Yeni Üyelik
7.
Bölüm

6. Galip ve Mağlup

@askilav

6. Galip ve Mağlup

 

Limon çamlarının kokusu, ormandan gelen dağ kekiği esintisi, tepemizde dönen gürültülü birkaç karga… Tutuldum kaldım.

Kokular ve sesler algılarımı kısa bir süreliğine terk etti. Yalnızca görmekle mesul olan gözlerim ise işlevini yerine getirdiği halde nedense bir şeylerin yanlış gittiğini söylüyordu bana.

“Ne?” diye mırıldandığımda, benden uzaklaşmaya kalkan yabancının adımları altında çatırdayan dalların sesiyle tutuklu halim düzeldi.

“Sana bir dilek hakkı sunacağım,” dedi uzaklaşmaya kalkarken. “Düşünüp taşınmaya fırsatın var ama biliyorum, sanırım ikimiz de ondan nefret ediyoruz.” İşaret parmağıyla, halen tuttuğum fotoğrafı gösterdi bana. “Ve sen sadece bir hainin leşi karşılığında istediğin pek çok şeyin sahibi olabilirsin Yakut Yalınkılıç.”

Başındaki şapkayı düzeltmeye koyuldu, elimi çabuk tutmazsam çok uzaklaşacaktı benden. Duvarın ardına atlama ihtimalimi düşündüm ama demirler yüksekti. Çıkış kapısına koşsam, kaybedeceğim zaman komik bir sayı olurdu. “Ne diyorsun sen?” derken en azından suratını ezberleyeyim dedim, gözlerim birden odağını kaybedip bulanık hale büründü.

Göğsüm hızla yükselip alçalıyordu. Belki de elime bırakılan yalnızca bir fotoğraf değildi, beni tıpkı planlanan şekilde dağıtmak için ayarlanmış bir bomba da olabilirdi. Rüzgârdan dolayı yüzüme düşen saçlarımı geriye çekip adamın yüzünü seyrettim aceleyle. Kemikli bir çeneye sahipti, tenindeki sakalları biraz beyaz görünse de rengini koruyordu. Boyunun çok uzun olduğunu sanmıyordum. Eski kıyafetleri ava uygundu ama belki bir kostüm de olabilirdi seçtikleri.

“Ne duyduysan o.”

“Beni nereden buldun?”

“Zor değildi, saklanmayı pek beceremiyorsun.” Dudağının tek tarafı kıvrıldı hafiften. Fenerbahçe’ye ait eski spor hırkasının fermuarını yukarı çektiği an tenini sıkıştırmamak için başını havaya kaldırdı adam.

“Bulaşmak isteyeceğin birisi değilim ben!”

Kendime duyduğum güvenle seslendiğim şeyden sonra kulağıma yankı bırakan, hırıltılı bir kahkaha atmıştı karşımda. “İşte bu yüzden tam olarak seni istedim,” dediğinde ikisi de havaya kaldırdığı işaret parmaklarını ritimle salladı. “Daha sonra tekrar görüşelim mi? Hava biraz soğudu da.”

“Defol git, kimsenin tetikçisi olmayacağım!” Demirlere tutunduğum an, Uygar’ın fotoğrafı elimin altında buruşup kaldı. Boğazımda yoğun bir titreme vardı, defalarca yutkundum ama geçirmek mümkün değildi pek. Niye geçmişim birkaç gün içinde böyle apansız çıkmak istedi karşıma?

“Biraz düşünürsen kahraman yaparım seni.”

“Defol git dedim!”

Bir an önce eve geri dönmeliydim, yabancı ise asla yetişemeyeceğim bir mesafe açmıştı aramıza. Sık ormanın başladığı çizgideydi, sonrasında başını öne yatırıp kısa bir selam verdi ve tamamen uzaklaştı.

Göğsümü ovalayıp biraz sakinleşmeyi bekledim, hemen ardından geri dönüp hızla koşturdum. Evin büyük kapısı kapalıydı, onu uzun bir süre çalmama rağmen açılmadığında sabrım taşmak üzereydi. Dayanamayıp “Açar mısınız şu kapıyı?” diye haykırdım, neyse ki birkaç saniye sonra endişeli görünen Umay kapıyı hızla araladı.

“Yakut ne oluyor, bu halin ne?”

“Çekilir misin, acelem var.”

Karşımda kalan merdivenleri ikişer ikişer tırmanıp bir üst kata, odama geldim. İster istemez kapıyı sert örtmüştüm çünkü tahammülüm epey hasar almıştı. Oralarda bir yerlerde olan telefonumu titreyen ellerimle açmaya koyuldum. Parmağımın arasına sıkışıp kalan ve bir türlü başka yere bırakamadığım fotoğraf da benle beraber titriyordu.

Belçin’i arayamadan kapım hızla açıldı ve aralıktan yengem göründü. Elini beline dayamış, kızgın suratıyla konuşmaya başlayınca zaten kafamda dönüp duran karmaşayı toparlayamadım.

“Hayırdır bu acele ne Yakut? Kapı çarpmalar falan? Kızım sana uslu dur demediler mi?”

“Yenge lütfen dışarı çık.” Çenemle işaret verdim, bağırmamıştım ama sesim herhangi bir karşılığı kaldıracak kadar sabırlı değildi, o da bunu çok iyi biliyordu.

“Bana emir verme-”

“Sana dışarı çık dedim!” Kapıya adımladığımda yengem olacakları anlamış gibi ürktü ve dokunmama kalmadan aceleyle ayrıldı odamdan. Hala derin derin nefes alıp verirken telefona döndüm. Yanlışlıkla elim dokunmuştu sanırım, Belçin’in araması açıktı fakat sessizdi.

Onu kulağıma dayayıp “Alo?” diye mırıldandım.

“Bir sorun mu var Yakut? O gürültü de neyin nesi?”

“Bir sorun var evet. Sen beni buraya niye gönderdin Belçin?”

“Ah yine aynı mevzular mı?”

Sabırsızca bir ayağımı parkeye çarptım. “Ne yine aynı mevzusu? Neyden bahsediyorsun sen? Şerefsizin teki evime geldi! Bu mu aynı şey?”

Sanırım o da söylediklerimin tuhaflığını anlamış olmalı ki boğazını temizledi hızla. Telefondaki gürültü de kesilince daha sessiz bir yere geçtiğini anladım, benim dışımda herkes işindeydi demek ki. “Yakut açık konuş lütfen.”

“Az önce bahçedeydim.” Elimi boğazıma atıp sıkıntıyla ovaladım. Yatağımın üstüne bıraktığım fotoğraf dikkatimi çekmek ister gibi duruyordu orada. Uygar’ın böyle bir fotoğrafını daha önce hiç görmemiştim, üstüne üstlük teninde ufak bir yara da vardı yani biz ayrıldıktan sonra olmalıydı bu. “Yabancı birisi yaklaştı, av falan dedi yalan tabi hepsi. Şüphelendim, o da zaten fazla uzatmadı. Bana bir fotoğraf verdi Belçin!”

“Ne fotoğrafı?”

“Uygar’ın fotoğrafı…” Dudaklarımı yaladım bu kuruluğu geçirmek için. “Öldürür müsün diye sordu, öldürürsen istediğini yaparım dedi! Bu ne demek oluyor? Neden aile evime döndüğümün ertesi günü birisi bana eski kocamın fotoğrafını veriyor Belçin?”

“Öncelikle sakin ol.”

“Nasıl olabilirim?” diye istemsizce bağırdım. “Senin beni bu tımarhaneye yollamanın sebebi korumak değil miydi? Bu mu korumak?”

“Haksızlık ediyorsun şu an ama.”

“Ne haksızlığı? Birisi benden kocamın-” Güçlükle yutkundum. “Eski kocamın katili olmamı istedi benden, elbette sorgulayacağım durumu!”

Belçin’in de sabrı taştı bir süre sonra. “İstediğin kadar sorgula,” derken kelimelerin üstüne bastırmıştı sertçe. “Ama şu yargılar tavrını bırakmadığın sürece benden herhangi bir cevap alamazsın.”

“Ha hala sakındığın bir cevabın var yani?”

“Yakut!”

“Tamam.” Yanağıma ufak bir tokat atıp gözlerimi kapattım. “Tamam… Dinliyorum seni.”

“Bence ikimiz de sakinleştikten sonra konuşsak daha iyi olacak.”

Umutsuz geliyordu seni. “Ama-” diye sızlanmama kalmadan sözlerimi böldü Belçin. “Sakin kal, bir delilik yapma. Seni arayacağım.”

Arama kesildiğinde dudaklarım hayretle açık kalmıştı. Telefonu yavaşça kulağımdan indirdim ve algılamak isteyerek bir süre ekrana baktım.

İki sene sonra Uygar ne yapmıştı da birisi onu öldürmemi istiyordu?

Düşünmek için çok vakit ayırabilirdim kendime fakat o zamanı doldurmaya ne aklım yeterdi ne de ruhum… Bir süre sonra tükenecektim.

Akşama doğru aşağıdan kalabalığın sesi geldi. Amcamlar ve abimler işten dönüş olmalılardı. Aralarında bir şey konuşsalar da sohbetleri çok kısa sürdü, bir süre sonra evi yine yoğun bir sessizlik sardı.

İçim içimi yiyordu, saatlerdir seyrettiğim fotoğrafı kaldırıp evdeki herkese ‘Bakın bu adam benim eski kocam!’ diye bağırasım gelmişti. “Saçmalama sus,” diye kendime defalarca telkin verdikten sonra yalnız kalmanın pek de sağlıklı olmayacağını anladım, bu yüzden odadan çıkmaya koyuldum.

Sadece bir gün bile bu evde kalmak bunalmama sebep olmuştu. Büyük ihtimalle az sonra akşam yemeğine çağıracaklardı, en azından şu stresli anımda uslu davranıp kendi kendime aşağı inmek istediğim için odamın kapısını açtım. O sırada merdivenlerden inmeye koyulan annem de kapı sesini duyunca geri dönmüş ve bana bakmıştı.

Birkaç saniye konuşsun diye bekledim ama hiçbir şey söylemedi. Elim çoktan kapı kulpundan ayrılmış ve ona doğru adımlamıştım. Bu süreçte annemin kaşları çatıldı, dudakları bir şeyler söylemek üzere aralandı ama konuşmadı. Sözleri devralmam gerekmişti bu yüzden. “Yemeğe mi iniyorsun?” diye sordum.

“Evet.”

“Babam nerede?”

“O aşağıda.”

Kuruyan dudaklarımı yaladım hafifçe, annemin bakışları bana yine yaramaz bir kız olduğumu hatırlattı bana. Hem de evden kaçıp onun ailedeki yerini sarsan bir kız olduğumu… Kendimi yine çaresizce suçlu hissettim, bir türlü bunun önünü alamıyordum. Hatta az sonra aşağı indiğimde sadece annem değil, diğerleri de öyle bakacaktı bana.

“Beni niye çağırmadın?”

Annem boğazını temizledi konuşmadan önce, elini trabzanda rastgele dolaştırırken “Genelde kafana göre hareket ediyorsun sonuçta,” demişti. “O yüzden çağırmadım.”

Ardında dut yemiş bülbül gibi kaldım. Başkalarına laf anlatabilirdim, aslan kesilebilirdim… Anneme yapamıyordum, kitlenip kalıyordum genelde. Sessizliğimi bu konuşmanın bitişi saydığından olsa gerek birkaç adımla aşağı indi. Bu esnada mırın kırın konuşmaya devam etmişti. “Bir tek doğru sende ya… Her şeyin en iyisini sen bilirsin, Yakut Hanım en mükemmel insan çünkü.”

“Anne…”

“Neyse, ben iniyorum, istiyorsan sen de gel.”

Kollarımı yalnızlık hissiyle kendime sardım çünkü annemin son kez bile yüzüme bakmadan aşağı inişi biraz kötü hissettirmişti. Boğazıma bir yumru takılınca ve midem tanıdık hisle ağrımaya başlayınca hiçbir şey yiyemeyeceğimi anladım. “Allah’ım ne yapacağım ben?”

Titrek ellerimle saçlarımı geriye ittirdim, boğucu odaya dönüp düşünceler içinde konaklayasım yoktu. Aşağı inip bir masada kendime eziyet çektirmek istemiyordum. Sonra aklıma yukarı, babaannemin yanına çıkmak geldi. Dün ona biraz kızmıştım fakat bir his beni yukarı doğru çekiyordu sanki.

İstemsizce oraya adımladım, basamakları tırmandığım her an yemekte buluşmuş ailemin sesinden biraz daha uzaklaşıyordum. En sonunda babaannemin odasının önüne geldiğimde elim direkt yumruk halde kapıya gitti. Kendime son bir düşünme şansı bırakmadan kapıyı tıklattım.

Gururum geri dön diyordu, buraya gelmeni hak etmiyor. Tamam ama ben de hak etmiyordum. Hem başkasına anlattığımda utanacağım şeyler babaannemle aramızda birer masallara dönüşüyor gibiydi, o yüzden onun yanında durmak istedim.

“Gel…”

Kısık bir mırıltı duyduğumda kapıyı araladım, başımı aralıktan uzattım.

Yine perdesi çekilmemiş ama bu sefer kapalı olan pencereden dışarıyı seyreden babaannem, mahzun suratını bana çevirdi. Beni görünce yüzünde hiçbir değişim olmamıştı. Üzgün ve kırgın duruyordu, sanırım dün onu bırakıp gittiğim ve dinlemediğim için kırılmıştı bana.

“Gelebilir miyim?” diye sordum.

İnce dudaklarını aralayıp “Sen izin istemezsin,” diye bir hatırlatmada bulundu, evet normalde izin istemezdim ondan.

“Doğru.”

Dün geldiğimde oturduğum tekli koltuğa adımladım yine, burası tuhaf şekilde evin diğer kısımlarından daha iyi hissettirmişti. Babamın yanında da mutluydum ama o bana çoğunlukla kötü birisi olduğumu hatırlatıyordu. Babaannemin yanına geldiğimde ise kendimden daha vahim birisini gördüğüm için rahatlıyordum.

İlk birkaç dakika yan taraftaki siyah sümbüllere bakındım biraz, parmaklarımla oynadım, sessiz kaldım. Bir nevi oyalandım. Bu sefer babaannem de hiç konuşmadı, odadaki yoğun kekik kokusunu solurken ikimizde de sadece nefes sesleri vardı. Aradan geçen dakikaların ardından hakimiyeti üstlendim. “Geldim ama umarım rahatsız olmamışsındır?”

Yüzünü huysuzca buruşturdu. “Sen benim ne hissettiğimi umursuyor musun ki?”

“Pek değil,” diye fısıldadığımda tarazlı sesiyle gülmüştü babaannem.

“Küçükken bu kadar açık sözlü değildin.” Tavanı seyrederken başını iki yana salladı. “O deftere yazdıklarını yüzüme hiç söyleyememiştin.”

“O zaman daha çok korkuyordum senden.”

Başını yana eğip koyu gözlerini üstüme çevirdi. “Şimdi korkmuyor musun?”

“Az korkuyorum.” İtirafımın ardından gözleri kırışacak kadar tebessüm etti yine. Eğik duran bedenimi yavaşça doğrulttum. Bir şey söyleyecek olduğumda babaannem konuştuğu için dudaklarım aralık kalmıştı.

“O mu seni daha az korkak yaptı?”

Kim… Tek kaşım, söylediği şeye duyduğum anlamsız hisle havaya kalktı.

“Bahsettin ya dün. Bir adam. Adını hatırlayamadım. Ondan dolayı mı şimdi hiçbir şeyden korkmuyorsun?” Sözlerinin arasında kısaca nefeslendi. “Çünkü sevgi insanı daha cesur kılarmış Yakut, öyle gibisin.”

“Hayır,” diye karşı çıktım birden. “Sevgi insanı daha cesur kılmaz, daha korkak ve savunmasız kılar.”

“Niyeymiş o?”

“Çünkü sevdiklerini korumak istediğin her an kaybetme korkusu yaşarsın ve bir süre sonra yorulursun bundan, güç falan kalmaz insanda.”

“Hmm?” diye mırıldandı. Az önce çiçeklerini okşadığı kolunu kendine çekip yatağa yasladığında geriye kaydığı için bir boşluk açılmıştı. “Sen yoruldun mu?”

Dudağımın tek tarafı yavaşça kıvrıldı, acınası bir tebessüm sergilemiştim. Ve babaannemin tuzağına bile isteye düştüğümü de biliyordum. Bana yine onu anlattıracaktı. “Ben kaybetmekten korkmadım, ben bile isteye kaybettim.”

Aşağı eğdiğim gözlerim yine ona kalktı, düşünceler ağlama isteğimi körüklediği için biraz bulanık görüyordum babaannemi. İncecik sesimle “Babaanne…” diye sızlandım. Kimse senin gibi anlamayacak beni.

Eliyle yatağa vurdu. “Buraya gel, yanıma gel.”

Hiç itirazsız tekli koltuktan kalktım ve benim için açtığı yere sığındım. Başımı yastığa bile koymamıştım, vicdansız babaannemin göğsüne yasladım başka hiç çarem kalmamış gibi. “Çıkmıyor aklımdan… Niye çıkmıyor babaanne?”

“Belli ki yarım kalmış,” diye çelimsiz sesiyle mırıldandı. “Daha fazla yaşamanız gerekiyor olabilir.”

“Yalan söylüyorsun, kendini kandırıyorsun! Saltuk amcamı bulayım diye beni bu yarım kalma hikayesine inandıracaksın değil mi? Bizim Uygar’la hikayemiz çoktan bitti… Hem karşıma çıkarsa öldürürüm onu!”

Beni tam iki senedir gururumla sınıyordu. Onun yüzünden kendime karşı yalancı çıkmıştım. Bununla baş etmeme yardımcı olacak hiçbir şey yapmamıştı… Döner sanmıştım, dönmemişti.

Babaannem saçlarımı okşarken eğildi ve kulağıma fısıldadı çatışmalı düşüncelerim arasında. “Öldürmezsin… Bu bitmesini sağlamaz ki. Ölüm neye çare olmuş da size olacak?”

“Ne zaman biter peki bu?” diye yalvarışla sordum babaanneme. “Nasıl unuturum? Biliyorum abartıyorum her şeyi, hatta iki senedir onu aklımdan çıkaramadığımı kimseye söyleyemedim beni yargılarlar diye!” Göğsüm sendeledi kesik nefeslerimden dolayı. “Sevsem sevemem, öldürsem öldüremem… Nasıl unutacağım ben o yılları?”

Önüme düşen haylaz tutamları geri çektiğinde üstüme çöken karanlık da görüş açımdan uzaklaşmıştı. Islak bakışlarımı yukarı kaldırdım, yüzü eskisinden de yaşlı olan babaannem yanağıma sürttü yumuşak ellerini. Onun gözlerinde de aynı hasretten görüyordum, her şey çok tanıdıktı.

Dudaklarını araladıktan sonra biraz bekledi. “Sana şarkı söyleyeyim mi?” diye sorduğunda gözlerimden akan yaşları sertçe temizledim.

“Sırası mı şimdi?”

“İçimden geldi ama.”

Birkaç saniye gözlerinin içine baktım, parlak hareleri kıpır kıpır yüzümde dolandı. Bende onun buruşmamış suratının eski hali vardı, gençliğini seyrediyordu suratımda. İsteğine karşı koyamadığım için usulca mırıldandım. “Tamam söyle hadi. Ama eğlenceli bir şeyler olsun.”

Ve babaannem ricamı göz ardı edip yüreğimi deşmeye başladı.

“Kurumuş bir çiçek buldum mektupların arasında…”

Elimle hafifçe göğsüne vurdum fakat babaannemin erimiş teni parmaklarım altında neredeyse içe göçtüğünde bunu yapmaktan vazgeçmiştim. “Delirdin herhalde, gerçekten bunu söylemeyeceksin bana?”

“Bir tek onu saklıyorum, onu da çok görme bana,” dedikten sonra şarkının arasında kısa bir iç çekti.

El mecbur göğsüne biraz daha sokuldum, babaannemin ilaçla karışmış parfümünün kokusunu solurken kirpiklerim yavaşça örtüldü. Kulağıma bir ninni gibi ulaşan sesiyle geçmişi düşledim. Acıyı çektiren de bendim fakat kendime bir türlü çare olamıyordum.

Yaşlı Yakut ise daha çok çaresiz kalayım diye şarkıyı biraz daha devam ettirdi. “Aşkların en güzelini yaşamıştık yıllarca, bütün hüzünlü şarkılar hatırlatır seni bana.”

Gerçekler fazla uzakta değildi, babaannemin titrek sesindeydi.

“Unutma ki dünya fani, veren Allah alır canı… Ben nasıl unuturum seni, can bedenden çıkmayınca?”

Gözlerimi sıkıca örtüp sızlandım. “Canımı mı istiyorsun, ne istiyorsun benden?”

Şarkıyı mırıldanmaya devam ederken bir kıkırtı karıştı araya, sonra bu gülüşü yavaş yavaş çaresiz bir ağlayışa dönüştü. “Ben nasıl unuturum seni…” dedi ve devamını getiremedi, yüzünü yastığa yasladığında ikimiz de birbirimizi seyrederek içli içli ağlıyorduk artık.

Ancak birbirimize bakarken aynı şeyi mi görüyorduk, bilmiyorum.

Ben kendimi beş yıl öncesinde görüyordum.

Revan Hoca, stratejik düşünme üzerine yazdığı kitaptan birkaç satır okurken gözlerimi onun grileşen sakallarına gezdirdim. Bir parmağını dikkatlice çenesine gezdiriyor, bazen de yuvarlak çerçeveli gözlüğünü düzeltiyordu. Hemen sonra okuduğu kısmı bırakıp bize döndü.

“Bir sonraki adımınızı belirleyen şey siz değilsiniz, ihtimallerdir,” dedi tok sesiyle. Normale göre uzun kalan saçlarından birkaç tutam havaya dikilmişti, yorgunluktan düzeltmeye vakit bulamamıştı sanırım. “En baştan karar verme hatasına düşmeyin, bazen personellerde bu konuyla ilgili kusurlar görüyorum. Biricik zihinleriniz olduğuna inanıp gereksiz içgörülerle ‘evet doğrusu budur’ diyorsunuz ama deneyip yanılmadıktan sonra doğrunun ya da yanlışın ne olduğunu asla bilemezsiniz arkadaşlar.”

“Revan Hocam.”

Arkadan Sevtap’ın sesi geldi, o da bizim gruptandı ve grubun en hırslılarından birisiydi. Hatta Uygar’ın arkadaşıydı. Hemen yanımda oturan ve ciddiyetle dersi takip eden Uygar’ın burada iletişim kuramadığı kimse yoktu zaten benim dışımda.

“Dinliyorum Bilgiç.”

“Peki bu ihtimaller arasında birisine güvenmek varsa ne yapmalıyız?” dedi gerçekten meraklı bir sesle. “Yani tek bir doğru bulamazsak ve güvenmemiz gerekiyorsa neyi seçmeliyiz?”

Revan Hoca dikkatimi dağıtan saçını gelişigüzel düzeltti. “Bilgiç, güvenmek senin işin değil,” derken epey ciddiyetle ifade etmişti bunu. Onu o kadar haklı bulmuştum ki… Güven duygusunun varlığına kesinlikle inanmıyordum.

“Bahsettiğiniz şeyi az çok anlıyorum ama demek istediğim, o an bunu yapmamız gerekse mesela?”

“Hayır, güvenemezsin. Sadece güvenmiş gibi yapabilirsin.” Revan İdemen’in suratında babacan bir tebessüm belirdi. “Eminim bu demek istediğimi anlamışsındır. İstihbarat mensuplarının her zaman yalnız olduklarını bilirsin, bu tamamen güven duygusundan arındığımız için.”

Hafifçe boğazımı temizledim konuşmaya karışmak için. “Revan Hocam, peki bu bizi hayatın dışına iter mi?”

“Demek istediğini açabilir misin Yalınkılıç?”

Dirseğimi yasladığım yerden çekip sırtımı geriye verdim, herkes sessizce beni dinlerken kendimi açıklamak ilk an gergin hissettirse de yapabilirdim. Uygar’ın beni hakir gördüğü kadar kötü değildim iletişim konusunda. Evet, belki biraz saldırgan dürtüler barındırıyordum ama bunu mekâna göre törpülemek de benim işimdi. “Sonuçta tehlikeler ve organize suçlar da hayatın bir parçası, hepsi ufak ufak temel edinip büyüyorlar. Onları tanıyabilmemiz için onlarla iletişim kurmamız, iletişim kurabilmek için de meslek hayatımız dışında ya da içinde güvenmemiz gerekmiyor mu? Eğer kendimizi hayattan varsaymazsak bir süre sonra gerçeklikten kopmaz mıyız?”

“Bahsettiğin şey güvenmek değil, tanımak.”

Başım yavaşça yana kaydı, bunu söyleyen Uygar’dı. Kolunu masanın benden tarafına yaslamış, aramızdaki mesafeyi azaltmışken sandalyesinde öyle yayvan oturuyordu ki gözlerim kısaca bedeninde dolaştı. Sonra alelacele bakışlarına çıktım.

“Anlamadım,” diye mırıldandım ona. Amacı zaten kafamı karıştırmak, benimle uğraşmak ve beni sınamaktı.

“Güvenmek yerine tanımayı seçeceksin, senin bahsettiğin bu.”

“O zaten kolay,” derken epey kısık sesle ifade etmiştim bunu ve hatta umursamazca omuz silktim. Bu hareketim bir an sınıfta sadece Uygar’la ikimiz varmış gibi hissettirmişti, o yüzden yapmıştım… Ama aptaldım, herkes buradaydı ve bizi dinliyordu.

Saniyeler içinde arkamdan müstehzi bir gülüş sesi duyuldu. Fazla kısık bir gülüştü ama onun Fatih olduğuna emindim. Yavaşça geri döneceğim esnada Uygar’ın sert bakışları beni buldu. “Bakma,” dedi kelimelere bastırarak.

Sanırım tam şu an, Uygar’ın olduğumu sandığı o saldırgan kadınla alakam bulunmadığını göstermem için bir fırsattı. Uygar’ın gözlerinin içine bakarak derince nefeslendim ve çabucak önüme döndüm.

Revan İdemen’in gözlüğünün arkasında kalan ufak gözlerinde bir merak belirdi. “Demek tanıyabileceğine çok eminsin Yalınkılıç?” dedi sorgu dolu bir sesle. “Herkesi kolayca tanıyabilir misin gerçekten?”

Az önce dikkatim dağıldığı için ilk başta “Hmm?” diye mırıldanmıştım fakat hemen ardından kendimi toparladım. Sırtımı dikleştirirken “Fazla zor olmaz,” dedim bir de kendime güvenerek.

Saçlarını parmaklarıyla geri yatırdı, uzun boyunu öne çıkarırcasına kürsünün ortasında gelmişti. Ellerini kumaş pantolonunun ceplerine soktu, eğer burada eğitmen olmasaydı Revan Hocanın çok daha büyük bir işle meşgul olduğuna inanırdım. Hali tavrı bazen espritüel olsa da otoritesini yadsımak zordu. “Ah…” diye iç çekti. “Gençlik bayağı ateşli bir dönem ve sen bunu fazlasıyla hissettiriyorsun ama bu ateşi söndürmem gerek, üzgünüm.”

Bir bozulma hissiyle omuzlarım düştü. “Nasıl yani?”

“Seni şöyle kürsüye, yanıma alabilir miyim?”

Eliyle yan taraftaki boşluğu işaret etti, eteğimi düzeltip ayağa kalktım. Uzun çizmelerim dizlerime çarparken bu bile sinirimi bozar hale gelmişti. Kürsüde ne yapacaktım?

Ben gergince ilerlerken birkaç kişinin kendi arasında konuştuğunu duyabiliyordum. Geriye döndüğümde yirmi beş kişilik grup tüm bakış açıma sığmıştı. Geriye yaslanıp ciddiyetle dersi takip eden Kerim abi, yine aynı sert mizacını taşıyan Sevtap, az sonra yüzüme kahkahalar atacakmış gibi duran Fatih, geride sessizce ve belki de ilgisizce bekleyen Reha… Onları tanıyordum. Bir de benim boş masamın yanında duran Uygar’ı yok saydığımı unutmamalıydım.

Sanki spot ışıkları üstüme çevrilmiş gibi sersemlemiştim birden. Revan Hoca bu sefer “Bir kişiyi daha kürsüye alacağım,” dediğinde nefeslerim boğazımda tıkanıp kaldı.

Tamam, benim kendimden başka kimseyle işim yok. Bunu nasıl açıklayabilirim?

Endişeli gözlerim Revan İdemen’e döndü. “Ne için?”

“Sorgulayıcısın Yalınkılıç, bu güzel bir şey.” Sınıfa bakınırken beni övmekten de geri durmamıştı ama fazla alaycıydı ses tonu.

Başı amfi tarzındaki sınıfın en aşağı kısmında oturan Uygar’a çevrildiğinde elim ayağıma dolaştı. Neyse ki Revan Hoca, “Seni diyecektim ama arkadaşsınız diye biliyorum,” dediğinde biraz içim rahatladı. Onunla karşı karşıya gelmeyecektim.

Uygar hemen “Arkadaş değiliz,” diye itiraz etti. Öne eğildiğinde masanın üstünden bir üstünlük kurmaya çalıştığını fark ettim. Kaşlarım çatıldı, ters bir bakış attım ona.

“Yakut’u ben pek tanımıyorum açıkçası,” derken arkada oturan Sevtap garip bir yorum belirtti. “Sanırım sesini iki ay sonra ilk kez bugün duydum.”

Revan Hocanın bakışları geriye, yani bana döndü. Kaşlarını havaya kaldırdığında şaşkın bir bakış atmıştı. “Ekipte bir hayaletimiz mi olacak yoksa?”

“İhtiyaç var mı?” diye kısık bir sesle mırıldandım.

“Hiç yok maalesef,” derken güldü halime. “Tabi gerekirse bir hayalet de olursun ama şu an kanlı canlı insan istiyorum ve bunun için çaba sarf ediyorum.” Sonra işine önem verdiğini belli eden parlak bakışları Fatih’e çevrildi. “Fatih Atasoy,” diye seslendiğinde yorgun bir nefes bıraktım dışarı. İşler benim için akademik anlamda değil ama hayati anlamda gitgide zorlaşıyordu.

Fatih oturduğu yerde doğruldu ve gömleğinin manşetlerine dokundu anlık bir refleksle. Bakışlarıyla dinlediğini belli etmişti.

“Buraya gelmeni istiyorum.”

“Tabi.”

Bir elimi diğer bileğime kapattığımda gözlerim Revan Hocanın ne planladığını merakla bekleyen kişilerde gezindi ve en sonunda aradığını buldu. Fatih’in ismini duyduktan sonra oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanan Uygar’ı seyrettim. Kendi kalemini birkaç defa masaya vurdu ve en sonunda eğik başını kaldırmadan, çatık kaşlarının altındaki yeşil gözlerini üstüme çevirdi.

Bu sefer yakalayamamıştı beni.

Az sonra Fatih karşıma geçti. Boyu benimkiyle eşit, belki birkaç santim uzun sayılırdı. Ellerini arkasında birleştirip duruşunu dikleştirince bakışları da dik bir hal almıştı. Onda kütüphanede beni seyrettiği andaki tuhaflığı gördüm. Muhtemelen benden nefret ediyordu.

“Yakut senden çok basit bir şey isteyeceğim.” Revan Hoca arkamdaydı, sesi kulağıma ulaştığı an onaylamak isteyerek başımı aşağı yukarı salladım. “Fatih’e bakarak onda neler gördüğünü söyle. Fazla zor değil, hatta hiç değil. Madem senin için insanları tanımak çok kolay, bunu en basit yoldan nasıl yapıyorsun bize göster. En sonunda ben de fikirlerimi belirteceğim, birbirinizi ne kadar tanıyorsunuz bilmiyorum ama…” Sözlerinin arasında kısaca nefeslendi Revan Hoca. “Ben sizi sandığınızdan daha çok tanıyorum.”

Ellerimi önümde birleştirip “Tabi,” dedim mırın kırın. Hemen önümdeki Fatih’e bakmak istemiyordum ama o izlenmesi gerektiğinin farkında olarak rahattı. Kısaca yutkunduktan sonra gözlerimi Fatih’in sarı saçlarında gezdirdim. Düzene sokmaya çalışsa da pek becerememişti. Ya çok geç uyanmıştı ve aceleden dolayı bu haldeydi saçları ya da özenli görünmeye önem veriyor ama bunu birinci kural haline getirmiyordu.

İnsanların ne diyeceğimi merakla beklediği esnada uzunca bir zaman atlattıktan sonra “Sarı saçları var, biraz uzun,” diye anlamsız bir şeyler geveledim. Bu Revan Hocanın söylediklerime gülmesine sebep oldu.

“Harikasın, bu Fatih Atasoy’un erkek olmasından sonra en gizemli özelliğiydi zaten.”

Çaresizce kollarımı önümde bağladım, bunu yapınca kulağımda Uygar’ın sözleri yankılandı.

‘Kollarını böyle yaptığında, karşındaki onu dinlemek istemediğini düşünür.’

Sonra bakışlarım istemsizce Uygar’a kaydı kısacık bir anda. Az önceki huzursuz ifadesi kırılmış, yerini çok gizli fakat hoşnut bir ifade almıştı. Onun hareketlerine anlam veremediğim için kaşlarım çatıldı.

Tekrar ana dönmem gerekiyordu. Gözlerimi Uygar’dan alıp tekrar Fatih’e çevirdim. Dalga geçeceklerini bile bile “Gözleri mavi,” dedim.

Ama onda daha farklı şeyler vardı. Gözbebekleri çok kıpırtısızdı mesela. Niye bilmiyorum, orada sönük bir şeyler görüyordum. Mavi daha hiç bu kadar soluk hale bürünmemişti herhalde.

Fatih dudaklarını yaladıktan sonra “Daha dikkatli bak,” dedi çünkü kendisi tam olarak böyle yapıyordu.

Rahatsız bir hisle dişlerimi sıktım. Artık bomboş göründüğüne dair bir cevap zihnimde yankılansa da karşılık vermedim, yerimi ve zamanımı bilmem gerekirdi. Parmaklarımı kütlettiğimde ses sessiz derslikte kolaylıkla duyulmuştu. Burada onun rakibi değildim, düşmanı değildim ve bu şekilde davranmasına da anlam veremiyordum. Yine de metanetimi korudum.

İşine odaklısın Yakut, senden istenen bir şey var.

Fatih geniş omuzlara sahipti ama vücudu hiç çalışılmış gibi durmuyordu. Bu onu gözümde birden tembel birisine çevirmişti. Tabi bu düşüncelerimi kendime saklayıp sadece “Boyu muhtemelen bir seksen,” dedim.

Derslikte buna karşın bir tartışma başladı, herkes Fatih’in boyu için tahmin yürütmeye başlamıştı.

Fatih de hemen “Bir seksen yedi,” diye düzeltti.

“O zaman kesinlikle bir seksen diyorum.”

Revan Hoca arkamdan yaklaşıp ortamıza geçti. “Tamam şimdi ilkokul matematiğine giremeyiz,” dediğinde sessizlik sağlanmıştı. Derin bir nefes bırakıp gerginliğimi üstümden attım.

“Yakut’un fikirleri konusunda onun başarılı olduğunu düşünen var mı?”

Sevtap at kuyruğunu düzeltirken “Yorum yok,” dedi ciddiyetle. “Çünkü ortaya sunulmuş bir fikir göremedim.”

En köşede kalan Reha araya karıştı. “Yalnızca sana sunulanı göreceksen Sevtap, işin zor.”

“Bu öyle bir şey değil!”

“Orasını bilemeyeceğim…”

Bir kolumu kendime sarıp ağırlığımı tek bacağıma bıraktım. Herkes, Fatih’e bakıp da söylediklerimin kuru fikirler olduğuna inanabilirdi ama benim için değildi. Sorun fikirlerimi açıkça söyleyemememdi. Eğer karşımdaki beni tanıyorsa bunu anlardı zaten.

O sırada oturduğu yerde anlayışlı tebessümüyle bizi seyreden Kerim abi doğrulup “Aslında iyiydi Revan Hocam,” dedi ciddi bir tonda. “Kesinlikle sizin düşüncelerinizin önüne geçmek istemem ama Yakut’un bu fikirlerini daha derinlikli hale getireceğinden şüphem yok benim.”

Dudaklarım ufacık iki yana kıvrıldı, onun bu hali nedense bana babamı hatırlatmıştı. Birden özlem hissiyle kalbim burkuldu. Acaba bensiz ne yapıyorlardı evde?

“Yakut nazarında söylemiyorum elbette,” derken dikkate değer bir şey söyleyeceğini bildiğim için tekrar Revan Hocaya odaklandım. “Ancak birisini tanımak gerçekten ben yaparım diyecek kadar kolay bir iş değil. Bazen beş dakikada sevdiğimiz kişiyi on yılda tanıyamayız, hatta şaşırtıcı gelecek ama kendimizi bile tanımakta zorlanabiliriz. Bu yüzden güven duygusunun bizlerde eksik olduğunu söylüyorum. Siz hobi olarak yine güvenin tabi, o beni alakadar etmez.” Sözlerinin arasında güldü. “Ancak bunu istihbarat ruhuna bulaştırmayın. Sözlerim belki abartı bulabilirsiniz, yine de beni hiçbir zaman anlamak zorunda kalmamanızı umuyorum.”

Sözleri bitecek sandım, arkamızdan geriye çekilince yerime geçecektim fakat Revan Hoca kolumu gizlice tutup engel oldu bana. Dersliğe bakarak konuşmaya devam etti. “Bu sizinle son dersimdi, akademinin alacağı kararlara göre teorik dersleriniz devam edebilir bu konuda çok bilgim yok fakat benim sizler için işlediğim son ders oldu bu.” Kırlaşan sakalları arasında kalan ince dudaklarını iki yana kıvrıldı. “Meslek hayatınız dahil olmak üzere tüm yaşamınızda hepinize başarılar dilerim arkadaşlar, umarım bu vatan ve millet için gösterdiğiniz başarıları görürüz. Hoşça kalın.”

Toparlanan kişilerin arasına karışamadım, halen kürsüdeydim. Konuşmasını bitiren Revan İdemen bana döndüğünde gülümsemesi gitgide azalmıştı fakat ifadesi sakin duruyordu. “Sana gelirsek İkinci Yakut,” dedi ilk gün babaanneme yaptığı atıf gibi. “Seni tanıdığım için berbat bir tanıma çalışmasıydı diyemiyorum. Eminim Fatih’in mavi gözlerinden çok daha fazlasını düşündün ama söylemedin.”

Beni anlamıştı.

“Yine de bu Kafdağı’nda durmanı gerektirmez.”

Ve bu sözleriyle birden kalbim hızlandı. Gerçekten Kafdağı’nda gibi mi davranıyordum?

“Öyle davranmıyorum.”

“Artık bilemiyorum,” dedi kelimeleri uzatarak. Yuvarlak çerçeveli gözlüğünü çıkardı ve bu esnada parmağının cama değdiğini fark ettim, içim kötü oldu. Dikkatimi tekrar yukarı kaldırıp Revan Hocanın suratına baktım, gözlük çıkınca daha farklı birisine dönüşmüştü. “Belki de gözlemci olmayı bırakman lazım, konuşuyor musun hiç müstakbel ekip arkadaşlarınla?”

“Yani,” derken çok ince çıktı sesim. “Gerektiği zaman evet.”

“Bundan sonra gerekmediğinde de konuş.”

“Ama insanları tanımak konusunda berbat olmadığımı söylemiştiniz.”

“Ve kendini hemen mükemmel mi sandın?” Kaşlarını uyarıyla havaya kaldırdı, kendini masaya yasladığında takım elbisesi gerilmişti. Sessiz kaldığımı görünce ise kısaca iç çekti. “Dediğimi yapsan iyi olur Yalınkılıç.”

Parmağımın ucuyla saçımı geriye itip “Peki,” diye fısıldadım fakat bir yanım bu duruma bozulmuştu. Defalarca kendime hatırlattım, bozulacak bir şey yok… Ama işin ucu bir şekilde Uygar’a da dayanıyordu. Geçen hafta kütüphanede söyledikleri konusunda haklı mı çıkmıştı yani?

Revan Hoca çantasını toparlamaya dönünce ben de masama dönüp eşyalarımı kaldırdım, hatta çantama koyamadan derslikten ayrıldım o derece dokunmuştu bu durum bana. Söyledikleri sanki hem beni doğruluyor hem de aptalın teki olduğumu yüzüme haykırıyordu.

Loş koridoru ilerlerken hırs içinde dudaklarımı ısırdım, hala elimdeki eşyaları çantama sıkıştıramamıştım. Durup buna vakit ayırmak istemiyordum, koşarak uzaklaşmam lazımdı buradan. Tam o sırada yanımda fazlalık bir gölge hissettim, başımı yan tarafa çevirdiğimde Uygar’la karşılaşmıştım.

Elleri pantolonun ceplerindeydi, kıvırdığı gömleğinin açıkta bıraktığı kollarındaki damarlara gözlerim takılsa da rahatlığı daha çok çekmişti ilgimi. “Ne oldu?” diye sorarken duraksamadım bile. Hiç alakamız olmamasına rağmen insanların arasında yan yana yürüyorduk. “Derste rezil edemedin, hıncını şimdi mi alacaksın benden?”

Koridorda ilerledikçe bir esinti Uygar’ın kokusunu burnuma ulaştırıyordu. Gereksiz ama güzel bir kokuya sahipti.

Hala dimdik ileriye bakarken gözlerini bana çevirmedi Uygar. “Seni rezil etmeye çalıştığımı mı düşündün?”

“Yok, her fikrime muhalefet olmandan herhalde bana deli divane olduğunu düşündüm!” Kurşun kalemi neredeyse kırılacak kadar sertçe çantama sıkıştırdım yürürken. Sözlerimden sonra koridorun sonunu seyreden Uygar’ın dudaklarında ufak bir gülüş belirdi. Aptal, böyle gülmese sinir olmazdım ona!

Güzel bir gülüştü çünkü bu… Ve inanılmaz gereksizdi.

“Çok zeki ve akıllı bir kadın olduğunu hep biliyordum zaten,” diye mırıldandığında az önce çantama koyduğum kalemi çıkartıp mahsustan ona batıracak gibi yaptım “Bana bak!”

Refleksleri fazlasıyla iyi olduğu için elimi tutup engel oldu, bakışları da en nihayetinde bana dönmüştü. “Söylemene gerek yok onu zaten yapıyorum.”

Koridorun sonuna yaklaşırken duraksadık. Yanımızdan geçen birkaç kişi sinir harbime şaşkınlıkla bakarken elim ayağıma dolaştı.

Gerginliğimi Uygar da fark etti, elini arkaya uzattığında üstüme kapanmıştı. Yüzüm göğsüne fazla yaklaştığı için tenimde alev gibi bir his belirdi. “Ne yapıyorsun?” dememe kalmadan ise kolumdan tutup beni arka tarafa ilerletmişti.

Sonradan fark ettim, Uygar beni arkamda kalan bilişim odasına sokmuştu. Kapıyı arkasından örttükten sonra yalnız kaldık. Böylelikle kendimi daha tuhaf hissettim. Tenimdeki sıcaklık zaten bir türlü geçmiyordu. Acaba dışarıdan da belli oluyor muydu bu kırmızılık?

En azından Uygar görmesin diye geri geri gitmek istedim, o ise aynı yürüyüşle üstüme gelmeye başladı. Neyse ki aramızda hala mesafe varken durmuştu, parmakları arasına kalan kurşun kalemi havaya kaldırdı. “Beni öldürmek için buna ihtiyacın yok,” dedi sanki önemli bir bilgi verir ama onun da dalga geçtiği belliydi.

O an fark ettim, yalnızken niye ben korkuyorum? Asıl Uygar korksun.

Sıkı sıkıya tuttuğum çantamı ve elimde kalan diğer eşyalarımı yan taraftaki masaya bırakıp daha güçlü bir duruş edindim. “Geber o zaman,” dediğimde kısık bir gülüşle karşılık verdi bana.

Kollarımı onun kurallarına inat önümde birleştirdim, başımı huysuzca omzuma eğdiğimde hala ters ters bakıyordum Uygar’a. O ise beni taklit eder gibi yapıp başını yana yatırdı ve halimi keyif alır gibi seyretti.

“Demek herkesi kolaylıkla tanıyabilirsin?” derken kaşlarını merakla havaya kaldırmıştı.

Göğsümü derin bir nefesle şişirdiğimde soluklarım içeride sıkışıp kaldı. “Buradaki herkesle tanışıp anlaşabilirim ama seninle imkânsız, anladın mı beni? Çünkü sen çok canımı sıkıyorsun Uygar.”

Bir bahane uydurur gibi söylemiştim her ne söylediysem. Buna kim inanırdı?

Allah’ım, ama ne olur Uygar inansın…

Bir cevap versin diye bekledim, bekledim fakat ses etmedi.

“Anlamadın herhalde? Bir de kalem saplamana gerek yok diyorsun!”

Elinde tuttuğu kaleme bir kez daha bakıp “Ama bu kalem saçlarına daha çok yakışıyor,” diye mırıldandı. Tekrar üstüme gelmeye başlamıştı. Kollarımı hiç açmadan aynı sert tavırla geri geri gitmeye başladım. Bilişim odası küçük değildi, gayet genişti fakat birden her yerin daraldığını ve iki duvar arasına sıkıştığımı hissettim. En kötüsü de iki duvar arasında sıkışırken yalnız değildim! Uygar da vardı…

“Saçlarım hakkında konuşma,” derken parmaklarım istemsizce omuzlarımda duran siyah tutamlara değdi.

Uygar ise “Siyah saçların çok güzel,” diye karşılık vermişti.

“Konuşma dedim!”

Göğsüm hızla yükselip alçalıyordu. Aslında her şey ilk başta basit bir inattı fakat zaman geçtikçe anlaşılıyordu bazı şeyler… Bu inatla alakalı değildi, bu tecrübesiz bir kalbe sahip olmakla alakalıydı. Eğer nefesim kesilecekse ve kalbim beni yaşatmak yerine öldürecekse Uygar’dan kaçmaktan başka şansım varmış gibi davranabilir miydim?

Kalemi bırakmadı, ağır hareketlerle parmaklarının arasında çeviriyordu. Diğer eli de pantolonunun cebindeydi, üstüme yürürken benim aksime rahat bir tavrı vardı. Sanki bu oda içinde, masalar arasında dolaşmak onun için rahatsız edici değil gibi davranıyordu.

“Ben de deneyebilir miyim seni tanımayı?” dedikten sonra düşüncelerini art arda ifade etti, ona karşı çıkmama bile zaman tanımamıştı. “Kimseden çıkaramadığın bir hıncın var, duyguların hep içinde saklı.”

“Hayır-”

“Derste dediğin gibi insanları tanımak konusunda iyisin.”

Tamam en azından başarısız bulmamıştı beni.

“Ama ne biliyorsan hiçbirini söylemiyorsun.”

Terleyen avucumu dizlerimin üstünde biten eteğime sürdüm. Uygar neredeyse Revan Hocayla benzer şeyler söylemişti, resmen içimi okuyorlardı.

Bu biraz ürküttüğü için “Beni tanımaya çalışma,” dedim. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordum, kalbim neredeyse göğsümden fırlayacak gibiydi ve sürekli kaçar gibi yürümek işleri daha iyi hale getirmiyordu.

Uygar hafifçe omuz silkti. “Artık uyarmak için çok geç Yakut.”

Birden öfkeyle duraksadım. “Nasıl geç olabilir ya?”

Kollarım iki yana açılmış, sızlanışım boş odada ufak bir yankıya sebep olmuştu.

“Çünkü kendimi seni tanımaya mecbur hissediyorum.”

Duraksadığım yerden hızla ona yürüdüm, bu sefer Uygar olduğu yerde kaldı ve ona yaklaşmamı bekledi. Kravatının düğümüyle gömleğinin yakasını beraber kavradığımda aramızdaki mesafeyi azaltmama müsaade etti hemen. Hatta öyle ki bir elini belime koymuştu.

“Hayır sadece alay ediyorsun benimle.” Suretimdeki sert ifadenin ona geçmediğinin farkındaydım, parlak yeşil harelerini yüzümde gezdirirken beni dinliyor gibi görünmüyordu hatta. Avucu belime kapandığı yerde kıpırtısızdı fakat değişik hissettiriyordu. Sıcaklığını çabucak her yerime yaymıştı.

“Seninle alay etmem için bir sebep mi var Yakut? Senin gibi başarılı bir kadınla niye alay edeyim hem?”

“Başarılı olduğumu mu düşünüyorsun gerçekten?” Başımı sorarcasına yana eğdiğimde hızlıca dudaklarını yaladı Uygar. “Fazlasıyla,” diye mırıldandı.

Yüzlerimiz, kararlarıma ettiğim ihaneti fark edemeyeceğim kadar yakındı. Parmaklarım arasında duran yakasını biraz daha sertçe sıktığımda elini tenime kapattı. Gözleri birden oraya eğilmişti. “Hani saldırgan değildin sen?”

“Ama sana sonradan söyledim, öyleyim!” Aceleyle nefes alıp verirken kaşlarım daha da çatıldı, ona kızgın kalmaya çalışarak bakıyordum o ise rahat, kışkırtıcı ve ilgili ifadesini hiç bozmuyordu. “Ve inan ki seni bir daha yakalarsam parçalarım Uygar!”

“Hazır kollarındayken dene hadi.” Bir adım attı, hareketsiz duran eli de kıpırdayıp biraz daha yayılmıştı belime. “Kaçmayacağım söz veriyorum, uslu bir adamım ben.”

“Sözde adın kadar medeni ve efendiydin de…”

“Bana efendiliğimi bozduracaksın demiştim.”

“Ben de sana bahane aradığını söylemiştim.”

“Bahanem olacaktın?”

“Ne münasebet? Niye senin bahanen olayım?”

Belimdeki elinden sıyrılıp aramıza mesafe koydum yavaşça. Gerçekler yüzüme usul usul çarpıyordu. Nefeslerimizin bile birbirine karıştığı o yakınlık… Titrek parmaklarımı sertçe bastırıp çıtlattım. Hiç hoş değildi, hiç.

“Gitmem lazım,” derken Uygar’ın konuşmasına müsaade bile etmemiştim.

Eşyalarımı alıp bilişim odasından ayrılmaya koyulduğumda “Yakut,” diye mırıldandı ardımdan.

Kapıyı açtım ve kendimi hızla dışarı attım. Uygar ise pes edecek gibi durmuyordu. Bu inatçı kovalama oyunu kalbimde öyle tehlikeli hislere neden oluyordu ki ürktüğümü hissediyordum. Her ne yaşıyorsam çok yabancıydı bana.

“Bekle seni gideceğin yere bırakayım!” dedi ben koridorda ilerlemeye başladığım an.

Sadece başımı arkaya çevirip ters bir bakış attım ona. “Sen git kendini uçurumdan aşağı bırak aptal!”

Uygar omzunu pervaza yaslamış haldeydi, sözlerime gülüyordu bir de. Yanına birden Reha yaklaştığında ise doğrulup onu dinlemeye koyuldu, buna rağmen kaçamak bakışları bana çevriliyordu.

Önüme döndüm, bu esnada Uygar’a seslendiğim tatsız sözle birkaç kişinin dikkatini üstüme çektiğimi fark etmiştim. Alnımı ovalar gibi yapıp yüzümü gizlerken alt dudağımı dişledim dehşet bir hisle.

Tüm bunlar neydi? Ve bu hallerimiz neyle sonuçlanacaktı? Hiç bilmiyordum.

Bilemedim, günün birinde obsesif babaannemin göğsüne yaslanıp o günlerden birer hazine gibi bahsedeceğimi bilemedim.

“Eğer evlendiğinizi bilmesem gerçekten seni bırakmıştır diyeceğim,” diyerek araya bir yorum kattı babaannem. “Ne kadar huysuz birisin sen, çocuğa kök söktürmüşsün.”

“Acaba bu huyu kimden aldım?” diye çıkıştım ona. Yüzündeki memnuniyetsiz ifade bu söylediğimle biraz daha arttı.

“Ben yanlış yapıyorsam sen de yapmak zorunda mıydın?”

“Yanlışlarını şimdi mi kabul edeceksin?” Elimi yanağımın altına koydum rahat etmek için. “Daha önceden kabul etseydin belki ben de uysal birisi olurdum.”

“Hı hı,” dedi kendisine toz kondurmak istemezmiş gibi. “Ee sonra ne oldu? Biraz yumuşamışsındır artık.”

O an hatırladıklarımla gözlerimi kaçırdım babaannemden. Bir kabahat işlediğimi anlamış gibi “Yok artık daha ne yaptın çocuğa?” dedi endişeyle.

“Çocuk deme ona, koskoca adamdı!”

“Yakut sana ne yaptın diye sordum!”

“Babaanne niye bana kızıyorsun, ona kızsana!”

“Derdi belli, senin sinirlerini törpülemek istemiş ona niye kızayım ki?” Yatakta biraz kıpırdanınca ben de sallanmıştım.

“Sallama yatağı,” derken epey huysuz çıktı sesim. O an babaannem beni belimden tutup sabitledi, sıcaklığı kıyafetimin üstünden tenime karışınca sessizleştim ve uysallaştım. Ve sonra suçumu itiraf ettim mırın kırın. “Biraz canını yaktım babaanne.”

Ve bu bile güzeldi.

“Batarken güneşimden,” diye mırıldanarak koridoru ilerlerken gözlerim akademinin duvarlarında ve duvardaki afişlerde gezindi. Parmaklarımı üstlerine sürtüp yürümeye devam ettim. “Öperken dudağımdan, kanarken yüreğimden dökülür kırmızı…”

Elimde taşıdığım spor çantamı kaldırıp omzuma astım. Gökçe’nin bahsettiği dövüş dersleri artık bizim eğitim grubumuz için de başlıyordu, bu yüzden spor salonuna gidiyordum.

Geçen bir hafta gergin ve yorucuydu. Revan İdemen’in beni insanları tanımakla sınadığı o dersten sonra Uygar’la aramızda tuhaf bir şey yaşanmadı çünkü tuhaflık kotamızı zaten o gün epey doldurmuştuk.

Hem zaten çevresi kalabalıktı ve çok nadir zamanlar dışında bana bulaşma imkânı bulamıyordu.

Fakat sersemin teki olduğum için, Uygar gözlerini bana çevirdiğinde bile afallıyordum.

Kısacası, onun yorulana kadar peşimde dolaşmasına gerek yoktu. Yalnızca bana bakması bile varlığıyla kuşanmama yetiyordu.

Aptal.

Eksik parçadan sonra tamamlanan dosyamı teslim edeli epey olmuştu ve girdiğim mülakatta da başarılı olduğum haberi gelmişti. Şimdi tek merakım, istihbarat teşkilatının ana ekibine dahil olup olmayacağımla ilgiliydi. Bana başka bir pozisyon ayırırlarsa yine kabul ederdim ama genel merkezde bulunmayı her şeyden çok istiyordum.

Şimdilik yapabileceğim tek şey dövüş dersinde biraz rahatlamaktı, gerçekten bunun için çok heyecanlıydım. Ve koridoru ilerlerken dilime yapışan şarkıyı mırıldanmaya devam ettim. “İstedim seni çok istedim, bekledim ah bekledim…”

Spor salonun önüne geldiğimde geniş kapıyı usulca ittim, karşıma bu sefer beni huzursuz etmeyen bir kalabalık çıktı. Tahmini yirmi beş kişiydik, aralarında tanıdığım kişiler de vardı fakat kimseyle Gökçe’yle olduğum kadar yakın değildim. Öyle ki bir kenarda başkalarıyla konuşan Kerim abi bile bana çok uzak sayılırdı.

Neredeyse herkes resmi kıyafetlerden sıyrılıp spor kıyafetlerini giymişti. Ben de aceleyle soyunma odasına geçip üstümü değiştirdikten sonra tekrar salona geri döndüm. Bu esnada kıl payı yetiştiğimi fark etmiştim çünkü Cenk Hoca da üstünden hırkasını sıyırarak hızlıca içeri girdi. Lacivert hırkayı duvar kenarına fırlatıp ellerini çarpmaya başlamıştı. “Toplan toplan toplan!”

Elli iki yaşında olmasına rağmen çok atik birisiydi, sesini fazla gür kullanıyordu. Hemen onu dinleyip diğerleri gibi salonun ortasında minderin çevresine toplandım. En ortamızda hoca vardı. İşaret ve baş parmağını incelikli bir şeyden bahsedecekmiş gibi birleştirdi konuştuğu esnada. “Proje grubunda inceleme yapma imkânı buldum arkadaşlar bu yüzden size açık konuşacağım. Eksiğimiz var. Teknikten biraz uzağız. Bu yüzden başlangıçta sizleri görmek istiyorum. Usta olmanıza gerek yok fakat iyi olun. Sizi bilgiye boğmayacağım, öncelikli olarak siz beni bilgilerinizle şaşırtın bakalım. Hadi hadi hadi!”

Yine ellerini çarparak çevresinde bir tur döndü. “Bir eşleşmeyle başlayacağız, kararlaştırın hemen şimdi.”

Ellerimi beklenti içinde belime yasladığımda bakışlarım çevrede gezinmişti, benimle karşılaşmak isteyen birisi olur muydu acaba? Fakat düşünmeme kalmadan kulağıma tek bir isim doldu, sanki herkes aynı şeyi tekrarlıyor gibi uğultunun içinde “Uygar,” mırıltısı vardı.

Bakışlarım telaşa kapıldı, bu sefer kendimi hemen geri çektim. Tamam, Uygar’la da karşılaşacak kadar delirmedim.

Cenk hocada da keyifli bir gülüş belirdi. Ellerini eşofmanının ceplerine sokup rahatça salınırken “Uygar sanırım herkes seni istiyor karşısına, ne diyorsun?” diye sormuştu.

“Çoğuyla dost olduğumu sanıyordum,” derken Uygar da haylazca güldü. Bunu kibirle ya da hasetle söylemediğine emindim. Zaten onun ağzından çıkan her söz yumuşak bir hal alıyordu, kimse kötü niyetle düşünmüyordu çünkü kendisini bu şekilde tanıtmıştı.

Hemen ardındaki Reha kısık sesiyle “Dostluk da bir yere kadar,” dedi.

Uygar, gözlerini kısacık bana değdirdi fakat arkasına döndüğünde elimi tişörtten açıkta kalan kolumda gezdirdim gizlice. “Seni bir gün haklayacağım kardeşim,” derken epey gizemli geliyordu sesi.

Cenk hoca yine salonda yankı yapacak şekilde ellerini birbirine çarptı. “E başlıyoruz o zaman en sevdiğimiz şeye, hadi Uygar bu müthiş şans senin. Seç kiminle dövüşeceğini.”

O da belli ki Uygar’a tolerans gösteriyordu işte, tıpkı diğer hocalar gibi.

Karşısına kimi alacağını bilmiyordum, hemen yanında dikilen Reha da benim gibi beklerken eminim ki arkadaş jesti yapıp Uygar’ın kendisini seçeceğini düşünmüş olmalıydı, bu rahat görüntüsü bence tam o yüzdendi.

Fakat onun delici yeşil gözleri ise benim üstümdeydi. Yaslandığı duvardan ayrılıp minderin üstüne çıktı. Uygar “Yakut’u istiyorum,” dediğinde Reha’nın buna bozulması gibi salonda da hoşnutsuz mırıltılar duyulmuştu.

Ağırlığımı umutsuzca tek bacağıma verdim ve yapacağımı bilemeyerek dudaklarımı birbirine bastırdım, aslında minderin üstüne çıkmam gerekliydi. Tedirgince yerimde beklerken bir anlık fikirle yanımda huysuzca oflayan Sevtap’a döndüm. Uygar’ın karşısına geçmeyi kesinlikle istemiyordum şu an.

Elimle Sevtap’a minderi işaret ettim. “İstersen yerimi alabilirsin.”

Sevtap’ın gözlerini ise bir hayret bürüdü. “Öyle mi?” diye mırıldanmıştı. Memnuniyetle hareketlenip mindere gidecek gibi oldu, ben de eski yerime geçmek için hazırlandım.

O sırada Cenk Hoca “Hayır,” demişti herkesin duyabileceği şekilde. “İsmin söylendiyse kabul edeceksin Yakut, kimse senin kaçmanı seyretmeyecek.”

Titrek bir soluk göğsüme sızdı. Niye herkes kaçtığımı bu denli sıklıkla dile getiriyordu?

Çünkü tek bir şeyden kaçmıyordum, neredeyse tüm hayatımı ardımda bırakmıştım.

El mecbur Sevtap’a özür dileyen bir bakış atıp önüme döndüm. Mindere ilerlerken Uygar da beni bekliyordu. Yakınlaştığımızda dilini dudaklarında gezdirdi yavaşça. “Tekrar yakaladım seni,” diye mırıldandığında bunu sadece ben duymuş olabilirdim.

Şu geçen hafta boyunca ona denk gelmemek için her şeyi yapmıştım.

Şimdi beni bir mecburiyete sürükleyince, bunun biraz riskli olduğunu hissettim. Kalbimde yoğun bir titreme vardı… Tam olarak neler oluyordu göğüs kafesimin içinde?

Kuruyan boğazımı rahatlatmak için yutkunduktan sonra “Canının yanmasına çok meraklıysan ben hazırım,” dedim bir düşmanla konuşur gibi. Yumruklarımı sıkıp önümde gard oluşturdum. Üstümdeki siyah tayt ve siyah, bol tişörtle fazlasıyla rahattım. Bacaklarımı yavaşça hareket ettirirken ilk önce Uygar’dan bir hamle bekledim. O ise giydiği siyah tişörtü ense kısmından çekip üstünden sıyırdı ve yalnızca dizlerinde biten siyah şortuyla kaldı.

Fit vücudu ve abartı olmayan kasları gözler önüne serildiğimde benim bakışlarım boynundaki asker künyesine kaymıştı, çok uzun olmayan bir zincirle boynundan sarkıyordu. Kerim abinin ortamın ateşini artırmak için “Of of off,” diye değişik mırıltılar çıkardığını duyunca bakışlarımı yan tarafa çevirdim.

Kerim abi ellerini önünde kaldırıp “Bana bakma,” dedi gülerek.

Tamam, kendimi bu ana odaklayabilirdim ancak yine de sinirime engel olamayıp “Sanırım bu şova gerek yoktu,” demiştim.

“Şov olduğunu düşüneceğin kadar iyi yani,” derken Uygar da kendinden emindi.

Kısa kumral saçlarından bir tutam önüne düşmüştü, karşısında nefesim kesilse de bunu belli etmedim. Kalın dudaklarını hafifçe iki yana kıvırdı, çok gizli bir tebessümdü bu… Ve tehlikeli.

Sevimsizce gülümsedim. “Bir şov olacak kadar sahte.”

Uygar sözlerime karşın kaşlarını havaya kaldırdı, o sırada aramızdaki mesafeyi azaltıp daha da yaklaşmıştı bana. “Gerçekliğini test etmek ister misin?” dediğinde lafını tamamlamasına izin vermeden suratına fazla sert olmayan bir yumruk geçirdim.

Başı yavaşça yana düştü, bu darbeyle beraber şaşırmamıştı ama salonda duyulan şaşkın mırıltılardan kimsenin bunu beklemediğini kolaylıkla anlamıştım. Cenk Hoca uyarırcasına “Yakut!” diye bağırdı bana. Uygar’ın kafası hala yana yatıkken parmağının ucuyla dudağını kaşıyan haline son kez bakıp geriye döndüm ve hocaya sızlandım. “Kışkırttı beni!”

“Uygar mı yapacak bunu?” deyip tek kaşını kaldırdı Cenk Hoca.

Çenemi iki yana hareket ettirirken hocanın bana inanmamasına sinirlenmiştim. Yalan mı söylüyordum yani? Kendimi savunmak istediğim an Uygar’ın gür sesi duyuldu salonda. “Yakut haklı hocam, onu kızdırdım.”

Başımı hışımla geriye çevirdiğimde dövüşe hazır üstsüz haliyle bir adım daha yaklaştı bana. Cenk Hoca da “Pekâlâ,” diyerek onu onaylamıştı.

Göğsüm henüz hiçbir şey yapmasam bile hızla yükselip alçalıyordu. Yumruklarımı tekrar önümde hazır edip “Niye senin her sözün onlar için sonsuz güvene sahip?” diye mırıldandım. Bunu duyunca yerinde kıpırdandı ve aramızdaki mesafeyi daha da azalttı. Şimdi ferah kokusu daha çok burnumdaydı. “Senin için değil mi?” dedi gözlerini yüzümde dolaştırıp.

“Nasıl olsun ki? Bana karşı sinir bozucu davranıyorsun!”

Ona karşı bir hamle yapmak istedim ama kolumu havada tutup arkamda kilitledi ve sırtımı kendi göğsüne yasladı. Sıcak teni tişörtüm üzerinden bana değerken burnumdan büyük bir nefes verdim.

“Sana davrandığımı mı sanıyorsun?” derken kelimelerin üstüne bastırmıştı. “Henüz o kadar yakın değiliz.” Ve kolumdan destek alıp bedenlerimizi daha çok yapıştırdı, yanaklarımdaki yanma hissi hızla çoğalıyordu. Birisi aramızda yangın çıkarıp gittiğini söylese inanırdım.

Dudaklarımda istemsiz bir gülüş belirdi, gözlerimi kapatıp başımı iki yana salladım. “Çok yanlış sularda dolanıyorsun,” derken bile kolumu tuttuğu bileğine sarmıştım elimi. Ona kızıyor, bu esnada ona tutunuyordum.

Sözlerimden sonra başımı geriye döndürüp hamle yapmaya çalıştım.

Bana engel oldu ve kimsenin fark etmeyeceği kadar kulağıma eğildi Uygar, kısık sesi tenimin değil içten bir yerimin gıdıklanmasına sebep olmuştu. “Ya bu çok yanlış suyu sevdiysem?”

Kendime sahip çıkmak için yumruklarımı sıkıp açtıktan sonra öne eğilerek Uygar’ı güçlükle yere yatırdım. O anki hınçla bunu yapmam salonda büyük bir gürültüye sebep olduğunda ikimiz de yerde uzanıyorduk.

Dudaklarımdaki gülüş silinmemişti, aynı şekilde Uygar’da da benzer bir ifade belirdi. “Hala bana karşı güven verecek tek bir sözün yok,” dedim mırıltıyla. “Başkalarına bu kadar dürüstsün de benimle niye oynuyorsun?”

“Tamam o zaman şöyle yapalım.” Tutuşum altında bir defa güçsüzce kıpırdandı, tam olarak zorlamıyordu kendisini. “Beni yen… Ve daha önce kimseye olmadığım kadar dürüst olayım sana.”

Nasıl bir dürüstlükten bahsediyordu, emin olamadım. “Şimdi başla,” derken o kadar hevesli çıkmıştı ki sesim Uygar’ın gülüşü ufak, dingin bir tebessüme dönüştü. “Niye beni seçtin, onca insan dururken senin benimle derdin ne?”

Yeşil gözleri yüzüm her tarafında dolanırken derin derin nefesler alıyordum, bu da Uygar’a çarpıyordu tıpkı onun soluklarının benim siyah saçlarımı havalandırdığı gibi. Bir süre tuttuğum kollarını hareket ettirip o benim bileklerimi kuvvetle kavradı ve dalgınlığımdan yararlanıp beni yere yatırdı.

Az önce benim yaptığım gibi o üstüme geçtiğinde kısa zincir aramızdan sarkıyordu, göz ucuyla baktığımda orada Uygar’ın isminin yazdığını görmemiştim. Tam olarak okuyamasam da kesinlikle onun adı yazmıyordu. Künyenin sallanışı dikkatimi dağıtmasına rağmen Uygar’ı dinlemeye çalıştım. “En azından burada karşıma geçmek zorundasın,” dedikten sonra dilini alt dudağında gezdirdi ağır ağır. “Biliyorsun çünkü, onun dışında seni yakalamak mümkün değil.”

Tepemde birleştirdiği kollarımı hareket ettirmek istedim ama buna izin vermedi. Neredeyse bir çocuk gibi küskünce baktım ona. “Yakalayamamanın sebebi çok açık, sana kaçacağımı söylemiştim!”

Gözleri hala gözlerimdeydi. Yeşilleri o kadar parlaktı ki bana baktığında, onun gerçek anlamda yaşadığını hissediyordum. “Kaçmanın da bir sebebi olmalı,” diye mırıldandı, sanırım o da dalgınlaşmıştı. “Hiçbir sözüme güvenmemenin?”

“Senin peşime düşmenin bir sebebi olduğu gibi, değil mi? İkimiz de birbirimizi anlayamıyoruz…”

“Anlatırsan dinleyeceğim Yakut.” Kaşları çatıldı bu sefer. “Ve dinlersen de anlatacağım.”

Bu andan yararlanıp gevşeyen tutuşundan elimi kurtarıp onu üstümden ittim, biraz uzaklaşınca tekmemi de karnına geçirmiştim. Uygar ilk başta yere düştü, sonra da karnını tutarak ayağa kalktı. Başını iki yana sallıyordu.

Tekrar karşı karşıyaydık. Az önceki sözüne hiçbir karşılık vermeden ona birkaç yumruk savurdum ama kendini nasıl savunacağını çok iyi biliyordu.

Halbuki derse gelirken sinirlerimin yatışacağını düşünmüştüm, Uygar beni zihnimden başlayarak itiraf etmek gerekir ki kalbime kadar dağıtmıştı.

Çevremiz gitgide kalabalık hale gelirken gürültü de artıyordu, tıpkı içimdeki seslerin arttığı gibi.

Uygar bana hiç vurmuyordu, kendini savunurken arada bir ona vurmama izin veriyordu hatta. “Yapma şunu!” diye bağırdım çünkü yorulmaya başlamıştım. En başta sıkı sıkıya toplu olan saçlarım artık açılmıştı ve yanaklarıma yapışan birkaç telin yerini kalın bukleler almıştı. Uygar da benden farksız değildi, üstsüz vücudu terden parlıyordu ve koyu kumral saçları da tamamen alnına dökülmüştü.

Bakışlarımı ondan çekmem gerekse de bazen tuzağa düşüyordum.

“Bu kadar güçsüz olmadığını biliyorum Uygar!” diye seslenmek zorunda kaldım yine.

En son havaya kaldırdığım kolumu tutup yumruğumu engelledi ve beni tekrar ters çevirdi. Yüzüm duvara yapışacak sandığım an araya elini koymuştu ve yumuşak bir çarpışma yaşarken onun kaslı koluna tutundum.

Yaslandığım yerde deli gibi soluklanıyordum. Onun da inip kalkan göğsü sırtıma değiyordu. Tekrar aynı pozisyondaydık ama bu sefer onu alt edecek güç kalmamıştı üstümde, hem de duvara sıkışıp kalmıştım.

Uygar bir daha kulağıma eğildi. Az önce söylediğim söze ithafen “Sen mi güçsüzsün?” demişti. “Yakut… Senin kadar inatçı ve hırslısını görmedim daha önce.”

Beni de görme. Lütfen. Yenildiğimi hissediyorum.

Ancak Uygar “Karşında yenilmem o kadar şaşırtıcı değil,” dediğinde ikimizin de kendimizi bu dövüşün galibi olarak görmediğini fark ettim. Bir mağlup belirlemek zorundaydık.

“Sen şimdi yenildin mi bana?” derken sinirime rağmen güldüm.

“Darmadağın ettin beni,” diye mırıldandı. “O yüzden büyük bir dürüstlüğü hak ettin.”

Ve gülüşüm birden sonra sonlandı. Beni sıkıştırdığı yerden aceleyle, çaresizce kurtulmaya çalıştım ama Uygar beni bırakmadı. Kısık gülüşünün ardından “Senden-” diyecekti ki son bir güçle kolumu çekip dirseğimi rastgele suratına geçirdim. Bugün ona ikinci vuruşumdu ama bu daha acımasız olmuştu.

Uygar sözünü tamamlayamadan geri çekildi, acıyla inleyip burnunu da tutmuştu.

Cenk Hoca “Yakut hemen uzaklaş Uygar’dan!” diye uyardı beni. Derin derin soluklanırken sanki bir vebalıdan kaçar gibi hemen kenara çekildim. Korku dolu gözlerim Uygar’a çevrildi, dersin başındaki gibi gülmüyordu, kanayan burnuna elini bastırdı.

Bunu nasıl yapmıştım?

Sevtap aceleyle peçeteye yetiştirdi. “Ayaküstü dayak attırdın kendine,” demişti azarlar gibi. “Haşatın çıktı resmen! Garezin mi var anlamıyorum ki?”

Aramızdaki konuşmaları duymadıkları için durup dururken ona vurmuşum gibi görünüyordu ama kendimce sebeplere sahiptim. Yine de üstümdeki suçluluk hissi geçmiyordu, canı çok yanmış mıydı acaba?

Yanıma birisinin yaklaştığını gördüm, Fatih’ti. Elindeki havluyu dostça uzattığında ilk an bunu garipsesem de alıp yüzüme ve boynuma sürmeye başladım.

“Şuna haddini bir sen bildirirdin.”

Burnunu peçeteyle tutmaya çalışan Uygar’daki bakışlarımı daha da artan şaşkınlıkla Fatih’e çevirdim. Akademinin ilk gününden beri bana karşı nefret eder gibi davrandığı için şu tavrı tuhaf gelmişti. Kaşlarım merakla havaya kalktı. “Kendisiyle bir problemin mi var?”

“Hazzetmiyorum.”

Havluyu çektim, dudaklarımı içe kıvırırken nefeslenmeye devam ediyordum. Fatih’in söylediği ise hiç hoşuma gitmemişti. Ben onun duygularının maşası değildim. “O zaman tatminini kendin sağla,” dediğimde biraz şaşırdı. “Ben kimseyle sen hoşnut kal diye tartışmıyorum.”

Kaşları çatıldı hafifçe, bana yaklaşmak istemişti ama ters bir bakış atıp buna engel oldum, hemen olduğu yerde kalmıştı. “Yanlış bir şey mi söyledim?” diye mırıldandı.

Geriye dönüp Uygar’a baktım. O da bir havluyla terini silerken kısık gözlerle bizi seyrediyordu sanki bu durum hoşuna gitmemiş gibi. Kanayan burnuyla ilgilenmeydi, benimle değil. Bakışlarımı tekrar Fatih’e çevirdim. “Yanlış ya da doğru. Senin yapman gereken şey yorumda bulunmamak.”

Belki biraz sert çıkışmıştım ama elimden gelen başka bir şey yoktu. Havluyu omzuma atıp yorgunca salondan çıkmaya koyuldum. O sırada Uygar’la konuşan Cenk Hoca arkasına dönüp “Yakut, sen yarın odama geleceksin!” diye son kez bağırmıştı. Kabullenircesine başımı aşağı yukarı salladım, sonra da salondan ayrıldım.

Koridoru koşturarak giderken birden yüzüm kasıldı, sıcak gözyaşları hızla akmaya başlamıştı. Elimin tersiyle onları silsem bile yenileri alıyordu yerlerini. Akan burnumu çektim, bir peçetem olmaması kötüydü şu an. Elimin ayası yüzümdeki ıslaklığa yetişmiyordu.

“Neden yaptım bunu?” diye kendi kendime fısıldadım, içimdeki gürültü arttığı için düşüncelerim bile duyulmaz hale gelmişti. Uygar’la aramızda olan yangından içimde de vardı, utancımı körüklüyordu.

Akademi binasının içinde yönümü kaybettim, gidecek hiçbir yer bulamadım. En sonunda kendimi kadınlar tuvaletine attım. Küçük kabinde iki adımla volta atarken ruhum sıkışık bir hal almıştı… Uygar’ın beni sıkıştırdığı o duvardan daha fenaydı.

Küçüklüğümden bu yana kendimi durduramadığım bir yönüm vardı, hırçınlığım çoğu zaman hareketlerime yansıyordu. Bunun ders esnasında Uygar’a karşı patlak vermesi ise kesinlikle istediğim bir şey değildi. Utandım, hatta o an bu utançtan dolayı ölmek istedim.

Beni bir savaş arenasında gibi büyüttüğü için anneme olan kızgınlığım arttı, tüm kötü huylarını ise iğneyle enjekte eder gibi içime dolduran babaanneme karşı nefretim çoğaldı. Biraz daha uysal olamadığım için ve belki de hiçbir zaman olamayacağım için kendime sinirlendim.

Bugün böyleyse yarın daha kötüsü gelebilirdi başıma.

Büyük bir sorunun baş gösterdiğini fark ettim o an; ben bir başkası tarafından değil, büyük ihtimalle kendi tarafımdan yitecektim.

-

Ertesi gün yolum gerçekten de Cenk hocanın odasına düştü. Bir suçlu gibi başımı eğip davet aldığım kapıdan içeri girdim. Sandalyesini hareket ettirirken bilgisayarına bakan Cenk Hoca içeri girdiğimi görünce “Otur bakalım,” dedi dalgın bir sesle.

Masanın önündeki tekli koltuklardan birisine oturdum, kalbim gümbürdüyordu. Acaba ne duyacaktım? Revan Hocadan sonra bir uyarı daha işitme korkusu her yerimi sarsa da dirayetli durdum hocanın karşısında.

Cenk Hoca bilgisayarda işini bitirdikten sonra sandalyesini kaydırıp tamamen bana döndü. Ellerini olmayan göbeğinde birleştirmişti hatta. “Ne yaptığın üzerine konuşmayacağız Yakut, ne yapacağın üzerine konuşacağız.”

Direkt konuya girmişti, ben de öyle yaptım. “Kendimi tutmam gerektiğini biliyordum-”

“Bildiğin halde yapamadın.”

Omuzlarım düştü. “Kusura bakmayın…”

“Burada kimseye zarar veremezsin, bunun farkında olman lazımdı.”

“Zaten farkındayım.”

“O zaman ekip arkadaşına bunu yaşatmanın sebebi ne olabilir? Hem de gözlerimin önünde?”

“Bir daha yaşanmayacak, gerçekten!”

“Zaten bir daha yaşanmayacak.” Göbeğinde birleştirdiği ellerini açıp grileşmeye yüz tutmuş saçlarına yasladı. “Bir dahası olursa buraya ait olup olmadığın konusunda epey tartışırız çünkü.”

“Ben-”

“Dosyalarınızı, raporlarınız görüyorum Yakut. Başarısız olduğunu iddia edemem… Gerçekten başarılı birisin, akademinin başından beri ortalamanın üstünde performans sergilediğini açık açık söyleyeyim sana.”

“Ama?” diyerek devam etmesini bekledim, kaşlarım umutsuzca çatılmıştı.

“Kolektif bir yapının içine olduğunu bilmen lazım. Ha diyorsan ki bunu biliyorum, dersteki gibi Uygar beni kışkırttı diye, o zaman alınganlığını biraz azalt. Yoksa emeğine gölge düşüreceksin, bunu istemem.” Cenk hoca kaşlarını uyarırcasına havaya kaldırdığında alnı kırışmıştı. Bu nedense bana babaannemi hatırlattı, onun buruşuk yüzünü… Telaşa kapıldım.

“Emeğimi berbat etmeyeceğim.” Ellerimi sıkıca birbirine doladım. “Epey yol katettim hocam, bunun yarıda kalmasına izin vermem.”

“Lütfen.” İşaret parmağını kaldırıp beni gösterdi. “İşinde iyisin, işinde iyi olduğun kadar hayatında da öyle ol. İletişim kur, konuşmazsan anlaşamazsın bunu çoktan öğrenmen lazımdı.”

“Haklısınız.” Çaresizce yutkundum, başım öne eğildiğinde bu mahcupluk batağından nasıl çıkacağımın planını yapıyordu.

“E anlaştığımıza sevindim o zaman,” derken yüzünde babacan bir gülümseme belirdi Cenk hocanın. “Bıraktığın yerden çok daha iyi kalkabilirsin, biraz yürü bakalım nasıl gideceksin?”

Sözlerine hafifçe güldüm ben de… Bakalım yürüyebilecek miyim?

“Çıkayım mı?”

Cenk Hoca gözlerini irileştirdi dehşet içinde. “Kesinlikle çık, çok işim var çok!”

Ayaklandım. “Size kolaylıklar dilerim,” derken epey kısık çıkmıştı sesim.

“En çok ben sana dilerim, seninkisi daha zor.”

Tamam, buna da güldüm. Başka verebilecek bir tepki bulamamıştım çünkü.

Odadan ayrıldıktan sonra gözlerim bilişim odasından ayrılan Gökçe’ye değdi. Kucağında bir bilgisayar taşıyordu, dikkati orada olsa da hemen sonra bana döndü. Aramızdaki mesafeyi kapatmak için koşturmaya başladığında ben de yavaş yavaş ona ilerledim. “Nasıl geçti?”

En azından anlayışlı davranmıştı hoca. Bu yüzden “Beklediğimden iyi,” diye cevapladım Gökçe’yi. Durumdan onun da haberi vardı.

“Ah çok sevindim… Ecel terleri döktüm burada ya!”

Derin derin nefeslenirken elimi göğsüme yasladım, bakışlarım Gökçe’nin kısa kaküllerinde ve turkuaz gözlerinde dolaştı. İstemsizce tebessüm ettim, bir tek onunla konuşabiliyordum burada. Haliyle bu da onu mükemmel birisi yapıyordu.

“Yanımda olduğun için teşekkür ederim.”

Bilgisayarında birkaç tuşa bastıktan sonra bakışlarını tekrar bana çevirdi. “Ah böyle durumlarda teşekkür mü ediliyordu?”

Dudaklarım şapşalca iki yana kıvrıldı, koridorda yürürken elimi eteğime sürüp düzelttim. Dün lavaboda tek başıma ağladıktan sonra içim biraz daha rahatlamıştı, hala kötü bir his arada bir yoklasa da en azından kısa sürüyordu bu.

“Edilir,” dedim az önce sorduğu soruya.

Bakışları hala bilgisayarındaydı. “Böyle durumda arkadaşlar genelde birbirine teşekkür etmezler.”

“Öyle mi? Güzel bir şey aslında, niye sana teşekkür etmeyeyim?”

“Sen başkalarına yine et tabi… Ama bana etme, hoşlanmıyorum pek.” Suratını buruşturdu. “Tatsız.”

Kollarımı önüme bağladığımda istemsizce gülmüştüm, hatta seslice güldüm… Uzun zaman sonra! “Peki, sildim o zaman bu kelimeyi aramızdan.”

“İyi yaptın iyi.” Bilgisayar ekranındaki bakışlarını yavaşça bana çevirdi. “Ben de kongreleri takip ediyorum, birkaçına katılsam iyi olur. Sen de ister misin? Dilekçe gönderelim.”

“Tabi.” Bu iyi bir fikirdi, hasarlı kişiliğim yüzünden çok eksiğim vardı ve başka yerlerden tamamlayarak eksikliğimi gidermem gerekiyordu. “Olur gönderelim.”

“Harika…” diye dalgınca mırıldandı birkaç tuşa basarken. Gözleri kısılmış, dikkati yine benden uzaklaşmıştı ve aynı zamanda benimle konuşmaya çalışması Gökçe’yi biraz komik gösteriyordu. “Biz var ya bu gidişle seninle çifte düğün de yaparız.”

Birden böyle söyleyince şaşırdım. “Bu nereden çıktı şimdi?”

Çapkınca göz kırptı bana. “Korelasyon gücüm işte, nasıl hoşuna gitti mi?”

Kollarımı önümde bağladım, böyle yapınca artık aklımda sadece Uygar’ın sesi dönmeye başlamıştı… Başımı onu zihnimden çıkarma ihtiyacıyla iki yana salladım, tekrar koridorda ilerlemeye başlamıştık. Karşıdan bir gölge yaklaşıyordu ama içerisi biraz karanlık olduğu için kim olduğunu sezememiştim. “Bu korelasyon sıfır mı yoksa eksiye mi yaklaşıyor şu an?”

“Onu bunu bilmiyorum da,” derken Gökçe’nin sesi epey gizemli geldi, bakışlarını ileri çevirdi. “Senin pozitif korelasyon şu an tam olarak buraya yaklaşıyor.”

“Ne?”

Dalgın bakışlarım birden karşıma dikilen Uygar’a değdi. Üstünde dünün aksine temiz ve özenli bir kumaş pantolon ve boynuna bağladığı siyah kravatıyla beyaz gömleği vardı. Çarpamaya son anda engel olmak için kolumu kavradığında ne olduğunu şaşırmış gibiydim. “Sakin…” diye mırıldandı bir de.

Dünkü dövüşün hezimeti ve utancı henüz üstümden gitmemişti. İstemsizce Uygar’ın bileğine tutundum ve sonra çabucak geri çektim kendimi. Bu sefer ondan kaçtığım değil, ona zarar vermekten korktuğum için geri çekilmiştim. Burnunda herhangi bir sargı yoktu ama dün nasıl kanadığını görmüştüm sonuçta, her şekilde ona zararım dokunmuştu.

Gökçe başını öne eğip kaldırarak hızlı bir selam verdi. “Merhaba Uygar.”

“Merhaba Gökçe.”

“Nasılsın diye sormuyorum, sen muhakkak ki her zaman iyisindir… Ya da şey.” Bakışları bu sefer bana kaydı. “Ayarlarsın kendini Yakut’a göre.” Dudaklarını gülmemek için birbirine bastırdı. “Pozitif korelasyon,” derken gerçekten kahkaha atmamak için zor duran bir hali vardı.

“Gökçe…” Başımı yana eğip sızlanır gibi bir bakış attım ona ama beni hiç kale almadı. En sonunda kıkırtıya boğuldu, ekranı örtüp karnına yasladığı bilgisayarı kaldırdı ve yüzüne kapattı.

Uygar’a biraz çekinerek kontrol ettim. Onda da gülen bir hal yoktu.

“Neyse benim bilgi işlem dairesinde bir ton işim var, hemen gitmem lazım!”

Gökçe aramızdan sıyrılıp hızla uzaklaştığında kollarımı önümde bağlayıp başımı eğdiğim yerden kaldırmadan utanan bir bakış attım Uygar’a. O sırada dikkatimi kollarında tuttuğu saksı çekti, içinde ufak mavi bir çiçek vardı.

“Çarpıştık herhalde?” diye mırıldandım. “Kusura bakma, özür dilerim, bilerek olmadı.”

Yanından ayrılmak için ufak bir bahane uydurmak istediğimde Uygar kolumdan çabucak tutarak gitmeme engel oldu, beni eski yerime geri getirdi. “Bu koridor bir tane daha görmezden gelişini kaldıramaz.”

Kaşlarını çattı sonra, onu ilk kez bu kadar ciddi görüyordum. Dünden dolayı kesinlikle bana kızgın olmalıydı… Suçluluk hissim biraz daha arttı böylelikle. “Yapabileceğim bir şey yok,” diye fısıldadım.

Karşımda iç çekti, vahim bir durum seyreder gibi alt dudağını ısırdığında halim daha da mahzunlaştı. Ellerimi arkamda bağlayıp uzun çizmelerimi seyrettim, hatta kendi kendime bacaklarımı hareket ettirip onları dizlerime çarptırdım… O an Uygar’ın karşısındayken ondan kaçmak için her şeyi yaptım.

Ama muhakkak beni yakalayacaktı.

Eğik başımı kaldırmadan gözlerimi yukarı kaydırdım saniyeler sonra. Alnına düşen kumral bir tutamı geriye ittirdi ve elindeki çiçek saksısını bana uzattı. “Bunlar senin.”

Mavi çiçekleri bana uzattı, bir yumru gibi duran halleri çiçek sevmememe rağmen güzel görünmüştü gözüme. “Bunlar ne?” diye usulca sordum. Daha önce babaannemin siyah sümbülleri dışında hiç çiçeğim olmamıştı. Odamı saran kokusundan nefret ederdim.

“Bunlar mavi ortanca,” dedi pürüzsüz sesiyle. “Birisinden özür dilemek istediğinde veriyormuşsun.”

Kaşlarım hayretle havalandı. Saksıyı iyice göğsüme bastırdım, bu sefer şefkatle ve merhametle bastırdım. Öyle bir his bırakmışlardı yüreğime. “Benden özür dilemek mi istiyorsun?” Şaşkınca baktım tekrar çiçeklere, sonra onları Uygar’a uzattım. “Asıl benim sana vermem lazım, al.”

Bu hareketime güldü Uygar, ona uzattığım saksıyı değil ellerimi kavramıştı. “Dün biliyorum, üstüne geldim. Seni o şekilde sıkıştırmamalıydım.”

Aptallık bu ya. “Nereye?” diye sorasım tuttu.

Beni bedeniyle duvar arasına sıkıştırdığı zaman, daha önce hissetmediğim kadar sıcak hissetmiştim kendimi. Bir kuralım vardı, bu sırt duvardan başka hiçbir şeye yaslanamaz yoksa yara alır… Fakat sırtım niye onun göğsüne değince bir şey bulmuş gibi hissettim ki ben?

Hafifçe öksürdüm ve saksıyı tutan ellerimi onun teninin altından çektim. “Devam et sen, ben dinliyorum seni.”

Uygar ise boynundaki kravatla oynamaya başladı, onu çekiştiriyordu. “İyi hissettirmedim sana, bunun için özür dilemem lazım Yakut. O an gerçekten farkına varamadım, seni sınıra getirdim. Haliyle sen de hıncını benden çıkardın.”

“Canını yaktım,” diye mırıldandım kabahatli bir sesle. “Asıl benim özür dilemem lazım.”

Birbirimize bakarken ellerini beline koydu Uygar, gözleri kısılmıştı yüzümü seyrederken. “Sen de kendini bana mı affettirmek istiyorsun?”

“Yoo…” Dudaklarımı içe kıvırdım. “İlla affetmek zorunda değilsin, küs de kalabiliriz.”

“Ben sana niye küs kalayım? Arkadaşlar küser birbirine.”

Bir adım atmam gerekti o an. “Tamam arkadaş olalım biz de,” dedim masum masum. “Sen dememiş miydin iletişim kurmak zorundayız diye.”

“Benim yeterince arkadaşım var zaten, sağ ol,” derken gözleri kısıldı Uygar’ın. Niye kabul etmemişti ki?

Çiçekleri sıkıca sarıp kavradım, yüzüm biraz düştü bu sözlerine karşın. “Doğru, akademideki herkesi kafalamışsın hepsiyle arkadaşsın, benimle niye olmuyorsun? Benim diğerlerinden ne eksiğim var?”

“Eksiğin yok arkadaş olmak için fazlan var zaten.”

Bana bir özür mahiyetinde verdiği mavi ortancaları kaldırıp koluna vuracak gibi yaptım, sonra bunun bir hata olduğunu çabucak fark edip geri çekildim. “Aptal,” diye mırın kırın konuşurken gülmemek için zor tutuyordum kendimi. Geriye yamuk yamuk birkaç adım attığımda Uygar da beni takip etti hemen. Birden “Teşekkür ederim,” dedim ona. “Güzeller. Biraz güzeller.”

Başını öne eğip kaldırdı hafifçe. “Geçemeyecekleri bazı sınırlar var sonuçta.”

“Ne sınırı?” diye şapşalca sordum.

Gülüşü esnasında burun kemerini tuttu Uygar, gözleri de kapanmıştı. Aynı sersem tebessümümü zapt etmeye çalışırken bakışlarımı koridorda gezdirdim ben de.

O sırada akademi binasının içinde yoğun bir gürültü belirdi. Ne olduğunu anlayamadığım için etrafıma bakındım. Bizden başka kimsenin olmadığını yeni fark ediyordum. “Ne oldu? Ne gürültüsü bu?”

Bir hareketlilik başlamıştı, Uygar da gerildi bu durumda. İkimiz de bakınırken yan taraftaki kütüphanenin kapısı açıldı ve içeriden tabletine bakan Kerim abi, peşinden de onu takip eden Reha çıktı. İkisinde de endişeli bir ifade vardı.

“Neler oluyor?” diye sordu Uygar hemen yanlarına yaklaşıp.

Kerim abinin bakışları bize çevrilmedi bile, yanına yaklaştım ve ben seslendim bu sefer. “Kerim abi bu hareketlilik ne?”

Onun yerine Reha arkadan çıktı, kütüphanenin içinde de gürültü başlamıştı hatta. Hafif aralık duran kapıdan görebiliyordum. “Patlama,” dedi Reha birden, devamını getirmeyişiyle huzursuzlanmıştım.

Uygar Reha’nın kolunu tuttu ve onu yanına çekti. “Kardeşim ne patlaması? Devamını getir şunun.”

“Bir okulun yakınında…” Nefesleri arasında gergin bakışlarını ikimiz arasında dolaştırdı. “Bomba patlaması olmuş.”

*

instagram: askilawt

Loading...
0%