5. ESKİ BİR AŞK
Uygar Özkurt
Az sonra karanlığın çökeceği bir akşam vakti, geniş sokakta pek kimse kalmamıştı. Köşeye park edilmiş siyah arabadan inse de gitmek istediği yere varmak konusunda pek kararlı değildi, bu yüzden boş sokağın kenarında yalnız başına dikilmeye devam etti.
Artık sardunyaların sardığı bahçe duvarına baktı uzaktan, orası da pek eskisi gibi değildi; yılların hıncı, her şeyi olduğu yerde bırakmış ama yine de tanınmaz hale getirmişti. Siyah ceketinin ceplerine sıkıştırdığı elleri hafifçe titrerken gözlerini duvarda gezdirmekten vazgeçip birkaç cesur adımla oradaki basamağa ilerledi ve oturdu.
Bu duvara dair çocukluğundan kalma, hatırladığı bir şey vardı; arkadaşlarıyla oyun oynarken ardına saklanıp gözcülük yaptığı kırık bir delik... Bu basamağa artık otuz yaşına basmış bir adam olarak otursa da alışkanlığı hiç değişmemişti, başını hafifçe eğip deliğin ardında kalan bahçeye baktı.
Ailesi, yeşil çimenlerin üstüne bıraktıkları masanın çevresinde oturmuşlardı karşılıklı halde, annesi bir bacağını diğerinin üstüne atarken babasının çay doldurmasını bekliyordu. Uygar ise bir elini hayretle çenesinde gezdirip kadının kırmızıya boyattığı saçlarını izlerken görmediği iki senenin ardından, onu daha yaşlı bulmanın dehşetini hazmetmeye çalıştı bir süre.
"Gidecek miyiz Turanlara?" dediğini duydu onun, sesi uzaktan geliyordu ve Uygar, annesini daha iyi duyabilmek için duvara biraz daha yaklaştı. Az sonra güneş tamamen batacağı için insanların azaldığı sokak en azından biraz yalnızlık sağlamıştı kendilerine.
Babası bardaklara çay doldurma işini bitirdikten sonra yerine geçti, aralarında kısa süre uğultulu bir sessizlik dolandı.
Gediz Özkurt en sonunda derince iç çekti. "Yok, ben gelmeyeceğim."
"Ama her seferinde reddediyorsun," derken ince bir şikâyet doluydu annesinin sesi. "İnsanlara karşı utanmaya başlıyorum Gediz."
"Sen hanımlarla katılmak istiyorsan katıl, benim hasta olduğumu söylersin."
"Hayatım, kimse hasta olduğuna inanmıyor."
Babası ise, annesinin tatlı şikayetine rağmen daha keskin bir tonda konuştu: "İnandıramıyorsan ben ne yapayım?"
Bir tartışmanın adım sesleriydi bunlar. Uygar ellerini birbirine geçirip parmaklarını sertçe sıktı, biraz daha güç uygulasa kemiklerini kırabilecek kadar öfkeliydi. Hayata, kendisine, ailesine, sevmeye ve beklemeye devam eden herkese öfkeliydi.
Sadece bir kişi vardı geride.
Ona öfkeli bile değildi.
İstemsizce dişlerini de sıkarken başını öne eğip öyle dinlemeye devam etti. Annesi "Terbiyesizlik ediyorsun," diye sertçe konuştuğunda, az önceki cümlenin hoşuna gitmediğini anlamıştı. "Yalancı mıyım ben? İnsanları senin keyfine göre kandırmak zorunda mıyım?"
"Menekşe bu bir keyif değil, gerçekten keyifsizim, buna keyif diyemezsin."
"Hala bana kelime oyunları yapıyorsun."
"E gerçeklerden de anlamıyorsun!"
"Çünkü bana gerçek hislerinden bahsetmiyorsun!"
Tam iki yıldır ailesiyle görüşmüyordu. Görüşemiyordu. Onların arasında eskiden de böyle atışmalar olurdu fakat ciddi boyuta taşınmazdı. Annesi Menekşe biraz daha soğuk ve aksiydi, babası ise bunu tamamlayacak bir samimiyete sahipti. Geçen iki yılın, onları tanımadığı bir hale çevirmesiyle Uygar her defasında yaşadığı şaşkınlığı atlatamıyordu bir türlü.
"Tamam, tartışmayacağım," derken ellerini önünde kaldırdı Gediz. "Seninle tartışmak istemiyorum, sadece susuyorum."
"Bu konu açıldıysa devamı da gelecek, söyle!" Menekşe işaret parmağını masaya vurduğunda dolu çay bardakları da ince bir gürültüyle titremişti. Oturduğu sandalyede biraz daha yükselip daha yakından baktı otuz beş yıllık eşine. "Derdin, oraya gittiğinde konunun bir şekilde Uygar'a gelmesi mi?"
"Anma onun adını!"
Uygar gizlenerek beklediği yerde biraz daha kaybolduğunu hissetti. En sonunda uzaktan da olsa onları görebilmeye geldiği bir anda bunu duyacağını düşünmemişti çünkü. Belki kendisi hakkında da bir şeyler konuşurlar diye bir buçuk aydır sık aralıklarla buraya uğramaya çalışıyordu ve ilk kez kelimelerin arasında kendi adı vardı.
Olmasaydı.
Ellerini sıkıp eklemlerini kütletti gergince. Babasının bu kin dolu arzusundan sonra sokaktaki sessizlik tekrarlamıştı çünkü belli ki annesinin de diyebileceği bir şey yoktu bu söze karşı. Uygar başını yan tarafa çevirmek, küçükken arkadaşlarıyla oynarken gözcülük yaptığı duvar deliğinden ailesini biraz daha seyretmek istedi fakat artık yeltenemedi.
Saniyeler geçti, peşine acımasız dakikalar takıldı, en sonunda Menekşe içi titrerken "Ne?" diye sordu.
"Anma dedim, çıldırıyorum sen her söylediğinde!" Gediz sandalyesinin iki yanına tutunup heceledi sözlerini. "Duymak istemiyorum!"
"Oğlumuz Gediz-"
"Menekşe, Allah aşkına sus... Terk ettireceksin bana masayı."
"Et hadi, defol gözümün önünden o zaman!"
Yavaş yavaş yitmişti her şey tıpkı kendisinin yittiği gibi. Ayakta duranın, nefes alanın mecburiyetten yaşatılan bir et parçası olduğunun Uygar da farkındaydı. Gözlerini sertçe ovalayıp bu tartışmaya daha fazla şahit olmak istemediği için oturduğu basamaktan kalktı, sokağın köşesinde bekleyen arabaya hızlıca ilerlerken aslında tek isteği geriye dönüp o bahçeye katılmaktı.
Eskisi gibi ailesinin arasına, onların oğulları olarak... Fakat saniyeler içinde her şeyi unutmuştu işte. "Eskisi gibi hiçbir şey yok," diye fısıldadı hırıltılı nefesleri arasında, bu sefer unutmamak için attığı her adımda tekrar etti. "Özlemek yok, beklemek yok, kimse yok... Sen yoksun."
Yolun sonunda görünen güneş, kızıllığını da geriye çekerek uzaklaşıyordu gökyüzünden. Az sonra kapısını açıp bineceği siyah araba ise sokaktaki karanlığın içinde kaybolacak kadar kuytudaydı. Hayatı artık böyleydi. Gizli ve saklı.
Arabanın kapısını açıp hiç koşmasa da yorulan nefesini düzene sokmaya çalışırken yolcu koltuğuna oturdu. Şoför tarafında olan Reha'ya "Sür hadi," dediğinde hızla çalışan motor sesi kulağını tırmalamıştı.
Gözlerini kısıp dikiz aynasından arkayı kontrol eden Reha "Ne oldu?" diye mırıldandı. Arabayı hareket ettirip yola karışmıştı, gözleri ise hem ön camda geziniyor hem de Uygar'a dönüyordu. Ondaki bitkinliğin farkındaydı, her şeye rağmen omuzlarını dik tutsa da suratındaki sertliğin ardına sığınmış güçsüz adamı çok iyi tanıyordu. "Erken döndün?"
"Fazla durmanın gereği yoktu." Uygar kaşlarını çatıp bakışlarını yan tarafa çevirdi. Babası gittikten sonra bahçede tek başına, düşünceler içinde oturan annesine bakarken bir süre sonra uzaklaştıklarında o da silinmişti bakışlarından.
"Görmediler seni, değil mi?"
"Görmediler."
"İyi."
Reha'nın soğuk yorumuna karşın sırtını geriye yaslayıp ona ters bir karşılık verdi. "Senin bundan başka bildiğin tepki yok mu?"
"Annenlerin seni görmemesi gerekiyordu, görmediler." Reha direksiyonu çevirirken diğer elini el frenine koydu. "Buna iyi denir, başka bir şey değil."
Uygar bunu sessizlikle karşılamıştı; aşını geriye yatırıp alnını sıvazladı bu sefer, önlerinde uzayıp giden yolu seyrediyordu kısık gözleriyle. Aradan geçen dakikalar sonrasında "Sevtap aradı mı?" diye sordu.
"Aradı, gelince anlatacaklarım var dedi artık neyse."
"Tamam."
Yaslandığı yerde yayılırken amacı biraz dinlenmekti; oysaki gözlerini kapatınca, sessizliğe bürününce ve yalnız olduğuna inanınca dinlenmek yorulmaktan sonra geliyordu. Bu yüzden kapalı gözlerine rağmen radyoya uzanıp düğmeye bastı, biraz gürültü olursa fazla düşünmezdi.
Cızırtıyla açılan radyodan enerjik sunucunun sesi duyuldu ilk başta. "Evet sevgili dinleyicilerimiz, şimdi eskilerden unutulmuş fakat biz müzik severlerin gönlünden hiç çıkmayacak bir parçayla devam ediyoruz! Bakın güneş yine batıyor, eminim ki bir yerlerde sevgilisini öpen ya da öpmeyi bekleyen bir deli sevdalı var ve muhakkak ki birilerinin yüreği, kırmızılar içinde kanıyor... İşte, Sibel Tüzün'ün dilinden dökülen Kırmızı sizlerle."
Hemen sonra tanıdık müzik, batan güneşi seyreden yolda ilerleyen arabanın içini doldurdu.
"İstedim seni çok istedim, bekledim ah bekledim... Her gece yalnız seni düşledim, kor gibi sönemedim."
Kahretsin, diye geçirdi içinden Uygar.
Zamanı değildi.
Çok şeyi kendine has kıldığı gibi bu şarkıyı da kendisine ait kılan bir kadın tanımıştı yıllar önce; siyah saçlarına kimsenin dokunmasına izin vermeyen, dolgun dudakları arasından güzel sözlerin nadiren fırladığı o kadının bu şarkıyı dinlemeyi çok sevdiğini iyi hatırlıyordu.
Onunla uzun bir zaman devirmişti bu ritimli sözlerin eşliğinde... En sonunda da beklenmedik bir anda kendisi devrilmişti.
Yüzü, çaresiz bir bakış altında sızlayınca tenini ovalayıp yutkundu, hemen sonra başını yan tarafa çevirdiğinde Reha'yı kendisine bakarken buldu. Sessizdi, o da anlıyor fakat konuşmuyordu. Birkaç saniye sonra kaşlarını havaya kaldırıp "Kapatayım mı?" diye sormuştu bir de.
Uygar sigaradan dolayı hırıltının doldurduğu boğazını düzeltmek için hafifçe öksürdü. "Kalsın."
"Kapatıyorum."
"Kalsın dedim Reha."
"Kapat diye anlamıştım."
"Kulağının zarını sikeyim o zaman."
"Bilmukabele kardeşim." Reha direksiyonda olan elini birkaç defa açıp kapattı, bu esnada hızını biraz daha arttırmıştı. Kısa bir ıslık çaldıktan sonra "Zihninden ötürü," dedi sözlerini açıklama maksadıyla. "Kulağın iyi çalışıyor ama galiba sistemde bir bozukluk var."
Uygar'ın aralık dudaklarından yorgun bir nefes sızdı dışarı, duygularını diri tutmanın başka çaresi yoktu hatıraları göz önünde bekletmekten başka. Bu yüzden bu şarkıyı dinlediğinde, kimsenin sandığı gibi bitmiş gitmiş o aşkı tekrar yaşamıyordu.
Yakut bu şarkıyı çok seviyor diye, Uygar da hala sevmiyordu.
Aslında unutmak istemişti ama aklından da çıkaramıyordu.
"Önüne mi bakıyorsun Reha, yoksa ben baktırayım mı?"
Çatık kaşlarıyla seyrettiği Reha'nın yüzünde de bir değişim oldu, dudaklarını kıvırıp "Burada özel şoförlüğünü yapıyorum," demişti umursamadan. "Ama derdin hala bana çatmak."
Batarken güneşimden, diye devam etti şarkı. Öperken dudağımdan...
Uygar sırtını yasladığı yerde bir daha gözlerini kapattı. Tenini uyuşturan her bir sözün devamı vardı. Kanarken yüreğimden...
Göz alıcı yalanların ardından gelen gerçekler gibi.
Dökülür kırmızı.
Başını iki yana yatırıp acımasız bir sesle kütletti. "Hatırlat da dönünce spor salonunda bi' görüşelim seninle."
"Almam kardeşim, böyle zamanlarda derdinin ne olduğunu çok iyi biliyorum ben."
"Neymiş derdim?"
"Kesinlikle antrenman değil, o belli." Siyah saçlarına parmaklarını daldırıp karıştırırken yan bir bakış attı Uygar'a. "O yüzden sakın bana bulaşma."
"Peki eyvallah," diye mırıldandı daha fazla uzatmak istemediği için, içindeki ateşi dur durak bilmeden yakan bu şarkıya bir son vermek için radyoya uzandı ve tamamen kapattı, arabanın içi tekrardan huzursuz bir sessizliğe bürünmüştü.
Başını biraz daha geriye yasladı Uygar, açıkta kalan boynu gerildiği için yutkunmakta zorlandığını hissetti ama bu zaten, nadiren gerçekleşen bir durum değildi; uzun bir süredir yutkunmakta, bazen nefes almakta, bazen hissetmekte zorluk çektiği oluyordu. Artık eskisi kadar kendisi değildi, bazen gülüyordu ama çoğunlukla gülmüyordu; önceleri kendisini ortama neşe olsun diye çağıran arkadaşlarından geriye az insan kalmıştı çevresinde ve artık kimse ondan kendilerini güldürecek bir şeyler beklemiyordu.
"Her şeye tamam, ben asıl ruhta bırakılan yaradan korkarım," demişti yıllar önce, Yakut'u kendisine biraz daha çekip onun kendisinden kaçan gözlerini seyrederken. Yakut o kadar yakın oldukları için fazlasıyla gergindi o an, buna rağmen Uygar elini onun tişörtünün altına saklanan sıcak teninde gezdirmişti usul usul.
Ve aradan geçmiş onca yılın ardından karıncalanan avuç içlerini kuvvetle sıktı, hemen sonra düşünmemek için kısık gözlerini camın ardındaki karanlık yolda gezdirmeyi denedi.
Korktuğum gibiymiş Yakut, korktuğum kadar varmış bu yara.
-
Ankara'dan İstanbul'a döndüklerinde varacakları ilk yer bir orman kuytusuydu; uzun kavakların sıralandığı patikadan geçen yok, az sonra geniş araziyle sonlanacaktı. Ormanı tamamladıkları zaman Uygar geldikleri yere uzun uzun baktı. Civarda birkaç gecekondu vardı, onun dışında en ortaya koyulmuş koca eski depo alanı kaplayan yegâne şeydi.
Araba gitgide azalan hızla en sonunda durdu, az önce torpidodan çıkardığı siyah maskeyi elinde çevirmeyi bırakıp Reha'ya döndü Uygar. "Sen gelecek misin?"
"Ben direkt eve geçeceğim."
Bir umut belki kendisinin de tekrar eve dönebileceğine inandığı için "Ben?" diye mırıldansa da bundan çabuk pişman olmuştu. Kısaca öksürüp sesini bulmaya çalıştığı an Reha "Sen bir süre buradasın Uygar," dedi onu duyduğundan dolayı. "Yapacak başka bir şey yok."
Uygar kumral saçlarını geriye yatırırken homurtuyla, sessizce sarf ettiği küfrü bu sefer kimsenin duymamasına dikkat etti; bir süredir elinde çevirdiği siyah maskeyi rahatsızca başına tamamen geçirdikten sonra boynuna doğru çekti, artık açıkta olan tek yeri yeşil gözleriydi.
Boynu yine kumaştan dolayı kaşınıp rahatsız bir his uyandırınca alt kısmı bir daha çekiştirmek zorunda kaldı, daha sonra "İyi," dedi boğuk sesiyle. "Gidiyorum o zaman."
"Sevtap da kulübededir bak, kimseyi içeri alma."
"Tamam."
Reha onun bu donuk haline karşın sırtını yorgunca geriye yasladı, aslında bir şeyler söylemek istemişti fakat geçen yıllar ona konuşmanın hiçbir yükü kaldırmadığını fazlasıyla öğrettiği için el mecbur sustu. Sırtına kim attıysa bu ağırlığı, bizzat gelip onun kaldırması lazımdı.
"İyi geceler kardeşim," diye ardından seslenen Reha'ya başıyla bir selam verip arabanın kapısını örttü.
Dışarı çıktığında kulaklarını gece uğultusuna karşın cırcır böcekleri ve sokak lambasının ince cızırtısı doldurmuştu. Havaya karışan sıcak bir nefes bırakıp ellerini siyah ceketinin ceplerine sıkıştırdı ve ileride kalan depoya ilerledi. Koca kapının önündeki yüksek basamakta yine gençler oturuyordu, hepsi Uygar'ı görünce selam verse de aralarından bir tek Gencay ayaklanmıştı. On sekiz yaşındaki genç çocuk lamba ışığında parlayan sarı saçlarını düzeltti ve hızlıca gülümsedi. "Selam abi."
Uygar onun sarı saçlarını avucunun içiyle sevdi. "Selam Gencay, nasılsın bakalım?"
Uygar onun sarı saçlarını avucunun içiyle sevdi. "Selam Gencay, nasılsın bakalım?"
"Seni gördüm daha iyi oldum Sarraf abim."
Duyduğu hitabın Uygar'a hatırlattığı ince bir çizgi vardı hayatında, arabadan indiği an üstünde bulunduğu o çizginin diğer tarafına yine hızlı bir geçiş yapmıştı.
Uygar'dan Sarraf'a.
Kollarını hazır ol duruşunda bekler gibi iki yana bırakan Gencay konuşmaya devam etti. "Dilan da hep seni sayıkladı biliyor musun?"
"Beni mi sayıkladı?"
"Evet evet." Kolunun altına aldığı genç çocukta büyük bir heves vardı. "Getireyim sen de gör hatta."
"Gencay," derken maskenin ardından yorgun bir nefes bıraktı Uygar. "Sana Dilan'ı buraya getirmemeni söylemiştim."
Genç çocuğun henüz bir buçuk yaşında olan küçük kardeşini evden çıkarmak için tek bahanesinin buraya getirmek olduğunu biliyordu ancak çoğunlukla serserilerin dolaştığı bu kuytu yerde onu güvende tutmak zor olacaktı. Kendisi her zaman ilgilenemiyordu. Ev ise, buradan daha keyifli değildi ne Gencay ne de küçük Dilan için.
"Abi..." diye sızlandı hala kolunun altında tuttuğu çocuk.
Başı öne eğildiğinde Uygar onu ensesinden kavrayıp göğsüne yatırdı. "Tamam ağlama şimdi," diye mırıldanırken birkaç defa sırtına vurmuştu.
"Ağlamıyorum ki." Gencay bakışlarını kaldırıp çatık kaşlarının altından ters bir bakış attı. "Niye ağlayayım? Dilan ağlasın."
Maskede sıkışıp kalacak bir nefes bıraktığı Uygar, normalde kabul etmeyecekti ama o küçük bebeğe kendisi de alışmış sayılırdı. "Anladım Gencay," dedikten sonra "Yarın getirirsin Dilan'ı," diye eklemişti bir de.
"Cidden mi abi?"
"Cidden oğlum, cidden."
"Abi çok sağ ol ya!" Uygar'ın kolunu tutup ona minnetle sarıldı, yanağının değdiği yeri rastgele öptükten sonra daha keyifle arkadaşlarının yanına dönmüştü. Uygar ise onun koluna bıraktığı ize hafifçe güldü.
Üstü bir sürü grafiti çizimle kaplanmış koca kapıyı aralayıp içeri girdi, yine karşısına bir karanlık çıkmıştı ama artık karanlığın içindeki dolambaçlı yolu artık ezbere biliyordu. Alçakta ve yüksekte kalan merdivenleri uzunca dolandıktan sonra deponun arka kısmına geldi ve oradaki ağır kapıyı itti.
Deponun arkasına geçince kulaklarını gençlerin gürültüsü değil, sakince hareket eden gölün sesi doldurdu o an. Bu göl, onun iniydi. Ufak gölün ortasındaki göl adası ve adanın üstündeki kulübe, yaklaşık iki senedir vaktini geçirdiği yerdi.
Tek katlı olan kulübesine bakındı biraz, ışıkları kapalı görünüyordu ama Reha'nın önceden haber verdiği gibi karanlığın içinde Sevtap da vardı, içeride bekliyor olmalıydı. Deponun önünden ayrılıp küçük ada parçasına giden tahta yola adım attı. Bastığı yer tekinsiz bir köprü denemesiydi, her adımında tahta gıcırdıyor ve dengesizce sallanıyordu. Alışkanlık kazandığı için orayı da rahatça geçti ve sonunda ada toprağına ayak bastı. Kulübenin yanında ağaç yine sonbahar yapraklarıyla doldurmuştu yeri. Ekim'e girmelerine birkaç gün vardı ve Eylül'ün sıcağın pek eser kalmamıştı.
Uygar yerdeki yaprakları fütursuzca ezdikten sonra kapıya geldi, yan taraftaki camda ufak bir yansıma görünüyordu, belli ki Sevtap telefona bakıyordu; ancak Uygar içeri girince onu telefona bakarken değil, telefonun ışığını kullanarak kitap okurken bulmuştu.
Sevtap yalnızlığının sona erdiğini fark edince "Eyvah yakalandım," diye kinayeyle mırıldandı ve elindeki kitabı usulca kapattı, sonra yaslandığı yerden masadan doğruldu. "Hoş geldin hiç beklemiyordum, niye bu kadar erken geldin?"
Uygar'ın gözleri ise Sevtap'ın elinde tuttuğu kitapta takılı kalmıştı, tahmin ettiği gibiydi... Okumaması gereken bir şeyi okuyordu, üstelik onu sürekli uyarmasına rağmen. Bu aralar herkes onun zıddına giden şeyleri yapıp sabrını sınamakla meşgul olunca Uygar'ın öfkesi de daha çabuk harekete geçmeye başladı. "Bırak onu," dedi keskin sesiyle ancak dudaklarını örten bir maske olduğu için kelimeler boğuk ayrıldı kumaşın altından. "Sana kaç defa dedim kitaplığı karıştırma diye?"
"Kitaplığı karıştırma demedin, özellikle bu kitaba dokunmamamı söyledin." Sevtap kahverengi kapaklı kitabı havaya kaldırdı göstermek için, bunun Uygar'ın yeşil gözlerinde bir nefret ateşi yaktığını fark edince ise yavaşça geri indirdi.
"Senin de inadına dokunasın mı geldi Sevtap?"
"Evet... Ama daha sonunu okuyamadım, biraz daha geç gelseydin aslında bitirirdim de."
"Çok merak ediyorsan kütüphaneden al oku, olmadı satın al." Kulübenin kapısını sertçe örtünce menteşelerden çıkan huzursuz bir ses yayılmıştı içeri. Uygar da aynı huzursuzlukla yüzündeki maskeyi çıkarttı ve onu masaya fırlatırken Sevtap'ın üstüne ilerledi.
"Öyle bir eğlencesi yok," diyen kadının elinden kitabı hışımla aldı, yönü değişmiş ve ufak kitaplığa gitmişti bu sefer. Yarım eldivenlerinin açıkta bıraktığı parmaklarıyla kitabı gevşekçe tuttu, onu kitaplığa koymadan önce dayanamayıp kaşla göz arası ilk sayfayı araladı.
Kumların Kadını başlığının altında ufak bir not vardı. Düzgün harflerle, özenle yazılmış bu notu geçen yıllarda defalarca okumuştu.
Her kitabı okuyarak aslında baştan yazdığımızı biliyor muydun? Ben bunu öğrendiğimde biraz geçti, o yüzden güzel anılar bırakamadım satırlara. Şimdi sen benim için bu kitabı en güzel haliyle bir daha yazar mısın?
-Gelincik.
Kuruyan dudaklarını düzeltmek için dilini hızlıca üstünde gezdirdi, sonrasında sahte bir öksürük sergiledi Uygar. "Sana söylerim sonunda ne olduğunu," derken kitabı rafa bırakmıştı. Gelincik. Saçları sırma gelincik. Gözleri de sürme.
Sevtap'ın görmediğini bildiği için gözlerini kapattı, sanki son zamanlarda anılar biraz daha çoğalmıştı. Kaderin önüne ne sunacağını bilmediği içindi endişesi yoksa hissettiklerinin Yakut'la bir alakası yoktu.
"Hayır-" diye aceleyle kendisine itiraz eden arkadaşına döndü tekrardan.
"Adam kurtulmaya çalışmaktan vazgeçiyor."
Sevtap'ın yüzü öfkeyle kasıldı, masadaki kalemliği alıp elinde sallarken fırlatmak istemiş ama buna yeltenmemişti. Dişlerinin arasından "Şerefsiz!" diye seslendi sadece. "Az kalmıştı sonuna, bekleseydin de bitirseydim!"
Uygar bu durumdan sıkılarak başını iki yana salladı. "Bitti mi bu boş mesai?"
"Bitti!" Kendisini geriye vererek huysuzca koltuğa oturdu Sevtap. Sıkı sıkıya bağladığı koyu sarı saçlarını düzeltirken derin bir nefes bıraktı dışarı. Buraya güzel haberler vermek için gelmemişti, bu yüzden kitabın sonuyla ilgili sinirini bir kenara bıraktı hemen. "Otur da anlatayım hadi."
Masanın arkasında kalan koltuğuna geçti Uygar da, dirseklerini yaslayıp öne eğildiğinde keskin yeşil gözleri Sevtap'ın üstünde gezindi. "Dinliyorum."
"Mürsel yakın zamanda ülkeye döndü."
Bu bilgiye karşın bu sefer sessiz kalmayı tercih etti Uygar, aslında nefesleri boğazında sıkışıp kalmıştı ve acil bir sigara ihtiyacı doğmuştu içinde, parmaklarını gerginliğini gizlemek isteyerek masaya vururken "Hmm?" diye mırıldandı kısık sesiyle.
"Biliyorsun, oğlunu öldürdüler hapiste, haliyle adam da intikam almak istiyor." Kazağının kollarını sündürüp Uygar'a zaman tanıdı Sevtap. Onun meselesi tek bir şeyle sınırlı değildi, Mürsel'le çok önceden kalma bir hesaplaşmaları vardı ve şimdi başka bir şey daha eklenecekti meseleye.
"Kimden?"
"Pek çok kişiden." Az sonra sarf edeceği isim, sadece cama çarpan ağacın tiz gürültüsünün bulunduğu sessiz kulübede yankılı bir telaffuza sebep oldu. "Aralarında Yakut da var," derken ağır ağır söyledi bu adı. Uygar'ın yüzünde değişen ifadeyi seyrediyordu aynı zamanda. Çatılan kaşlar, sıkıca birbirine bastırılan dişler ve az önce masada ritim tutan ellerin duraksayışı. Bunların yaşanacağını biliyordu. Daha sonra Sevtap, kendisinin de yakından tanıdığı Yakut'u başka bir şekilde dillendirdi. "Eski karın."
Demek artık böyle anacağız birbirimizi, diye ansızın içinden geçirdi Uygar. Eski.
Onun ismini başkasından işitmeyeli uzun zaman olunca, kendi düşüncelerinde de çoğu gerçeği sakladığı için aralarındaki bağın hangi aşamada olduğunu unutmuştu biraz. Şimdi anlıyordu, birbirlerine karşı eskidiklerinden dolayı bu nefesi artık yorgun ve titrekti. Sigara daha sık kayıyordu gözü ve bir kitaba bakmaya bile dayanamıyordu çünkü yolun sonu bir şekilde, o eski aşka dayanıyordu.
"Ne yapacakmış," demenin ardından Uygar sertçe yutkundu. "...ona?"
"Öldürecek, intikamı bu."
Tekrarlayan sessizlikten sonra Uygar'ın bu sakinliği Sevtap'ta tedirginlik uyandırmıştı. Oturduğu yerde yavaşça doğruldu. "Uygar..." diye fısıldarken başını eğip yüzünü daha net görmeye çalıştı. "Bir şey söylemeyecek misin?"
"Benimle bir bağlantısı olacak mı bu durumun?" Ellerinde bekleyen yarım eldivenlerini çıkarıp rastgele masaya fırlattı, Sevtap'a bakmaktan çoğunlukla kaçınıyordu bu esnada. "Bir şey yapmam gerekli mi?"
"Henüz belli değil ama biliyorsun işte," dedikten sonra bariz bir şeyden bahseder gibi omuz silkti Sevtap. "İllaki karşılaşacaksınız Uygar, kaçarı yok bunun."
Kaçan da yok, diye fısıldadı içindeki bir ses. Ama bizi bir araya getiren de... Bilmiyorum, yolumuzu denk düşüren iki yıl sonra bir ölüm mü olacak? Yoksa gerçekten kaçar mıyım ondan?
Bilmiyorum.
Artık ne onunla ilgili ne de kendimle ilgili hiçbir şey bilmiyorum.
Sıklıkla öptüğüm gözlerinin bile bana nasıl baktığını unuttum çünkü o son bakışı çoğu şeyi silip atmam için yetti.
"Bunu dert edinmeyeceğim Sevtap," derken ensesini sıvazladı yavaşça, en sonunda gözlerini Sevtap'ın meraklı suratına kaldırabilmişti. "İşim olursa söylersin, durum ne gerektiriyorsa onu yaparız."
"Durum onunla karşılaşmanı gerektiriyorsa peki?"
"Gerekirse karşılaşırız." Ve sonuçlarını o düşünür, ben değil.
"Ne kadar rahatsın? Önceden de böyle miydin sen?"
Ayakkabısının ucuyla masanın yanındaki dolaba rastgele vurdu, tıngırdayan sesi dinlerken çekmecesine bakıyordu Uygar; eğer Sevtap buradan çıkıp giderse o çekmeceyi aralayıp defterlerinin, evraklarının, çeşitli dosyalarının altına sıkıştırdığı fotoğrafı çıkaracaktı yerinden. Demek iki yıl sonra yüz yüze gelebilme ihtimalleri vardı, eğer bunu yaşamaya yürekleri de varsa.
"Benimle konuşacakların bitti mi artık?"
"İş ortağın olarak evet, arkadaşın olarak hayır."
"Şimdi ben ikisini de bitirdim o zaman, hadi git de dinlen biraz."
"Yorgun bile değilim!"
Onun sızlanarak ifade ettiği şeyden sonra alnını sıvazladı ağır ağır. "Ama ben çok yorgunum," derken sözlerine yalan katmıştı aslında. "Biraz yalnız bırakırsan dinleneceğim."
"Yalancının tekisin." Asık suratıyla yerinden kalkan Sevtap ellerini beline koyup onun bu halini hüzünle seyretti. Oturduğu sandalyede yayılmış bir hali vardı, düşük omuzlarını defalarca hareket ettirip gerse de dik tutamamıştı bir türlü. Bugün ailesini görmeye gittiğini de biliyordu, bu yüzden fazla üstelemek istemedi. "Neyse madem ben gideyim de sen biraz kendine anlat yalanlarını," dedikten hemen sonra dilinin ucunu ısırdı, boğazını temizler gibi öksürdü. "İyi geceler."
"İyi geceler."
Bir kapı kapanma sesinin ardından beklediği gibi atik hareket edemedi Uygar, hala yayvanca oturduğu yerde bekliyordu. Gözleri kapalıydı, cama sürten ağaç dallarının sesi kulağındaydı, ortalık sessiz fakat içinde bir yerler olanca gürültüsüyle başını ağrıtıyordu.
Dakikalar sonra yavaşça doğrulup bu gürültüyü kesmek için masasının üzerindeki pikaba uzandı, onu çalıştırınca tek katlı küçük kulübenin içi müzik sesiyle sarmalanmıştı.
Gözümde canlanır koskoca mazi, sevgilim nerede ben neredeyim?
Suçumuz neydi ki ayrıldık böyle, kaybolmuş benliğim bak ne haldeyim?
Kütletip rahatlattığı parmaklarıyla, açmayı beklediği çekmecesini araladı. Defterlerini, evraklarını kenara çektiği an en altta kalan fotoğraf ortaya çıkmıştı. Onu köşesinden tutup çekti.
Biliyordu, bu fotoğrafı çıkardığında onu uzun uzun izlerdi çünkü biteviye süren duyguların esiriydi. Artık iyi mi kötü mü hiçbir şey belli olmasa da duygular hala vardı.
Siyah uzun saçlar omuzlarından dökülüyordu yine, başını omzuna yatırıp gülerken gözleri kısıldığı için kara gözleri bu karede biraz eksik kalmıştı. Dolgun dudaklarındaki doğal kırmızılık ve beyaz teninde ise utancın izleri... Uygar parmak uçlarını fotoğrafın soğuk yüzeyine değdirmekten imtina etti. "Demek yine çıkacaksın karşıma?"
Bir hayal tufanı eser başımda, hangi yana baksam durur karşımda.
Artık tüm umutlar yabancı bana, seni aramaktan bak ne haldeyim?
Işıktan yansıyan bir gölge vardı, fotoğrafı ters çevirdi ve beyaz kısımdaki yazıyı okudu. Kendi yazısıydı bu.
Güzel karım Montjuïc Tepesi'ni seyretti, haberi yok ama ben de onu.
05.10.2019/Barselona
Artık dayanamayıp masanın üzerinde bekleyen kutudan bir sigara çıkardı Uygar, onu çakmakla yakarken fotoğrafı bırakmak zorunda kalmıştı. Derin bir duman soluduktan sonra sigarayı küllüğün kenarına bıraktı, normalde asla içmediği sigaraya bir süre önce başlamıştı. Görse Yakut da çok kızardı. "Eskiden..." Usulca yutkundu Uygar. "Eskiden kızardı."
Masaya bıraktığı fotoğrafı tekrar parmaklarının arasına aldı, diğer elinde de çakmağı tutuyordu. Ona basıp ateşi yaktığı zaman turuncu alev yukarı yükselmişti, tam olarak fotoğrafın altında duruyordu. Sert bir rüzgâr esince kulübenin önündeki ağaç hareketlenip yine cama sürtmüş ve rahatsız edici bir ses çıkarmıştı. Uygar'ın kaşları daha da çatıldı bu sesle, hemen sonra dikkatini yükselen ateşin değdiği yer çekti.
Yakut'un fotoğrafı köşesinden yanmaya başlamıştı.
İlk başta canı acımaz, bu ufak yangına engel olmaz sandı. Ateş küle dönene dek yanardı.
Fakat dayanamadığından olsa gerek, çakmağı hızlıca kapatıp fotoğrafın yanan kısmına elini bastırdı. Avucunda hissettiği sıcaklıkla dudaklarını dişledi hemen.
Sonsuza dek eksilmiş duygular ve öncekini halini alamayacak parçalanmışlığıyla, bu hayatta kendilerine dair imkânsız bir şey vardı artık.
Yakut Yalınkılıç
Limon çamlarının kokusu, ormandan gelen dağ kekiği esintisi, tepemizde dönen gürültülü birkaç karga... Tutuldum kaldım. Kokular ve sesler algılarımı kısa bir süreliğine terk etti. Yalnızca görmekle mesul olan gözlerim ise işlevini yerine getirdiği halde nedense bir şeylerin yanlış gittiğini söyledi bana.
"Ne?" diye mırıldandığımda, benden uzaklaşmaya kalkan yabancının adımları altında çatırdayan dalların sesiyle tutuklu halim düzeldi.
"Sana bir dilek hakkı sunacağım," dedi uzaklaşmaya kalkarken. "Düşünüp taşınmaya fırsatın var ama biliyorum, sanırım ikimiz de ondan nefret ediyoruz." İşaret parmağıyla, halen tuttuğum fotoğrafı gösterdi bana. "Ve sen sadece bir hainin leşi karşılığında istediğin pek çok şeyin sahibi olabilirsin Yakut Yalınkılıç."
Başındaki şapkayı düzeltmeye koyuldu, elimi çabuk tutmazsam benden çok uzaklaşacaktı. Duvarın ardına atlama ihtimalimi düşündüm ama demirler yüksekti. Çıkış kapısına koşsam, kaybedeceğim zaman komik bir sayı olurdu. "Ne diyorsun sen?" derken en azından suratını ezberleyeyim dedim, gözlerim birden odağını kaybedip bulanık hale büründü.
Göğsüm hızla yükselip alçaldı; belki de elime bırakılan sadece bir fotoğraf değildi, beni tıpkı planlanan şekilde dağıtmak için ayarlanmış bir bomba da olabilirdi. Rüzgârdan dolayı yüzüme düşen saçlarımı geriye çekip aceleyle adamın yüzünü seyrettim; kemikli bir çeneye sahipti, tenindeki sakalları biraz beyaz görünse de rengini koruyordu. Boyunun çok uzun olduğunu sanmıyordum, eski kıyafetleri ava uygundu ama seçtikleri bir kostüm de olabilirdi.
"Ne duyduysan o."
"Beni nereden buldun?"
"Zor değildi, saklanmayı pek beceremiyorsun." Dudağının tek tarafı hafiften kıvrıldı. Fenerbahçe'ye ait eski spor hırkasının fermuarını yukarı çektiği an tenini sıkıştırmamak için başını havaya kaldırdı adam.
"Bulaşmak isteyeceğin birisi değilim ben!"
Kendime duyduğum güvenle seslendiğim şeyden sonra kulağıma yankı bırakan, hırıltılı bir kahkaha atmıştı karşımda. "İşte bu yüzden tam olarak seni istedim," dediğinde ikisi de havaya kaldırdığı işaret parmaklarını ritimle salladı. "Daha sonra tekrar görüşelim mi? Hava biraz soğudu da."
"Defol git, kimsenin tetikçisi olmayacağım!" Demirlere tutunduğum an, Uygar'ın fotoğrafı elimin altında buruşup kaldı. Boğazımda yoğun bir titreme vardı, defalarca yutkundum ama geçirmek pek mümkün değildi; niye geçmişim birkaç gün içinde böyle apansız çıkmak istedi karşıma?
"Biraz düşünürsen kahraman yaparım seni."
"Defol git dedim!"
Bir an önce eve geri dönmeliydim, yabancı ise asla yetişemeyeceğim bir mesafe açmıştı aramıza. Sık ormanın başladığı çizgideydi, sonrasında başını öne yatırıp kısa bir selam verdi ve tamamen uzaklaştı.
Göğsümü ovalayıp biraz sakinleşmeyi bekledim, hemen ardından geri dönüp hızla koşturdum. Evin büyük kapısı kapalıydı, onu uzun bir süre çalmama rağmen açılmadığında sabrım taşmak üzereydi. Dayanamayıp "Açar mısınız şu kapıyı?" diye haykırdım, neyse ki birkaç saniye sonra endişeli görünen Umay kapıyı hızla araladı.
"Yakut ne oluyor, bu halin ne?"
"Çekilir misin, acelem var."
Karşımda kalan merdivenleri ikişer ikişer tırmanıp bir üst kata, odama geldim; ister istemez kapıyı sert örtmüştüm çünkü tahammülüm epey hasar almıştı. Oralarda bir yerlerde olan telefonumu titreyen ellerimle açmaya koyuldum. Parmağımın arasına sıkışıp kalan ve bir türlü başka yere bırakamadığım fotoğraf da benle beraber titriyordu.
Belçin'i arayamadan kapım hızla açıldı ve aralıktan yengem göründü. Elini beline dayamış, kızgın suratıyla konuşmaya başlayınca zaten kafamda dönüp duran karmaşayı toparlayamadım.
"Hayırdır bu acele ne Yakut? Kapı çarpmalar falan? Kızım sana uslu dur demediler mi?"
"Yenge lütfen dışarı çık." Çenemle işaret verdim, bağırmamıştım ama sesim herhangi bir karşılığı kaldıracak kadar sabırlı değildi, o da bunu çok iyi biliyordu.
"Bana emir verme-"
"Sana dışarı çık dedim!" Kapıya adımladığımda yengem olacakları anlamış gibi ürktü ve dokunmama kalmadan aceleyle ayrıldı odamdan. Hala derin derin nefes alıp verirken telefona döndüm. Yanlışlıkla elim dokunmuştu sanırım, Belçin'in araması açıktı fakat sessizdi.
Onu kulağıma dayayıp "Alo?" diye mırıldandım.
"Bir sorun mu var Yakut? O gürültü de neyin nesi?"
"Bir sorun var evet, sen beni buraya niye gönderdin Belçin?"
"Ah yine aynı mevzular mı?"
Sabırsızca bir ayağımı parkeye çarptım. "Ne yine aynı mevzusu? Neyden bahsediyorsun sen? Şerefsizin teki evime geldi! Bu mu aynı şey?"
Sanırım o da söylediklerimin tuhaflığını anlamış olmalı ki boğazını temizledi hızla. Telefondaki gürültü de kesilince daha sessiz bir yere geçtiğini anladım, benim dışımda herkes işindeydi demek ki. "Yakut açık konuş lütfen."
"Az önce bahçedeydim." Elimi boğazıma atıp sıkıntıyla ovaladım, yatağımın üstüne bıraktığım fotoğraf dikkatimi çekmek ister gibi duruyordu orada. Uygar'ın böyle bir fotoğrafını daha önce hiç görmemiştim, üstüne üstlük teninde ufak bir yara da vardı yani biz ayrıldıktan sonra olmalıydı bu. "Yabancı birisi yaklaştı, av falan dedi yalan tabi hepsi. Şüphelendim, o da zaten fazla uzatmadı. Bana bir fotoğraf verdi Belçin!"
"Ne fotoğrafı?"
"Uygar'ın fotoğrafı..." Dudaklarımı yaladım bu kuruluğu geçirmek için. "Öldürür müsün diye sordu, öldürürsen istediğini yaparım dedi! Bu ne demek oluyor? Neden aile evime döndüğümün ertesi günü birisi bana eski kocamın fotoğrafını veriyor Belçin?"
"Öncelikle sakin ol."
"Nasıl olabilirim?" diye istemsizce bağırdım. "Senin beni bu tımarhaneye yollamanın sebebi korumak değil miydi? Bu mu korumak?"
"Haksızlık ediyorsun şu an ama."
"Ne haksızlığı? Birisi benden kocamın-" Güçlükle yutkundum. "Eski kocamın katili olmamı istedi benden, elbette sorgulayacağım durumu!"
Belçin'in de sabrı taştı bir süre sonra. "İstediğin kadar sorgula," derken kelimelerin üstüne sertçe bastırmıştı. "Ama şu yargılar tavrını bırakmadığın sürece benden herhangi bir cevap alamazsın."
"Ha hala sakındığın bir cevabın var yani?"
"Yakut!"
"Tamam." Yanağıma ufak bir tokat atıp gözlerimi kapattım. "Tamam... Dinliyorum seni."
"Bence ikimiz de sakinleştikten sonra konuşsak daha iyi olacak."
Umutsuz geliyordu seni. "Ama-" diye sızlanmama kalmadan sözlerimi böldü Belçin. "Sakin kal, bir delilik yapma. Seni arayacağım."
Arama kesildiğinde dudaklarım hayretle açık kalmıştı. Telefonu yavaşça kulağımdan indirdim ve algılamak isteyerek bir süre ekrana baktım. İki sene sonra Uygar ne yapmıştı da birisi onu öldürmemi istiyordu? Düşünmek için çok vakit ayırabilirdim kendime fakat o zamanı doldurmaya ne aklım yeterdi ne de ruhum... Bir süre sonra tükenecektim.
Akşama doğru aşağıdan kalabalığın sesi geldi, amcamlar ve abimler işten dönüş olmalılardı. Aralarında bir şey konuşsalar da sohbetleri çok kısa sürdü, bir süre sonra evi yine yoğun bir sessizlik sardı.
İçim içimi yiyordu, saatlerdir seyrettiğim fotoğrafı kaldırıp evdeki herkese 'Bakın bu adam benim eski kocam!' diye bağırasım gelmişti. "Saçmalama sus," diye kendime defalarca telkin verdikten sonra yalnız kalmanın pek de sağlıklı olmayacağını anladım, bu yüzden odadan çıkmaya koyuldum.
Sadece bir gün bile bu evde kalmak bunalmama sebep olmuştu. Büyük ihtimalle az sonra akşam yemeğine çağıracaklardı, en azından şu stresli anımda uslu davranıp kendi kendime aşağı inmek istediğim için odamın kapısını açtım. O sırada merdivenlerden inmeye koyulan annem de kapı sesini duyunca geri dönmüş ve bana bakmıştı.
Birkaç saniye konuşsun diye bekledim ama hiçbir şey söylemedi. Elim çoktan kapı kulpundan ayrıldı ve ona doğru adımladım. Bu süreçte annemin kaşları çatıldı, dudakları bir şeyler söylemek üzere aralandı ama konuşmadı. Bu yüzden sözleri devralmam gerekmişti. "Yemeğe mi iniyorsun?" diye sordum.
"Evet."
"Babam nerede?"
"O aşağıda."
Kuruyan dudaklarımı hafifçe yaladım, annemin bakışları bana yine yaramaz bir kız olduğumu hatırlattı bana. Hem de evden kaçıp onun ailedeki yerini sarsan bir kız olduğumu... Kendimi yine çaresizce suçlu hissettim, bir türlü bunun önünü alamıyordum. Hatta az sonra aşağı indiğimde sadece annem değil, diğerleri de öyle bakacaktı.
"Beni niye çağırmadın?"
Annem konuşmadan önce boğazını temizledi, elini trabzanda rastgele dolaştırırken "Genelde kafana göre hareket ediyorsun sonuçta," demişti. "O yüzden çağırmadım."
Ardında dut yemiş bülbül gibi kaldım. Başkalarına laf anlatabilirdim, aslan kesilebilirdim ama anneme yapamıyordum, genelde kitlenip kalıyordum. Sessizliğimi bu konuşmanın bitişi saydığından olsa gerek birkaç adımla aşağı indi, bu esnada mırın kırın konuşmaya devam etmişti. "Bir tek doğru sende ya... Her şeyin en iyisini sen bilirsin, Yakut Hanım en mükemmel insan çünkü."
"Anne..."
"Neyse, ben iniyorum, istiyorsan sen de gel."
Kollarımı yalnızlık hissiyle kendime sardım çünkü annemin son kez bile yüzüme bakmadan aşağı inişi biraz kötü hissettirmişti. Boğazıma bir yumru takılınca ve midem tanıdık hisle ağrımaya başlayınca hiçbir şey yiyemeyeceğimi anladım. "Allah'ım ne yapacağım ben?"
Titrek ellerimle saçlarımı geriye ittirdim, boğucu odaya dönüp düşünceler içinde konaklayasım yoktu. Aşağı inip bir masada kendime eziyet çektirmek istemiyordum. Sonra aklıma yukarı, babaannemin yanına çıkmak geldi. Dün ona biraz kızmıştım fakat yabancı bir his, beni yukarı doğru çekiyordu sanki.
İstemsizce oraya adımladım, basamakları tırmandığım her an yemekte buluşmuş ailemin sesinden biraz daha uzaklaşıyordum. En sonunda babaannemin odasının önüne geldiğimde elim direkt yumruk halinde kapıya gitti, kendime son bir düşünme şansı bırakmadan kapıyı tıklattım.
Gururum geri dön diyordu, buraya gelmeni hak etmiyor. Tamam ama ben de hak etmiyordum. Hem başkasına anlattığımda utanacağım şeyler babaannemle aramızda birer masallara dönüşüyor gibiydi, o yüzden onun yanında durmak istedim.
"Gel..."
Kısık bir mırıltı duyduğumda kapıyı araladım, başımı aralıktan uzattım.
Yine perdesi çekilmemiş ama bu sefer kapalı olan pencereden dışarıyı seyreden babaannem, mahzun suratını bana çevirdi. Beni görünce yüzünde hiçbir değişim olmamıştı; üzgün ve kırgın duruyordu, sanırım dün onu bırakıp gittiğim ve dinlemediğim için kırılmıştı bana. "Gelebilir miyim?" diye sordum.
İnce dudaklarını aralayıp "Sen izin istemezsin," diye bir hatırlatmada bulundu, evet normalde izin istemezdim ondan.
"Doğru."
Dün geldiğimde oturduğum tekli koltuğa adımladım yine, burası tuhaf şekilde evin diğer kısımlarından daha iyi hissettirmişti. Babamın yanında da mutluydum ama o bana çoğunlukla kötü birisi olduğumu hatırlatıyordu, babaannemin yanına geldiğimde ise kendimden daha vahim birisini gördüğüm için rahatlıyordum.
İlk birkaç dakika yan taraftaki siyah sümbüllere bakındım biraz, parmaklarımla oynadım, sessiz kaldım. Bir nevi oyalandım. Bu sefer babaannem de hiç konuşmadı, odadaki yoğun kekik kokusunu solurken ikimizde de sadece nefes sesleri vardı. Aradan geçen dakikaların ardından hakimiyeti üstlendim. "Geldim ama umarım rahatsız olmamışsındır?"
Yüzünü huysuzca buruşturdu. "Sen benim ne hissettiğimi umursuyor musun ki?"
"Pek değil," diye fısıldadığımda tarazlı sesiyle gülmüştü babaannem.
"Küçükken bu kadar açık sözlü değildin." Tavanı seyrederken başını iki yana salladı. "O deftere yazdıklarını yüzüme hiç söyleyememiştin."
"O zaman daha çok korkuyordum senden."
Başını yana eğip koyu gözlerini üstüme çevirdi. "Şimdi korkmuyor musun?"
"Az korkuyorum." İtirafımın ardından gözleri kırışacak kadar tebessüm etti yine. Eğik duran bedenimi yavaşça doğrulttum. Bir şey söyleyecek olduğumda babaannem konuştuğu için dudaklarım aralık kalmıştı.
"O mu seni daha az korkak yaptı?"
Tek kaşım, söylediği şeye duyduğum anlamsız hisle havaya kalktı. "Kim?"
"Bahsettin ya dün. Bir adam. Adını hatırlayamadım. Ondan dolayı mı şimdi hiçbir şeyden korkmuyorsun?" Sözlerinin arasında kısaca nefeslendi. "Çünkü sevgi insanı daha cesur kılarmış ya, öyle gibisin."
"Hayır," diye karşı çıktım birden. "Sevgi insanı daha cesur kılmaz, daha korkak ve savunmasız kılar."
"Niyeymiş o?"
"Çünkü sevdiklerini korumak istediğin her an kaybetme korkusu yaşarsın ve bir süre sonra yorulursun bundan, insanda güç diye bir şey kalmaz."
"Hmm?" diye mırıldandı, az önce çiçeklerini okşadığı kolunu kendine çekip yatağa yasladığında geriye kaydığı için bir boşluk açılmıştı. "Sen yoruldun mu?"
Dudağımın tek tarafı yavaşça kıvrıldı, acınası bir tebessüm sergilemiştim ve babaannemin tuzağına bile isteye düştüğümü de biliyordum, bana yine onu anlattıracaktı. "Ben kaybetmekten korkmadım, ben bile isteye kaybettim."
Aşağı eğdiğim gözlerim yine ona kalktı, düşünceler ağlama isteğimi körüklediği için biraz bulanık görüyordum babaannemi. İncecik sesimle "Babaanne..." diye sızlandım. Kimse senin gibi anlamayacak beni.
Eliyle yatağa vurdu. "Buraya gel, yanıma gel."
Hiç itirazsız tekli koltuktan kalktım ve benim için açtığı yere sığındım. Başımı yastığa bile koymamıştım, vicdansız babaannemin göğsüne yasladım başka hiç çarem kalmamış gibi. "Çıkmıyor aklımdan... Niye çıkmıyor babaanne?"
"Belli ki yarım kalmıştır," diye çelimsiz sesiyle mırıldandı. "Daha fazla yaşamanız gerekiyor olabilir."
"Yalan söylüyorsun, kendini kandırıyorsun. Saltuk amcamı bulayım diye beni bu yarım kalma hikayesine inandıracaksın değil mi? Bizim Uygar'la hikayemiz çoktan bitti... Hem karşıma çıkarsa öldürürüm onu."
Beni tam iki senedir, kendime karşı yalancı çıkacağım kadar gururumla sınıyordu, bununla baş etmeme yardımcı olacak hiçbir şey yapmıyordu ki... Döner sanmıştım, dönmedi.
Babaannem saçlarımı okşarken eğildi ve kulağıma fısıldadı çatışmalı düşüncelerim arasında. "Öldürmezsin... Bu bitmesini sağlamaz ki, ölüm neye çare olmuş da size olacak?"
"Ne zaman biter peki bu?" diye yalvarışla sordum babaanneme. "Nasıl unuturum? Biliyorum abartıyorum her şeyi, hatta iki senedir onu aklımdan çıkaramadığımı kimseye söyleyemedim beni yargılarlar diye." Göğsüm sendeledi kesik nefeslerimden dolayı. "Sevsem sevemem, öldürsem öldüremem... Nasıl unutacağım ben o yılları?"
Önüme düşen haylaz tutamları geri çektiğinde üstüme çöken karanlık da görüş açımdan uzaklaştı; ıslak bakışlarımı yukarı kaldırdım, yüzü eskisinden de yaşlı olan babaannem yanağıma sürttü yumuşak ellerini.
Onun gözlerinde de aynı hasretten vardı, bizim için onca inada ve nefrete rağmen her şeyimiz çok tanıdıktı; birbirimizi hiç kabullenemesek bile, müşterek duyguların gölgesinde hüznümüzü yaşarken yeniden bulduk birbirimizi. Bakışlarımda hasretten arta kalan şeyler var, pişmanlık ve acı gibi... Babaannem az önceki soruma cevap veremediği için ben anlamam gerekeni çoktan anlamıştım, unutamayacaktım o yılları.
Başımı sessiz kalan yaşlı babaannemin göğsüne yaslayıp nefeslendim, ilaçla karışık parfüm kokusu burnumdan içeri sızdığında; kendimi bir gün onun yerinde bulacağımdan emindim, belki ilaç kokmazdım belki bu kadar yaşlanmazdım... Ama eminim, onun gibi olacağım; geçmiş yılları özleyen ve ölmeyi bekleyen pişman bir kadın.
Son anlarımı yine aynı şeylere ayıracağım, geçmişin en güzel vakitlerini düşleyerek kararlarımı sorgulayacağım; nerede ne yapıyor diye soracağım, sonra... eğer gitmeseydi biz ne yapardık diye düşüneceğim.
Onunla ilgili hatıraların hiç tükenmeyeceğine dair bir his zamanla öldürecek beni, ufak bir umut yavaş yavaş içimi oyacak... Acaba bir gün sen ve ben, sakladığımız tüm nefrete rağmen, eskisi gibi bulabilecek miyiz birbirimizi?
*
instagram: askilawt
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.56k Okunma |
1.44k Oy |
0 Takip |
33 Bölümlü Kitap |