Yeni Üyelik
5.
Bölüm

4. Temel İçgüdü

@askilav

 

4. Temel İçgüdü

 

Teoride her şeyi başarabilirdim fakat iş yaşamaya gelince sadece sızlanmak istiyordum. Son dersten sonra önüme koyulan dosyaları masaya dağıtıp bakındım. Faillerin fotoğrafları, suç mahallerinin çeşitli görselleri, istiflenmiş bilgiler… Bunları halletmeliydim ve saat gece bire yaklaşıyordu.

Karşımda esneyen Gökçe, çenesini avuçlarına koyup umutsuzca bana baktı. “Bitiremeyeceksin,” dediğinde yüzüm birden dehşete büründü. Hatta hemen yanında oturan Kerim abi de başını yan tarafa çevirip Gökçe’ye kaşlarını çatmıştı. Kerim abi bizim gruptan, bizden yaşça büyük bir öğrenciydi. Otuz üç yaşında olduğunu hatırlıyordum. “Kızım sen köstek misin?” dedi beni savunma maksadıyla.

“Abi bitiremeyecek işte,” diye tekrar karşı çıktı Gökçe.

“Saçmalama, niye bitiremesin?” Kerim abi elini uzatıp kapı çalar gibi bir kez masaya vurdu, dikkatimi çekmeye çalışıyordu. “Aldırma buna sen, devam et.”

Karşımda oturan Gökçe “E kendine çok güvendi çünkü,” dedi bir süredir iddia ettiği gibi.

O diğer gruptaydı, aynı grupta eğitim görmesek de aynı programa odaklı ilerliyorduk; bir sonraki hedef istihbaratın nitelikli çalışanlarından olmaktı en başından beri bildiğimiz gibi. Şimdi her şey karmakarışık fakat karışık güzel gelirken, daha fazlasına sahip olduğumda nasıl hissedeceğimi düşünerek sürekli heyecanlanıyordum.

Yılların hayatıma kattığı şey başarı da başarısızlık da değildi, unutulacağım kadar büyük bir boşluk ve yokluktu; bu yüzden henüz kaybetmenin hüznünü yaşamadığım bir anda, elime geçen ilk fırsatı değerlendirerek hikayemi iyi bir şekilde tamamlamak istiyordum. Geriye dönüp baktığımda hatırlamak isteyeceğim daha çok şeye ihtiyacım varken beni üzecek ya da mutlu edecek hiçbir şeyi anımsayamamak fazla ürkütücü geliyordu; sanki bu zamana kadar yaşamamış, gözlerimi dünyaya ilk kez şimdi açmışım gibi.

Geride bıraktıklarım zihnime de çok az uğruyordu, evden kaçışıma dair bir utancı bile doğru düzgün yaşayamıyordum. Oysaki babamın şu an ne yaptığıyla ilgili bir merakım da vardı, annem ona şefkatini gösterirken büyük ihtimalle beni özlüyordu ama unutacaktı.

Gökçe’nin az önce söylediği şeye “İyi yapmışım,” derken dosyaları defalarca yaptığım gibi tekrar düzene soktum. Sonuca varacak şekilde kayda değer bir yol kat edememiştim fakat kağıtları nizami hale getirmek konusunda ustaydım.

Loş kütüphanenin diğer kısımlarında projeleri üstünde çalışan kişilerden bazıları benden önce gelmişti fakat eminim ki benden daha çok ilerlemiş olmalılardı. Vakit geçtikçe azalmamız ve benim hala burada durmam da bir kanıttı yavaşlığıma.

“Harikasın.” Gökçe baygınca mırıldandı. “O zaman biraz da dedikodu yapalım,” dediği esnada epey uykulu görünüyordu. Günlerimiz bu kadar yoğun geçerken burada rahat görünen kimse yoktu zaten, yoğun bir eğitim dönemi geçiriyorduk.

O an dosyaları elimden çekip almak istediğinde Gökçe’yi hemen tuttum. “Hayır bunu bitirmeden olmaz! Sen beni ikinci mülakatta eletmeye mi çalışıyorsun yoksa?”

“Seni rakip görmüyormuş Yakut.”

Kerim abinin ortamı ateşlemek için fısıldadığı şeye yavaşça yüzümü düşürdüm. “Gerçekten mi Gökçe?”

“Kerim abi şimdi mikserlik yapmanın sırası mı?” Yan tarafa ters bir bakış atmıştı bunu derken. Sonra tekrar bana döndü. “Onu dinleme, beni dinle. Hem çalışıp hem de sorularımı cevaplayabilir misin?”

Bıkkın bir suratla Kerim abiye baktım, aslında çok yakın değildim onunla. Sadece Gökçe fazla sıcakkanlı olduğu içim aramızdaydı ve dolaylı olarak iletişim kuruyordum. O da bu halime gülüp alt dudağını dişledi sanki ‘yandın’ dermiş gibi.

Tekrar önüme döndüm. “Denerim Gökçe.”

Dosyadaki isimlerden birisinin fotoğrafını olayın yaşandığı mekân dosyasına ataçla tutturdum, bu esnada Gökçe masaya uzanıp merak ettiği şeyi sordu. “Sen birisinden mi kaçıyorsun?”

Elimin altındaki dosyayla uğraşmayı bırakıp bakışlarımı karşımda oturan arkadaşıma kaldırdım. Benim lisede çok az arkadaşım olmuştu ve çoğuyla okuldan sonra iletişimim kesilmişti. Aynısı üniversitede de yaşandıktan sonra ilişkiler konusunda pek de başarılı olamadığım kanaatine varmıştım fakat bu kararıma rağmen Gökçe şu an hayatımdaydı.

Hatta pek edinemediğim türden bir arkadaştı. Bir şeylerin dozunu iyi ayarlıyor olmalı ki ona sinir olmuyordum. Güldürüyor, düşündürüyor, bazen de sıkılganlığıma katlanıyordu. Böyle birisinin var olabileceği konusunda inancımı besleyen bir şey hiç olmamıştı daha önce. Sorduğu soru ilk başta iyi niyetli gibi olsa da korkak olan bendim.

Birkaç ay önce evden kaçmıştım, babaannem her şey konusunda çok baskı yapıyordu çünkü; bağırıyordu, çağırıyordu, küçüklüğümden bu yana kavgasız bir güne uyandığımı hatırlayamadım. Üstelik babam fazla hassastı, böyle bir ortamda yaşamak ona zarar veriyordu. Babaannem sevmediği için evde kahve içmek bile yasaktı. Her öğlen vakti evde kalanlarla kütüphane odasında toplanır kişisel gelişim kitapları okurduk, bu zamanların birisinde sıkıntıdan hüngür hüngür ağladığım olmuştu. Sanki ders verir gibi mırıltıyla tekrar edilen o kelimeler, saatler hiç bitmeyecek gibi geçerdi.

Bir gün dayanamayıp gözyaşlarımı birer birer akıttığımda, babaannem kitap okuma saatini sona erdirdi ve artık rahatladığımı düşündüğüm an beni odasına çağırdı; her şey bitti sanmıştım, sonra elime yine sıkıcı kitaplarından birisini tutuşturup gece uyuyana kadar kitap okuttu. Ona göre bu bir cezaydı fakat ben kaçınılmaz bir sonu yaşayıp kitap okumaktan soğudum.

Ondan ölesiye nefret ediyordum, beni korkutuyordu. Yapacağı en ufak hareketin bize zararı olacağını düşündüğümden onunla aynı ortamda nefes almaktan bile iğreniyordum, bu yüzden ardımdaki kimseyi umursamadan evden kaçtım. Kaçtıktan sonra obsesif babaannem peşime birilerini takmış mıydı bilmiyorum, acaba Gökçe bunu mu kastetmişti? “Nasıl yani?” derken kaşlarım tereddütle çatıldı. “Ne demek bu?”

Gökçe işaret parmağıyla kısa kaküllerini düzeltti hemen, sabırsız bir gülüş sergilediğinde yanaklarında derin çukurlar oluşmuştu ve turkuaza yakın parıldayan gözlerini, onu dinleyip dinlemediğini kontrol etmek üzere Kerim abiye çevirdi. “Az önce Yakut’u işine odaklanması konusunda uyarıyordun Kerim abi, iş dedikoduya gelince kulak mı kesildin?”

“Bana ne kızım sizin dedikodunuzdan,” derken Kerim abi geniş omuzlarını silkti. Önündeki tabletiyle kısaca ilgilendikten sonra sırtını geriye yaslamıştı. “Beni ne ilgilendirir? Ben karım için dinliyorum sadece.”

“Ne?” İkimiz de şapşalca sorduk bu soruyu, benden sonra Gökçe devam etti yine. “Ne demek karım için dinliyorum?”

“Eve gidince her şeyi soruyor, her şeyi!” Yüzünde bundan hoşnut olmamış gibi görünse de aslında içten içe yapmaktan keyif aldığına dair bir ifade vardı, emindim buna, karısına çok âşık olmalıydı.

“Abi sen istihbarattan bilgi mi sızdırıyorsun yengeye?”

Kerim abi hemen kaşlarını çattı. “Gökçe,” diye uyarırcasına mırıldandığında parmaklarımı dudaklarıma bastırıp gülüşümü tutmaya çalıştım. Önümde mülakatı geçmek için üzerine çalışmam gereken bir yer altı adamı, onunla ilgili bilgiler ve görseller varken karşımdaki Gökçe ve Kerim abinin ufak atışmasına şahit olmamla dünyaya baktığım pencere değişti, yine de eski bir alışkanlık gereği gülüşümü aceleyle sonlardım.

“O dilini tut kopartırım sonra,” dedi Kerim abi çatık kaşlarının altından bakarken. “Ne demek bilgi sızdırmak, şakasını bile yapma bana. Sadece aşk meşk işleriyle ilgileniyor benim hanım, gözüme çarparsa eğip büküp ona anlatıyorum işte.”

Gökçe dalga geçercesine başını iki yana salladı. “Abi sen de fenasın yalnız, doğrusunu dinleyip yalanını mı anlatıyorsun kadına?”

“Yalan değil.” Kerim abi sırtını geriye yaslayıp ellerini önünde açtı kabul etmez şekilde. “Buna çarpıtılmış gerçek denir, arasında çok fark var.”

“Bence seni direkt dil uzmanı yapmalılardı, ne işin var burada?”

“Kızım bi’ sus da Yakut anlatsın hadi.”

İkisi tekrar bana döndüğünde şaşkınlıktan dudaklarım aralanmıştı. “Bende aşk hikayesi yok,” dedim normal bir tonda. “Ben aşka inanmam bile.”

“Hayır yani sizin gruptan Uygar’la aranda bir şey de mi yok?”

Uygar’ın ismi geçince, beynimde ansızın onun sesi yankılandı. Gelincik… Ne biçim birisiydi ki beni tanımadan bu şekilde konuşabiliyordu? Keyifsizce güldüm, formuma birkaç not alırken elimi yanağıma yaslayıp gözlerimi kâğıtta gezdirdim. “Burada lise dedikodusu yapacak değilim, başkasına sorun bunları.”

Gökçe onaylamaz halde başını iki yana salladı. “Ne lise dedikodusu ne de üniversite magazini, dümdüz herkes senin ondan kaçtığını söylüyor Yakut.”

“Gerçekten mi?” Duyduğum gerçekle eğildiğim yerden doğruldum, kağıtlar elimin altında karışmaya başlamıştı, kurşun kalemimi yanlışlıkla karalamamak için masaya bıraktım. “Hakkımda mı konuşuyorlar?”

“Evet, koridorda birisi sana Uygar’ı sormuş ve daha az önce yanından geçmene rağmen onu görmedim demişsin.”

Tamam, bunu yaptım ama spesifik bir sebebe bağlamadım. Sadece… Yaptım işte.

Boğazımı rahatlatmak için hafifçe öksürdüm ve bakışlarımı kaçırdığımda gözlerim kütüphanenin en köşesine oturmuş kitap okuyan Fatih’e değdi. Hiçbir şekilde dikkatini çekmememe rağmen kitaptaki gözleri usulca bana kalktığında rahatsız olarak tekrar masaya döndüm. Ona baktığımı hemen hissetmiş miydi yoksa zaten bana mı bakıyordu?

Birkaç defa kem küm ettikten sonra Kerim abi “Ee?” diye sabırsızca mırıldandı; bir eliyle tabletinin ekranında iş yapıyor, diğer yandan da beni takip ediyordu.

“İnsanlar ne dediklerini bilmiyorlar, niye ondan kaçayım ki ben?”

Gökçe yine itiraz etti sözlerime. “Şu an şaka yapmıyorum,” derken sırtını sandalyesine yaslamıştı. “O zaman niye Uygar’ı gördüğün halde yalan söyledin?”

Çünkü bana büyük bir tereddüt yaşattı, evden ayrıldığımda dimdik duracağımı sanırken kollarımı bağlayarak birisini dinlemenin bile yanlış olduğunu söyledi, bana akıl verdi.

Beni deli etti.

Onu her gördüğümde, eğer ilk tanıştığımız andaki gibi yeşil gözlerini derin derin üstüme çevirecekse, görmezden gelmekten başka ne çarem vardı benim?

“Tanımıyorum,” dedim en sonunda.

“Tanımadığın birisini de görebilirsin, ayrıca ismini bildiğini düşünüyorum.”

Saçma bahanelerime karşı Gökçe sabırlı davranıyordu. Alt dudağımı dişleyip bundan nasıl sıyrılabilirim diye düşünürken yüzüm biraz daha asıldı; Uygar’a sinir oluyordum, deli oluyordum, gıcık oluyordum… Kötü ne varsa bir bütün halinde içimde toplanıp kara kara kalbime dolmuştu ama o an bunu itiraf edemedim. “Gökçe dalgın olabilirim, aklım başka yerde olabilir, şu an hatırlayamayacağım kadar çok sebebi var.”

“Hı hı, kesinlikle.” Hak vermiş gibi davranmasının altında büyük bir ima vardı, yine de tebessüm edip derin gamzelerini ortaya çıkardı.

Kalemimi masadan tekrar alıp parmaklarım arasında çevirdim, dudağımın iç kısmını kemirirken kaçar gibi aceleyle “İşime dönmem lazım,” dediğimde Gökçe’nin çok sonra hoşnutsuz mırıltısını duymuştum. “Ağız tadıyla aşktan haber de alamıyoruz.”

Söylediği şeyle elimi yanan yüzüme atıp tenimi ovaladım, üstüne çalışmam gerekene dosya ve Gökçe’nin söyledikleri kütüphanedeki uğultunun içinde karmaşık bir hal almıştı. “Ama ben aşka inanmam,” derken elimden geldiğince açık yürekli davrandım, aslında susmak da bir seçenekti fakat doğrularım konusunda diretmek her zaman ilk tercihim olacaktı.

Kerim abi yumruğunu kapıya vurur gibi hafifçe masaya tıklattı, kaşlarını uyarırcasına havaya kaldırmıştı. “Şu an tövbe etmelisin Yakut.”

Aşk, aile, arkadaşlık gibi güçlü duygular sadece isimlendirilmiş hayallerden ibaretti çünkü eğer var olsalardı o duyguları ben de hissedebilirdim; ya da belki de her şey, yalnız kalma korkusunun doğurduğu bir kalabalık ihtiyacı olabilirdi. Bu yüzden az Kerim abinin şaka yollu söylediği şeyle karşı pervasızca omuzlarımı silktim, bu konudan konuşmak bile o an gereksiz göründü gözüme, hiçbir söz etmeden sessizce işime odaklanmaya çalıştım, hatta bir süre iyi ilerledim sayılır.

Aradan geçen zaman sonrasında karşımdaki sandalye geri itildi, Gökçe ayaklanmıştı. Ceketini, çantasını toparlıyordu. “Nereye?” diye sordum.

“Uyumaya…” Mahmur halde mırıldanırken saçlarını karıştırıp aceleyle düzeltti. “Yarın dinç uyanmam lazım, spor salonunu açacaklar da.”

“Niye açacaklar?”

“Cenk Hoca derslerine başlayacak, proje grubu da biziz, haliyle ilk önce biz başlayacağız.”

Spor ya da dövüş dersleri olacağını, hatta çok yakında başlayacağını öğrenince keyfim birden yerine geldi. Az çok şiddet yanlısı bir insandım bunun yanlış olduğunu bile bile… Öfkemi bir yere yöneltmem gerektiğinde ilk başta bir kursla halledebileceğimi düşünmüştüm fakat bir türlü fırsat edinememiştim. Şimdi içinde yer aldığım istihbarat programında aradığım şeyi bulmanın rahatlığı doluştu içime. Tüm gerginliğimi, stresimi o derslerde atacaktım.

“Anladım,” diye mırıldandım hala yorgunca ayakta dikilen Gökçe’ye. “Sana iyi geceler o zaman.”

“İyi geceler güzellik.” Sonra yan tarafa dönüp Kerim abiye el salladı. “Sen de hoşça kal Kerim abi, yengeye selam söyle.”

“Tamamdır.”

Gökçe yanımızdan ayrıldığında sessizce önüme döndüm, ortak bir arkadaşa sahip olduğumuz için iletişim kurduğum Kerim abiyle aramda tuhaf bir sessizlik belirdi. Sonra kendimi zaten bir süredir konuşmadığıma ikna edip işime döndüm; saçlarımla oynarken bir yandan da çizelgemi dolduruyordum, biraz uykum gelmişti ve başım da ağrıyordu ama dinlenmemi gerektirecek kadar değildi.

Uzun bir süre baş ağrımı ve uykumu göz ardı edip çalıştıktan sonra saati kontrol ettim, gece üçe geliyordu. Başımı kaldırıp loş kütüphaneye bakındım, tavandaki aydınlık lambalar kapatılmıştı sadece ufak spotlar yanıyordu.

Böyle karanlık zamanlarda ötelediğim umudum, sıkıştığı yerden kurtulup bir kurt gibi içimi kemirmeye başlardı hep, çünkü karanlıkta görülecek hiçbir şey kalmadığında hatıralar aydınlanıp çoğalırdı. Bir tanesi gelip, gözlerimin önüne ve kağıtların üstüne oturdu.

Eskiden kırmızı bir defterim vardı, onu iki yaşımdayken onu bana babam almıştı, kırmızı şeyleri en az benim kadar severdi. Babaannemin renksiz dünyasında bize en parlak gelen renk oydu çünkü, kırmızı. Dışarıda görüp o kırmızı defteri hevesle alıp getirdiğinde ‘Kızıma kızım kadar kırmızı’ diyerek ufak bir tekerleme söylemişti hatta, onun sözlerine ikimiz de oturup kıkır kıkır gülmüştük. Babaannem bizi o şekilde bulduğunda ve neye güldüğümüzü sorduğunda ise aslında ortada komik bir şey yoktu ama ikimiz de gülmekten karnımızı tutuyorduk.

O esnada nefesimiz kesildiği için açıklama yapamadık ve babaannem, babamı korkutacak kadar azarladı bizi. Hevesimiz orada yarım kaldı; ben babaannemin beni azarladığına hiç üzülmedim, o gün babam üzüldüğü için üzüldüm, böylelikle Yaşlı Yakut’a karşı çoğalan nefretimin yanına bir tik daha atıldı. Daha sonra severek sakladığım defterimin üstüne ‘Tozlu Yakut Taşı ve Onun Parlak Fikirleri’ yazdım, bu ona verdiğim isimdi ve o günden sonra ne kadar hayalim varsa hepsini o sayfalara ekledim.

Mesela, saçlarımı omuzlarıma bırakıp üstüne çiçekli tokalar takmak istemiştim. Ertesi gün, babamın her gece öptüğü saçlarımın zorla kısaltılacağını hatta büyüyene dek bunun tekrarlanacağını bilmiyordum. Şimdi dönüp bakınca hepsi ufak tefek şeyler gibi görünüyordu gözüme. ‘Hadi canım, buna mı üzülmüşüm?’ diyordum fakat üstünden yıllar geçmiş bir olaya rağmen kendim dışında kimseyi saçlarıma dokundurtamıyordum bir türlü.

Yine de hiç pes etmeden ne kadar hayalim varsa o deftere ekleme aptallığında bulundum. Bir gün en tepeye ise fazla değerli bir hayal yerleşti. Benden sadece dokuz yaş büyük olan Saltuk amcam, kulağıma yakında evden kaçacağını fısıldadığında benim de en büyük hayalim evden kaçmak olmuştu. ‘Saltuk amcam yakında evden kacağını söyledi! Ben de yapacağım, evden kaçacağım!’

Güzel bir hayaldi, gerçekleşip de beni iki arada bir derede bırakana kadar.

Sonra bir gün günlüğüm ortaya çıktı. Bunu kimin yaptığını hala bilmiyordum fakat babaannemin yazdıklarımı okuduğunda büründüğü siniri çok iyi hatırlıyordum. İlk sayfaya göz atarken yüzü kızardı, sevdiğim bir renk.

İlk sayfada ‘çok zavallı bu kadın’ yazıyordu. Kendisinden bahsettiğimi anlaması çok uzun sürmemişti. ‘Babaannemden nefret ediyorum, ölse bu evdeki herkes daha mutlu olacak. Hatta mezarına bile gitmeyiz, yapayalnız bekler orada, peki hak etmiyor mu? Bence ediyor.’ Fakat bana iyilik yapıyor olsa gerek ağzını açıp da tek kelime etmedi yazdıklarıma. Tırnaklarımı avuçlarıma batırarak tepkilerini bekledim. Bir yandan da acaba annem bu kadar kötü düşüncelerim olduğu için kızacak mı diye düşünüyordum çünkü babaanneme hiç laf söz ettirmiyordu, onun en sevdiği gelini olmak istiyordu hep.

En son kısımda belirttiğim hayalime ve Saltuk amcamla ilgili gerçeğe denk geldiğindeyse delirmişti. Şimdi her şey bir sis perdesi gibiydi gözümde fakat bir ‘terk edilme ihtimaliyle’ ev darmadağın olmuş, her şeyi yerle bir etmişti babaannem. Korkunç bir gündü, kavgalara alışıktım ama o günkü kadar değildim. Farklıydı. Sonrasında amcam da babaannemin çok değer verdiği bir yüzüğünü çalıp gerçekten kaybolmuştu ortadan; bir tek günlüğüm ve ben kalmıştık geriye, harabenin içinde.

Evden kaçana değin üstümdeki baskıların artışı, günlerin birer travmaya dönüşmesi, babaannemin günlüğüme yazdıklarım için benden aldığı sessiz bir intikamdı. Şimdi her şeyi hafızamdan silip atmaya çalışıyordum; tertemiz bir akılla, kendime daha güzel bir hayat kuracaktım. Aptal bir mücevherat işinin gün sonunu çıkarmaya çalışan niteliksiz elemanı olmak yerine, herkesten büyük beklentileri olan devlete esaslı bir hizmette bulunmak içimdeki şevki zirve noktasına taşıyordu.

İstemsizce sıktığım dişlerimi gevşettim; sırtımı geriye verip bedenimi gerdiğim an gözlerim, oturduğum masaya yaklaşan Uygar’a değdi. İstemsizce irkildim, bana sebep aratmayan gözlerinden mütevellit sanırım bedenime seyrek bir ürperti yüklendi. Ne ara yanımıza kadar gelmişti bilmiyorum. Bakışlarımız değince, Gökçe’den duyduğum suçlamayı ondan da duyarım sanıp endişeye kapıldım fakat kendimi toparlamam uzun sürmedi ve aynı kabahati tekrar işledim.

Aynı grupta eğitim gördüğüm, yakında aynı sahada görev yapacağım iş arkadaşımı görmezden geldim. O ise zaten benimle işi olmadığını belirtircesine Kerim abinin yanına geçip bir elini masaya dayayarak öne eğildi, böyle yapınca gözlerimiz tekrar buluşacakmış gibi yakınlaşmıştık.

Kaçacağım; ondan tekrar kaçacağım, bu işte iyiyim.

Kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı, pürüzsüz sesi kulağıma ilişse de ne konuştuklarını anlayamadım. Kütüphanedeki uğultu ve her şeyin birbirine karıştığı esnada Uygar dikkatimi çekemezdi. Ama sonra… çekti işte.

Yanımdaki sandalyenin hareket ettiğini, sonra oraya birisinin yerleştiğini gördüm. Başımı hiç çevirmesem de biliyordum, oturan Uygar’dı. Hafifçe boğazını temizledi. Kıpırdandığı için kolu bana değecek gibi olmuştu, görüş açıma giren beyaz gömleğinden fark etmiştim bunu. Kendimi belli belirsiz, biraz geriye kaydırdım.

Kısık sesiyle “Bir gün,” dediği ulaştı kulağıma. Bana mı demişti? “…belki görünür olurum.”

Galiba bana demişti, yine de üstüme alınmamaya çalıştım.

Kalbim ağzımda atarken içimde büyüyen sinirden dolayı yutkunmam gerekmişti, böylelikle kavgaya sebebiyet verebilecek bir cevabı da içime gömmüş oldum. Uygar ise konuşmaya devam etti. “Olmayacak gibiyim.”

Gözlerimi kapatıp sakinleşmeyi bekledim bu sefer. Yüzüm utanç ve öfkenin karışımıyla kıpkırmızı kesilmişti. Elimi alnıma yaslayıp daha da gömüldüm dağınık kağıtların arasında yolumu bulmaya çalıştığım içime.

“Belki bir gün kardeşim,” dedi Kerim abi de sanki büyük bir hayalden bahseder gibi.

Bakışlarımı yavaşça ona kaldırdım. ‘Sen niye karışıyorsun?’ diye bağırasım vardı, hatta gözlerimle bunu anlattığımı sanmıştım fakat aksine, Kerim abi kaşlarını havaya kaldırıp imalı bir bakış attı bana. ‘Uygar ile konuş’ demek mi istiyordu?

Dememeliydi.

Uygar’ı bir kere görmezden gelmiştim ve şimdi aptallığıma aptallık ekleyerek ikincisini yaptım, karşıma geçip bunun nedenini sorarsa da ona söyleyemezdim.

Her şey normalmiş gibi saçlarımı bir daha toparlayıp omzuma bıraktım, biraz sıcak olmuştu. Sonra başımı yan tarafa çeviresim tuttu, işte o an benim hep tersini seçeceğim yolun sonundaki kişiyi, yani Uygar Özkurt’u bana bakarken buldum. Bir dirseğini masaya yaslamıştı, bedeni yan dönüktü sırtını ise yayvan halde geriye bırakmıştı. Kısılmış kirpiklerinin arasındaki yeşil gözleri direkt beni seyrediyordu hiçbir çekincesi yokmuş gibi. Keşke biraz çekinseydi.

Uygar parmağını hafifçe dudaklarına sürterken bu kadar dikkatli incelemesine karşın kaşlarım çatıldı. “Bir sorun mu var?”

“Var,” dedi yine hiç çekinmeden. Allah’ım, niye bu kadar açık konuşuyordu? “Bir sorunumuz var,” dediğinde ise ikimizi belirten aitlik ekine epey bir baskı yaptı. Sert sesine karşın gizlice yutkundum. Derin bir nefes çektiğimde suratımın ‘memnuniyetsiz’ bir hal aldığını biliyordum, öyleydim çünkü.

Umursama Yakut, hiç umursama.

Dudaklarımı, vahim bir durum seyreder gibi büktüm. “Umarım bir gün çözebilirsin sorununu.”

Az önce belirsiz bir zamana dair dileklerini dile getirirlerken her şey güzeldi tabi, aynısı ben yapınca Kerim abi ‘hah’ diye bir ses çıkarıp geriye yaslandı, kollarını önünde bağlamıştı, sanki önünde çekişmeli bir maç vardı.

“O zaman kendinden biraz bahset de,” diye mırıldandı Uygar o kulağımı okşa-… Tırmalayan sesiyle. “Çözülsün artık çözülecek ne varsa.”

Kerim abinin gizli tebessümünde olan bakışlarım dehşet içinde Uygar’a döndü. Hala ciddiyetine bulaştırdığı müstehzi ifadesi kalbimi deli dehşet hızlandırıyordu.

Ve o bana sorun mu demişti gerçekten?

“Sorun ben miyim?” diye hayretle sorduğumda Uygar bir elini boynuna gevşekçe tutturduğu kravatına götürdü bu sefer. Onu yavaşça çıkarırken başını omzuna yatırıp ‘asla tatlı olmayan’ bakışlarından birisini atmıştı bir de. “Sorun mu desem, düğüm noktası mı yoksa…” Bir süre bekledi, boynundaki ademelması hareketlenmişti gizil bir kıpırtıyla, hemen ardından uğultuyu baltalayan sert sesiyle sözlerinin devamını getirdi. “Dönüm noktası mı desem? Öyle bir şeysin.”

“Sen de aptalın tekisin,” diye dişlerimin arasından sessiz bir mırıltıyla konuştum. Hemen sonra kalem tuttuğum elimi dudaklarıma örtüp önüme dönerken gözlerimi kapattım. Umarım duymamıştır… Umarım bu aptallığıma ilk elden tanıklık etmiyordur kimse.

Kısa bir süreliğine, kendime sakin olmamı öğütleyerek kalem tuttuğum parmaklarımı dudaklarımdan çektim. Tekrar Uygar’a baktığımda onu dövüşe hazırlanır gibi kravatını eline dolarken bulmuştum. Ağır ağır yapıyordu, saniyeleri daha da yavaşlatıyordu. “Ben sorun falan değilim,” dedim iyi bir şey söylediğime inanarak. Gözlerim sıklıkla eline kaydı, oynamasaydı keşke şu kravatla. “Hem bizim aramızda ortak bir problem bulunması söz konusu bile olamaz.”

Uygar’ın dolgun dudakları keyifle kıvrıldı, alaycı bir gülüştü bu. Gözlerim yüzünü tararken nereye bakacağımı şaşırmıştım, iyi görünüyordu çünkü. Aptal. “Aramızda bir şey olacağına izin verecek değilsin,” dediğinde kısa bir an kaşlarını havaya kaldırıp indirmesiyle bahsettiği şeyin, hiçbir bahane uydurmadan ondan kaçarak iletişimimizi sıkıntılı bir hale çevirmem miydi anlayamadım, yoksa romantik bir ilişkiden mi bahsediyordu tüm tehlikeyi göze alarak?

Şaşkınlığım bir kat daha arttı, karşımızda Kerim abi varken nasıl konuşuyordu böyle?

“Saçmalı-”

Sözlerimi tamamlamama müsaade etmedi Uygar. “Çünkü senin için basbayağı yokum.”

“Hayır, ne alakası var?” diye çıkıştım, konuşmakta zorlanmıştım çünkü onu gördüğüm halde görmediğimi söylediğim durumdan bahsediyordu, ben de apaçık yalana başvurmuştum.

İnceleyen bakışları uzun bir süre üstümde gezindi, beni yoğun bir telaşa kaptıracaktı. Kalemi dalgınca çenemin altında dolaştırıp bizi seyreden Kerim abiye baktım, ona da magazin malzemesi olmuştu. Keyfinden belliydi, eşine anlatırdı artık. “Ne alakası var, değil mi Kerim abi?” diyerek biraz sınırları zorladım.

Kerim abi ise hiçbir şey söylemeden yalnızca omuzlarını kaldırdı, indirdi. Buna karşın tebessümüm sinirle arttı. Gerçekten batmıştım, rezil olmaksa rezil olmak… Yıllarca beraber çalışacağım iş arkadaşlarıma rezil olmuştum. Sonrasında hafifçe öksürüp boğazımı temizledim, bu durum gerçekten hoşuma gitmemişti. Oysaki daha az önce aklımdan hayatıma dair umutla düşler geçiyordu. Kısık bir sesle “Size göre bir alakası var galiba,” diye mırıldandığımda Uygar az önce eline doladığı siyah kravatını kalıp gibi çıkarıp masaya koydu, hafifçe ileri itti ama herhangi bir şey söylemedi. Bende olmayan gözlerine bakıp bir cevap aradım orada. Uygar ise elimi kolumu daha da bağlamak istercesine ses etmedi.

En sonunda durumu kabullendim çünkü onunla kavga mı edecektim? Hayır. Tıpkı Uygar gibi sessizce önüme döndüğümde Kerim abi esneyerek bedenini arkaya doğru gerdi, hemen sonra toparlanıp ayaklanmaya koyuldu. Ceketini giyip tabletini toparlarken “Gidiyorum ben,” demişti ilgisizce. “Karım beni almaya gelecekti.”

“Ben de-” deyip Kerim abinin gidişinden faydalanmak istedim ancak eşyalarıma dokunacak olduğumda, yanımda oturan Uygar nazikçe bileğimi tuttu. Gitmeme müsaade etmemişti, yine de fazla despot bir tavra sahip değildi. Sadece ben onun sınırları aştığını düşünecek kadar agresiftim o an.

“Seninle bir şey konuşacağım.”

“Kolumu bırak.” Çok net ifade ettim bunu. “Hemen şimdi bırak.”

Uygar sözümü çabucak dinledi, bileğimi tuttuğu parmaklarını açtı ama elini geri çekmedi haliyle tenini gölgesi bileğimin üstündeydi. İkimizin bu anlamsız bağını sona erdirip kolumu kendime çektim ve sinirle önüme döndüm. Az önce ayaklanmaya çalıştığım sandalyeme geri oturduğumda, o da her şeye rağmen mantıklı kalıp kendisiyle konuşacağımı anlamış oldu.

Birden loş kütüphaneye yaydığımız gerilim yüzünden Kerim abi dudaklarını içe kıvırıp tereddütle bize baktı. Gidecek gibi bir hali vardı fakat yine de tek bir adım atmayıp uzaklaşmaması, sanki her an alevlenecek bir yangını söndürmek için hazırda bekler gibi göstermişti onu. “Gitmesem mi yoksa?”

Uygar son noktayı koyarcasına mırıldandı, kaçamak bir bakışla ona baktığımda sırtını çapraz halde oturduğu sandalyesine yasladığını dirseğini ise rahat bir tavırla arkaya dayadığını gördüm; her yere uyum sağlayabilen, rahat ama itici olmayan bir hali vardı, bulunduğu yerleri büsbütün dolduruyordu. Aptal. “İyi geceler Kerim abi,” dedi başını bir kez öne eğip.

Yüzümü sıvazladım, kimseye herhangi bir cevap vermedim; gözlerimin önünde de Uygar’ın kravatı vardı, yuvarlayıp şekle soktuktan sonra masaya bırakmıştı. Aramızdaki yersiz husumeti artırmamak için kravatı alıp da Uygar’ı boğma maksadıyla boynuna dolamadım, bunu yapamadım. Ancak dalgın bakışlarımı, önümdeki masayı yumruğuyla kapı çalar gibi tıklatan bir el dağıttı. “Şşt,” diye seslendi Kerim abi. Başımı kaldırıp gözlerimi ona çevirdim, yüzünde babacan bir ifade taşıyordu tıpkı az önce bizi bir başımıza bırakmamak konusunda tereddüde düştüğü andaki gibi. “Siz bir şey demeyecek misiniz Yakut Hanım?”

Elimi utançtan dolayı yanan ensemde dolaştırdım. “İyi geceler abi.”

Son görevini tamamlamış gibi halime tebessüm edip başıyla selam verdi. “Ha şöyle, hadi hoşça kalın bakalım.”

Onun gidişiyle, hemen yanımda oturan Uygar’la bir başımıza kaldık; konuşmaya hiç yeltenmedim ama o bu sessizliğe müsaade edecek gibi değildi, ben önüme bakarken yine dirseğini masaya yaslayıp bana yaklaştı biraz. Bu mesafe, aynı kalmasına rağmen gitgide kısalıyor muydu? Başımı dosyadan hiç kaldırmadan sadece gözlerimi yan tarafa çevirdim. Uygar’ın komik bir şey izler gibi dudağını hafifçe kıvırması, aynı zamanda işi ciddi tutmaya çalışırken koruduğu ağırbaşlı ifadesi… Ürkütücü bir profesyonelliği vardı.

Benden üç yaş büyük olduğunu biliyordum, yirmi beş yaşındaydı; akademiye başladığımız ilk günden beri herkes onun burada iyi bir gelecek vadettiğini söylüyordu, başarılı ve iyiydi. Bu yüzden galiba, ona pek ısınamıyordum. Hırs problemim vardı, en iyisi ben olmadığım müddet iyileri sevmezdim. “Ne var?” diye memnuniyetsizce mırıldandıktan sonra bıkkın bir nefes bıraktım dışarı. “Ama gerçekten ne var?”

Kaşlarını uyarıyla havaya kaldırdı. “Yakut, ben burada senin oyun arkadaşın değilim.” İstemsizce yutkunma refleksi gösterdim. Uygar beni korkutmuyordu ama ufak bir tedirginliğe sürüklediği kesindi. Huzursuz halimi örtme maksadıyla sırtımı dikleştirdim, Uygar ise dalgın dalgın beyaz gömleğinin yakasıyla oynadı çünkü gözleri bana dalmıştı. “Okul arkadaşın da değilim,” dedi hemen sonra.

Başımı onaylarcasına aşağı yukarı salladım, ilk kez ortak bir noktada buluşmuştuk onunla. “Zaten arkadaş değiliz.”

O da benim gibi karşılık verdi sözlerime. “Güzel,” derken sert sesinin sona doğru boğuklaştığını hissettim. “Biz kesinlikle arkadaş değiliz.”

“Ee peki?” Kurşun kalemi avuçlarım arasında biraz daha sıktım, her ne yapıyorsa Uygar beni diken üstünde oturtmayı bir şekilde başarıyordu; üstüme yapışan utancın körüklediği sıcak alev alev yanmama sebep oldu, gözlerime bakma demek istesem bile yalnızca sustum çünkü sözlerimin aksine ben de derin derin ona bakar haldeydim. “Sorun ettiğin şey ne?”

“Asıl senin sorun ettiğin şey ne?” Ne zaman yaptığımı bilmediğim bir an kurşun kalemin sivri ucunu kâğıda bastırdım, herhangi bir zarar vermeyeyim diye kâğıdı benden usulca uzaklaştırdı Uygar, dikkati o kadar fazla boyuttaydı ki bunu bile fark etmişti. “Arkadaş değiliz, o zaman niye sebepsizce benden kaçmanı seyrediyorum? Sana bir şey mi yaptım?” Yeşil gözlerini kâğıttan çektikten sonra biraz şüpheyle kıstı bakışlarını. “Görmezden gelişlerin kalbim kırılsın diye mi yoksa?”

“Buna kalbinin kırıldığını sanmıyorum.”

Uygar adımı sabırsızca dile getirdi, tekrarlayan bir uyarı sezdim sesinde. “Yakut.”

“Efendim?”

“Beni hiç tanımıyorsun.” Kaşları çatıktı, mırıltısından sıyrılan nefesi yüzüme değdiğinde bakışlarımı yeşil gözlerine indirdim, kendimi biraz daha dirayetli tutmam gerekliydi. “Sanki,” derken ses tonu yine bir imayla dalgalandı ama peşi sıra gelen kelimeler ise açık konuşacağını göstermişti. “Bilmediğim bir derdimiz varmış gibi kaçtığından haliyle tanıyamazsın.”

Bedenim fark edemediğim bir an gitgide ona çevrildi; doğrusunu söylemek gerekirse evet, Uygar hiçbir şeyi yanlış anlamamıştı, ben onun bilmediği bir derdi gereksizce omuzlarıma yük ederek kaçmayı seçmiştim çünkü ilk tanıştığım günkü tavrında, beni geren bir şeyler vardı fakat zaman hissettiğim gerginliği yok etmeme de yardımcı olmadı. Kendimi açıklamak istediğim sırada parmaklarımı kütlettim ve dikkatini çekmek için “Uygar,” diye mırıldandım. Masadaki bakışlarım tekrar ona döndüğünde Uygar’ı başını omzuna yatırmış, ondan istediğim dikkatini koşulsuzca bana sunar halde bulmuştum zaten.

Başını bir kez öne eğip kaldırdı. “Adımı taşımamı ister ailem, genelde insanlar da bu yönden tanırlar.”

Sanki çok derinlikli bir mevzu anlatacakmış gibi dirseğimi masaya koyup elimi de çeneme yasladığımda bu hoşuna gitmiş gibi dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı. “Adım kadar medeni, efendi bir adamımdır ben.”

İçimden sordum, öyle misin gerçekten?

Sessiz kalıp devam etmesini bekledim. Masanın çevresinden dolaşıp kütüphaneden ayrılanlar vardı, yine de kimseye aldırış etmedik. “Ama sen bana bu efendiliği bozduracak gibi görünüyorsun.”

Yeşil hareleri kıpırtıyla yüzümde dolandı, buna karşın dudaklarımın içini ısırdım hırsla. Sandalyelerimize yan oturmuştuk, bu yüzden bacaklarımız karşılıklıydı. Biraz hareketlendiğimde ona çarpmıştım, hiç geri çekilmedi. Onun yerine bir bacağını ileriye uzatmıştı, bu bana rahat bir alan sağladığında ben de bacak bacak üstüne attım. İlk başta yaptığı beni sıkıştırmak gibi görünse de aslında geniş bir yer sağlamıştı. Tek sıkıntı, beni çepeçevre sarmış gibi görünüyordu.

Titrek bir soluk çektim içime. Uygar dışarıdan göründüğüm kadar soğuk olmadığımı fark etse belki daha kötü davranırdı bana. “Bence sen sadece bir şeylere bahane arıyorsun.”

“Bak.” Mırıltısının ardından ağır ağır, altta yatan bir başka tedirgin edici anlamı sezdirircesine sarf etti sözlerini. “Bahanem olursun Yakut.”

Usulca dilimin ucunu ısırdım.

Ben ona niçin bahane olacaktım?

Düşündüğüm esnada gözlerimiz çarpıştı. Biliyorum, ne söylersem söyleyeyim kelimeler hiçbir anlam ifade etmeyecekti bu saatten sonra. Onun ilgili parıltılarla dolup taşmış gözlerine karşı kapkara bir set çektiğim gözlerimden başka silahım yoktu.

Farkında olmadan kollarımı önümde bağladım. Bu Uygar’ın dikkatini çekti hemen. Öne eğilmiş bedenini geriye çekip bir de öyle seyretti beni. “Şu kollarını bir gün normal hale getirecek misin?”

“Kollarımla derdin ne senin?” diye huysuzca sordum.

“Birisiyle konuşurken böyle yaparsan, muhtemelen o kişi senin onu dinlemek istemediğini düşünür.”

“Düşünsene hadi seni dinlemek istemediğimi.”

Halbuki Uygar pürüzsüz sesiyle bir şey ifade ederken dinlenesiydi fakat bu bir yandan da yanlış görünüyordu gözüme. O an, hakimiyet kurmak ister gibi uzun boyunun avantajıyla dikleşti Uygar. Kısa boylu değildim ama geniş, fit gövdesi karşısında ufalır gibi oldum.

“Bir gün muhakkak dinleyeceksin,” dedi nükteli bir mırıltıyla. “Ama o zamana kadar dikkatini nasıl çekeceğimi bilmiyorum, belli ki uğraştıracaksın.”

Boşluğuma geldiği için “Uğraşırsın,” dedim. Bunu söylemek ona had bildirmek gibiydi fakat kelimelerin altını deşerseniz, orada tongaya düşmüş bir Yakut görebilirsiniz.

Başını yavaşça aşağı yukarı salladı Uygar, gizemli gülüşü bir hayal gördüğümü hissettirmişti bana. “Uğraşırım gelincik,” derken damarıma basmak istediği belliydi.

“Eğer bir gelincik tarlan yoksa bana bu şekilde hitap etmen aşırı bayat duruyor.”

“Gelincik tarlam yok.” Masadaki kravatını alıp eliyle çevirmeye başladı, kemikli parmaklarının arasında bir silah gibi duruyordu tıpkı. “Sana bu şekilde hitap etmem için gelincik tarlasına da ihtiyacım yok.”

“Niyeymiş o?”

Bakışlarını birkaç saniyeliğine masaya eğdikten sonra tekrar bana kaldırdı. “Çünkü gelincikler kendiliğinden yetişir, hiç bilmiyor musun bunu?”

Bakakaldım yine. Kendiliğinden yetişen şey, şu an bahsettiği gibi gelincik miydi gerçekten?

Tamam, düşünmeyeceğim. Başımı iki yana sallayıp önüme döndüm. Şunu anladım ki Uygar’dan kaçmak ve onu görmezden gelmek, evden kaçışımdan sonra hayatımda aldığım en iyi ikinci kararmış.

Zihnimde yankılanan sözlerini bir kenara bırakmaya çalışırken gözlerimi yarım bıraktığım dosyama odaklamaya çalıştım. Eğer şimdi kütüphaneden defolup gidersem üstüme saldığı bu tuhaf duygu peşimi bırakmayacaktı, bu yüzden kasıntı davranmayı kesip kağıdıma baktım tekrardan.

Beyaz kâğıdın köşesine tutturduğum fotoğrafta Mürsel İzgi denen adamın fotoğrafı vardı.

Yurt dışına kadar uzanan bir suç çetesinin başındaki mafyaydı, terörle bağlantısı sayılamayacak kadar fazlaydı. Çok kısa zaman önce ülkeden kaçınca dosyası yarıda kalmıştı. Şimdi onunla ilgili bir çalışma üzerindeydim, bu istihbaratın ikinci ayağına geçmem için bana verilmiş bir görevdi. Bu adamı hiç sevmesem bile günlerdir üstüne uğraşıyordum. Ve her defasında onun ayrık ön dişleriyle karşılaşmak, o sapsarı dişleri görmek midemi bulandırıyordu.

Sonrasında fotoğrafı masanın ortasına savurur gibi bıraktım.

Hemen yanımdaki Uygar da az önce aramızda geçen konuşmaları yok sayıp iki kolunu masaya yaslayarak öne eğildi. Az önce bende olan bakışları fotoğrafa geziniyordu şimdi. Merak içinde tepkisini kontrol ettim.

İfadesinin altında sonsuz bir ciddiyet vardı fakat Mürsel İzgi’nin fotoğrafına bakarken edindiği sessizlik, ciddiyet ve ağırbaşlılıktan biraz uzaktı.

Saf nefreti taşıyordu gözleri.

Boğazımı temizledim kısaca. “Bir sorun mu var?” diye kısıkça sordum.

Umarım ‘sorunumuz var’ demezdi. Onunla daha fazla ortak bir soruna sahip olmak istemiyordum çünkü.

Sorumla beraber elini ensesinde gezdirip “Hayır,” dedi. Biraz bekledikten sonra çenesiyle Mürsel’in fotoğrafını işaret etti. “Bunu mu çalışıyorsun?”

“Evet,” diye mırıldandım. Sanırım iki iş arkadaşı olarak normal bir şey konuşacaktık. Elini uzatıp çizelgemi önüne çekti, bunu yapmadan önce izin alır gibi biraz beklemişti. Çalışmamı anlatmaya başladığım için izin verdiğimi anladı ve kâğıdı incelemeye başladı. “Psikolojik, sosyolojik temellendirmeler yapıyorum bir yandan da istatistiğiyle ilgileniyorum.”

Uzunca inceledi. Ve şey… Ben de hiçbir zaman bunu yapmamanın eksikliğiyle biraz ona baktım. Bir eliyle çenesini tutmuştu, kaşları incelediği şeyden mütevellit çatıktı ve gözleri kısıktı.

Bir süre bakındı kağıdıma.

En sonunda bakmayı bitirdiğinde kâğıdı kısa bir iç çekişle masaya koyup bana dönmüştü. “Birisini sevmediğinde, aklına hemen onu öldürmek mi geliyor?”

İlk başta anlayamadığım için sessiz kaldım, sonra dosyaya not ettiğim şeylerden bahsettiğini anladım. Mürsel’in yanan arabada can veren karısına bir intikam yaşattığını düşünmüştüm çünkü araştırınca, aralarında bir aldatma mevzusu olduğu ortaya çıkıyordu.

“Bu sadece bir yorumdu,” diye mırıldandım.

“Yorumlarının altında bir boşluk mu var?” Kaşlarını hafifçe havaya kaldırdı. “Yoksa sen mi varsın?”

“Ben varım.” Uygar beni apaçık kendimle yüzleştiriyordu ve bunu hiç farkında olmadan birkaç kelime ile yapıyordu. Saniyeler içinde.

Bir süre bekledikten sonra “Freud’a göre iki temel içgüdü olduğunu biliyor muydun?” diye sordu.

Usulca omuz silktim.

O ise bana bir şey anlatacağını belli edercesine doğruldu sandalyede. “Bu iki içgüdüden birisine thanatos denir, ölüm içgüdüsü yani. Saldırganlığımız da bu dürtüden kaynaklanırmış.”

“Şu an dolaylı olarak bana saldırgan olduğumu mu söyledin sen?”

Şaşkınca kendimi işaret ettiğimde Uygar hafifçe güldü. “Sadece bir gerçekten bahsettim.”

“Ben saldırgan değilim,” derken istemsizce oturduğu sandalyenin bacağına bir tekme attım. Uygar bunu yapmamın hemen ardından benim sandalyemin kenarını tutup hızlıca çekerek aramızdaki mesafeyi azalttı, böyle yapınca hareket alanım kısıtlanmıştı. İstemsizce koluna tutundum fakat sonra dokunuşumu çektim ondan.

Dolgun dudaklarını kıpırdatıp fazla yakın durduğumuz an içinde “Sakin,” diye mırıldandı bana. “Senden bu kadar çabuk kanıt sunmanı beklememiştim.”

“Bana bak beni kışkırtıp kışkırtıp sonra saldırgan falan dersen inan hiç görmediğin bir yanımla tanışmak zorunda kalırsın!”

Bir tehdit değildi sözlerim ancak bir davet de değildi. Uygar ise hiçbir şeyi umursamadan “Kabul, tanışalım,” demişti. Başını hafifçe omzuna yatırıp muzip parıltıların gezindiği yeşil gözleriyle, karşısında sinirden kıvranmamı seyretti üstelik.

“Seni çaya davet etmişim gibi konuşma benimle!”

“Sen de karşında düşmanın varmış gibi konuşma benimle.” Farklı kalıpta tekrar ettiği sözlerinin ardından suratında bir ciddiyet belirdi. “Seninle aynı işi yapıyoruz burada, elbette konuşacağız. İleride göreve çıktığında da arkanı dönüp kaçacak mısın benden? Ya da ilettiğim her bilgiye böyle hırçın cevaplar mı vereceksin? Biraz sakin olmayı ve iletişim kurmayı öğrenmen lazım.”

Bir cevap vermek istedim ama belli ki Uygar’ın sözleri bitmemişti.

“Ayrıca çaya davet edersen de gelirim.”

Gözlerim sabırsızca kapandı. Başımı başka yöne çevirdiğimde her zerremin belirsiz bir sebepten titrediğini hissediyordum. Kalbimin ağzımdan fırlayıp çıkma arzusu vardı sanırım, öyle tehlike arz ediyordu şu an.

Geri döndüm yavaşça. Niyetim onun yolundan ilerlemekti. “Bana içgüdülerden bahsettin ya az önce… Haklısın, ben o ölüm dürtüsünden epey taşıyorum.”

“Öyle mi?” Dirseğini masaya yasladığı kolunu hareket ettirip kirli sakallardan arındırılmış temiz çenesini kaşıdı hafifçe. Beni tiye alıyordu. Alsın bakalım.

“Öyle.” Hoşuna gitmeyeceğini bilerek kollarımı önümde bağladım hemen. Biz nasıl böylesine inatlaştık bilmiyordum fakat istemsiz gerçekleşiyordu her şey. Ya dediği gibi benim sonsuz içgüdümden kaynaklanıyordu bu… Ya da bilmiyorum, kaderimiz olabilirdi yaşananlar. “Bak hazır ol Uygar, karşıma çıktığın her an yaşayacaksın bunu.”

“Çıkacaksın yani karşıma?” derken dudağının tek tarafı kıvrıldı keyifle. “Kaçmayacaksın?”

Ben de sevimsiz bir tebessüm sergiledim. “Yakala yakalayabilirsen.”

Az sonra rahat bir nefes aldığımda bunun birden nasıl gerçekleştiğini anlayamamıştım, sonradan fark ettim. Alanıma sızan Uygar geri çekilip benden uzaklaşmıştı. Biraz geriye dönüp masada duran ve benim hiç fark etmediğim kapalı bir dosya zarfa uzandı, hemen ardından onu bana uzatmıştı. “Eğer seni bulabilseydim bunu daha erken verecektim.”

Birkaç saniye bekledikten sonra isteksizce sordum. “Ne o?”

“Dosyanda yarım kalan şeyler olduğunu biliyorum, tamamlayamamışsın.” Zarfı benim kâğıt yığınımın üstüne bıraktı yavaşça. “Çünkü sana eksik vermişler, benden de iletmemi istediler.”

Elim istemsizce zarfa değdi, sessizleşmiştim… Demek ki bu tıkanık dosyanın sebebi eksik parçaydı. Ne diyeceğimi bilemeyerek Uygar’a döndüğümde onu masadan kravatını alıp ayaklanırken görmüştüm. Karşımda dimdik dikildi, kravatını yine eline dolarken gözleri üstümde geziniyordu. “Tamam, bu saatten sonra peşindeyim o zaman,” diye mırıldandı. “Kaç kaçabilirsen Yakut Hanım, kolaylıklar diliyorum.” Bu sözlerinin bende bıraktığı tesirin farkında bile değildi.

Aslında o pek çok şeyin farkında değildi.

Kendimi tutamayıp uzun uzun anlattığım şeylerden sonra aklım tek bir yere takılınca ve nefeslerim, ona duyduğum hasretin gururuma çarpmasından dolayı sıkışınca susmak zorunda kaldım. Babaannem de şaşkınlıkla bakıyordu bana, yaşananları böyle hevesle anlatmamı elbette beklememişti.

Hayatta hiçbir pişmanlığı olmayan, yaptıklarından hicap duymayan birisine açık açık konuşamadığım için ancak beni yargılamayacak bir kişiye anlatabilirdim bunları. Zaten babaannem de uzandığı yerde ara kıpırdamış ama onun dışında hep pür dikkat dinlemişti beni.

Tabi onun duydukları birkaç yalanla süslenmişti. Nerede ne yaptığımı açıkça anlatamayacağım için Uygar’la aramdaki inişli çıkışlı yaşanmışlığı farklı bir ortama aktardım… Mesela gerçekte o gün bulunduğumuz akademi kütüphanesi, yalanımda bir sokak arasındaki tarihi kütüphanelerden birisiydi. Biz sanki, işin ucunda hayal ettiğimiz bebeğe kavuşacak sevimli bir çifttik. Eğer öyle olsaydık şimdi böyle yanmazdı canım.

“Ne güzel,” dedi babaannem hayranlıkla. “Seni çok sevmiş olmalı, niye boşandınız ki?”

Usulca omuzlarımı silktim, aslında bu boşanma tam olarak benim fikrim değildi. “Öyle gerekti.”

“Peki, sonra ne oldu? Sana nasıl itiraf etti aşkını?”

Babaannemin fazla merakla sorduğu şeylere karşın bacaklarımı koltuğun üstünde toparladım, başımı da arkaya yasladım. “Böylece oturup özel hayatımdan mı bahsedeceğiz gerçekten?”

Aslında herkesten sakındığım bir şeyi hatırlamak bana da iyi gelmişti. Herkes Uygar’la aramdakilerin saklanılması gereken şeyler olduğuna inandığı için bunları içime gömüyor, gizli tutuyordum. Gerçi hem gizleyip hem de dile dökerken bana ne hissettirdiklerini ben de pek bilemedim…

“Ama iyi gidiyorduk,” diye çocukla sızlandı babaannem, hemen sonra yüzü hüzünle düştü. “Uzun zamandır kimse bana güzel şeylerden bahsetmemişti.”

“Güzel şeyler mi? Babaanne, hikâyenin sonunu zaten biliyorsun.”

“Sonunu anlatma o zaman.”

Keyifsizce güldüm, sonra boğazıma bir yumru oturdu. Güldüğüm esnada gözlerim ıslanmıştı. “Bunlar beni üzüyor, farkında değil misin?”

Henüz bunu itiraf edemedim fakat… Uygar çıkıp gelsin istiyordum. Her şey eskisi gibi olsun istiyordum fakat olmayacaktı. Belçin’in dediği gibi Uygar geri dönse bile benim eski, tertemiz Uygar’ım olmayacaktı.

Dilimi titrekçe dudaklarımın üstünde gezdirdim, sabit tutmaya çalıştığım suratım kasıldı biraz. Dayan Yakut, ağlamayacaksın… Bu buhran seni yıkmayacak.

Yıksın artık.

“Böyle pişman olacaksan niye ayrıldın ondan?”

“Ben ayrıldığım için pişman değilim ki!” Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdıktan sonra gözlerimi örttüm tekrardan, sıcak bir yaş dayanamayıp aşağı aktı. “Ben onu sevdiğim için pişmanım babaanne… İkisi çok farklı.”

Sessizliğin kol gezdiği odada saniyeler sonra teselli verircesine “Güzel kızım,” diye seslendi bana. Yatakta biraz daha kaydı, elini uzattı bana dokundu. Dokunuşuyla hiç bulmadığım bir yuva bulduğumu hissettim.

Allah’ım neler oluyor?

Niye tepetaklak döndü dünyam?

Niye hiç olmadığım kadar farklıyım son zamanlarda?

“Hiç böyle dememiştin bana,” diye fısıldadım. Annemi soğuk bir kadına dönüştürdüğünde, babamı ötelediğinde, evi bir harabeye çevirdiğinde babaannemin güzel kızı değildim. Onda da değişen bir şeyler vardı. “Şimdi acıdığın için mi böyle söylüyorsun?”

“Ben acıyorsam sadece kendime acıyorum.”

“Ondan mı bu ev hala sopsoğuk?” Gözlerimi araladım, ağlamaktan dolayı akan burnumu çekerken biraz merhamet bekler gibi bakmıştım çipil gözleriyle beni seyreden babaanneme. “Yıllar geçti ama senin güçsüzlüğün dışında her şey aynı. Kutan amcam hala kendini kanıtlama derdinde, babam özgürce hareket edemiyor. Herkes içeri tıkılmış. Sen sadece kendine acıdığın için mi beş yıl bana eziyet ettin hiç dönmeyeyim diye?”

“Gittiğin için çok mutlu oldun sanmıştım, kırgındım…” Buruşuk yüzü kasıldı babaannemin. Titrek parmaklarını kaldırıp göz pınarlarına sürerken odanın açık penceresinin önünden bir karga geçti gürültüyle. “Herkes birer birer gidiyordu çünkü.”

Herkes… Bu herkesin altında bahsi geçen kişi amcamdı. Onu bana sorsun istemiyordum. Yine de kaçınılmaz son geldi. Babaannem “Amcan da gitti,” dedi. Başını umutsuzca yastığa bıraktığında ikimiz de sere serpe uzanıyor gibi görünüyorduk. “Sen dönmek istedin ama o hiç istemedi. Bulamadım onu, nerede ne yapıyor hiç öğrenemedim. İnsan bir kez olsun affetmez mi Yakut? Tamam… Belki ben berbat bir anneydim.” İçli içli ağlamaya başladı. “Öyle demişti bana.”

Daha kötü şeyler de söylemişti ama babaanneme en çok bu dokunmuş olmalıydı.

Hemen sonra titrek sesiyle “Ama niye hiç dönmek istemedi?” diye sordu.

“Sen de ona kötü şeyler söyledin babaanne.”

“Pişman oldum, yemin ederim oldum!”

“Artık çok geç olduğunu biliyorsun.”

Başını iki yana salladı. “Olmasın…”

“Yapacak hiçbir şey kalmadı.”

“Bana yardım edemez misin?”

Babaannemin yardım dilenir gibi söyledikleriyle irkildim. “Nasıl?” diye sorarken yerimden doğrulmuştum. “Ne yardımı?”

“Saltuk amcanı bulamaz mısın?”

“Ben-”

“Bunu yapmaya gücün var senin.” Başını hızla aşağı yukarı salladı, gözleri kıpkırmızı kesilmişti. “Nasıl bir iş yaptığını biliyorum, ne kadar başarılı olduğunu biliyorum. Ben bulamadım, sen bul oğlumu… Lütfen Yakut.” Sonra acı bir gerçeği dile getirdi. “Vaktimin azaldığını hissediyorum, yüreğimi yarım bırakıp göçmek istemiyorum bu dünyadan. Oğlumla vedalaşmak istiyorum ben.”

“Sen… Beni bunun için mi kabul ettin eve?”

“Hayır-”

“Sadece kendi pişmanlığını mı dindirmek istedin?”

“Kızım hayır…”

“Ondan dolayı mı bana kızım diyorsun şimdi?”

Büyük bir hayal kırıklığıyla yerimden kalktım. Ona anlattığım şeylerin hüsranını yaşarken kendimi işgale açık gibi hissetmiştim birden. Keşke anlatmasaydım, keşke anlatmasaydım…

Kabanımı aceleyle toparlayıp odadan çıkmaya koyuldum, bu esnada babaannem arkamdan sesleniyordu. “Yakut dur bekle kızım!”

“Konuşmak istemiyorum daha fazla!”

Sadece kendi duygularını örtmek için kullanmıştı hatıralarımı. Bıraktığım gibiydi işte babaannem. Ondan öte hiçbir şey yoktu, bense onun hayatında daha iyi hissetmek için vardım.

Islak yüzümü alelade silip çıktım odadan, bu esnada gözlerim koridorda hızlıca uzaklaşmaya kalkan ama bana yakalanan yengemle Mete’ye değmişti. Telaşa tutuldular birden. “Şaka mı yapıyorsunuz?” dedim ağlamaktan dolayı boğuklaşan sesimle. “Otuz yaşında adamsın Mete, burada gelip annenle kapı mı dinliyorsun gerçekten?”

“Ne var?” diye kısık sesiyle çığırdı yengem. “Önünden geçiyorduk sadece, niye sizi dinleyelim? Ne konuşuyorsunuz o kadar önemli de sizi dinleyeceğiz?”

Gözlerim irice açılıp kaldı, bu esnada ikisi de yüzümü kontrol ediyordu. Biraz ağladığım için dağınıktım, farkındalardı ve şaşırmışlardı. Az önce mahsustan sorduğu soruyu bu sefer daha meraklı bir tonda tekrarladı yengem. “Ne konuşuyordunuz yani?”

“Rahat bırakır mısınız lütfen?” Trençkotumu koluma atıp ilerlemeye koyuldum. Ölü gibi hissediyordum kendimi. Babaannem de her şeyin üstüne iyi gelmişti.

Yanlarından geçmek istediğimde Mete kolumdan tuttu çabucak. “Yakut bak gelir gelmez evin sahibi gibi davranmana müsaade edecek değiliz, haberin olsun.”

“Kapı dinliyorsunuz diye ben sizi tebrik mi edeceğim Mete?”

“Yok, sadece şu huysuz suratını biraz düzelt.” Kolumu biraz daha sıktı, güç gösterisi yapmasına izin verdim. “Sanki yanımızda kalmayı lütuf görüyormuş gibi de davranma. Madem kalacaksın, bu evde misafir gibi davranacaksın. Yok öyle üstten bakışlar atmak… Kim olduğunun farkına var bir an önce.”

“İyi hoş, haklısın.” Kolumu çabucak kendime çektim, rahatlıkla bunu yapmama karşın Mete’de bir rahatsızlık belirdi. Şaşırmıştı kendimi savunabilmeme. “Ben misafir gibi davranırım, sizin rahatınızı bozmam. Eğer sen de eve gelen her kişiyi kapı ardından böyle sinsi sinsi dinliyorsan buyur devam et, aynı tepkiyi yine alırsın ama.”

Dudaklarını içe kıvırdı, sinirden çenesi kasılmıştı.

“Anlaştık mı peki şu an?” diye yorgunca mırıldandım.

Yengem kolumdan hafifçe geriye ittirdi. Mete’yi bir şeyler söylesin diye dürtüp duruyordu ama koridorda yoğun bir sessizlik vardı. “Odana git hadi,” dedi bana. “Git de dinlen biraz, yorgunluktan ne dediğini bilemiyorsun. Hemen kavga çıkarasın geliyor.”

“Gideceğim.”

Yanlarından sinirle ayrıldım, aslında bir yanım aynı katta odası olan annemle babama gitmemi söylüyordu fakat bir karşılaşmayı daha kaldıracak güce sahip değildim. Bu evde herkesle kavga edebilirdim, tartışma doğuracak kadar çok şey vardı aramızda. Ama tartışmaktan o kadar bunalmıştım ki sadece yatmak, uzanmak istiyordum.

Öyle de yaptım.

Bir aşağı kattaki odamın kapısını ittiğim an beni karşılayan bordo duvarlarıma karşın istemsizce ufak bir tebessüm oluştu dudaklarımda. Ergen Yakut’un babaannesine karşı ilk savaşıydı bu. Bu renk, uzunca bir ceza çektirmesine rağmen benim özgürlüğüm ve içine kimsenin dahil olamadığı sınırlarımdı.

“Yapmıştın yapacağını,” dedim sanki kendi sırtımı sıvazlar gibi. Tüm odaların renklerinin aynı olması konusunda direten babaanneme rağmen ufak bir düzenbazlıkla odamı bu hale çevirmiştim. “Her şeyi yapabileceğini sanmıştın çünkü.”

Babaannem kırmızıdan nefret ederdi, ben ise bayılırdım. Çok sebep sayılabilirdi bunun için. Adımdan gelen bir ilham… Ya da babaanneme zıt düşecek yoğun bir sevgi. Hepsi olabilirdi.

Sonra gülüşüm sona erdi. Siyah yatak başlığıma tutunarak yatağıma oturdum, arka duvarda kalan ufak yazıya değdi gözlerim. Bir gece kendimi bu evde çok yalnız hissettiğimde kendi ellerimle yazmıştım oraya.

‘Hayat bir boşluk açarsa orayı daha sonra başka bir şeyle doldurur, o yüzden sakın eksik kalırsın diye korkma.’

Korksan iyi olur Yakut, çoktan eksik kaldın.

Elimi yüzüme atıp bastıran duyguların ezici üstünlüğü altında sıvazladım. Tenim uyuşmuştu, üstüne üstlük elim titriyordu. “Her şey güzel olur sandım diye mi böyle berbat oldu?” diye ince bir sesle mırıldandım. “Niye döndüm ben şimdi bu eve?”

Hayatım berbattı, yıllar önce dayanamayıp ailemden uzaklaşmıştım ve dosdoğru bir kadın olmak için sevdiğim adamdan da… Şimdi de acısını çıkarmak için kendisine kara liste oluşturan bir adamın öldürmek istediği kişiler arasındaydım. Bu yüzden bu eve postalamışlardı beni.

Burası beni dışarıdaki tehlikelerden korurdu da içimde doğup büyüyen o dehşetten kim koruyacaktı?

Sanki gücüm varmış gibi trençkotumu yavaşça üstümden sıyırdım, az sonra yatağa devrilecektim. Uyuyacaktım, hiçbir şey geçmeyecekti.

“Bu sefer uyanmayayım,” dedim olabilirmiş gibi. Ama beni bir sonraki güne uyandıran bir şey vardı. Bir his… Bir ihtiyaç?

Hayır, sadece uyanmak zorundaydım. Bu mecburiyete henüz bir isim koyamasam bile.

Oturarak üstümdeki elbiseyi de güçlükle çıkardım. En sonunda sadece iç çamaşırlarımla kalmıştım. Tüylerim hala diken dikendi. İşte bu huzursuzluk bir türlü geçmiyordu. Nasıl olduğunu anlayamıyordum ama diken kesilen tüylerim beni uykudan da alıkoyuyordu.

Yatağa uzanıp gözlerimi kapattım. Bana gerçekten uyuyup uyumadığımı sorduracak sanrılardan birisine daldım yine.

Uyudum, uyandım. Bazen arkadaki ormana bakan penceremden dışarıyı seyrettim. Çoğunlukla kargalar dolaşırdı bizim gökyüzünde, bahçede ise korumalar devriye atıyordu.

Bir ara kapıma gelip akşam yemeğine çağrıldım ama gitmek için üstün bir güç bulamadım kendimde. Aç kalabileceğimi söylediler, onu da umursayamadım. Geceyi sabah edene dek ne yapacağıma dair çok soru geçti zihnimden.

Bu belanın ne zaman biteceği meçhuldü. Yani belirsiz bir süreliğine bu evin parçası olacaktım. Eskisi gibi… Ve eskisine nazaran şimdi kaçıp kurtulmaya dair gücüm ya da hevesim var mı bilmiyordum.

Büyümüştüm, çitlerin ardına atladığında yeni hayatına kavuşan yirmi iki yaşındaki genç kız değildim artık. Yakında yirmi sekiz yaşıma girecek, içimdeki duyguların gün geçtikçe beni sömürüşünü yaşayacaktım. Yarıda bıraktığım hayallere inandığım için kalbim beni suçlayacaktı. Babaannen iyi birisi değildi ve hep ona kızdın. Peki seni ondan daha iyi bir hayata sahip olacağına inandıran şey neydi?

Gün bir şekilde sabaha vardı. Biraz uzandıktan sonra gözümü hiç kırpmamıştım. Üstümde sadece iç çamaşırlarım olduğu için açık pencereden tenime nüfuz eden sabah ayazı artık tehlikeli boyuta gelmişti, tamam ertesi gün uyanmak istemiyordum ama yine de kendime dikkat etmek zorundaydım. Bu yüzden üstüme bir şeyler geçirip yatağıma oturdum.

Saat sekizi biraz geçerken kapım tıklatıldı, sanırım Berfin gelmişti kahvaltıya çağırmak için. Eğer kurallar hala devam ediyorsa, tam sekiz çeyrekte kahvaltı sofrasına otururduk ailecek. Muhtemelen onun için çağıracaktı.

“Gel.”

Kapı yavaşça aralandı ve Berfin yerine, kapı aralığından kuzenimin kızıl saçları göründü. Mavi gözlerini merakla üstümde gezdiren Umay’a yavaşça tebessüm ettim.

“Gel Umay.”

Benden bir yaş büyüktü ve Mete’yle ikizdi ama ona rağmen iyi birisiydi, bu yüzden küçükken Umay’la daha iyi anlaşırdım. Yüzüne en sakin tavrını takınıp içeri adımladı. “Günaydın, seni kahvaltıya çağırmak için gelmiştim.”

Kendi kolumu sıvazladım yavaşça. “Hemen şimdi mi?”

Komik bir şey söylemişim gibi güldü Umay. “Değiştiğimizi mi düşündün? Tabi ki hala sekiz çeyrek.”

“Peki, geliyorum.”

Yataktan kalkıp Umay’a ilerledim, yan yana geldiğimiz an benden daha uzun boyundan faydalanıp elini omzuma attı ve beni kendisine çekti. Birden gösterdiği sıcaklığı, yengem ve amcamın soğukluğu dolayısıyla yalnızken gösteriyordu. “Çok özledim seni,” dedi fısıltıyla. Ansızın nükseden duygulara kapılmamaya çalıştım, bir kez daha gözyaşı dökesim yoktu.

Sarılmasına karşılık verdim yine de. “Ben de.”

“Babaannem rahatsız etmeyin deyince dün gelemedim yanına.”

“Öyle mi dedi gerçekten?” Buna şaşırmıştım.

Umay başını aşağı yukarı salladı hızlıca, şaşırmama karşın gülmüştü bir de. “Biraz şaşırtıcı ama evet, dedi.”

“Anladım.”

Odamdan ayrıldığımızda merdivenlere yönelmiştik. Umay hala omzumda olan eliyle biraz sarstı beni. “Neler yaptın bakalım? Nasıl geçti hayatın?”

Başımı ona doğru çevirdim, çillerin dağıldığı suratında sakin bir ifade vardı. Umay hep böyleydi, ailenin kalanına nazaran epey dingindi. Onda dedemin karakterini görüyordum biraz, benziyorlardı. Ben niye bu hırçınlığımla babaanneme benzemiştim acaba?

“Buradakinden daha eğlenceli değildi,” diye mırıldandım. Yıllara haksızlık ediyor olsam da söyleyebilecek başka hiçbir şeyim yoktu.

“Hmm o zaman özlemişsindir, severek katılırsın bugün sohbet saatine.”

“Şaka yapıyorsun, o da mı hala devam ediyor?”

Tek omzunu kaldırıp indirdi Umay, bu esnada iç çekmişti. “Maalesef.”

Yemek masasına geldiğimizde, herkes tam takır yerindeydi. Önden giden Umay alışkanlıkla yerine oturduğunda boş bir yer aradım kendime. Bu esnada tüm aile dönüp bana bakmıştı, kendimi biraz fazlalık hissetsem de rahatsızlığımı sezdirmemeye çalıştım, sonra çok üstüme geliyorlardı.

Yengem “Ne yapsak ki? Nereye oturacaksın?” diye mırıldandı sanki umursuyormuş gibi. Oysaki sözlerinin altında ‘sana yer ayırmadık öl hadi’ manası yatıyordu.

Saçlarımı hafifçe geriye ittim. “Fazla sandalyeleri kaldırmışsınız.”

“Tabi, çok yer kaplıyorlar,” dedi amcam da, dik gözleri üstümdeydi.

Sessiz kaldım fakat bu sözüne karşın cevabım, sert ifademde gizliydi. Hafifçe boğazını temizleyip arkasına döndü sonra. “Berfin, mutfaktan sandalye getir!”

Abim oturduğu yerden kalktı. “Ben getiririm,” derken amcamda da bir huzursuzluk belirdi hemen.

“Sana mı dedim Yaman? Berfin getirecek.”

Ancak abim onu dinlememişti, hatta annemin “Yaman,” diye kısık sesle uyarmasına rağmen eliyle bana kendi sandalyesini işaret etti. “Yakut sen otur buraya güzelim.”

Birkaç adımla oraya geçtim, tam olarak babamın yanıydı. Ben oraya oturduğumda babam tebessümlü suratını bana çevirdi. “Afiyet olsun kızım,” dedi gülüşünü hiç bozmadan. Onun bu tavrına karşın boğazım düğümlenmişti. “Sağ ol baba,” dedim. Evin içinde herkesin kendisine belirlediği sınırlar vardı, ne kadar aramız iyi gibi görünse de bazı mesafeleri aşamıyorduk. Babam hepsinin dışındaydı, beni her şekilde kabul ediyordu ve geri dönüşüm, en çok ona haksızlık ettiğimi gösteriyordu bana.

Dudaklarımın iç kısmını ısırıp önüme döndüm.

Az sonra abim elindeki bir sandalyeyi sertçe masanın kenarına bırakıp oturduğunda hiçbir şey konuşmadan kahvaltıya başladık. Çatal bıçak dışında çıt sesi yoktu, ilk başta bu ruhumu sıkacak sandım. İki sene önceye kadar yemek sofralarında konuşmayı çok severdim fakat iki senedir zaten evde her yemeğimi, yalnız ve sessiz yediğimi anımsayınca zor görünmedi bu gözüme.

Yaklaşık yarım saat sonunda bir şeyler atıştırıp midemi normal hale getirdim ve sırtımı sandalyeye verip masayı seyretmeye başladım. Çok geçmemişti ki amcam da ceketinin önünü düzeltip “Hadi,” dedi. Gözleri abimde, Mete’de, Umay’da, dedemde ve babamda gezinmişti. “Kalkabiliriz artık.”

İşe gideceklerdi.

Babam ise “Ben gelmeyeceğim,” dedi ince bir mırıltıyla. “Bugün kızımla evde kalmak istiyorum, hem dinlendi o, artık bana vakit ayırabilir.”

Hevesli gözlerini bana çevirmişti. Usulca tebessüm edip başımı aşağı yukarı salladım onaylama maksadıyla.

Amcamın ise kabul edesi yok gibiydi. “Akşam gelince görürsün Turgut, hiç işten kaçılır mı kızınla vakit geçireceksin diye? Ben size Umay’la ilgileneceğim, işe gelemem diyor muyum?”

“Umay zaten hep senin yanında abi!”

“Yakut da keşke öyle olsaydı.” Sözlerinin arasında bana ters bir bakış attı amcam, beni iğnelemekten geri durmuyordu bir türlü. Oysa o da farkındaydı bu evde en çok benim eziyet gördüğümün. Yıllar Umay’a ya da Mete’ye benim kadar işkence çektirmemişti, zaten yengemle amcam da hep korumuştu onları. Fakat babaannemin gözüne girmek isteyen annem ve asıl benim ilgilendiğim babam, hiçbir zaman gerektiği kadar yanımda bulunmamışlardı. Yorulan bendim ve bir hatada silinen de bendim.

“Ben kızımla kalmak istiyorum!”

“Turgut, hayatım yapma böyle,” diye yan taraftan mırıldandı annem. “Akşam gelince görürsün işte.”

Dedem de hemen merhametiyle müdahil oldu. “Kutan bırak da bir günlüğüne gitmesin, ne olacak sanki batacak değiliz ya?”

“Ben onu bunu anlamam-”

“Amca.” Eğik başımı yavaşça ona kaldırdım. Bir elimi masanın üstüne bırakmıştım, tırnağımın ucunu dizginlediğim sinirimle örtüye sürterken amcam da öne doğru eğilip “Buyurun?” dedi kinayeyle.

“Babam bugün işe gitmeyecek.”

“Senden emir almıyoruz biz!”

“Emir vermiyorum, olacak şeyi söylüyorum.” Bu tavrımdan sonra daha çok kızacaklardı bana. En az kendimi haklı bulduğum kadar zaman bana onların da haklı olduğunu söylüyordu. Yıllar sonra çıkıp gelerek düzenlerine karışıyordum fakat artık hatalarıma tahammülüm kalmamıştı. En azından babamın yüzü gülsün istiyordum. “Baba istersen bahçeye çık beni bekle, yürüyüş yaparız,” dediğimde babam bu teklifi havada kapmış gibi “Tabi kızım,” diye mırıldandı. “Üstüme montumu alacağım, nerede montum?”

Telaşla çevresine bakınmaya başladı, heyecandan kafası karışmış olmalıydı. Onu burada bıraktığım için vicdanım öylesine sızlıyordu ki. Abim “Gel baba montun vestiyerdedir,” derken babamı çabucak dış kapıya yöneltti.

Ona teşekkür edercesine hafifçe gülümsedim. Daha sonra masadan bir oflama sesi geldi, Mete’ydi bu. “Gelir gelmez evin huzuru…” dedi ancak devamını işitemedim.

Gelir gelmez evin huzurunu bozmamdan yakınıyordu.

Sandalyemi geriye itip ayaklandım, bu esnada bakışlarım oturduğu yerden bana bakan anneme değdi. Gözleri kısık, kaşları çatıktı. Öfkesini epey şeffaf yansıtıyordu.

Hiçbir şey söylemeden oradan hızlı adımlarla ayrıldığımda ardımdan amcamın sinirle bir şeyler söylediğini duymuştum ama umursamadım. Çünkü kapıdan çıktığımda üstüne montunu giymiş, hevesle abime bir şeyler anlatan babamı görmemle her şey silinip gitti aklımdan.

Aceleyle yanlarına vardım. “Geldim.”

“Hoş geldin kızım,” dedi babam, sanki bunu söylemek hoşuna gidiyor gibiydi. “Hadi biraz yürüyelim.”

“Yürüyelim baba.” Üstümde evde giydiğim kıyafetlerim dışında bir şey yoktu. Biraz serin hissetsem de aldırmadım, geriye dönüp birkaç saniyeliğine dahi evin boğucu havasını solumak istemiyordum.

“Konuşuruz bir de.”

Gözlerimin içine bakıyordu derin derin. Yapma… Böyle daha çok suçlu hissediyorum.

“Konuşuruz tabi.”

Bakışlarımı, hala yanımızda dikilen abime çevirdim usulca. Ellerini kumaş pantolonunun ceplerine sokmuştu, eski bir hatırayı seyreder gibi bizi izliyordu. Sonra zorlukla tebessüm etti. Başıyla bahçenin geri kalanını işaret etti. “Orman tarafında yürüyüş yapıp oturun, diğer tarafta kazı çalışması olabilir.”

“Tamam oğlum, sağ ol.”

“Hadi keyfinize bakın, ben anneme söylerim yanınıza gelmez.”

Abim son iyiliğiyle yanımızdan uzaklaştığında babam birden bileğimi tuttu. “Koluma gir.”

İstediği şeyi yapıp koluna girdim, geniş bahçemizi yavaş yavaş yürümeye başladık. Geçen beş yılı yok saymak doğru karar mıydı emin olamıyordum bir türlü. Hiç küsmemiş miydi babam gerçekten? Eğer öyleyse, bu uzun zaman sonra kazandığım tek güzel şey olabilirdi.

“Dün babaannen seni rahatsız etmememizi söyledi, ondan gelemedim yanına. Bana darılmadın değil mi kızım?”

“Yok, hiç darılmadım.” Ben beş yıl gelemedim baba, sen o zaman bana darılmış mıydın?

“İyi, güzel güzel.” Başını bana doğru çevirdi, zorla bastırmaya çalıştığı büyük bir gülüşü vardı. “İyi ki geldin, seni çok özlemiştim biliyor musun? Bol bol fotoğraflarımıza baktım, sonra birden kaybettim onları, o zaman biraz zor oldu özlemek…”

Göğsüm titrekçe hareketlendi. “Olsun, artık fotoğraflara gerek yok.”

“Şükürler olsun.”

Bir süre sükunet içinde ilerledik. Bahçe duvarına vardığımızda eski çardağımızı gördüm, oraya yönelecektim ki babam “Gel buraya oturalım,” dedi limon çamlarının önünde bulunan çıkıntıyı işaret ederek. “Ağaçlar buraya oturunca daha güzel kokuyor ama annen her zaman oturtmuyor, üstün toz oluyor diye azarlıyor hep.”

Annemin takıntılı haline karşın kısaca iç çektim, böyleydi işte. “Biz beraber oturalım o zaman, bakalım nasıl kokuyor ağaçlar?”

Pek çok şeyi unuttuğum gibi onları ve kokularını da unutmuştum. Çıkıntıya oturduğumuzda “Güzel mi? Eskisi gibi mi?” diye sordu babam.

Gözlerimi kapatıp ormana karışan limon çamlarının kokusu içime çektim. “Çok güzel, eskisi gibi.”

Çok ağlamışım, odamın camından dışarıyı seyrediyormuşum gibi… Ve ağladıktan sonra üç yıllık bir rüyaya dalacakmışım gibi.

“Bak unutmamışsın işte, unutsan kötü görünürdü gözüne.”

“Unutunca kötü mü oluyor?”

Omzuyla hafifçe vurdu babam. “Tabi kızım, unutunca kötüleşir her şey. Bana da demişlerdi unut diye.” Kaçırdığı bakışlarını bir süre ağaçlarda gezdirdikten sonra yine gözlerime çevirdi. “Unutmadım, seni hala benim küçük kırmızı Yakut’um olarak hatırlıyorum.”

“Gidince çok özledim… Ama hep iyi ki gitmiş dedim.”

“Baba…”

“Sakın ağlama, onlar seni ağlatırlar, benim yanımda sakın ağlama.” Tebessümü halen silinmemişti. Yüreğim parça parça dağılıyordu işte. Dilimi ısırıp sakin tutmaya çalıştım kendimi, neyse ki bir süre sonra titrek duygularım da berrak bir havada dağılan bulutlar gibi uzaklaştı benden. Yine de yüzüm kızarık haldeydi, yanıyordu.

“Özür dilerim, geri dönmeyi çok istedim ama yapamadım bir türlü.” Ellerimi önümde karıştırırken kendimi daha çok açıklamaya çalıştım. Babam bana anlayış gösteriyordu, buna seviniyor ama bir yandan da utanıyordum. Bu yüce gönüllülüğe hakkım var mıydı?

“Hiç sorun değil, hiç değil.” Başını hızlıca iki yana salladı babam, hatta elimi tutup parmaklarımı birbirine dolamama engel oldu. Sıcak teninde ısınan ellerimi kasıp ona tutundum eskiden onun bana tutunduğu gibi. Bakışlarımı utanç içinde yere çevirdim. Bana kızandan değil, beni kabul edenden utanıyordum şimdi.

“Kırmızıyı çok severiz ama gözlerimizde sevmeyiz,” derken parmağını gözümün altına sürtmesiyle, orada bir yerlerde eski öpücüklerin hayali gezindi. Uygar da gözlerimden öperdi. “Siyahı da hiç sevmem ama olsun, benim eşek gözlü kızımın gözleri hep kapkara kalsın, tamam mı?”

Dudaklarımı yavaşça içe yuvarladım, az kalsın ağlayacaktım. “Tamam baba,” dedim incecik bir sesle. Bu hayatta iki kişinin karşısında güçsüz düşmüştüm ben. Şimdi o iki kişiden birisine kavuşmuş olmak içimi söküp alıyordu, can duvarlarım yıkılıyordu. Bir süre nefeslendim. Bu esnada babam başımı kendisine çekip omzuna yatırdı beni. Orada ne kadar vakit geçirdiğimi bilmiyorum ancak babam beni geri kaldırdığında sersemlemiştim.

“Eskiden süs havuzunda ellerimizi yıkadığımızda ne olurdu hatırlıyor musun?”

“Yaşlı Yakut çok kızardı,” dediğimde keyifle güldü babam, sonra başıyla arkayı işaret etti. “Hadi gidip elini yüzünü yıka da bir daha kızsın.”

“Gerçekten mi?”

“Evet, çabuk git elini yüzünü yıka gel, bekliyorum seni!”

Yavaşça ayaklandım, babamın isteği üzerine büyük bahçenin ortasındaki süs havuzuna geldiğimde kendimi biraz yaramaz hissetmiştim. Bunu küçükken yapardım babamla, şimdi o hatırayı canlandırarak öne eğildim ve çalışmayan havuza daldırdım ellerimi. Su temizdi, üstünde birkaç sonbahar yaprağı gezinse de berrak görünüyordu.

Suyla beraber yanan ellerim ferahladı, damla damla yüzüme de sürdüm.

Sonrasında havuzun kenarına tutunup beklemem gerekmişti, babam çabuk gel dese de biraz burada yalnız durup sakinleşmeye ihtiyacım vardı. Ne çok duygusallık ne çok pişmanlık uğramıştı bünyeme. Geçmişe dalıp oradan hiç çıkamamaktan korkuyordum biraz.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, havuza tutunmayı bırakıp geri döndüm. Ancak geri döndüğümde uzağımda kalan oturduğumuz yerde babamı bulamadım.

Limon çamlarının önündeki çıkıntı boştu, elimi alnıma siper edip biraz daha bakındım ve babamı, çardağın arkasında dikilir halde gördüm. Bahçe duvarına yaslanmıştı ve demir çitlerden dışarı bakıyordu. Yanına ilerledikçe, onun orada yalnız olmadığını görmüştüm. Duvarın ardından başka bir adam daha vardı.

Pespaye bir tişört, kolunda yaması bulunan bir mont ve ağarmış kot pantolonuyla hiç tanıdık değildi bu adam. Tekin hissetmediğim için adımlarım hızlandı ve “Baba!” diye seslendim.

Babam geriye döndü, montunun cebindeki elini çıkarıp bana sallamıştı. O böyle yapınca tamamen görünen yabancı adamın suratına değdi gözlerim, tedirgin edici bir tebessüme sahipti.

Başında üstünde herhangi bir yem markasının yazdığı bir şapka vardı. Onu bir kere düzeltip aradaki demirlere tutundu rahatça. Aramızdaki mesafe kapandığında “Ne oluyor?” diye sordum, sesimi elimden geldiğince normal tutmaya çalışıyordum. Bana yabancıydı ama belki babamla tanışıyor olabilirdi. “Bu adam kim baba? Arkadaşın mı?”

“Yok,” dedi babam ufak tebessümüyle. “Beyefendi av için gelmiş de birkaç soru soruyordu bana.”

“Av mı?” Temkinli adımlarla bahçe demire yaklaştım. “Ben yardımcı olayım size.”

Yabancı adam, paranoyaklığımdan mı bilmiyorum “Tabi,” dedi bir kinayeyle. “Yardımcı olun.”

Hızlıca dudaklarımı ıslattım, kesinlikle tuhaf bir şey dönüyordu. Babamı tehlikeye sürüklemek istemediğim için “Babacım sen eve girsene,” dedim sakince. “Dışarısı biraz serinledi hem. Ben de beyefendiye yardım edip dönerim.”

Neyse ki babam zorluk çıkarmamıştı. “Tamam kızım,” dedikten sonra yabancıya bir baş selamı verdi. “Size de kolay gelsin, iyi günler.”

“Sağ olasın, eyvallah.”

Babam adım adım uzaklaştıktan sonra çatık kaşlarımın altındaki kısık gözlerimi yabancıya doğrulttum. Şapkasını düzeltti yine. “Yardım teklifi için çok sağ olun Yakut Hanım,” dediğinde nefeslerim hızlanmıştı.

Adımı biliyordu ve normal bir şekilde öğrendiğini düşünmüyordum.

“Siz de bana yardımcı olun o halde.” Demire yaklaştım, elimi uzatıp yabancının yakasını kavradığımda suratı ilk an bozulsa da kendisini çabuk toparladı. “Kim olduğunu söyle, güzel bir yardımın dokunsun, ne dersin?”

Boğazı demire dayanınca nefesleri hırıltılı bir hal almıştı. “Kim olduğumun bir önemi yok, avdayım dedim ya.”

“Bana bak-”

Sözlerimi tamamlama izin vermeden demirin altından eli uzandı, yakasını hırsla ittirdiğimde sarı iş eldivenlerinin sardığı parmakları arasında beyaz bir kâğıt tuttuğunu görmüştüm. Dikkatli bakınca bunun bir fotoğraf olduğu anlaşıldı, sadece doğru tarafı bana çevrilmemişti o kadar.

“Tek bir şey soracağım Yakut Yalınkılıç.” Söyleyeceklerine dikkat kesildim yabancının. “Senin de iyi bir avcı olduğunu biliyorum, söyle bana. Bu adamı öldürür müsün öldürmez misin?”

Demirin altından uzanan fotoğrafı ucundan çektim, ters çevirdiğimde çok tanıdık bir çehre çıktı karşıma. İçe çökük yanakları, üstünde bir çizik yarası olduğunu ilk kez gördüğüm belirgin elmacıkları, dolgun dudakları, kemikli suratı ve benim bakmayı çok özlediğim yeşil gözleriyle, Uygar’dı fotoğraftaki.

Ve öldürür müsün öldürmez misin, ne demekti?

*

instagram: askilawt

Loading...
0%