Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. Eski Bir Aşk

@askilav

 

5. Eski Bir Aşk

 

Uygar Özkurt

Az sonra karanlığın çökeceği bir akşam vakti, geniş sokakta pek kimse kalmamıştı. Köşeye park edilmiş siyah arabadan inse de gitmek istediği yere varmak konusunda pek kararlı değildi, bu yüzden boş sokağın kenarında yalnız başına dikiliyordu.

Artık sardunyaların sardığı bahçe duvarına baktı uzaktan, orası da pek eskisi gibi değildi. Yılların hıncı, onları oldukları yerde bıraksa bile tanınmaz hale getirmişti. Öyle ki siyah ceketinin ceplerine sıkıştırdığı elleri seyrek bir titremeyle bekliyordu. Birkaç cesur adım atıp bahçe duvarının yanındaki ufak basamağa oturdu.

Bu duvara dair çocukluğundan kalma hatırladığı bir şey vardı. Arkadaşlarıyla oyun oynarken ardına saklanıp gözcülük yaptığı kırık bir delik… Oraya bu sefer otuz yaşına basmış bir adam olarak otursa da alışkanlığı değişmemişti, başını hafifçe eğip deliğin ardında kalan bahçeye baktı.

Ailesi yeşil çimenlerin üstüne bıraktıkları masanın çevresinde oturmuşlardı karşılıklı halde. Annesi bir bacağını diğerinin üstüne atarken babasının çay doldurmasını bekliyordu. Uygar ise bir elini hayretle çenesinde gezdirip kadının kırmızıya boyattığı saçlarını izlerken görmediği iki senenin ardından, onu daha yaşlı bulmanın dehşetini hazmetmeye çalıştı.

“Gidecek miyiz Turanlara?” dediğini duydu onun, sesi uzaktan geliyordu ve Uygar annesini daha iyi duyabilmek için duvara biraz daha yaklaşmıştı. Az sonra güneş tamamen batacağı için insanların azaldığı sokak en azından biraz yalnızlık sağlamıştı kendilerine.

Babası bardaklara çay doldurma işini bitirdikten sonra yerine geçti. Aralarında kısa süre uğultulu bir sessizlik dolandı.

Gediz Özkurt en sonunda derince iç çekti. “Yok, ben gelmeyeceğim.”

“Ama her seferinde reddediyorsun,” derken ince bir şikâyet doluydu annesinin sesi. “İnsanlara karşı utanmaya başlıyorum Gediz.”

“Sen hanımlarla katılmak istiyorsan katıl, benim hasta olduğumu söylersin.”

“Hayatım, kimse hasta olduğuna inanmıyor.”

Babası ise, annesinin tatlı şikayetine rağmen daha keskin bir tonda konuştu: “İnandıramıyorsan ben ne yapayım?”

Bir tartışmanın adım sesleriydi bunlar. Uygar ellerini birbirine geçirip parmaklarını sertçe sıktı. Biraz daha güç uygulasa kemiklerini kırabilecek kadar öfkeliydi. Hayata, kendisine, ailesine, sevmeye ve beklemeye devam eden herkese öfkeliydi.

Sadece bir kişi vardı geride.

Ona öfkeli bile değildi.

İstemsizce dişlerini de sıkarken başını öne eğip öyle dinlemeye devam etti. Annesi “Terbiyesizlik ediyorsun,” diye sertçe konuştuğunda, az önceki cümlenin hoşuna gitmediğini anlamıştı. “Yalancı mıyım ben? İnsanları senin keyfine göre kandırmak zorunda mıyım?”

“Menekşe bu bir keyif değil. Gerçekten keyifsizim, buna keyif diyemezsin.”

“Hala bana kelime oyunları yapıyorsun.”

“E gerçeklerden de anlamıyorsun!”

“Çünkü bana gerçek hislerinden bahsetmiyorsun!”

Tam iki yıldır ailesiyle görüşmüyordu. Görüşemiyordu. Onların arasında eskiden de böyle atışmalar olurdu fakat ciddi boyuta taşınmazdı. Annesi Menekşe biraz daha soğuk ve aksiydi, babası ise bunu tamamlayacak bir samimiyete sahipti. Geçen iki yılın, onları tanımadığı bir hale çevirmesiyle Uygar her defasında yaşadığı şaşkınlığı atlatamıyordu bir türlü.

“Tamam, tartışmayacağım,” derken ellerini önünde kaldırdı Gediz. “Seninle tartışmak istemiyorum, sadece susuyorum.”

“Bu konu açıldıysa devamı da gelecek, söyle!” Menekşe işaret parmağını masaya vurduğunda dolu çay bardakları da ince bir gürültüyle titremişti. Oturduğu sandalyede biraz daha yükselip daha yakından baktı otuz beş yıllık eşine. “Derdin, oraya gittiğinde konunun bir şekilde Uygar’a gelmesi mi?”

“Anma onun adını!”

Uygar gizlenerek beklediği yerde biraz daha kaybolduğunu hissetti. En sonunda uzaktan da olsa onları görebilmeye geldiği bir anda bunu duyacağını düşünmemişti çünkü. Belki kendisi hakkında da bir şeyler konuşurlar diye bir buçuk aydır sık aralıklarla buraya uğramaya çalışıyordu ve ilk kez kelimelerin arasında kendi adı da vardı.

Olmasaydı.

Ellerini sıkıp eklemlerini kütletti gergince. Babasının bu kin dolu arzusundan sonra sokaktaki sessizlik tekrarlamıştı çünkü belli ki annesinin de diyebileceği bir şey yoktu bu söze karşı. Uygar başını yan tarafa çevirmek, küçükken arkadaşlarıyla oynarken gözcülük yaptığı duvar deliğinden ailesini biraz daha seyretmek istemişti fakat artık yeltenemedi.

Saniyeler geçti, peşine acımasız dakikalar takıldı. En sonunda Menekşe içi titrerken “Ne?” diye sordu.

“Anma dedim, çıldırıyorum sen her söylediğinde!” Gediz sandalyesinin iki yanına tutunup heceledi sözlerini. “Duymak istemiyorum!”

“Oğlumuz Gediz-”

“Menekşe, Allah aşkına sus… Terk ettireceksin bana masayı.”

“Et hadi, defol gözümün önünden o zaman!”

Yavaş yavaş yitmişti her şey tıpkı kendisinin yittiği gibi. Ayakta duranın, nefes alanın mecburiyetten yaşatılan bir et parçası olduğunun Uygar da farkındaydı. Gözlerini sertçe ovalayıp bu tartışmaya daha fazla şahit olmak istemediği için oturduğu basamaktan kalktı, sokağın köşesinde bekleyen arabaya hızlıca ilerlerken aslında tek isteği geriye dönüp o bahçeye katılmaktı.

Eskisi gibi ailesinin arasına, onların oğulları olarak… Fakat saniyeler içinde tekrar unutmuştu. “Eskisi gibi hiçbir şey yok,” diye fısıldadı hırıltılı nefesleri arasında. Attığı her adımda tekrar etti. “Özlemek yok, beklemek yok, kimse yok… Sen yoksun.”

Yolun sonunda görünen güneş, kızıllığını da geriye çekerek uzaklaşıyordu gökyüzünden. Az sonra kapısını açıp bineceği siyah araba ise sokaktaki karanlığın içinde kaybolacak kadar kuytudaydı. Hayatı artık böyleydi. Gizli ve saklı.

Arabanın kapısını açıp hiç koşmasa da yorulan nefesini düzene sokmaya çalışırken yolcu koltuğuna oturdu. Şoför tarafında olan Reha’ya “Sür hadi,” dediğinde hızla çalışan motor sesi kulağını tırmalamıştı.

Gözlerini kısıp dikiz aynasından arkayı kontrol eden Reha “Ne oldu?” diye mırıldandı. Arabayı hareket ettirip yola karışmıştı, gözleri ise hem ön camda geziniyor hem de Uygar’a dönüyordu. Ondaki bitkinliğin farkındaydı, her şeye rağmen omuzlarını dik tutsa da suratındaki sertliğin ardına sığınmış güçsüz adamı çok iyi tanıyordu. “Erken döndün?”

“Fazla durmanın gereği yoktu.” Uygar kaşlarını çatıp bakışlarını yan tarafa çevirdi. Babası gittikten sonra bahçede tek başına, düşünceler içinde oturan annesine bakarken bir süre sonra uzaklaştıklarında o da silinmişti bakışlarından.

“Görmediler seni, değil mi?”

“Görmediler.”

“İyi.”

Reha’nın soğuk yorumuna karşın sırtını geriye yaslayıp ona ters bir karşılık verdi. “Senin bundan başka bildiğin tepki yok mu?”

“Annenlerin seni görmemesi gerekiyordu, görmediler.” Reha direksiyonu çevirirken diğer elini el frenine koydu. “Buna iyi denir, başka bir şey değil.”

Uygar bunu sessizlikle karşılamıştı. Başını geriye yatırıp alnını sıvazladı bu sefer, önlerinde uzayıp giden yolu seyrediyordu kısık gözleriyle. Aradan geçen dakikalar sonrasında “Sevtap aradı mı?” diye sordu.

“Aradı, gelince anlatacaklarım var dedi artık neyse.”

“Tamam.”

Yaslandığı yerde yayılırken amacı biraz dinlenmekti. Oysaki gözlerini kapatınca, sessizliğe bürününce ve yalnız olduğuna inanınca dinlenmek yorulmaktan sonra geliyordu. Bu yüzden kapalı gözlerine rağmen radyoya uzanıp düğmeye bastı, biraz gürültü olursa fazla düşünmezdi.

Cızırtıyla açılan radyodan enerjik sunucunun sesi duyuldu ilk başta. “Evet sevgili dinleyicilerimiz, şimdi eskilerden unutulmuş fakat biz müzik severlerin gönlünden hiç çıkmayacak bir parçayla devam ediyoruz! Bakın güneş yine batıyor, eminim ki bir yerlerde sevgilisini öpen ya da öpmeyi bekleyen bir deli sevdalı var ve muhakkak ki birilerinin yüreği, kırmızılar içinde kanıyor… İşte, Sibel Tüzün’ün dilinden dökülen Kırmızı sizlerle.”

Hemen sonra tanıdık müzik, batan güneşi seyreden yolda ilerleyen arabanın içini doldurdu.

“İstedim seni çok istedim, bekledim ah bekledim… Her gece yalnız seni düşledim, kor gibi sönemedim.”

Kahretsin, diye geçirdi içinden Uygar. Zamanı değildi.

Çok şeyi kendine has kıldığı gibi bu şarkıyı da kendisine ait kılan bir kadın tanımıştı yıllar önce. Siyah saçlarına kimsenin dokunmasına izin vermeyen, dolgun dudakları arasından güzel sözlerin nadiren fırladığı o kadının bu şarkıyı dinlemeyi çok sevdiğini iyi hatırlıyordu.

Onunla yılları devirmişti bu ritimli sözlerin eşliğinde… En sonunda da beklenmedik bir anda kendisi devrilmişti.

Yüzü, çaresiz bir bakış altında sızlayınca tenini ovalayıp yutkundu. Hemen sonra başını yan tarafa çevirdiğinde Reha’yı kendisine bakarken bulmuştu. Sessizdi. O da anlıyor fakat konuşmuyordu. Birkaç saniye sonra kaşlarını havaya kaldırıp “Kapatayım mı?” diye sormuştu bir de.

Uygar sigaradan dolayı hırıltının doldurduğu boğazını düzeltmek için hafifçe öksürdü. “Kalsın.”

Denedim sır olmayı denedim. Bilme sen bile, kimse bilmesin. Dinmedi acım, susmadı yüreğim. Denedim… Benim sevdam, benim sevdam… Kırmızı.

“Kapatıyorum.”

“Kalsın dedim Reha.”

“Kapat diye anlamıştım.”

“Kulağının zarını sikeyim o zaman.”

“Bilmukabele kardeşim.” Reha direksiyonda olan elini birkaç defa açıp kapattı, bu esnada hızını biraz daha arttırmıştı. Kısa bir ıslık çaldıktan sonra “Zihninden ötürü,” dedi sözlerini açıklama maksadıyla. “Kulağın iyi çalışıyor ama galiba sistemde bir bozukluk var.”

Uygar’ın aralık dudaklarından yorgun bir nefes sızdı dışarı. Duygularını diri tutmanın başka çaresi yoktu hatıraları göz önünde bekletmekten başka. Bu yüzden bu şarkıyı dinlediğinde, kimsenin sandığı gibi bitmiş gitmiş o aşkı tekrar yaşamıyordu.

Yakut bu şarkıyı çok seviyor diye, Uygar da hala sevmiyordu.

Aslında unutmak istemişti ama aklından da çıkaramıyordu.

“Önüne mi bakıyorsun Reha? Yoksa baktırayım mı?”

Çatık kaşlarıyla seyrettiği Reha’nın yüzünde de bir değişim oldu. Dudaklarını kıvırıp “Burada özel şoförlüğünü yapıyorum,” demişti umursamadan. “Ama derdin hala bana çatmak.”

Batarken güneşimden, diye devam etti şarkı. Öperken dudağımdan…

Uygar sırtını yasladığı yerde bir daha gözlerini kapattı. Tenini uyuşturan her bir sözün devamı vardı. Kanarken yüreğimden…

Göz alıcı yalanların ardından gelen gerçekler gibi.

Dökülür kırmızı.

Başını iki yana yatırıp acımasız bir sesle kütletti. “Hatırlat da dönünce spor salonunda bi’ görüşelim seninle.”

“Almam kardeşim, böyle zamanlarda derdinin ne olduğunu çok iyi biliyorum ben.”

“Neymiş derdim?”

“Kesinlikle antrenman değil, o belli.” Siyah saçlarına parmaklarını daldırıp karıştırırken yan bir bakış attı Uygar’a. “O yüzden sakın bana bulaşma.”

“Peki eyvallah,” diye mırıldandı daha fazla uzatmak istemediği için. İçindeki ateşi dur durak bilmeden yakan bu şarkıya bir son vermek için radyoya uzandı ve tamamen kapattı. Arabanın içi tekrardan huzursuz bir sessizliğe bürünmüştü.

Başını biraz daha geriye yasladı Uygar, açıkta kalan boynu gerildiği için yutkunmakta zorlandığını hissetti fakat bu nadiren gerçekleşen bir şey değildi. Bu yüzden ne hayatta ne de kendisinde yaşanan hiçbir durumu tuhaf karşılamıyordu artık çünkü her şey yaşanabilirdi.

“Her şeye tamam da… Ben asıl ruhta bırakılan yaradan korkarım,” diye mırıldanmıştı yıllar önce, Yakut’u kucağına biraz daha çekip onun kendisinden kaçan gözlerini seyrederken. Yakut bu kadar yakın oldukları için fazlasıyla kadar gergindi. Uygar ise bu buna rağmen elini, onun tişörtünün altına saklanan sıcak teninde gezdirmişti usul usul.

Ve aradan geçmiş onca yılın ardından karıncalanan avuç içlerini kuvvetle sıktı, hemen sonra düşünmemek için kısık gözlerini camın ardındaki karanlık yolda gezdirmeyi denedi ama buna engel olamamıştı.

Korktuğum gibiymiş Yakut, korktuğum kadar varmış bu yara.

-

Ankara’dan İstanbul’a döndüklerinde varacakları ilk yer bir orman kuytusuydu. Uzun kavakların sıralandığı patikadan geçtikten sonra yol, geniş araziyle sonlanacaktı.

Ormanı tamamladıkları zaman Uygar geldikleri yere uzun uzun baktı. Civarda birkaç gecekondu vardı, onun dışında en ortaya koyulmuş koca eski depo alanı kaplayan yegâne şeydi.

Arabada gitgide azalan hızla en sonunda durdu. Az önce torpidodan çıkardığı siyah maskeyi elinde çevirmeyi bırakıp Reha’ya döndü Uygar. “Sen gelecek misin?”

“Ben direkt eve geçeceğim.”

Bir umut belki kendisinin de tekrar eve dönebileceğine inandığı için “Ben?” diye mırıldansa da bundan çabuk pişman olmuştu. Kısaca öksürüp sesini bulmaya çalıştığı an içinde Reha “Sen bir süre buradasın Uygar,” dedi onu duyduğu için. “Yapacak bir şey yok.”

Uygar kumral saçlarını geriye yatırırken homurtuyla, sessizce ettiği küfrü bu sefer kimsenin duymamasına dikkat etmişti. Siyah maskesi başına geçirip tamamen aşağı indirdi, artık açıkta olan tek yeri yeşil gözleriydi.

Boynu yine kumaştan dolayı kaşınıp rahatsız bir his uyandırınca alt kısmı çekiştirdi. Daha sonra “İyi,” dedi boğuk sesiyle. “Gidiyorum o zaman.”

“Sevtap da kulübededir bak, kimseyi içeri alma.”

“Tamam.”

Reha, onun bu donuk haline karşın sırtını yorgunca geriye yasladı. Aslında bir şeyler söylemek istemişti fakat geçen yıllar ona konuşmanın hiçbir yükü kaldırmadığını öğretmişti. Sırtına kim attıysa bu ağırlığı, gelip bizzat o kaldıracaktı.

“İyi geceler kardeşim,” diye ardından seslenen Reha’ya başıyla bir selam verip arabanın kapısını örttü.

Dışarı çıktığında kulaklarını gece uğultusuna karşın cırcır böcekleri ve sokak lambasının ince cızırtısı doldurmuştu. Havaya karışan sıcak bir nefes bırakıp ellerini siyah bomber ceketinin ceplerine sıkıştırdı ve ileride kalan depoya ilerledi.

Koca kapının önündeki çıkıntıda yine gençler oturuyordu, hepsi Uygar’ı görünce selam verse de aralarından bir tek Gencay ayaklanmıştı. On sekiz yaşındaki genç çocuk lamba ışığında parlayan sarı saçlarını düzeltti ve hızlıca gülümsedi. Tebessüm edince tavşan dudakları daha değişik bir görünüm alıyordu ama Uygar onun bu haline alışkındı.

“Selam abi,” dedi titrek elini uzatıp koluna vururken. Hem korkuyor hem de vurarak selam vermekten geri durmuyordu.

Uygar onun sarı saçlarını avucunun içiyle sevdi. “Selam Gencay, nasılsın bakalım?”

“Seni gördüm daha iyi oldum Sarraf abim.”

Duyduğu hitabın Uygar’a hatırlattığı ince bir çizgi vardı hayatında. Arabadan indiği an üstünde bulunduğu o çizginin diğer tarafına yine hızlı bir geçiş yapmıştı.

Uygar’dan Sarraf’a.

Kollarını hazır ol duruşunda bekler gibi iki yana bırakan Gencay konuşmaya devam etti. “Dilan da hep seni sayıkladı biliyor musun?”

“Beni mi sayıkladı?”

“Evet evet.” Kolunun altına aldığı genç çocukta büyük bir heves vardı. “Getireyim sen de gör hatta.”

“Gencay,” derken maskenin ardından yorgun bir nefes bıraktı Uygar. “Sana Dilan’ı buraya getirmemeni söylemiştim.”

Genç çocuğun henüz bir buçuk yaşında olan küçük kardeşini evden çıkarmak için tek bahanesinin buraya getirmek olduğunu biliyordu ancak çoğunlukla serserilerin dolaştığı bu kuytu yerde onu güvende tutmak zor olacaktı. Kendisi her zaman ilgilenemiyordu. Ev ise, buradan daha keyifli değildi ne Gencay ne de küçük Dilan için.

“Abi…” diye sızlandı hala kolunun altında tuttuğu çocuk.

Başı öne eğildiğinde Uygar onu ensesinden kavrayıp göğsüne yatırdı. “Tamam ağlama şimdi,” diye mırıldanırken birkaç defa sırtına vurmuştu.

“Ağlamıyorum ki.” Gencay bakışlarını kaldırıp çatık kaşlarının altından ters bir bakış attı. “Niye ağlayayım? Dilan ağlasın.”

Maskede sıkışıp kalacak bir nefes bıraktığı Uygar, normalde kabul etmeyecekti ama o küçük bebeğe kendisi de alışmış sayılırdı. “Anladım Gencay,” dedikten sonra “Yarın getirirsin Dilan’ı,” diye eklemişti bir de.

“Cidden mi abi?”

“Cidden oğlum, cidden.”

“Abi çok sağ ol ya!” Uygar’ın kolunu tutup ona minnetle sarıldı, yanağının değdiği yeri rastgele öptükten sonra daha keyifle arkadaşlarının yanına dönmüştü. Uygar ise onun koluna bıraktığı ize hafifçe güldü.

Üstü bir sürü çizimle kapanmış koca kapıyı aralayıp içeri girdi. Tanıdık karanlık çıkmıştı yine karşısına ama artık karanlığın içindeki dolambaçlı yolu ezbere biliyordu. Alçakta ve yüksekte kalan merdivenleri uzunca dolandıktan sonra deponun arka kısmına geldi, burada güçlükle itti. Orası giriş kısmından da ağırdı.

Deponun arkasına geçince kulaklarını gençlerin gürültüsü değil, sakince hareket eden gölün sesi doldurmuştu şimdi. Burası onun iniydi. Ufak gölün ortasındaki göl adası ve adanın üstündeki kulübe, yaklaşık iki senedir vaktini geçirdiği yerdi.

Tek katlı olan kulübesine bakındı biraz, ışıkları kapalı görünüyordu ama Reha’nın dediği gibi karanlığın içinde Sevtap da vardı, orada bekliyor olmalıydı. Deponun önünden ayrılıp küçük ada parçasına giden tahta yola adım attı.

Tekinsiz bir köprü denemesiydi, adımını bastığı her an gıcırdıyor ve dengesizce sallanıyordu. Alışkanlık kazandığı için orayı da rahatça geçti ve en sonunda ada toprağına ayak bastı. Kulübenin yanında ağaç yine sonbahar yapraklarıyla doldurmuştu yeri. Ekim’e girmelerine birkaç gün vardı ve Eylül’ün sıcaklığından eser kalmamıştı pek.

Yerdeki yaprakları fütursuzca ezdikten sonra kapıya geldi, yan taraftaki camda ufak bir yansıma vardı. Belli ki Sevtap telefona bakıyordu.

Ancak Uygar içeri girince onu telefona bakarken değil, telefon ışığını kullanarak kitap okurken bulmuştu.

Yalnızlığını sona erdiren arkadaşını fark edince “Eyvah yakalandım,” diye kinayeyle mırıldanan Sevtap elindeki kitabı aceleyle kapattı. Sonra yaslandığı masadan doğruldu. “Hoş geldin, hiç beklemiyordum. Niye bu kadar erken geldin?”

Uygar’ın gözleri ise Sevtap’ın elinde tuttuğu kitapta takılı kalmıştı. Tahmin ettiği gibi… Okumaması gereken bir şeyi okuyordu onu sürekli uyarmasına rağmen. Bu aralar herkes onun zıddına giden şeyleri yapıp sabrını sınamakla meşgul olunca Uygar’ın öfkesi de daha çabuk harekete geçmeye başlamıştı. “Bırak onu,” dedi keskin, hırıltılı sesiyle. Ancak dudaklarını örten bir maske olduğu için sesi boğuk ayrıldı kumaşın altından. “Sana kaç defa dedim kitaplığımı karıştırma diye.”

“Kitaplığımı karıştırma demedin, özellikle bu kitaba dokunmamı söyledin.” Sevap bu esnada kahverengi kapaklı kitabı da havaya kaldırmıştı göstermek için. Bunun Uygar’ın yeşil gözlerinde bir nefret ateşi yaktığını fark edince ise yavaşça geri indirdi.

“Senin de dokunasın mı geldi Sevtap?”

“Evet… Ama daha sonunu okuyamadım, biraz daha geç gelseydin aslında bitirirdim de.”

“Çok merak ediyorsan kütüphaneden al oku, olmadı satın al.” Kulübenin kapısını sertçe örtünce menteşelerden çıkan huzursuz bir ses yayılmıştı içeri. Uygar da aynı huzursuzlukla yüzündeki maskeyi çıkarttı. Onu masaya fırlatırken Sevtap’ın üstüne ilerliyordu.

“Öyle bir eğlencesi yok,” diyen kadının elinden kitabı hışımla aldı, yönü değişmiş ve ufak kitaplığa gitmişti bu sefer. Yarım eldivenlerinin açıkta bıraktığı parmaklarıyla kitabı gevşekçe tuttu, onu kitaplığa koymadan önce dayanamayıp kaşla göz arası ilk sayfayı araladı.

Kumların Kadını başlığının altında ufak bir not vardı. Düzgün harflerle, özenle yazılmış bu notu geçen yıllarda defalarca okumuştu.

Her kitabı okuyarak aslında baştan yazdığımızı biliyor muydun? Ben bunu öğrendiğimde biraz geçti, o yüzden güzel anılar bırakamadım satırlara. Şimdi sen benim için bu kitabı en güzel haliyle bir daha yazar mısın?

-Gelincik.

Kuruyan dudaklarını düzeltmek için dilini hızlıca üstünde gezdirdi, sonrasında sahte bir öksürük sergiledi Uygar. “Sana söylerim sonunda ne olduğunu,” derken kitabı rafa bırakmıştı. Gelincik. Saçları sırma gelincik. Gözleri de sürme.

Sevtap’ın görmediğini bildiği için gözlerini kapattı, sanki son zamanlarda anılar biraz daha çoğalmıştı. Kaderin önüne ne sunacağını bilmediği içindi endişesi yoksa hissettiklerinin Yakut’la bir alakası yoktu.

“Hayır-” diye aceleyle kendisine itiraz eden arkadaşına döndü tekrardan.

“Adam kurtulmaya çalışmaktan vazgeçiyor.”

Sevtap’ın yüzü öfkeyle kasıldı, masadaki kalemliği alıp elinde sallarken fırlatmak istemiş ama buna yeltenmemişti. Dişlerinin arasından “Şerefsiz!” diye seslendi sadece. “Az kalmıştı sonuna, bekleseydin de bitirseydim!”

Uygar bu durumdan sıkılarak başını iki yana salladı. “Bitti mi bu boş mesai?”

“Bitti!” Kendisini geriye vererek huysuzca koltuğa oturdu Sevtap. Sıkı sıkıya bağladığı koyu sarı saçlarını düzeltirken derin bir nefes bıraktı dışarı. Buraya güzel haberler vermek için gelmemişti, bu yüzden kitabın sonuyla ilgili sinirini bir kenara bıraktı hemen. “Otur da anlatayım hadi.”

Masanın arkasında kalan koltuğuna geçti Uygar da. Dirseklerini yaslayıp öne eğildiğinde keskin yeşil gözleri Sevtap’ın üstünde geziniyordu. “Dinliyorum.”

“Mürsel yakın zamanda ülkeye döndü.”

Bu bilgiye karşın bu sefer sessiz kalmayı tercih etti Uygar, aslında nefesleri boğazında sıkışıp kalmıştı ve acil bir sigara ihtiyacı doğmuştu içinde. Parmaklarını gerginliğini gizlemek isteyerek masaya vururken “Hmm?” diye mırıldandı kısık sesiyle.

“Biliyorsun, oğlunu öldürdüler hapiste. Haliyle adam da intikam almak istiyor.” Kazağının kollarını sündürüp Uygar’a zaman tanıdı Sevtap. Onun meselesi tek bir şeyle sınırlı değildi, Mürsel’le çok önceden kalma bir hesaplaşmaları vardı ve şimdi başka bir şey daha eklenecekti meseleye.

“Kimden?”

“Pek çok kişiden.” Az sonra sarf edeceği isim, sadece cama çarpan ağacın tiz gürültüsünün bulunduğu sessiz kulübede yankılı bir telaffuza sebep oldu. “Aralarında Yakut da var,” derken ağız ağır söyledi bu adı. Uygar’ın yüzünde değişen ifadeyi seyrediyordu aynı zamanda. Çatılan kaşlar, sıkıca birbirine bastırılan dişler ve az önce masada ritim tutan ellerin duraksayışı. Bunların yaşanacağını biliyordu. Daha sonra Sevtap, kendisinin de yakından tanıdığı Yakut’u başka bir şekilde dillendirdi. “Eski karın.”

Demek artık böyle anacağız birbirimizi, diye ansızın içinden geçirdi Uygar. Eski.

Onun ismini başkasından işitmeyeli uzun zaman olunca, kendi düşüncelerinde de çoğu gerçeği sakladığı için aralarındaki bağın hangi aşamada olduğunu unutmuştu biraz. Şimdi anlıyordu, birbirlerine karşı eskidiklerinden dolayı bu nefesi artık yorgun ve titrekti. Sigara daha sık kayıyordu gözü ve bir kitaba bakmaya bile dayanamıyordu çünkü yolun sonu bir şekilde, o eski aşka dayanıyordu.

“Ne yapacakmış,” demenin ardından Uygar sertçe yutkundu. “…ona?”

“Öldürecek, intikamı bu.”

Tekrarlayan sessizlikten sonra Uygar’ın bu sakinliği Sevtap’ta tedirginlik uyandırmıştı. Oturduğu yerde yavaşça doğruldu. “Uygar…” diye fısıldarken başını eğip yüzünü daha net görmeye çalıştı. “Bir şey söylemeyecek misin?”

“Benimle bir bağlantısı olacak mı bu durumun?” Ellerinde bekleyen yarım eldivenlerini çıkarıp rastgele masaya fırlattı, Sevtap’a bakmaktan çoğunlukla kaçınıyordu bu esnada. “Bir şey yapmam gerekli mi?”

“Henüz belli değil ama biliyorsun işte,” dedikten sonra bariz bir şeyden bahseder gibi omuz silkti Sevtap. “İllaki karşılaşacaksınız Uygar, kaçarı yok bunun.”

Kaçan da yok, diye fısıldadı içindeki bir ses. Ama bizi bir araya getiren de… Bilmiyorum, yolumuzu denk düşüren iki yıl sonra bir ölüm mü olacak? Yoksa gerçekten kaçar mıyım ondan?

Bilmiyorum.

Artık ne onunla ilgili ne de kendimle ilgili hiçbir şey bilmiyorum.

Sıklıkla öptüğüm gözlerinin bile bana nasıl baktığını unuttum çünkü o son bakışı çoğu şeyi silip atmam için yetti.

“Bunu dert edinmeyeceğim Sevtap,” derken ensesini sıvazladı yavaşça. En sonunda gözlerini Sevtap’ın meraklı suratına kaldırabilmişti. “İşim olursa söylersin, durum ne gerektiriyorsa onu yaparız.”

“Durum onunla karşılaşmanı gerektiriyorsa peki?”

“Gerekirse karşılaşırız.” Ve sonuçlarını o düşünür, ben değil.

“Ne kadar rahatsın? Önceden de böyle miydin sen?”

Ayakkabısının ucuyla masanın yanındaki dolaba rastgele vurdu, tıngırdayan sesi dinlerken çekmecesine bakıyordu Uygar. Eğer Sevtap buradan çıkıp giderse o çekmeceyi aralayıp defterlerinin, evraklarının, çeşitli dosyalarının altına sıkıştırdığı fotoğrafı çıkaracaktı yerinden. Demek iki yıl sonra yüz yüze gelebilme ihtimalleri vardı, eğer bunu yaşamaya yürekleri de varsa.

“Sevtap benimle konuşacakların bitti mi artık?”

“İş ortağın olarak evet, arkadaşın olarak hayır.”

“Şimdi ben ikisini de bitirdim o zaman, hadi git de dinlen biraz.”

“Yorgun bile değilim!”

Onun sızlanarak ifade ettiği şeyden sonra alnını sıvazladı ağır ağır. “Ama ben çok yorgunum,” derken sözlerine yalan katmıştı aslında. “Biraz yalnız bırakırsan dinleneceğim.”

“Yalancının tekisin.” Asık suratıyla yerinden kalkan Sevtap ellerini beline koyup onun bu halini hüzünle seyretti. Oturduğu sandalyede yayılmış bir hali vardı, düşük omuzlarını defalarca hareket ettirip gerse de dik tutamamıştı bir türlü. Bugün ailesini görmeye gittiğini de biliyordu, bu yüzden fazla üstelemek istemedi. “Neyse madem ben gideyim de sen biraz kendine anlat yalanlarını,” dedikten hemen sonra dilinin ucunu ısırdı, boğazını temizler gibi öksürdü. “İyi geceler.”

“İyi geceler.”

Bir kapı kapanma sesinin ardından beklediği gibi atik hareket edemedi Uygar, hala yayvanca oturduğu yerde bekliyordu. Gözleri kapalıydı, cama sürten ağaç dallarının sesi kulağındaydı, ortalık sessiz fakat içinde bir yerler olanca gürültüsüyle başını ağrıtıyordu.

Dakikalar sonra yavaşça doğrulup bu gürültüyü kesmek için masasının üzerindeki pikaba uzandı, onu çalıştırınca tek katlı küçük kulübenin içi müzik sesiyle sarmalanmıştı.

Gözümde canlanır koskoca mazi, sevgilim nerede ben neredeyim?

Suçumuz neydi ki ayrıldık böyle, kaybolmuş benliğim bak ne haldeyim?

Kütletip rahatlattığı parmaklarıyla, açmayı beklediği çekmecesini araladı. Defterlerini, evraklarını kenara çektiği an en altta kalan fotoğraf ortaya çıkmıştı. Onu köşesinden tutup çekti.

Biliyordu, bu fotoğrafı çıkardığında onu uzun uzun izlerdi çünkü biteviye süren duyguların esiriydi. Artık iyi mi kötü mü hiçbir şey belli olmasa da duygular hala vardı.

Siyah uzun saçlar omuzlarından dökülüyordu yine, başını omzuna yatırıp gülerken gözleri kısıldığı için kara gözleri bu karede biraz eksik kalmıştı. Dolgun dudaklarındaki doğal kırmızılık ve beyaz teninde ise utancın izleri… Uygar parmak uçlarını fotoğrafın soğuk yüzeyine değdirmekten imtina etti. “Demek yine çıkacaksın karşıma?”

Bir hayal tufanı eser başımda, hangi yana baksam durur karşımda.

Artık tüm umutlar yabancı bana, seni aramaktan bak ne haldeyim?

Işıktan yansıyan bir gölge vardı, fotoğrafı ters çevirdi ve beyaz kısımdaki yazıyı okudu. Kendi yazısıydı bu.

Güzel karım Montjuïc Tepesi’ni seyretti, haberi yok ama ben de onu.

05.10.2019/Barselona

Artık dayanamayıp masanın üzerinde bekleyen kutudan bir sigara çıkardı Uygar, onu çakmakla yakarken fotoğrafı bırakmak zorunda kalmıştı. Derin bir duman soluduktan sonra sigarayı küllüğün kenarına bıraktı, normalde asla içmediği sigaraya bir süre önce başlamıştı. Görse Yakut da çok kızardı. “Eskiden…” Usulca yutkundu Uygar. “Eskiden kızardı.”

Masaya bıraktığı fotoğrafı tekrar parmaklarının arasına aldı, diğer elinde de çakmağı tutuyordu. Ona basıp ateşi yaktığı zaman turuncu alev yukarı yükselmişti, tam olarak fotoğrafın altında duruyordu. Sert bir rüzgâr esince kulübenin önündeki ağaç hareketlenip yine cama sürtmüş ve rahatsız edici bir ses çıkarmıştı. Uygar’ın kaşları daha da çatıldı bu sesle, hemen sonra dikkatini yükselen ateşin değdiği yer çekti.

Yakut’un fotoğrafı köşesinden yanmaya başlamıştı.

İlk başta canı acımaz, bu ufak yangına engel olmaz sandı. Ateş küle dönene dek yanardı.

Fakat dayanamadığından olsa gerek, çakmağı hızlıca kapatıp fotoğrafın yanan kısmına elini bastırdı. Avucunda hissettiği sıcaklıkla dudaklarını dişledi hemen.

Sonsuza dek eksilmiş duygular ve öncekini halini alamayacak parçalanmışlığıyla, bu hayatta kendilerine dair imkânsız bir şey vardı artık.

*

 

instagram: askilawt

Loading...
0%