yönü seyretmekten vazgeçip tekrardan önüme döndüm, bu bakışları her koşulda nefeslerimi sekteye uğrattığı için… Bakmamak daha iyiydi. “Onun direkt adı bu,” diyerek açıklamasına devam etti Sevtap, sonra arkasından yürüyen Diren’in yanağına ufak bir tokat attı. “Direncan.”
İlk an pek anlam verememiş olsa da çok geçmeden kabullenerek başını aşağı yukarı salladı Tekin, ardından gelen sözleri ise sanki teselli verir gibiydi. “Haa anladım, marjinalmiş, olsun… Güzel güzel, kullanılır.”
Toplantı odasından bir kat aşağı inmiştik, bu katta Reha ve Tekin’in kaldığı iki daire vardı, nereye gideceklerini bilmiyordum ama benim yönüm belliydi; kollarım önümde bağlı halde sessizce aralarından ayrılıp bir kat daha aşağı inmeye koyuldum, en azından bir başıma eve sığınırsam zaten yalnızlığımın içinde kendimi fazlalık hissetmezdim… Fakat gidişimi fark eden birisi vardı, bu yüzden kolumu tutup engel oldu; arkamı döndüğümde Tekin’le karşılaşacağımı sanmıştım, umudum o kadar yitmişti ki Uygar beni silip attı sanıyordum… Ta ki o sessizliğini bozup “Nereye?” diye sorana kadar, hiç anlamıyorum, benden nefret mi ediyor yoksa hala iyi birisi olarak mı kalmaya çalışıyor anlamıyorum bir türlü. Yine de düşmanca bir tavır takınmadan “Eve,” diye mırıldandım sadece. “Gün bitti ya, dinleneceğim artık.”
“Tamam ama dinlenmeden önce bir şeyler yemen lazım.” Kaşları çatık olmasa da yeterince katı görünen ifadesini yavaşça suratımda ve hala önümde bağlı duran kollarımda dolaştırdı, sanki itiraz edeceğimi bilirmiş gibi nazikçe kendine doğru çekmişti beni bir de. “Hadi, geç içeri, Sevtap şimdi hazırlar.”
Reddederek dikkatleri üstüme çekmek istemediğim için kabullenir bir tonda mırıldandım. “Peki.”
Sevtap başka yerlere dağılmamıza izin vermeden hepimizi direkt mutfağa aldı; kendi aralarında konuşuyorlardı, bazen hüzünle bazen sevecenlikle geçmişten bahsediyorlar, iş sınırlarına dahil olmadan sohbet ediyorlardı. Tekin bile henüz tanıştığı Direncan’la anlaşmak konusunda iyiydi, konuşabilecekleri şeyler vardı. Ben suskundum, hemen yanımda oturan Uygar da öyle; ama belki de ben olmasam o da tüm bu sohbetten kendisine bir pay alır, herhalde aralarına katılırdı.
Sorunun bende olduğuyla ilgili kuruntular içimi boğuyordu artık, sanki orada var olmaması gereken ama mecburiyetten çağırılmış birisi gibi utanç içinde hissetmekten kurtulamıyordum bir türlü. Yüzümü asıp karışamadığım muhabbetten ötürü etrafımı seyrederken gözlerim duvarda takılı kaldı, sandalyeler mutfak ve masa küçük olduğu için biraz sıkışık oturuyorduk.
“Hadi be kızım, getir şu makarnayı sen de iki saattir hamur ettin zaten,” derken Tekin sandalyesini arkaya doğru eğip daha da açtı bacaklarını oturduğu yerde, onun rahatlığı yüzünden sandalyesini bana doğru biraz daha kaydıran Uygar rahatsız bir nefes alıp verirken her şeye rağmen tek kelime etmemişti, ben de gözlerimi onun halinde gezdirip tekrar yavaşça önüme döndüm, fazla dip dibe girmemek için masaya doğru dirseklerimi yasladığımda da kendimi ön plana çıkarıyormuş gibi hissettiğim için mecbur sırtımı geriye yaslamak zorundaydım.
“Tekin geliyor üstüme,” diye birden mırıldanınca, bakışlarım ondan tarafa çevrildi. “Kusura bakma, sıkıştırmak istemedim.”
“Sıkışmadım,” diye alçak bir tonda mırıldandım ben de, aslında uyarsa basitçe düzeltebileceği bir durumdu ama tercih ettiği sessizlik beni daha çok rahatlatıyordu. Saçlarımı omuzlarımdan geriye attıktan sonra boğazımdaki kazağı çekiştirdim ve tekrar ona baktım, bu esnada yeşil harelerinin hala bende gezindiğini şahitlik etti gözlerim; durağan bir ifadesi vardı, ve diğer taraftan Tekin’in sıkıştırmalarından dolayı sandalyesini benden tarafa çektiği için de epey yakınımdaydı. Bir an onu böyle görünce ellerimi kucağımda birleştirip gözlerimi kaçırdım. “Sen rahatına bakabilirsin.”
Bir şey söylemek içinde dudaklarını araladığı an Sevtap’ın yüksek sesli serzenişiyle sadece bir nefes bırakıp dudaklarını örtmek zorunda kaldı Uygar, ikimiz de mutfakta dönen ufak atışmayı dinledik. “Şehir dışından döner dönmez mutfağa girişmem yetmiyormuş gibi bir de beceriksizle suçlanmam falan, şaka mı şu an?”
“Hanımefendi,” dedi Tekin oyuncu bir tavırla, hiç o tarafa bakmayıp sırtı dönük halde konuşurken Sevtap’ın kendisine gözlerini devirdiğinin farkında değildi. “Buğdayı değirmeden geçirip un etmişsiniz gibi konuşmayın makarna hakkında, lütfen, yaptığınız tek şey su kaynatmaktı.”
“Acil diskalifiye istiyorum, bu adamla devam edemeyiz.”
“Tamam, süzgeçten de ben geçireyim en iyisi, çok bile oyalandık.” Direncan birden masadan kalkıp tezgâha yaklaştı ve sırf inadına her şeyi vura kıra kullanan Sevtap’ın elinden tencereyi alıp sakince kenara çekti. “Sevtap, sen de artık makarnayı nasıl seviyorsan ona göre sos malzemesi çıkar, hadi güzelim.”
“Diğerlerine-”
“Boş ver başımıza iş çıkarma şimdi, bir de onun üzerine uzun uzun didişecekmişsiniz gibi duruyor…” Gülerek başını iki yana salladı. “Hiç gerek yok, takıl kafana göre.”
Yaklaşık on dakika sonra, dar mutfak masasında oturarak bir şeyler atıştırırken çatal seslerini batıran başka bir konuşma yoktu fakat çok sürmemişti ki Direncan konuyu bir şekilde geçmişe getirdi, o an zaten zar zor edindiğim huzurumun yavaşça kaçacağını anladım. “Zaten pek sevdiğim birisi değildi,” diyerek fikir belirtirken bahsettiği kişi Belçin’di. “Ama insan sevmiyor diye de hakkında direkt böyle suçlayamıyor işte.”
“Kimseye yapılmaz ki bu,” derken tabağını karıştırdığını belli edercesine çatalı sürtme sesi geldi Sevtap’tan. “Çok zor bir şey, birisine yanlışlıkla iftira atsam üç gün uyuyamam ben.”
Bu duyduklarımla başım daha da öne eğildi, her sözü kendime yöneltilmiş bir silah olarak algılarken yemek yemeye de devam edebileceğimi sanmıyordum. Sadece birkaç çatal daha alsam bitecek makarnanın kenarına çatalı bıraktıktan sonra boş gözlerle tabağı seyretmeye başladım. “Ama nasıl da keyifle sürdürdü saltanatını…” dedi Sevtap daha da çoğalan bir kızgınlıkla, peşi sıra bir küfür savurdu. “Alçak orospu, insan bastığı topraktan utanır da yapmaz-”
“Sevtap, tamam, daha sonra konuşulsun bunlar.” Uygar’ın uyarıcı sesinden sonra masada bir sessizlik belirse de çoktan kaybetmiştim iyi hislerimi. “Ya zaten öğrendiğimden beri içimde zor tutuyordum,” diyerek serzenişini devam ettiren Sevtap’ın sesi kulağımı tırmalamaya başlamıştı artık. “Kafam basmıyor bir türlü, aylarca onun emrinde çalıştık biz, ben bu görev için ölüm tehlikesi geçirdim, senin o kadar başın yandı-”
“Kızmakta haklısın, ama şimdilik sadece yemeğini yesen olmaz mı?”
Hemen sonra, Sevtap’ın kelimeleri biraz daha imaya bulandı. “Sen de susturmak konusunda haklı sayılırsın tabi,” derken, orada benim de olmamı kastettiğini anlıyordum. “Ama artık gerçekleri kabullensen olmaz mı?”
“Neyi kabullenecekmişim?”
“Tamam boş ver, üsteleme Uygar,” diyerek Direncan orta yol bulmaya çalıştı bu sefer. “Belçin yapacağını yapıyor, yine kavgası bize kalıyor.”
“Sevtap, neyi kabulleneceğim söylesene.”
“Uygar, sakin.” Reha ayağa kalkıp durumu yatıştıracak gibi olsa da Uygar’ın elini havaya kaldırmasıyla duraksamış ve mecburen sandalyesine geri oturmuştu. “Yapmayın Allah aşkına, Diren haklı, kadının amacı zaten en başında bizi bu hale getirmekti.”
Sevtap birden mavi gözlerini üstüme çevirdi, çatık kaşlarının altından üstüme diktiği gözlerinde taşıdığı duygu o kadar düşmancaydı ki, kendimi hiç bu kadar yerin dibinde hissetmemiştim herhalde. “Bizi bu hale getiren bir tek Belçin mi sanki?”
Artık sesler kafamda karışıyordu, beni Belçin’e inanmak konusunda mı suçluyorlar yoksa Uygar’a yaptıklarımdan dolayı mı azarlıyorlar onu bile anlamıyordum. Kolumda Uygar’ın desteğini de hissediyordum, daha birkaç saat önce ona duyduğum şüpheyi acı içinde sorgulamasına rağmen burada beni herkesten sakınmak isteyen kişi de yine o olmuştu. Ama yan tarafımdan kulağıma “Yakut sen de bir şeyler söylesene, deli etme beni burada,” diye uyarılarını ileten kişi Uygar değil, Tekin’di. “Gitmeyin şu kızın üstüne artık!”
“Senin hiçbir şeyden haberin yok Tekin, o zaman yanımıza değildin, çok konuşma.”
“Senin de çok bir şeyden haberin yok ama yine de boş boş konuşuyorsun Sevtap.”
Gözlerimi sıkıca kapatıp açtıktan sonra, hissettiğim tatsız mide bulantısıyla ayaklandım. “Kusura bakmayın, ben gitsem iyi olacak,” derken bileğimde Uygar’ın tutuşu olduğu için biraz yavaş hareket etmiştim fakat beni çekiştirmek yerine peşimden gelmeyi seçince ikimiz de ayrılmış olduk mutfaktan. Kaçtığımı gizlemek maksadıyla usul adımlar atsam da dış kapıyı açışım o kadar sakin olmadı, kendimi hınçla dışarı atıp yarım yamalak giydiğim ayakkabılarla merdivenlere yöneldim. “Yakut, bir bekle!”
Hareketlerim bir robottan farksızdı ancak bana hala duygulara sahip olduğumu hatırlatan şey de gözlerimden yuvarlanmak için pınarlarımda bekleyen yaşlardı. Biliyorum, bir yerde ben de haklı olduğuma inanıyorum ama insanların gözünde bu yönümü yitirdiğim için kızıyorum kendime. Eğer birisi bana hakkaniyeti yakıştırmazsa, benim bas bas bağırarak kendimi savunmamın ne anlamı var ki? Uygar özgürlüğüne çoktan kavuştu çünkü benim dışımda herkes, ona zaten en başından inanıyordu.
Bir kat aşağı indiğimde elimi dairenin şifresini girmek için kaldıracağım an Uygar kolumu tuttu. “Bir dakika bekle, ne olur,” derken onun da sesinde dayanılmaz bir hal vardı.
“Beklesem ne fayda?” Kolumu onun hükmünden kurtarıp hızla şifreyi girdim, kapıyı açtıktan sonra ise elini yasladığından dolayı görüşmemizi tam olarak kesmek mümkün olmadı, kısa bir aralıktan baktık birbirimize. “Benim hiçbirinizle bir problemim yok, kimsenin sözüne kırılmadım, kaçmıyorum da,” derken nemli gözlerimin nafile kıldığı birkaç sözde bulundum. “Sadece biraz yalnız kalmak istiyorum.”
“Nasıl bırakacağım şimdi?” dediği esnada birden Uygar’ın sesi de boğuklaştı, kapının aralık kısmına daha çok yaklaşmıştı. “Bir cevap ver, sen böyle bakarken ben nasıl gideceğim?”
“Bilmiyorum…” Sesim, ufak bir ağlamadan dolayı inceldi. “Bilmiyorum, ama artık kesin bir karar versen iyi olacak.”
“Verebilsem çoktan verirdim, görmüyor musun halimi?” Hüzünle çatılan kaşlarının altındaki yeşil hareleri bir süre yüzümü taradı, gördüğü kişinin huzur kaçırıcı ve mutsuz bir kadın olmasını hiç istememiştim, belki de karşısındaki tüm çabam yıllar boyunca bu olmuştu… Onun hiçbir zaman boy ölçüşemeyeceğim sevgisine, elimden geldiğince yetişmeye çalışmak.
“Veremiyor musun karar?”
“Verebilmiş gibi mi duruyorum?” diye alçak tutmaya çalıştığı ama istemsizce yükselen sesiyle kızdı bana. “Verebilsem böyle mi olurduk Yakut? Her gün sorguluyorum neden diye-”
“Ama o soruyu bana sormak istemiyorsun çünkü korkuyorsun!” Gözlerimi bir süre hiç kırpamadım. “Çünkü berbat bir kadını sevmiş olduğun gerçeğiyle yüzleşemiyorsun, değil mi? Ben anlatayım sana gerçekleri!” Boynum güçsüzlükle yana eğilince kapanan gözlerimin bana düşündürttüğü tek şey söylediklerimden daha sonra pişman olmamaktı. Bakışlarım tekrar onun çehresini bulunca, darmadağın bir adam gördüm karşımda. “Bütün gerçek, benim berbat birisi olmamdan ibaret Uygar.” Titrek elim pervaza yaslandığında göğsüm de sendeleyerek yükselip alçalmıştı. “Dileme dedin ama özür dilerim, binlerce kez özür dilerim, evet ben böyle bir kadınım.” Eşikte dolanan gözlerim onun da bitkin haline kaydı, bu hale gelmeyi istememiştim ki… “Bu kadarım, siz belki bu suçu Belçin’e bile konduramazdınız ama ben sana kondurdum, evet özür dilerim, keşke o acı günleri yaşamasaydın, keşke senin şu kalbini paramparça eden ben olmasaydım hatta herkesten korusaydım seni…”
Yanaklarımda artık birer çizgi halinde, belirgin ıslaklıklar vardı; onları silmek yerine baş ve işaret parmağımı göz pınarlarıma bastırıp hafifçe sıktım, artık sesim de hararetli değildi. “Ama yok, sizin kadar olamadım, siz hata etmezdiniz ben ettim… Eğer bununla ilgili bir sıkıntım yok sanıyorsan sanma, ama sizin arkanızı dönüp gitmeniz kadar kolay değil benim kendimi terk etmem, anlıyor musun?” Dişlerim titreyerek birbirine çarptı. “Keşke, gerçekten keşke karşına hiç çıkmasaydım ve yıllarını boşa harcamasaydım, bunun için tüm kalbimle özür dilerim… Ama ben sana en başında söyledim, benden sıkılacaksın dedim, beni seçtiğin için seni suçlamıyorum tabi… Hayatımın en güzel günlerinin hepsini, her bir dakikasını ben seninle yaşadım, şansım olsa da bir daha yaşasam… Keşke!”
Son kelime biraz sitem eder gibi ayrılmıştı dudaklarımdan, bu Uygar’ın da elini kapıdan yavaşça sıyırmasına sebep oldu. “Ama ne yapayım işte bir kere mahvettim, size göre sebepsiz bana göre tamamen olması gerektiği şekilde ben ikimizi de mahvettim… Ben buyum Uygar, nefes almamı sağlayan tek şey öne eğilmeyen başım, bir daha yaşasam aynı şeyi… Aynısını bir daha yaşatırım. Senin sevdiğin kadın hayatındaki adamı harcayabilecek bir kadın, güvensiz bir kadın, aile olmayı beceremeyen, bulunduğu yerde huzur bırakmayan bir kadın.” Kirpiklerim hızlı hızlı birbirine çarpınca, karşımdaki adamın görüntüsü birden birbirine karışmıştı, bu yüzden bir süre bekledim ve bizi karşı karşıya bırakan kapı aralığından sızan sesimin yankısını dinledim kısaca. “Biliyorum, hepsini biliyorum, ben sizin kulaklarınızı kapatsanız duymayacağınız şeyleri yirmi dört saat dinliyorum zaten.” Boğazımdaki ağırlığı geçirmek için sertçe yutkunmam gerekti, sakin bir ağlamanın eşliğinde son sözlerimi ilettim çünkü bu kapı açık durduğu müddet ikimize de acıdan fazlasını vermeyecekti zaman. “Özür dilerim, keşke hayal kırıklığıyla, kararsızca değil de bambaşka baktığın bir kadın olabilseydim ama… Anla artık bunun zaman geçse de hiçbir çaresi yok,” dedikten sonra sözlerim fısıldayarak ayrıldı dudaklarımdan. “Ben böyleyim.”
Geriye kaderimizdeki ayrılığı kabullenmekten başka çare kalmadı, anlıyorum, bazen uzaklaşamazsın işte, ama sevmek de o kadar güçlü bir bağ değilmiş, bunu şimdi çok iyi anlıyorum.
Uygar Özkurt
Islak gözlerini sakınmak isteyen kadının yavaşça örttüğü kapıdan sonra koridorda yapayalnız kalmıştı; bina boşluğuna çıkan büyük kapının altından bir uğultu sızdığı için içerisi sessiz değildi, aksine baş ağrıtıcı bir yankı vardı, fakat saniyeler sonra Uygar’ın hareket etmesini sağlayan tek şey bina boşluğunda gezinen bir kuşun aniden gürültüyle kanat çırpması olmuştu. Uygar hemen yan tarafta kendi dairesi olmasına rağmen çok da uzaklaşmak istemeyerek yorgunca merdiven basamağına oturdu.
Bu zamana dek, eğer birbirlerinden nefret ederlerse uzak durabileceklerine inanmıştı, birbirlerini çok sevmekle de bir arada kalabileceklerine… Fakat bazen ölümün bile ayıramadığı bedenleri sevgi de yan yana tutmaya yetmiyordu; tıpkı kelimelerin birbirini anlama ve anlatma sorumluluğunu yerine getirememesi gibi, sükunetin de doğasına aykırı olarak insanı yorması gibi.
Tuhaf bir başarısızlık örneğiydi her şey.
Ne arkamı dönüp gidebiliyorum ne de yarını vadediyor bu gözler bana, ortada kaldım; ama biliyorum, eninde sonunda yıkılacağım.
Uygar bir elini kaldırıp burun kemerini tuttu ve aklından Yakut’un gözlerinden dökülen yaşları silmeye çalıştı; oysaki tam şimdi buz kesmesini sağlayan şey, zaten onda gördüğü hayal kırıklığı belirtileriydi.
Elleri az önce, daha önce hiç şahit olmadığı kadar titremişti pervaza tutunup ayakta kalmaya çalışırken, göğsüne sıkıştırdığı nefes bile sarsılarak soluklanmasına sebep olmuştu hatta. “Sikeyim ben böyle gururu,” derken bir elini çenesine sarıp, acımaya başlayan gözlerinin ardından onun kim bilir hangi hüznün gözyaşını döktüğü eve baktı, istese o kapının arkasına rahatlıkla geçerdi ama… “Sikeyim!” dedikten sonra öfkeyle kasılan yüzünün her tarafını sertçe ovaladı. “Elimi kolumu bağladı ya, ben o gururu…”
Dakikalarını orada geçirdi, ayağa kalkıp bir defa içeri girmek için o kapıyı çalsa Yakut’a da haksızlık edeceğini biliyordu; zaten yollarını bu ayrılığa, içlerindeki kararsızlık düşürüyordu.
Uygar binanın soğuk koridorunda arada bir ayaklanarak ve sonra geri oturarak bir saatten fazlasını devirdikten sonra kendi evine geçti, sessizliği kuşanmış karanlık dairenin bir süredir katlanılır tek yanı artık balkona geçtiğinde, tüm korkusuna rağmen gözlerini kendisine çevirerek uzaktan da olsa bakışlarıyla karşılaşabilme fırsatı sunan Yakut’tu, yoksa öncesinde çok nadir uğrardı bu eve.
Bazen incecik giyinip kendisini sinirden, kimi zaman da tenine olan hasretinden delirtse de en azından hala yakınlarında bir yerde bulunduğuyla ilgili tatmin edici bir duygu sağlıyordu Yakut; bu yüzden yine, yorgun adımlarıyla ilerleyip salonda gözleri kapalı halde oturan kendisinin ensesini sevdikten sonra balkona geçti Uygar, demirlere yasladığı kül tablasındaki sigara izmaritlerini kısaca seyredip keyifsizce bir tane daha yaktı. “Başımı çevireceğim ve orada olacaksın…” diye kendi kendine fısıldadıktan sonra soğuğun çarptığı gözlerini yan balkona çevirdiğinde, gerçekten de karşılaşmıştı Yakut’la, ama bu sefer daha kırgın görünüyordu haklı olarak.
Oturduğu ufak koltukta dizlerini kendisine çekmiş, kollarını da bacaklarına sarmıştı, sadece ormanı seyrediyordu, bu sefer hiç kendisini çıldırttığından habersiz çekingen bakışlarını Uygar’dan tarafa doğrultmamıştı; sık kirpiklerinin ardına gizlenen kara gözleri muhtemelen yaşlarla kaplıydı, çünkü bu onların yazgısıydı.
Uygar derin bir nefes ve beraberinde, gri dumanı dışarı bıraktıktan sonra kendi kırık taburesini çekip aynı şekilde oturdu, kollarını da balkon demirlerine yaslamıştı. Arada bir üst kattan sesler geliyordu, diğerleri de balkona çıkmış olmalıydı; ama hiçbiri ne Yakut’u ne de Uygar’ı rahatsız etmemek için aşağı inmiyordu.
Sigara izmaritini tablaya birkaç defa bastırdı, kül parçaları bazen esintiden dolayı uçup balkondan aşağı düşüyordu, o anları seyretmenin ya da karanlık ormana bakmanın zamanı dayanılır kılan bir yanı yoktu ama başını çevirip tüm bakışlarını Yakut’a odaklarsa da, bu sefer yüzüne ‘ne biçim adamsın sen sözünün eri ol’ diye bir tokat yese ağzını açıp ‘ne yapıyorsun sen’ diyemezdi; çünkü artık eskisi gibi her söylediği sözün arkasında duran bir adam değildi o, artık korktuğu şeyler vardı, artık emin değildi gerçeklerden, ama yine de isteyecekti ona bakmayı… çünkü ‘bir daha asla’ derken söylediklerine ilk önce kendisi inanmayacaktı.
Saatler sonra
Saat sabah altıyı geçerken ikisi de hala soğuk balkondaydı, bu sefer ikisi de birbirine ‘kalk git artık, üşüyeceksin’ diyecek kadar yakın olamamışlardı. Uygar, cebindeki telefon titrerken uzun bir zaman sonra bedenini hareket ettirip pantolonun cebinden telefonu çıkardı ve ekrana baktı, yeşil simgeyi kaydırdıktan sonra da kulağına yasladı. “Efendim başkanım?” demenin ardından, soğuğun ve sigara dumanının tarazlı hale getirdiği sesini açmak için birkaç defa öksürmesi gerekmişti.
Karşıdan gelen yaşlı adamın sesinin ardında bir kalabalığın gürültüsü vardı. “Uygar, müsait miydin?”
“Evet başkanım, dinliyorum sizi.”
“Birkaç saat içinde uçağım var, ama seninle de bir konu hakkında görüşmek istiyorum, yetişebilir misin?”
“Yüz yüze mi?”
“Tabi, öyle olsa daha iyi olurdu.”
Uygar aramayı sonlandırmadan telefonu indirip saati kontrol etti ve “Yetişirim,” diye mırıldandı usulca. “Geliyorum başkanım.”
“Tamam, sana adresi ileteceğim.”
İki saatten fazla süren yolculuğun ardından kendisini çağıran başkanın karşısındaydı Uygar; taranmış beyaz saçları hiçbir zaman bozulmayan adam ince çerçeveli, yuvarlak gözlüğünü çıkardıktan sonra babacan tavrıyla gülümsedi Uygar’a, onda gördüğü üstü örtülü yorgunluğu tek başında anlayacak kadar çok zaman geçirmişti karşısındaki genç adamla. “Nasılsın, nasıl gidiyor?” dedikten sonra parmaklarını birbirine değdirip Uygar’ın cevabını sabırla bekledi, yüzündeki yorgunluk yalan söyleyeceğini gösteriyordu sanki.
“Her şey yolunda başkanım.”
“Görev olarak sormuyorum, hayatını soruyorum.”
Uygar seyrek bir şaşkınlıkla yukarı, Revan’a kaldırdı gözlerini. “O konuda da her şey yolunda,” diyerek hızlı bir cevap sunarken kendisine göre hiçbir sahtelik yoktu sözlerinde.
“Yakut’la ilgili de bir şeyler soracağım ama onu da en baştan yanlış anlamanı istemem, zaten beraber sıkıntısız çalıştığınızı görüyorum, iyi iş çıkarıyorsunuz, onun dışında aranız nasıl?”
“Biz…” Önündeki masanın kenarını ucundan tutup bir süre bekledikten sonra elini çekti ve önünde bağladı, ne zaman eğildiğini bilmediği başını tekrar doğrultmuştu. “Normal başkanım, bir sıkıntı yok.”
“Dosdoğru bahsetmek istemiyorsun herhalde?”
“Daha fazlasını söylemem doğru olmayabilir.”
“Anladım, haklısın.” Revan boştaki sandalyeye koyduğu evrak çantasından kalın bir dosya çıkardı, içinden taşan kağıtların acilen düzenlenmesi gerekse de hızlıca toparladığı için en fazla bu kadar halledebilmişti. “Sanırım beraber çalışmaktan ziyade, onu affetmek daha zor senin için.”
Uygar bir sessizliği sürdürünce Revan araladığı dosyada tuttuğu bakışlarını yavaşça yukarı çıkardı, gördüğü kadarıyla Uygar’ın gerçekten de keyfi yoktu. İç çekercesine bir nefes bıraktıktan sonra geçmişi aralayarak bir soru sordu ona. “Seni ilk kez yanıma aldığımda, bana ne sormuştun hatırlıyor musun?”
Revan İdemen, akademideki görevini tamamladıktan sonra güvenlik önlemleri gereği ismini gizleyerek başkanlık konumuna geldiğinde şans eseri karşılaştığı ilk sorun eski öğrencisi Uygar Özkurt’un bir ihanet suçlamasıyla karşı karşıya kaldığıydı; bu duruma akıl sır erdiremediğinde ise onu herkesten gizli yanına almış ama gerçekleri saklamaya devam etmişti, herkes onu bir ‘hain’ olarak bilmeyi sürdürürken Uygar aslında Revan’ın yanına geçirmişti tüm zamanını.
“Neden yapmış olabilir, diye sormuştum,” dedikten sonra elini yumruk haline getirip bir defa öksürdü Uygar, ve sözlerine kısaca devam etti. “Yakut bunu bana neden yapmış olabilir?”
“Ve ben de sana, istihbaratta bir hain olduğu duyumunu alınca hareketlerinden şüphelendiği için Yakut’un uzun bir süre seni incelediğini ve her şeyi göze alıp Belçin’e ihbar ettiğini söylemiştim çünkü ortada seninle bağlantılı hiçbir kanıt yoktu, hatta beraber uğraşmıştık üstüne.”
Canı acısa da bunu onayladı. “Öyle…”
“Aslında seni buna inandırdım.”
Uygar masadaki dosyada dalgınlaşan gözlerini, sanki bundan sonra daha nahoş şeyler duyacakmış gibi dikkatle Revan’a çevirdi; daha yeni tıraş edildiği belli olan suratında yine aynı mağrur gülüşünü taşıyordu, o zaten hiçbir zaman bu tavırdan daha aşağısını bürünmezdi, hep sakin ve çoğunlukla vakurdu. “Başkanım…”
“Gerçek öyle değildi, aslında Yakut senden sadece şüphelendiği için yapmadı tüm bunları, elinde nereden elde ettiği belli olmayan deliller vardı.” Sayfa sayfa çevirdiği dosyayı bırakıp bir süre alt dudağını ısırarak bekledi yaşlı adam, sonrasında içinde bulundukları mekânı gözleriyle taramış, en sonunda bakışlarını Uygar’ın şaşkın suretinde duraksatmıştı. “Ben sana böyle anlattım çünkü böyle bilmeni istedim, her ne yaptıysak Yakut’un elindeki delillerin kaynağını tespit edemedik, çünkü acemi birisiyle savaşmıyorduk… Bizim savaş verdiğimiz kişi aslında elinde çok geniş yetkiler bulunduran, deneyimli birisiydi, bunu tahmin etmek mümkün de değildi tabi, o zaman biz de sahip olduğumuz güveni yitirecektik birden, anlıyor musun?”
Uygar mekanik bir tavırla başını aşağı yukarı salladı ama herhangi bir cevap veremedi, masanın altına gizlediği ellerini sıkarak kendisini sakin tutmaya çalışırken aklının, balkonda oturur halde bıraktığı Yakut’a kaymaması için o sırada her şeyi yapıyordu; ama duyduklarından sonra da onun yorgun gözlerini düşünmemek çok zordu.
“O an büyük bir krizin ortasındaydık, bir yanda senin suçlanman, bir yanda hala gizli kalabilen bir hain, bir yanda gözlemek zorunda kaldığımız Yakut… Her biriniz yaşadıklarınızın yanı sıra bir akla, karmaşık duygulara sahiptiniz.” Revan dilini dudaklarında gezdirip kuruluğu giderdi hızla. “Seni aklayarak tekrar istihbarata sokmak demek, aslında üç bombayı bir araya getirmek demekti; eğer aynı anda patlama ihtimalinizi göze alsaydım muhtemelen bir kaos ortamından başka bir şey elde etmeyecektim… Bir karar vermem gerekiyordu; senin kızgınlığının dinmesi ve sakinleşmen için, Yakut’un ne yaptığının farkına varması ve daha sonra ne yapacağını göstermesi için, bir de gerçek hainin ortadan kaybolmaması için o sırada isabetli bir kararda bulunmam gerekiyordu. Ben her şeyi düşünmek zorundaydım, tüm bunları çözerken aynı zamanda dışarıdaki dünyada devam eden saldırılara karşı da devleti koruyacak çözümler üretmem gerekiyordu ve… Ve sen o an öfkenle, hırsınla, kendini kanıtlama isteğinle iyi bir seçenektin, bu yüzden seni gizli göreve geçirdik.” Bir süre Uygar’ın gözlerini seyrettikten sonra, çok da gerçekçi olmayan bir merakla sordu. “Bir şey söylemeyecek misin?”
“Söyleyecek bir şey yok başkanım.”
“Sitemkâr bir sessizlik mi bu yoksa?”
“Estağfurullah, asla.”
“Farkındayım, senden ya da sizden iki senenizi çalmış gibi görünüyorum.” Dosyayı bir sayfa çevirdikten sonra bir süre bekledi Revan. “Ama bir kere bu fırsat elimize geçince onu itebilmek için çok şanslı olmamız lazımdı, e biz de şanslı değildik… Seni seçmek zorunda mıydım peki, bu görevi yerine getirebilecek tek kişi sen miydin?” Hemen sonra kendi sorusunu kendi cevaplamıştı. “Hayır, başkası da olurdu ama senin durumunun acilen çözülmesi gerektiği için seni uygun gördük, böyle karar verdik. Bu konuda özür dileyeceğimi sanmıyorum, iki sene boyunca Sarraf adı altında gerçekleştirdiğin tüm şu görevlere bakınca, aksine, ben iyi ki yaşanmış her şey diyorum… Kazanılan onlarca, belki de yüzlerce hayat.” Çaresizce tebessüm etti. “Bunların hepsi, sizin çok çok üstünüzdeydi…”
“Anlayabiliyorum.”
“Belki, gerçekleri bilerek çözemez miydim diyeceksin, Yakut’a kızmasam olmaz mıydı diye soracaksın… Belki olurdu, ama o zaman onu görmeye gitmek isteyecektin, onunla konuşmak isteyecektin ve bu benim göze alabileceğim bir risk değildi, o durumda her şey bu kadar tertemiz sonlanır mıydı şimdi kestiremiyorum, dedim ya, bir krizin ortasındaydık ve risk alma şansımız hiç yoktu Uygar.”
Sanki zaman boşa akmış gibi değil de, tüm taşlar yerine oturmuş ve artık bir sınav sonlanmış gibi, titrek ama rahat bir nefes bıraktı dışarı; öyle kesif bir kırgınlık ya da kızgınlık yoktu üstünde, o an karşısına ne çıksa kabullenecek kadar eğmişti başını. “Ben her vakitte ve her koşulda, görevimi gerektiği şekilde yerine getirmeye hazırım başkanım.”
“Biliyorum, bu yüzden sizinle çalışmayı seviyorum.” Revan onun hiç belli etmese de canı acıyarak kabullendiği durumu metanetli bir gülüşle izlemeye devam etti, onların aralarının tam anlamıyla düzelmediğini ve bir türlü konuşamadıklarını ekipten bilgilendirme alırken öğrendiği için şehirden ayrılmadan önce, hazır tüm gerçekler ortaya çıkmışken söylemek istemişti; geç kalmış değildi, aksine her şey tam zamanında ve yerli yerindeydi. “Sen de daha fazla gönül koyma Yakut’a, zaten gördüğüm kadarıyla şu dargınlığına rağmen pek kıyamıyor gibisin ama, artık ona daha rahat yaklaş… Çünkü o da gerçekten mecbur kalmıştı, bunların hiçbirisi güle oynaya seçtiği bir yol değildi, benim seni inandırdığımın aksine sizi ayıran şey onun senden şüphe etmesi olmadı, Yakut her zaman kararlarını kurallar çerçevesinde alacak kadar aklı başında ve adaleti kovalayan bir kadın oldu, ben buna şahidim.”
Gitgide azalan bir sesle mırıldandı artık Uygar, düşündükçe kalbini saran ağırlık geri çekiliyor ve sanki, bir süredir rengini yitirmiş her şey tüm ahengini geri kazanıyordu. Masaya bakmak yerine bakışlarını camın ardındaki gökyüzüne çevirdiğinde bir süredir solgun görünen gökyüzünün tekrar maviye bulandığını fark etti hatta, utanmasa hem ağlayacak hem de bir zafere ulaşmanın sarhoşluğuyla, hiç aldırmadan gülecekti fakat hala Revan Başkanın karşısında durduğu için kendisini tuttu. “Öyle, o… öyle.”
“Ama bunun aramızda kalmasını tercih ederim, duyulmasını pek istemiyorum. Benim için önemli olan seninle Yakut’la konuşup anlaşmandı, siz bilin yeterli.”
“Anlaşıldı başkanım.”
“Sanırım itici görünüyorum gözünde.”
“Asla…”
“Sorun değil, bunu bile bile bu yola girdim zaten.” Kısa bir iç çektikten sonra gözünün dolaştığı geçmiş dönem raporlarını Uygar’a da itti yavaşça. “Benim için nasıl göründüğüm hiç önemli değil, ama Yakut ve senin için aynısı geçerli gibi görünmüyor.”
Çaresizce yutkunduktan sonra, bazen geçirdikleri onca zaman yalanmış gibi hissettiği geceleri düşündü. “Bana ilk günden beri hiç güvenmediğini sanmıştım, ona ne yaptığımı sorguladım hep…”
“O zaman artık için rahat olsun, siz vatanınız için göze almayacağı şeyler olmayan insanlarsınız, aynı zamanda birbiriniz için de…”
Revan Başkan’la görüşmek için geldiği yerden ayrıldıktan sonra, arabaya binmeden önce kapıyı tutmuş ve gökyüzüne bakmıştı sadece; dilini dudaklarında gezdirip kendini durdurmaya çalışsa da o sırada gözlerinin dolmasına engel olamadı, kirpiklerini örttüğünde ise sıcak bir gözyaşı usulca aşağı dökülmüştü. Hayata serzenişinin değil de, bunca zaman hapsolduğu utanç, öfke ve mesafelerden azat oluşunun gözyaşlarıydı bunlar. “Bütün taşlar yerine oturdu,” diye fısıldarken titrek bir nefes bıraktı dışarı. “Sonunda biz de yolumuzu bulduk.”
Neden, diye sorarak geçirdiği gecelerin tükendiğini anlayınca akan gözyaşlarına rağmen dudaklarına ufak bir gülüş yerleşmişti, ve bir süredir alyansının yokluğundan dolayı boş hissettiği elini kaldırıp tersiyle alnını sıvazladı.
Yakut’a bıraktığı birkaç şey dolduruyordu aklını, artık onları geri almalıydı.
Eve geri döndüğünde kapıdan girerken karşısında çıkan Diren ve Sevtap’la duraksadı, Revan Başkan tüm bunları herkes bilmesin derken kimleri kastettiğini söylemese de şimdi suratı asık olan Sevtap’ın belli ki uyarılmaya ihtiyacı vardı, onun kendisinden kaçırdığı gözlerine pek bakmadan direkt Direncan’a döndü. “Çıkıyor muydunuz, hastaneye mi gidiyorsunuz yoksa?”
Direncan, ikisi arasındaki soğukluğu fark ettiği an kısaca iç çekerek başını sallamıştı aşağı yukarı. “Evet, gece annem kalmıştı da Sevtap göreve çıkmadan önce biraz ben durayım dedi.”
“Anladım, ben de kabul edersen eğer en kısa zamanda uğrayacağım kardeşim.”
“Her zaman gel, bizim kız seviyor benim arkadaşlarla tanışmayı…” Hemen sonra gözlerini Uygar’ın sanki yerinde zor duruyormuş gibi görünen bedeninde gezdirdi ve kaşlarını havaya kaldırdı. “Şöyle bir baktım da iyi görünüyorsun?”
“İyiyim iyiyim, biraz işlerim vardı da onları halledip Yakut’a bakmaya gelmiştim.”
Daha az önce üstünü değiştirmek için indiği evde ses sedayla karşılaşmayınca Yakut’un odasının kapısına tıklatmış ve herhangi bir karşılık alamamıştı Sevtap, bu yüzden ilgisi pek Uygar’da gibi görünmese de haber vermek maksadıyla mırıldandı. “Evde yok o.”
Uygar bakışlarını ondan yana çevirdi yavaşça. “Nasıl yok?”
“Bilmem, aslında ondan bir şey isteyecektim ama sonra evde bulamadım.”
Eli hiç beklemeden cebine giderken direkt kaşları da çatılmıştı Uygar’ın, sabırsız bir nefes bırakıp boynunu ovaladı. “Görmediniz mi çıkarken?”
“Ben zaten geceyi Reha’nın evinde geçirdim daha yeni iniyorum aşağı, hani bir tek koridordan Tekin’in sesini duydum gibi ama ikisi beraber mi gitti emin değilim, istersen ona da sorabilirsin belki konuşmuşlardır.”
“Tamam öyle yaparım.” Gözlerini kısaca çevirdikten sonra birkaç adımla binanın ağır kapısına yaklaştı. “Kolay gelsin size, akşam görüşürüz.”
Gidişlerinin ardından telefonu kulağına yaslayıp ilk önce Yakut’u aradığında Uygar’ın tek isteği, aramanın diğer tarafından onun da ufak da olsa bir sesini duymaktı; eğer o da kendisine dargınsa bunu bitirmek için çok sebebi vardı zaten, fakat açılmayan telefon ve sürekli sonuna kadar süren arama Yakut’a ulaşmasını hiç kolaylaştırmamıştı.
*
çok sordunuz, çok istediniz, çok beklediniz...
biraz ertelemiştim ama vakit geldi de geçti...
karımız artık nereye kaçtıysa, yine dillere düşeceğimiz o aşkı yaşatmak için onu almaya gidiyoruz ✋ bu sefer gurur falan yok, bitti, dayanacak gücümüz kalmamıştır herkesin haberi olsun.
Bu arada işin şakası bir yana, kitaba her gün farklı yorumlar geliyor. Bir kişi Yakut'a kızıyorsa bir kişi Uygar'a kızıyor, ben kimseyi haksız bulmuyorum, kimin yorumunu okusam bana o haklı geliyor kjjfajkha sizi çok seviyorum ve asla haksız bulamam, bulmayacağım, bu kitapta hepimiz haklıyız 💝
Bu saatten sonra neler olacak bakalım, Yakut nereye gitmiş, gittiği yerde neler olmuş öğrenelim, bunlar hayatımızı nasıl etkileyecek, en önemlisi de bu telefondan meselesinden nasıl kurtulacağız??? Yorumların her birini kale alıyorum... Yakut'un başına bir şey gelsin değeri anlaşılsın diyenleri de görmekteyim, Yakut pasif olmamalı diyenleri de, telefon meselesi sorunsuz çözülsün diyenleri de, araları yavaş düzelsin Yakut sürünsün diyenleri de, Uygar'a kızanları da... Ama bunları apayrı meseleler olarak ele alamam, bu yüzden ben de kendi kafama göre bir şeyler tasarlamaya çalışıyorum, en çok da Yakut'un hissettiklerinin geçici olmasını, onun arzu ettiği yükselişi yaşamasını çoookkk istiyorum 🥺 Haliyle bu konuda çalışmalarım sürüyor haberiniz olsun istedim kjhdsaj hepsini halledeceğiz inşallahh 💝
Bir sonraki bölümün tarihi 10 Şubat olursa eğer çok iyi olurr 💝✨
eğer soru, cevap isterseniz instagram adresime uğrayabilirsiniz: askilawt 💃
Sizi çok seviyorum, güzel günler diliyorum, kendinize çok iyi bakın ve de hoşça kalın! 💝
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.56k Okunma |
1.44k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |