7. Bölüm

6. Galip ve Mağlup

tuğba fc
askilav

 

6. GALİP VE MAĞLUP

-

5 yıl önce

Stratejik düşünme üzerine yazdığı kitaptan birkaç satır okuyan Revan Hoca'nın grileşen sakallarında gezdirdim gözlerimi, bir parmağını dikkatle çenesinde gezdiriyor bazen de yuvarlak çerçeveli ince gözlüğünü düzeltiyordu; hemen sonra okuduğu kısmı bırakıp bize döndü. "Bir sonraki adımınızı belirleyen şey siz değilsiniz, ihtimallerdir," dedi tok sesiyle. Normalde göre uzun olan saçlarından birkaç tutam havaya dikilmişti, yorgunluktan düzeltmeye vakit bulamamıştı sanırım. "En başta hızlı kararlar vermek iç acısı görünse de aslında sürecin başlarında büyük tehlike doğurur, biricik zihinleriniz olduğuna inanıp gereksiz içgörülerle 'evet doğrusu budur' diyorsunuz ama deneyip yanılmadıktan, daha doğrusu bunu zihninizde defalarca çözümlemedikten sonra doğrunun ya da yanlışın ne olduğunu asla bilemezsiniz arkadaşlar."

Arkadan Sevtap'ın sesi geldi. "Revan hocam." O da bizim gruptandı ve grubun en hırslılarından birisiydi, hatta Uygar'la da arkadaştı, hemen yanımda oturan ve ciddiyetle dersi takip eden Uygar'ın burada iletişim kuramadığı kimse yoktu zaten benim dışımda.

"Dinliyorum Bilgiç."

"Peki bu süreçte, eğer deneyimsiz kalırsak ve birisine güvenmemiz gerekirse ne yapmalıyız?" dedi gerçekten ilgili bir sesle. "Tek bir doğru bulamazsak ve durum riskli bir şekilde güvenmeyi gerektiriyorsa neyi seçmeliyiz?"

Revan hoca dikkatimi dağıtan saçını gelişigüzel düzeltti. "Bilgiç, güvenmek çok da bizim işimiz değil," derken epey ciddiyetle ifade etmişti bunu, onu fazlasıyla haklı bulmuştum güven duygusunun varlığına inanmadığım için.

"Bahsettiğiniz şeyi az çok anlıyorum, demek istediğim o an bunu yapmamız gerekse mesela?"

"Güvenemezsin." Revan İdemen'in suratında babacan bir tebessüm belirdi. "İstihbarat mensupları her zaman yalnız olduklarının farkındadırlar, bu yüzden güven duygusunu kendilerine göre biçimlendirirler ve her meselede ayrı bir versiyonu kullanırlar, ama bunların hiçbirisi gerçek bir itimat değildir."

Konuşmaya karışmak için hafifçe boğazımı temizledim. "Revan Hocam, peki bu bizi hayatın dışına iter mi?"

"Demek istediğini açabilir misin Yalınkılıç?"

Dirseğimi yasladığım yerden çekip sırtımı geriye verdim, herkes sessizce beni dinlerken kendimi açıklamak ilk an gergin hissettirse de sanırım bunu yapabilirdim. Uygar'ın beni hakir gördüğü kadar kötü değildim iletişim konusunda. Evet, belki biraz saldırgan dürtüler barındırıyordum ama bunu mekâna göre törpülemek de benim işimdi. "Sonuçta tehlikeler ve organize suçlar da hayatın bir parçası, hepsi ufak ufak temel edinip büyüyorlar toplumda; onları tanıyabilmemiz içi onlarla iletişim kurmamız, iletişim kurabilmek için de meslek hayatımız dışında ya da içinde güven duymamız gerekmiyor mu? Eğer kendimizi hayattan varsaymazsak, bir süre sonra gerçeklikten kopmaz mıyız?"

"Kendini tanımayan insan kopar algılardan."

Başım yavaşça yana kaydı, bunu söyleyen Uygar'dı; kolunu masanın benden tarafına yaslamış, aramızdaki mesafeyi azaltmışken sandalyesinde öyle yayvan oturuyordu ki gözlerim kısaca bedeninde dolaştı, sonra alelacele bakışlarına çıktım.

"Anlamadım," diye mırıldandım ona; amacı zaten kafamı karıştırmak, benimle uğraşmak ve belli ki beni sınamaktı.

"Psikoloji üzerinde ufak hesaplar yapılmaz," derken bilge bir bakış attı bana, bu sefer küçük görmüyor muydu acaba, yoksa herhalde böyle anlayışlı bakmazdı, yine de içten içe dalga geçme ihtimaline karşı tetikte kaldım. "Gerçeklikten kopana kadar algılarını kaybetmenin önceden düşünebilecek bir yanı olduğunu sanmıyorum, bunlar biraz süreç ve kişilik meselesidir, her olay insanlar üzerinde farklı etkiler uyandıracağı için güvenmek ya da güvenmemek diye bakılmamalı bu duruma." Elini kaldırıp gri gömleğinin üstündeki ince siyah kravatına dokundu, açıkta kalan parmaklarına ve elinin üstünde hafiften beliren damarlara bakarken dikkatim dağılmasın diye hızla yeşil gözlerine döndüm ama onlar da ne yazık ki, en az diğer her şeyi kadar akıl karıştırıcıydı. "Güven ve şüphe payları olmalı ve kimi zaman da değişmeli."

"Tamam," dedim uzun konuşmasından sonra kendimi haksız duruma düşürmemek için. "Ben de zaten, bununla ilgili bir şeyler sordum yani o payın dengesini merak ettim."

Parmaklarını hafifçe kütletti, dudağının kenarı yine aynı hoşnut tavrıyla kıvrıldı. "Bunu öğrenmek için bence insanları tanımalısın."

Sinirle gözlerimi devirdim. "O zaten kolay," diye Uygar'ı küçümseyerek önüme dönerken umursamaz omuz silkişimin hemen ilerisinde beni müstehzi gülüşüyle dinleyen Revan İdemen'le karşılaştım, gözlüğünün arkasında kalan ufak gözlerinde yoğun bir merak belirdi. "Demek insanları tanıyabileceğinden çok eminsin Yalınkılıç?" dedi sorgu dolu bir sesle. "Herkesi kolayca tanıyabilir misin gerçekten?"

Az önce dikkatim dağıldığı için ilk başta "Hmm?" diye mırıldansam da hızla kendimi toparladım. Sırtımı dikleştirirken "Fazla zor olmaz," dedim bir de büyük bir özgüvenle.

Revan Hoca tekrar saçlarını parmaklarıyla geri yatırdı, uzun boyunu öne çıkarırcasına kürsünün ortasında gelmişti. Ellerini kumaş pantolonunun ceplerine soktu, eğer burada eğitmen olmasaydı Revan Hocanın çok daha büyük bir işle meşgul olduğuna inanırdım. Hali tavrı bazen espritüel olsa da otoritesini yadsımak zordu. "Ah..." diye iç çekti. "Gençlik bayağı ateşli bir dönem ve sen bunu fazlasıyla hissettiriyorsun... Ama bu ateşi söndürmem gerek, üzgünüm."

Bir bozulma hissiyle omuzlarım düştü. "Nasıl yani?"

"Seni şöyle kürsüye, yanıma alabilir miyim?"

Eliyle yan taraftaki boşluğu işaret etti, eteğimi düzeltip ayağa kalktım. Uzun çizmelerim dizlerime çarparken bu bile sinirimi bozar hale gelmişti. Ben kürsüde ne yapacaktım?

Gergince ilerlerken birkaç kişinin kendi arasında konuştuğunu duydum, geriye döndüğümde yirmi beş kişilik grup tüm bakış açıma kolaylıkla sığdı. Geriye yaslanıp ciddiyetle dersi takip eden Kerim abi, yine aynı sert mizacını taşıyan Sevtap, az sonra yüzüme kahkahalar atacakmış gibi duran Fatih, geride sessizce ve belki de ilgisizce bekleyen Reha... Onları tanıyordum. Bir de benim boş masamın yanında duran Uygar'ı yok saydığımı unutmamalıydım.

Sanki spot ışıkları üstüme çevrilmiş gibi sersemledim birden. Revan Hoca bu sefer "Bir kişiyi daha kürsüye alacağım," dediğinde ise nefeslerim adeta boğazımda tıkanıp kaldı.

Tamam, benim kendimden başka kimseyle işim yok; bunu nasıl açıklayabilirim şimdi?

Endişeli gözlerim Revan İdemen'e döndü. "Ne için?"

"Sorgulayıcısın Yalınkılıç, bu güzel bir şey." Sınıfa bakınırken beni övmekten de geri durmamıştı ama fazla alaycıydı ses tonu, hatta kendi kendine güldü kısaca.

Başı amfi tarzındaki sınıfın en aşağı kısmında oturan Uygar'a çevrildiğinde elim ayağıma dolaştı. Neyse ki Revan Hoca, "Seni diyecektim ama arkadaşsınız diye biliyorum," dediğinde biraz içim rahatladı, neyse ki onunla karşı karşıya gelmeyecektim.

Uygar hemen "Arkadaş değiliz," diye itiraz etti, öne eğildiğinde masanın üstünden bir üstünlük kurmaya çalıştığını fark ettim. Kaşlarım çatıldı, ters bir bakış attım ona.

"Yakut'u ben pek tanımıyorum açıkçası," derken arkada oturan Sevtap garip bir yorum belirtti. "Sanırım sesini iki ay sonra ilk kez bugün duydum."

Revan Hocanın bakışları geriye, yani bana döndü. Kaşlarını havaya kaldırdığında şaşkın bir bakış atmıştı. "Ekipte bir hayaletimiz mi olacak yoksa?"

"İhtiyaç var mı?" diye kısık bir sesle mırıldandım.

"Hiç yok maalesef," derken halime güldü. "Tabi gerekirse bir hayalet de olursun ama şu an kanlı canlı insan istiyorum ve bunun için çaba sarf ediyorum." Sonra işine önem verdiğini belli eden parlak bakışları Fatih'e çevrildi. "Fatih Atasoy," diye seslendiğinde yorgun bir nefes bıraktım dışarı. İşler benim için akademik anlamda değil ama hayati anlamda gitgide zorlaşıyordu.

Fatih oturduğu yerde doğruldu ve anlık bir refleksle gömleğinin manşetlerine dokundu, bakışlarıyla dinlediğini belli etmişti.

"Buraya gelmeni istiyorum."

"Tabi."

Bir elimi diğer bileğime kapattığımda gözlerim Revan Hocanın ne planladığını merakla bekleyen kişilerde gezindi ve en sonunda aradığını buldu. Fatih'in ismini duyduktan sonra oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanan Uygar'ı seyrettim. Kendi kalemini birkaç defa masaya vurdu ve en sonunda eğik başını kaldırmadan, çatık kaşlarının altındaki yeşil gözlerini üstüme çevirdi.

Bu sefer yakalayamamıştı beni.

Az sonra Fatih karşıma geçti. Boyu benimkiyle eşit, belki birkaç santim uzun sayılırdı. Ellerini arkasında birleştirip duruşunu dikleştirince bakışları da dik bir hal almıştı. Onda kütüphanede beni seyrettiği andaki tuhaflığı gördüm, muhtemelen benden pek hazzetmiyordu

"Yakut senden çok basit bir şey isteyeceğim." Revan Hoca arkamdaydı, sesi kulağıma ulaştığı an onaylamak isteyerek başımı aşağı yukarı salladım. "Fatih'e bakarak onda neler gördüğünü söyle. Fazla zor değil, hatta hiç değil. Madem senin için insanları tanımak çok kolay, bunu en basit yoldan nasıl yapıyorsun bize göster. En sonunda ben de fikirlerimi belirteceğim, birbirinizi ne kadar tanıyorsunuz bilmiyorum ama..." Sözlerinin arasında kısaca nefeslendi Revan Hoca. "Ben sizi sandığınızdan daha çok tanıyorum."

Ellerimi önümde birleştirip "Tabi," dedim mırın kırın. Hemen önümdeki Fatih'e bakmak istemiyordum ama o izlenmesi gerektiğinin farkında olarak rahattı. Kısaca yutkunduktan sonra gözlerimi Fatih'in sarı saçlarında gezdirdim, düzene sokmaya çalışsa da pek becerememişti. Ya çok geç uyanmıştı ve aceleden dolayı bu haldeydi saçları ya da özenli görünmeye önem veriyor ama bunu birinci kural haline getirmiyordu.

İnsanların ne diyeceğimi merakla beklediği esnada uzunca bir zaman atlattıktan sonra "Sarı saçları var, biraz uzun," diye anlamsız bir şeyler geveledim, bu Revan Hocanın söylediklerime gülmesine sebep oldu. "Harikasın, bu Fatih Atasoy'un erkek olmasından sonra en gizemli özelliğiydi zaten."

Çaresizce kollarımı önümde bağladım, bunu yapınca kulağımda Uygar'ın sözleri yankılandı. 'Kollarını böyle yaptığında, karşındaki onu dinlemek istemediğini düşünür.'

Sonra bakışlarım kısacık bir anda, istemsizce Uygar'a kaydı. Az önceki huzursuz ifadesi kırılmış, yerini çok gizli fakat hoşnut bir ifade almıştı. Onun hareketlerine anlam veremediğim için kaşlarım çatıldı. Tekrar ana dönmem gerekiyordu. Gözlerimi Uygar'dan alıp tekrar Fatih'e çevirdim. Dalga geçeceklerini bile bile "Gözleri mavi," dedim. Ama onda daha farklı şeyler vardı. Gözbebekleri çok kıpırtısızdı mesela. Niye bilmiyorum, orada sönük bir şeyler görüyordum. Mavi daha önce hiç bu kadar soluk hale bürünmemişti herhalde.

Fatih dudaklarını yaladıktan sonra "Daha dikkatli bak," dedi çünkü kendisi tam olarak böyle yapıyordu. Rahatsız bir hisle dişlerimi sıktım. Artık 'bomboş göründüğüne' dair bir cevap zihnimde yankılansa da karşılık vermedim, yerimi ve zamanımı bilmem gerekirdi. Parmaklarımı kütlettiğimde ses, sessiz derslikte kolaylıkla duyuldu. Burada onun rakibi değildim, düşmanı değildim ve bu şekilde davranmasına da anlam veremiyordum, yine de metanetimi korudum.

İşine odaklısın Yakut, senden istenen bir şey var.

Fatih geniş omuzlara sahipti ama vücudu hiç çalışılmış gibi durmuyordu, bu onu gözümde birden tembel birisine çevirmişti. Tabi bu düşüncelerimi kendime saklayıp sadece "Boyu muhtemelen bir seksen," dedim.

Derslikte buna karşın bir tartışma başladı, herkes Fatih'in boyu için tahmin yürütmeye çalışıyordu.

Fatih de hemen "Bir seksen yedi," diye düzeltti.

"O zaman kesinlikle bir seksen diyorum." Bu sözlerimden sonra uğultunun arasına gülüşmeler de katıldı, ortalığın dağılmasını istemeyen Revan Hoca arkamdan yaklaşıp Fatih'le aramıza girdi. "Tamam şimdi ilkokul matematiğine giremeyiz," dediğinde sessizlik sağlanmıştı, derin bir nefes bırakıp gerginliğimi üstümden attım. "Yakut'un fikirleri konusunda onun başarılı olduğunu düşünen var mı?"

Sevtap at kuyruğunu düzeltirken "Yorum yok," dedi ciddiyetle. "Çünkü ortaya sunulmuş bir fikir göremedim."

En köşede kalan Reha araya karıştı. "Yalnızca sana sunulanı göreceksen Sevtap, işin zor."

"Bu öyle bir şey değil."

"Orasını bilemeyeceğim..."

Bir kolumu kendime sarıp ağırlığımı tek bacağıma bıraktım. Herkes, Fatih'e bakıp da söylediklerimin kuru fikirler olduğuna inanabilirdi ama benim için değildi. Sorun fikirlerimi açıkça söyleyemememdi, eğer karşımdaki kişi beni tanıyorsa bunu zaten anlardı.

O sırada oturduğu yerde anlayışlı tebessümüyle bizi seyreden Kerim abi doğrulup "Aslında iyiydi Revan Hocam," dedi ciddi bir tonda. "Kesinlikle sizin düşüncelerinizin önüne geçmek istemem ama Yakut'un bu fikirlerini daha derinlikli hale getireceğinden şüphem yok benim."

Dudaklarım ufacık iki yana kıvrıldı, onun bu hali nedense bana babamı hatırlatmıştı. Birden özlem hissiyle kalbim burkuldu, acaba evde bensizken ne yapıyorlardı?

"Yakut nazarında söylemiyorum elbette," derken dikkate değer bir şey söyleyeceğini bildiğim için tekrar Revan Hocaya odaklandım. "Ancak birisini tanımak gerçekten ben yaparım diyecek kadar kolay bir iş değil. Bazen beş dakikada sevdiğimiz kişiyi on yılda tanıyamayız, hatta şaşırtıcı gelecek ama kendimizi bile tanımakta zorlanabiliriz. Bu yüzden güven duygusunun bizlerde eksik olduğunu söylüyorum. Siz hobi olarak yine güvenin tabi, o beni alakadar etmez." Sözlerinin arasında güldü. "Ancak bunu istihbarat ruhuna bulaştırmayın. Sözlerimi belki abartı bulabilirsiniz, yine de beni hiçbir zaman anlamak zorunda kalmamanızı umuyorum."

Sözleri bitecek sandım, arkamızdan geriye çekilince yerime geçecektim fakat Revan Hoca kolumu gizlice tutup engel oldu bana. Dersliğe bakarak konuşmaya devam etti. "Bu sizinle son dersimdi, akademinin alacağı kararlara göre teorik dersleriniz devam edebilir bu konuda çok bilgim yok fakat benim sizler için işlediğim son ders oldu bu." Kırlaşan sakalları arasında kalan ince dudaklarını iki yana kıvrıldı. "Meslek hayatınız dahil olmak üzere tüm yaşamınızda hepinize başarılar dilerim arkadaşlar, umarım bu vatan ve millet için gösterdiğiniz başarıları sıklıkla şahit oluruz... Hoşça kalın."

Toparlanan kişilerin arasına karışamadım, halen kürsüdeydim. Konuşmasını bitiren Revan İdemen bana döndüğünde gülümsemesi gitgide azaldı fakat ifadesi sakin yerli yerinde duruyordu. "Sana gelirsek İkinci Yakut," dedi ilk gün babaanneme yaptığı atıf gibi. "Seni tanıdığım için berbat bir tanıma çalışmasıydı diyemiyorum. Eminim Fatih'in mavi gözlerinden çok daha fazlasını düşündün ama söylemedin."

Beni anlamıştı.

"Yine de bu Kafdağı'nda durmanı gerektirmez."

Ve bu sözleriyle birden kalbim hızlandı, gerçekten Kafdağı'nda gibi mi davranıyordum? "Öyle davranmıyorum."

"Artık bilemiyorum," dedi kelimeleri uzatarak. Yuvarlak çerçeveli gözlüğünü çıkardı ve bu esnada parmağının cama değdiğini fark ettim, içim kötü oldu. Dikkatimi tekrar yukarı kaldırıp Revan Hocanın suratına baktım, gözlük çıkınca daha farklı birisine dönüşmüştü. "Belki de gözlemci olmayı bırakman lazım, konuşuyor musun hiç müstakbel ekip arkadaşlarınla?"

"Yani," derken çok ince çıktı sesim. "Gerektiği zaman konuşuyorum."

"Bundan sonra gerekmediğinde de konuş."

"Ama insanları tanımak konusunda berbat olmadığımı söylemiştiniz."

"Ve kendini hemen mükemmel mi sandın?" Kaşlarını uyarıyla havaya kaldırdı, kendini masaya yasladığında takım elbisesi gerilmişti, sessiz kaldığımı görünce ise kısaca iç çekti. "Dediğimi yapsan iyi olur Yalınkılıç."

Parmağımın ucuyla saçımı geriye itip "Peki," diye fısıldadım fakat bir yanım bu duruma bozulmuştu. Defalarca kendime hatırlattım, bozulacak bir şey yok... Ama işin ucu bir şekilde Uygar'a da dayanıyordu. Geçen hafta kütüphanede söyledikleri konusunda haklı mı çıkmıştı yani?

Revan Hoca çantasını toparlamaya dönünce ben de masama dönüp eşyalarımı kaldırdım, hatta çantama koyamadan derslikten ayrıldım o derece dokunmuştu bu durum bana. Söyledikleri sanki hem beni doğruluyor hem de aptalın teki olduğumu yüzüme haykırıyordu.

Loş koridoru ilerlerken hırs içinde dudaklarımı ısırdım, hala elimdeki eşyaları çantama sıkıştıramamıştım. Durup buna vakit ayırmak istemiyordum, koşarak uzaklaşmam lazımdı buradan. Tam o sırada yanımda fazlalık bir gölge hissettim, başımı yan tarafa çevirdiğimde ise Uygar'la karşılaştım.

Elleri pantolonun ceplerindeydi, kıvırdığı gömleğinin açıkta bıraktığı kollarındaki damarlara gözlerim takılsa da rahatlığı daha çok çekmişti ilgimi. "Ne oldu?" diye sorarken duraksamadım bile, hiç alakamız olmamasına rağmen insanların arasında yan yana yürüyorduk. "Derste rezil edemedin, hıncını şimdi mi alacaksın?"

Koridorda ilerledikçe bir esinti Uygar'ın kokusunu burnuma ulaştırdı, gereksiz ama güzel bir kokuya sahipti ve hala dimdik ileriye baksa da asla gözlerini bana çevirmedi. "Seni rezil etmeye çalıştığımı mı düşündüm?"

"Yok, her fikrime muhalefet olmandan herhalde bana deli divane olduğunu düşündüm!" Yürüdüğüm esnada kurşun kalemi neredeyse kırılacak kadar sertçe çantama sıkıştırdım. Sözlerimden sonra koridorun sonunu seyreden Uygar'ın dudaklarında ufak bir gülüş belirdi. Aptal, böyle gülmese sinir olmazdım ona; çünkü bu güzel bir gülüştü... ve inanılmaz gereksizdi.

"Çok zeki ve akıllı bir kadın olduğunu hep biliyordum," diye mırıldandığında, az önce çantama koyduğum kalemi çıkartıp mahsustan koluna batıracak gibi yaptım çünkü bana iltifat etmesi bile sinirlerimin bozulmasına yetiyordu, kelimelerinin altında onu ciddiye alacağım bir gerçekçilik olsa kızmazdım ama Uygar'ın tek niyeti benimle alay etmekti. "Bana bak!" diye kızacak olduğumda, refleksleri fazlasıyla iyi olduğu için elimi tutup kalemi batırmama engel oldu, bakışları da en nihayetinde bana dönmüştü. "Söylemene gerek yok," diye mırıldandı. "Sana zaten bakıyorum." Sözleri arasında duraksasa da söyleyecekleri bitmemişti. "Hep bakıyorum."

Koridorun sonuna yaklaşırken duraksadık, yanımızdan geçen birkaç kişi Uygar'a sergilediğim sinir harbine şaşkınlıkla bakarken fazla absürt davrandığım için elim ayağıma dolaştı. "Şey..." derken hızlı bir nefes bıraktım dışarı.

Gerginliğimi Uygar da fark etti ve birden elini arkaya uzattı, bu hali üstüme kapanmış gibi durduğu için yüzüm göğsüne fazla yaklaşmıştı, tenimde beliren alev hissinden dolayı yutkundum. "Ne yapıyorsun?"

Ancak sorumu tamamlamama kalmadan beni kolumdan tuttu ve arka tarafa ilerletti, sonradan fark ettim Uygar'ın beni gerimizde kalan bilişim odasına soktuğunu. Kapıyı arkasından örttükten sonra yalnız kaldık, böylelikle kendimi tuhaf hissettim. Tenimdeki sıcaklık zaten bir türlü geçmiyordu, acaba dışarıdan bakınca belli oluyor muydu bu kırmızılık?

En azından Uygar görmesin diye geri geri gitmek istedim, o ise aynı yürüyüşle üstüme gelmeye başladı. Neyse ki aramızda hala yeterli mesafe varken durdu, parmakları arasına kalan kurşun kalemi havaya kaldırdı. "Beni öldürmek için buna ihtiyacın yok," dedi sanki önemli bir bilgi verir gibi ama onun da dalga geçtiği belliydi.

O an fark ettim, yalnızken niye ben korkuyordum ki? Asıl Uygar korkmalıydı.

Sıkı sıkıya tuttuğum çantamı ve elimde kalan diğer eşyalarımı yan taraftaki masaya bırakıp daha güçlü bir duruş edindim. "Geber o zaman," dediğimde kısık bir gülüşle karşılık verdi.

Kollarımı onun kurallarına inat önümde birleştirdim, başımı huysuzca omzuma eğdiğimde hala ters ters bakıyordum Uygar'a. O ise beni taklit eder gibi yapıp başını yana yatırdı ve halimi keyif alır gibi seyretti.

Az önce derse bir atıfta bulunarak "Demek herkesi kolaylıkla tanıyabilirsin?" dedi, kaşlarını da merakla havaya kaldırmıştı.

Göğsümü derin bir nefesle şişirdiğimde soluklarım içeride sıkışıp kaldı. "Buradaki herkesle tanışıp anlaşabilirim..." Birden hoşuna giderek baktığını görünce devamını getirmek zorunda kaldım. "Ama seninle imkânsız, anladın mı beni? Çünkü sen canımı çok sıkıyorsun Uygar."

Bir bahane uydurur gibi söylemiştim her ne söylediysem, buna kim inanırdı?

Allah'ım, ama ne olur Uygar inansın...

Bir cevap versin diye bekledim, bekledim fakat ses etmedi.

"Anlamadın herhalde? Bir de kalem saplamana gerek yok diyorsun, başka türlü anlayabileceğini sanmıyorum."

Gülüşü hiç sona ermedi, elinde tuttuğu kaleme bir kez daha baktı. "Bu kalem bence saçlarına daha çok yakışıyor," diye mırıldandı, hatta tekrar üstüme gelmeye başladı. Kollarımı hiç açmadan aynı sert tavırla geri geri gitmeye başladım. Bilişim odası küçük değildi, gayet genişti fakat birden her yerin daraldığını ve iki duvar arasında sıkıştığımı hissettim; en kötüsü de iki duvar arasında yalnız değildim, burada Uygar da vardı.

"Saçlarım hakkında konuşma," derken parmaklarım istemsizce omuzlarımda duran siyah tutamlara değdi.

Uygar ise "Siyah saçların çok güzel," diye karşılık verdi.

"Konuşma dedim!"

Göğsüm hızla yükselip alçalır haldeydi, aslında her şey ilk başta basit bir inattı fakat zaman geçtikçe anlaşılıyordu bazı şeyler... Bu inatla alakalı değildi, bu tecrübesiz bir kalbe sahip olmakla alakalıydı. Eğer nefesim kesilecekse ve kalbim beni yaşatmak yerine yavaş yavaş öldürecekse Uygar'dan kaçmaktan başka şansım varmış gibi davranabilir miydim?

Kalemi bırakmadı, ağır hareketlerle parmaklarının arasında çevirdi; diğer eli de pantolonunun cebindeydi, üstüme yürürken benim aksime rahat bir tavrı vardı. Sanki bu oda içinde, masalar arasında dolaşmak onun için rahatsız edici değil gibi davranıyordu.

"Ben de deneyebilir miyim seni tanımayı?" dedikten sonra düşüncelerini art arda ifade etti, ona karşı çıkmama bile zaman tanımamıştı. "Sanırım..."

"Hayır-"

"Kimseden çıkaramadığın bir hıncın var, duyguların hep içinde saklı."

"Susar mısı-"

"Derste söylediğin gibi insanları tanımak konusunda iyisin." Tamam, en azından başarısız bulmamıştı beni. "Ama bildiğin hiçbir şeyi söylemiyorsun."

Terleyen avucumu dizlerimin üstünde biten eteğime sürdüm. Uygar neredeyse Revan Hocayla benzer şeyler söylemişti, resmen içimi okuyorlardı. Bu biraz ürküttüğü için "Beni tanımaya çalışma," dedim. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordum, kalbim neredeyse göğsümden fırlayacak gibiydi ve sürekli kaçar gibi yürümek işleri daha iyi hale getirmiyordu.

Uygar hafifçe omuz silkti. "Artık uyarmak için çok geç Yakut."

Birden öfkeyle duraksadım. "Nasıl geç olabilir ya?"

Kollarım iki yana açılmış, sızlanışım boş odada ufak bir yankıya sebep olmuştu.

Uygar'ın bakışları üstümde takılı kaldı, dalgınlaşıp asla konuşmayacak sandığım esnada "Çünkü kendimi seni tanımaya mecbur hissediyorum," dedi yavaş yavaş. Duraksadığım yerden hızla ona yürüdüm, bu sefer Uygar olduğu yerde kaldı ve ona yaklaşmamı bekledi. Kravatının düğümüyle gömleğinin yakasını beraber kavradığımda aramızdaki mesafeyi azaltmama hemen müsaade etti, hatta öyle ki bir elini bu anı kollar gibi belime koydu.

"Hayır sen sadece alay ediyorsun benimle," dedim, suretimdeki sert ifadenin ona geçmediğinin farkındaydım, parlak yeşil harelerini yüzümde gezdirirken beni dinliyor gibi görünmüyordu. Avucu belime kapandığı yerde kıpırtısız olsa da değişik hissettirdiğini inkâr edemedim, sıcaklığı beklediğimden daha çabuk yayılmıştı vücuduma... Her yerime, her bir zerreme.

"Seninle alay etmem için bir sebep mi var?" Dudaklarını kısacık ıslattıktan sonra gözleri nereye bakacağını bilemez gibi tüm yüzümde dolaştı hızla. "Senin gibi başarılı bir kadınla niye alay edeyim?"

"Başarılı olduğumu mu düşünüyorsun gerçekten?" Başımı sorarcasına yana eğdiğimde sessizce iç çekti Uygar, ve "Fazlasıyla," diye mırıldandı.

Yüzlerimiz, kararlarıma ettiğim ihaneti fark edemeyeceğim kadar yakındı. Parmaklarım arasında duran yakasını biraz daha sertçe sıktığımda elini tenime kapattı, gözleri birden oraya eğilmişti. "Hani saldırgan değildin sen?"

"Ama sana sonradan söyledim, öyleyim." Aceleyle nefes alıp verirken kaşlarım daha da çatıldı, ona kızgın kalmaya çalışarak bakıyordum o ise rahat, kışkırtıcı ve ilgili ifadesini hiç bozmuyordu. "Ve inan ki seni bir daha yakalarsam parçalarım Uygar."

"Hazır kollarındayken dene hadi." Bir adım attı, hareketsiz duran eli de kıpırdayıp biraz daha yayılmıştı belime. "Kaçmayacağım söz veriyorum," derken sesindeki keyif onu, bilmiyorum... Biraz sevimli mi göstermişti? "Uslu bir adamım ben."

"Sözde adın kadar medeni ve efendiydin de..."

"Bana efendiliğimi bozduracaksın demiştim."

"Ben de sana bahane aradığını söylemiştim."

"Bahanem olacaktın?"

"Ne münasebet? Niye senin bahanen olayım?"

Belimdeki elinden sıyrılıp aramıza yavaşça mesafe koydum, gerçekler yüzüme usul çarptığından dolayı yakınlığımızı anlamak ilk başta mümkün olmamıştı ama nefeslerimizin bile birbirine karıştığı o an... Titrek parmaklarımı sertçe bastırıp kütlettim. Hiç hoş değildi ki, hiç.

"Gitmem lazım," derken Uygar'ın konuşmasına müsaade bile etmedim.

Eşyalarımı alıp bilişim odasından ayrılmaya koyulduğumda ardımdan "Yakut," diye mırıldandı. Kapıyı açtım ve kendimi hızla dışarı attım, Uygar ise pes edecek gibi durmuyordu. Bu inatçı kovalama oyunu kalbimde öyle tehlikeli hislere neden oluyordu ki ürktüğümü hissediyordum, her ne yaşıyorsam çok yabancıydı bana. "Bekle seni gideceğin yere bırakayım," dedi ben koridorda ilerlemeye başladığım an.

Sadece başımı arkaya çevirip ona ters bir bakış attım. "Sen git kendini uçurumdan aşağı bırak aptal!"

Uygar omzunu pervaza yaslamış haldeydi, beni bu kadar kışkırtmak yetmemiş gibi bir de güldü ancak yanında Reha yaklaştığında kendini toparlayarak doğruldu hemen, arkadaşını dinlemesine rağmen kaçamak bakışları arada bana çevriliyordu.

Önüme döndüm, bu esnada Uygar'a seslendiğim tatsız sözle birkaç kişinin dikkatini üstüme çektiğimi fark etmiştim. Eğer ikimiz arasında bir rezilliği paylaşsaydım bu kadar rahatsız hissetmezdim fakat alnımı ovalar gibi yapıp yüzümü saklamam gerekti, hatta dehşet hissiyle dudağımı dişledim.

Tüm bunlar neydi ve bu hallerimiz neyle sonuçlanacaktı, o gün bilmiyordum.

Bilemedim, günün birinde obsesif babaannemin göğsüne yaslanıp o günlerden birer hazine gibi bahsedeceğimi bilemedim. "Eğer evlendiğinizi bilmesem gerçekten seni bırakmıştır diyeceğim," diyerek araya bir yorum kattı babaannem. "Ne kadar huysuz birisin sen, çocuğa kök söktürmüşsün."

"Acaba bu huyu kimden aldım?" diye çıkıştım ona, yüzündeki memnuniyetsiz ifade bu söylediğimle biraz daha arttı.

"Ben yanlış yapıyorsam sen de yapmak zorunda mıydın?"

"Yanlışlarını şimdi mi kabul edeceksin?" Elimi yanağımın altına koydum rahat etmek için. "Daha önceden kabul etseydin belki ben de uysal birisi olurdum."

"Hı hı," dedi kendisine toz kondurmak istemezmiş gibi. "Ee sonra ne oldu? Biraz yumuşamışsındır artık."

O an hatırladıklarımla gözlerimi kaçırdım babaannemden, bir kabahat işlediğimi anlamış gibi "Yok artık daha ne yaptın çocuğa?" dedi endişeyle.

"Çocuk deme ona, koskoca adamdı."

"Yakut sana ne yaptın diye sordum."

"Babaanne niye bana kızıyorsun, ona kızsana."

"Derdi belli, senin sinirlerini törpülemek istemiş ona niye kızayım ki?" Yatakta biraz kıpırdanınca ben de sallanmıştım.

"Sallama yatağı," derken epey huysuz çıktı sesim. O an babaannem beni belimden tutup sabitledi, sıcaklığı kıyafetimin üstünden tenime karışınca sessizleştim ve uysallaştım, sonra suçumu itiraf ettim mırın kırın. "...sanırım biraz canını yaktım babaanne."

İşte o zamanlar, bu bile güzeldi.

"Batarken güneşimden," diye mırıldanarak koridoru ilerlerken gözlerim akademinin duvarlarında ve duvardaki afişlerde gezindi, parmaklarımı üstlerine sürtüp yürümeye devam ettim. "Öperken dudağımdan, kanarken yüreğimden dökülür kırmızı..."

Elimde taşıdığım spor çantamı kaldırıp omzuma astım. Gökçe'nin bahsettiği dövüş dersleri artık bizim eğitim grubumuz için de başlıyordu, bu yüzden spor salonuna gidiyordum. Geçen bir hafta gergin ve yorucuydu. Revan İdemen'in beni insanları tanımakla sınadığı o dersten sonra Uygar'la aramızda tuhaf bir şey yaşanmadı çünkü tuhaflık kotamızı zaten o gün epey doldurduk. Hem zaten çevresi kalabalıktı ve çok nadir zamanlar dışında bana bulaşma imkânı bulamıyordu fakat ben sersemin teki olduğum için, Uygar gözlerini bana çevirdiğinde bile afallıyordum.

Kısacası, onun yorulana kadar peşimde dolaşmasına gerek yoktu. Yalnızca bana bakması bile varlığıyla kuşanmama yetiyordu. Aptal.

Eksik parçadan sonra tamamlanan dosyamı teslim edeli epey olmuş ve girdiğim mülakatta da başarılı olduğum haberi gelmişti. Şu an tek merakım, istihbarat teşkilatının ana ekibine dahil olup olmayacağımla ilgiliydi. Bana başka bir pozisyon ayırırlarsa yine kabul ederdim ama genel merkezde bulunmayı her şeyden çok istiyordum.

Şimdilik yapabileceğim tek şey dövüş dersinde biraz rahatlamaktı, gerçekten bunun için çok heyecanlıydım. Ve koridoru ilerlerken dilime yapışan şarkıyı mırıldanmaya devam ettim. "İstedim seni çok istedim, bekledim ah bekledim..."

Spor salonun önüne geldiğimde geniş kapıyı usulca ittim, karşıma bu sefer beni huzursuz etmeyen bir kalabalık çıktı. Tahmini yirmi beş kişiydik, aralarında tanıdığım kişiler de vardı fakat kimseyle Gökçe'yle olduğum kadar yakın değildim. Öyle ki bir kenarda başkalarıyla konuşan Kerim abi bile bana çok uzak sayılırdı.

Neredeyse herkes resmi kıyafetlerden sıyrılıp spor kıyafetlerini giymişti. Ben de aceleyle soyunma odasına geçip üstümü değiştirdikten sonra tekrar salona geri döndüm. Bu esnada kıl payı yetiştiğimi fark etmiştim çünkü Cenk Hoca da üstünden hırkasını sıyırarak hızlıca içeri girdi. Lacivert hırkayı duvar kenarına fırlatıp ellerini çarpmaya başlamıştı. "Toplan toplan toplan!"

Elli iki yaşında olmasına rağmen çok atik birisiydi, sesini fazla gür kullanıyordu. Hemen onu dinleyip diğerleri gibi salonun ortasında minderin çevresine toplandım. En ortamızda hoca vardı, işaret ve baş parmağını incelikli bir şeyden bahsedecekmiş gibi birleştirdi konuştuğu esnada. "Proje grubunda inceleme yapma imkânı buldum arkadaşlar bu yüzden size açık konuşacağım. Eksiğimiz var. Teknikten biraz uzağız. Bu yüzden başlangıçta sizleri görmek istiyorum. Usta olmanıza gerek yok fakat iyi olun. Sizi bilgiye boğmayacağım, öncelikli olarak siz beni bilgilerinizle şaşırtın bakalım. Hadi hadi hadi!"

Yine ellerini çarparak çevresinde bir tur döndü. "Bir eşleşmeyle başlayacağız, kararlaştırın hemen şimdi."

Ellerimi beklenti içinde belime yasladığımda bakışlarım çevrede gezinmişti, benimle karşılaşmak isteyen birisi olur muydu acaba? Fakat düşünmeme kalmadan kulağıma tek bir isim doldu, sanki herkes aynı şeyi tekrarlıyor gibi uğultunun içinde "Uygar," mırıltısı vardı.

Bakışlarım telaşa kapıldı, bu sefer kendimi hemen geri çektim. Tamam, Uygar'la da karşılaşacak kadar delirmedim.

Cenk hocada da keyifli bir gülüş belirdi. Ellerini eşofmanının ceplerine sokup rahatça salınırken "Uygar sanırım herkes seni istiyor karşısına, ne diyorsun?" diye sormuştu.

"Çoğuyla dost olduğumu sanıyordum," derken Uygar da haylazca güldü. Bunu kibirle ya da hasetle söylemediğine emindim. Zaten onun ağzından çıkan her söz yumuşak bir hal alıyordu, kimse kötü niyetle düşünmüyordu çünkü kendisini bu şekilde tanıtmıştı.

Hemen ardındaki Reha kısık sesiyle "Dostluk da bir yere kadar," dedi.

Uygar, gözlerini kısacık bana değdirdi fakat arkasına döndüğünde elimi tişörtten açıkta kalan kolumda gezdirdim gizlice. "Seni bir gün haklayacağım kardeşim," derken epey gizemli geliyordu sesi.

Cenk hoca yine salonda yankı yapacak şekilde ellerini birbirine çarptı. "E başlıyoruz o zaman en sevdiğimiz şeye, hadi Uygar bu müthiş şans senin. Seç kiminle dövüşeceğini."

O da belli ki Uygar'a tolerans gösteriyordu işte, tıpkı diğer hocalar gibi.

Karşısına kimi alacağını bilmiyordum, hemen yanında dikilen Reha da benim gibi beklerken eminim ki arkadaş jesti yapıp Uygar'ın kendisini seçeceğini düşünmüş olmalıydı, bu rahat görüntüsü bence tam o yüzdendi.

Fakat onun delici yeşil gözleri ise benim üstümdeydi. Yaslandığı duvardan ayrılıp minderin üstüne çıktı. Uygar "Yakut'u istiyorum," dediğinde Reha'nın buna bozulması gibi salonda da hoşnutsuz mırıltılar duyulmuştu.

Ağırlığımı umutsuzca tek bacağıma verdim ve yapacağımı bilemeyerek dudaklarımı birbirine bastırdım, aslında minderin üstüne çıkmam gerekliydi. Tedirgince yerimde beklerken bir anlık fikirle yanımda huysuzca oflayan Sevtap'a döndüm. Uygar'ın karşısına geçmeyi kesinlikle istemiyordum şu an.

Elimle Sevtap'a minderi işaret ettim. "İstersen yerimi alabilirsin."

Sevtap'ın gözlerini ise bir hayret bürüdü. "Öyle mi?" diye mırıldanmıştı. Memnuniyetle hareketlenip mindere gidecek gibi oldu, ben de eski yerime geçmek için hazırlandım.

O sırada Cenk Hoca herkesin duyabileceği şekilde "Hayır," dedi. "İsmin söylendiyse kabul edeceksin Yakut, kimse senin kaçmanı seyretmeyecek."

Titrek bir soluk göğsüme sızdı, niye herkes bu denli sıklıkla kaçtığımı dile getiriyordu? Çünkü tek bir şeyden kaçmıyordum, neredeyse tüm hayatımı ardımda bırakmıştım.

Sevtap'a özür dileyen bir bakış atıp önüme döndüm, mindere ilerlerken Uygar da beni bekliyordu. Yakınlaştığımızda dilini yavaşça dudaklarında gezdirdi. "Tekrar yakaladım seni," diye mırıldandığında bunu sadece ben duymuş olabilirdim.

Geçen hafta boyunca ona denk gelmemek için her şeyi yapmıştım; şimdi beni bir mecburiyete sürükleyince, bunun biraz riskli olduğunu hissettim. Kalbimde yoğun bir titreme vardı... Tam olarak neler oluyordu göğüs kafesimde?

Kuruyan boğazımı rahatlatmak için yutkunduktan sonra "Canının yanmasına çok meraklıysan ben hazırım," dedim, tıpkı bir düşmanla konuşur gibi, yumruklarımı sıkıp önümde gard oluşturdum. Üstümdeki siyah tayt ve siyah, bol tişörtle fazlasıyla rahattım; bacaklarımı yavaşça hareket ettirirken ilk önce Uygar'dan bir hamle bekledim, o ise giydiği siyah tişörtü ense kısmından çekip üstünden sıyırdı ve yalnızca dizlerinde biten siyah şortuyla kaldı.

Fit vücudu ve abartı olmayan kasları gözler önüne serildiğimde benim bakışlarım boynundaki asker künyesine kaymıştı, çok uzun olmayan bir zincirle boynundan sarkıyordu. Kerim abinin ortamın ateşini artırmak için "Of of off," diye değişik mırıltılar çıkardığını duyunca bakışlarımı yan tarafa çevirdim. Kerim abi ellerini önünde kaldırıp "Bana bakma," dedi gülerek.

Tamam, kendimi ana odaklayabilirim, vücuduyla öne geçebileceği hiçbir yarış yoktu sonuçta... Ancak yine de sinirime engel olamadım. "Sanırım bu şova gerek yoktu."

"Şov olduğunu düşüneceğin kadar iyi yani," derken Uygar da kendinden emindi, kısa kumral saçlarından bir tutam önüne düşmüştü ve karşısında adeta nefesim kesildi ama bunu belli etmedim. Kalın dudaklarını hafifçe iki ana kıvırdı, bu çok gizli bir tebessümdü... ve tehlikeli.

Sevimsizce gülümsedim. "Bir şov olacak kadar sahte."

Uygar sözlerime karşın kaşlarını havaya kaldırdı, o sırada aramızdaki mesafeyi azaltıp daha da yaklaşmıştı bana. "Gerçekliğini test etmek ister misin?" dediğinde lafını tamamlamasına izin vermeden suratına fazla sert olmayan bir yumruk geçirdim.

Başı yavaşça yana düştü, bu darbeye karşı Uygar hiç şaşırmamıştı ama salonda duyulan şaşkın mırıltılar, kimsenin beklemediğini kolaylıkla belli ediyordu. Cenk Hoca "Yakut!" diye bağırarak acil bir uyarıya geçti. Uygar'ın kafası hala yana yatıkken parmağının ucuyla dudağını kaşıyan haline son kez bakıp geriye döndüm ve hocaya sızlandım. "Kışkırttı beni!"

"Uygar mı yapacak bunu?" deyip tek kaşını kaldırdı Cenk Hoca.

Çenemi sabırsızca iki yana hareket ettirdim, ben onun bana inanmayacağı kadar yalancı değildim... Kendimi tekrar savunmak istediğin an Uygar'ın gür sesi duyuldu salonda. "Yakut haklı hocam, onu kızdırdım."

Başımı hışımla geriye çevirdiğimde dövüşe hazır üstsüz haliyle Uygar bir adım daha yaklaştı. Cenk Hoca da fazla geçmeden durumu kabullenip "Pekâlâ," diyerek onaylamıştı onu.

Göğsüm henüz hiçbir şey yapmasam bile hızla yükselip alçalıyordu. Yumruklarımı tekrar önümde hazır edip "Niye senin her sözün onlar için sonsuz güvene sahip?" diye mırıldandım. Uygar bunu duyunca yerinde kıpırdandı ve aramızdaki mesafeyi daha da azalttı, şimdi ferah kokusu daha çok burnumdaydı. "Senin için değil mi?" dedi gözlerini yüzümde dolaştırıp.

"Nasıl olsun ki? Bana karşı sinir bozucu davranıyorsun."

Ona karşı bir hamle yapmak istedim ama kolumu havada tutup arkamda kilitledi ve sırtımı kendi göğsüne yasladı, sıcak teni tişörtüm üstünden bana değerken burnumdan büyük bir nefes verdim.

"Sana ne yaptım ki?" derken solukları biraz sekteye uğrar gibi oldu, kurtulmak istediğimde bırakmamak için direttiğinden dolayı o da güç sarf ediyordu. "Henüz bir şeyler yapabilecek kadar yakın değiliz zaten." Kolumdan destek alıp bedenlerimizi daha çok yapıştırdı, yanaklarımdaki yanma hissi hızla çoğalıyordu, birisi aramızda yangın çıkarıp kaçtığını söylese inanırdım.

Dudaklarımda istemsiz bir gülüş belirdi, gözlerimi kapatıp başımı yavaşça iki yana salladım. "Çok yanlış sularda dolanıyorsun Uygar," derken bile kolumu tuttuğu bileğine sarmıştım elimi; ona kızgındım, bu esnada yine ona tutundum.

Sözlerimden sonra başımı geriye döndürüp hamle yapmaya çalıştım ama Uygar bana engel oldu ve kimsenin fark etmeyeceği kadar kulağıma eğildi, kısık sesi tenimin değil içten bir yerimin gıdıklanmasına sebep olmuştu. "Ya ben bu çok yanlış suları sevdiysem?"

Kendime sahip çıkmak için yumruklarımı sıkıp açtıktan sonra öne eğilerek Uygar'ı güçlükle yere yatırdım. O anki hınçla bunu yapmam salonda büyük bir gürültüye sebep olduğunda ikimiz de yerde uzanıyorduk. Dudaklarımdaki gülüş silinmemişti, aynı şekilde Uygar'da da benzer bir ifade belirdi. "Hala bana güven verebileceğin tek bir sözün yok," dedim mırıltıyla. "Başkalarına o kadar dürüstünken benimle niye oynuyorsun?"

"Tamam o zaman şöyle yapalım." Tutuşum altında bir defa güçsüzce kıpırdandı, kendisini tam olarak zorlamıyordu. "Beni yen, ve daha önce kimseye olmadığım kadar dürüst olayım sana."

Nasıl bir dürüstlükten bahsettiğini pek anlamadım. "Şimdi başla," derken o kadar hevesli çıkmıştı ki sesim, Uygar'ın gülüşü de ufak ve dingin bir tebessüme dönüştü. "Niye beni seçtin, onca insan dururken senin benimle derdin ne?"

Yeşil gözleri yüzümün her tarafında dolanırken derin derin nefesler alıp verdim, dudaklarımın arasından sıyrılan nefesler Uygar'a çarparken onunkiler de bana değip siyah saçlarımı havalandırıyordu. Bir süre sonra tuttuğum kollarını hareket ettirip o benim bileklerimi kavradı ve dalgınlığımdan yararlanıp beni yere yatırdı.

Az önce benim yaptığım gibi üstüme geçtiğinde kısa bir zincir aramızdan sarktı, göz ucuyla baktığımda orada Uygar'ın değil bir başkasının ismini yazdığını gördüm. Künyenin sallanışı dikkatimi dağıtmasına rağmen kulaklarım Uygar'a odaklanmıştı. "En azından burada karşıma geçmek zorundasın," dedikten sonra dilini ağır ağır alt dudağında gezdirdi. "Biliyorsun çünkü, onun dışında seni yakalamak mümkün değil."

Yukarıda birleştirdiği kollarımı hareket ettirmek istedim ama buna izin vermedi, neredeyse bir çocuk gibi küskün baktım ona. "Yakalayamamanın sebebi çok açık, sana kaçacağımı söylemiştim!"

Gözleri hala gözlerimdeydi; yeşilleri o kadar parlaktı ki bana baktığında, onun gerçek anlamda yaşadığını hissediyordum. "Kaçmanın da bir sebebi olmalı," diye mırıldandı, sanırım o da dalgınlaşmıştı. "Hiçbir sözüme güvenmemenin?"

"Senin peşime düşmenin bir sebebi olduğu gibi, değil mi? İkimiz de birbirimizi anlayamıyoruz..."

"Anlatırsan dinleyeceğim Yakut." Kaşları çatıldı bu sefer. "Ve dinlersen de anlatacağım."

Bu andan yararlanıp gevşeyen tutuşundan elimi kurtarıp onu üstümden ittim, biraz uzaklaşınca tekmemi de karnına geçirdim. Uygar ilk başta yere düştü, sonra da karnını tutarak ayağa kalktı; başını iki yana sallıyordu. Tekrar karşı karşıyaydık, az önceki sözüne hiçbir karşılık vermeden ona birkaç yumruk savurdum ama kendini nasıl savunacağını çok iyi biliyordu.

Halbuki derse gelirken sinirlerimin yatışacağını düşünmüştüm, Uygar beni zihnimden başlayarak itiraf etmek gerekir ki kalbime kadar dağıtmıştı. Çevremiz gitgide kalabalık hale gelirken gürültü de artıyordu, tıpkı içimdeki seslerin arttığı gibi.

Uygar bana hiç vurmadan kendini savunurken arada bir ona vurmama izin veriyordu. "Yapma şunu!" diye bağırdım çünkü yorulmaya başlamıştım, en başta sıkı sıkıya toplu olan saçlarım artık açılmıştı ve yanaklarıma yapışan birkaç telin yerini kalın bukleler almıştı. Uygar da benden farksız değildi, üstsüz vücudu terden parlıyordu ve koyu kumral saçları da tamamen alnına dökülmüştü; bakışlarımı ondan çekmem gerekse de bazen tuzağa düşüyordum. "Bu kadar güçsüz olmadığını biliyorum Uygar!" diye seslenmek zorunda kaldım yine.

En son havaya kaldırdığım kolumu tutup yumruğumu engelledi ve beni tekrar ters çevirdi. Yüzüm duvara yapışacak sandığım an araya elini koymuştu, yumuşak bir çarpışma yaşarken onun kaslı koluna tutundum.

Yaslandığım yerde uzun uzun soluklanarak yorgunluğumu üstümden atmaya çalıştım, onun inip kalkan göğsü de sırtıma değdi; tekrar aynı pozisyondaydık ama bu sefer onu alt edecek hiç güç kalmamıştı üstümde, üstelik duvarla arasında sıkışıp kalmıştım.

Uygar bir daha kulağıma eğildi, az önce söylediğim söze ithafen "Sen mi güçsüzsün?" dedi. "Yakut... Daha önce senin kadar inatçı ve hırslısını görmedim."

Beni de görme. Lütfen. Yenildiğimi hissediyorum.

Ancak Uygar "Karşında yenilmem o kadar şaşırtıcı değil," dediğinde ikimizin de kendimizi bu dövüşün galibi olarak göremediğini fark ettim, bir mağlup belirlemek zorundaydık. "Şimdi yenildin mi bana?" derken sinirime rağmen güldüm.

"Darmadağın ettin," diye mırıldandı. "O yüzden güzel bir dürüstlüğü hak ettin."

Ve gülüşüm birden solandı; beni sıkıştırdığı yerden aceleyle, çaresizce kurtulmaya çalıştım ama Uygar beni bırakmadı. Kısık gülüşünün ardından "Senden çok-" diyecekti ki son bir güçle kolumu çekip dirseğimi rastgele suratına geçirdim, bugün ona ikinci vuruşumdu ama bu daha acımasız olmuştu; Uygar sözünü tamamlayamadan geri çekildi, aceleyle inleyip burnunu da tuttu.

Cenk Hoca, sert bir tonda "Yakut hemen uzaklaş Uygar'dan!" diyerek uyarıya girişti, gerin derin soluklanırken sanki bir vebalıdan kaçar gibi hemen kenara çekildim. Korku dolu gözlerim Uygar'a çevrildi, dersin başındaki gibi gülmüyordu, kanayan burnuna elini bastırdı.

Bunu nasıl yapmıştım?

Sevtap aceleyle peçeteye yetiştirdi. "Ayaküstü dayak attırdın kendine," demişti azarlar gibi. "Haşatın çıktı resmen! Garezin mi var anlamıyorum ki?"

Aramızdaki konuşmaları duymadıkları için durup dururken ona vurmuşum gibi görünüyordu ama kendimce sebeplere sahiptim; yine de üstümdeki suçluluk hissi geçmiyordu, canı çok yanmış mıydı acaba?

Daha sonra usul usul birisinin yanıma yaklaştığını gördüm. Elindeki havluyu dostça uzatan Fatih'ti, bunu garipsesem de havluyu alıp yüzüme ve boynuma sürmeye başladım.

"Şuna haddini bir sen bildirirdin," dedi alçak bir sesle.

Burnunu peçeteyle tutmaya çalışan Uygar'daki bakışlarımı daha da artan şaşkınlıkla Fatih'e çevirdim. Akademinin ilk gününden beri bana karşı nefret eder gibi davrandığı için şu tavrı tuhaf gelmişti, kaşlarım merakla havaya kalktı. "Kendisiyle bir problemin mi var?"

"Hazzetmiyorum."

Havluyu çektim, dudaklarımı içe kıvırırken nefeslenmeye devam ettim. Fatih'in söylediği ise hiç hoşuma gitmemişti, ben onun duygularının maşası değildim ki. "O zaman tatminini kendin sağla," dediğimde biraz şaşırdı. "Ben kimseyle sen hoşnut kal diye tartışmıyorum."

Kaşları hafifçe çatıldı, bana yaklaşmak istemişti ama ters bir bakış atıp buna engel oldum, hemen olduğu yerde kalmıştı. "Yanlış bir şey mi söyledim?" diye mırıldandı.

Geriye dönüp Uygar'a baktım. O da bir havluyla terini silerken kısık gözlerle bizi seyrediyordu sanki bu durum hoşuna gitmemiş gibi. Kanayan burnuyla ilgilenmeydi, benimle değil. Bakışlarımı tekrar Fatih'e çevirdim. "Yanlış ya da doğru. Senin yapman gereken şey yorumda bulunmamak."

Belki onca kızgınlığım üstüne, benim yanımda durmak isteyen Fatih'e biraz sert çıkışmış olabilirdim ama elimden gelen başka bir şey yoktu, havluyu omzuma atıp yorgunca salondan çıkmaya koyuldum. O sırada Uygar'la konuşan Cenk Hoca arkasına dönüp "Yakut, sen yarın odama geleceksin!" diye son kez bağırdı. Kabullenerek başımı aşağı yukarı salladım, sonra da salondan ayrıldım.

Koridoru koşturarak giderken birden yüzüm kasıldı, sıcak gözyaşları birden hızla akmaya başlamıştı. Elimin tersiyle onları silsem bile yerlerini çok geçmeden yenileri alıyordu; akan burnumu çektim, bir peçetem olmaması kötüydü, elimin ayası yüzümdeki ıslaklığa yetişecek gibi değildi.

"Neden yaptım bunu?" diye kendi kendime fısıldadım, içimdeki gürültü arttığı için düşüncelerim bile duyulmaz hale gelmişti. Uygar'la aramızda olan yangından içimde de vardı, utancımı körüklüyordu.

Akademi binasının içinde yönümü kaybettim, gidecek hiçbir yer bulamadım. En sonunda kendimi kadınlar tuvaletine attım. Küçük kabinde iki adımla volta atarken ruhum sıkışık bir hal aldı, üstelik Uygar'ın beni sıkıştırdığı o duvardan daha da kötüydü her şey.

Küçüklüğümden bu yana kendimi durduramadığım bir yöne sahiptim; hırçınlığım çoğu zaman hareketlerime yansır, bazen de kelimelerimi ele geçirirdi. Herkesle kolay kolay uyum sağlayabilen birisi değildim, o berbat yönümün ders esnasında Uygar'a karşı patlak vermesini zaten asla istemezdim.

Utanç yalnızca bir duygu olmaktan çıkıp çaresiz bir titreyişe dönüştüğünde her şey katlanılmaz bir hal aldı benim için, kalbim korkudan değil hicabımdan dolayı hızla atarken ve kollarım, aptallığıma yanarken dizlerimi tutup hafifçe öne eğildim. "Neden böyle oldu?" diye sessizce sarf ettiğim mırıltı neredeyse yükselip dışarı taşacaktı, son anda dudaklarımı birbirine bastırdım.

Büyük bir sorunun baş gösterdiğini fark etmem uzun sürmedi; eğer mahvolursam muhtemelen bir başkası tarafından değil, büyük ihtimalle kendi tarafımdan yitecektim.

-

Ertesi gün yolum gerçekten de Cenk Hocanın odasına düştü, bir suçlu gibi başımı eğip davet aldığım kapıdan içeri girdim. Sandalyesini hareket ettirirken bilgisayara bakan Cenk Hoca içeri girdiğimi görünce "Otur bakalım," dedi dalgın bir sesle.

Masanın önündeki tekli koltuklardan birisine oturdum, kalbim gümbürderken ellerim de yavaşça birleşti. Revan hocadan sonra bir uyarı daha işitme korkusu her yerimi sarsa da Cenk Hocanın karşısında dirayetli durdum.

Cenk Hoca bilgisayarda işini bitirdikten sonra sandalyesini kaydırıp tamamen bana döndü, hatta ellerini olmayan göbeğinin üstünde birleştirdi. "Ne yaptığın üzerine konuşmayacağız Yakut, ne yapacağın üzerine konuşacağız."

Direkt konuya girmişti, ben de öyle yaptım. "Kendimi tutmam gerektiğini biliyordum-"

"Bildiğin halde yapamadın."

Omuzlarım düştü, aynı şekilde suratım da. "Kusura bakmayın..."

"Burada kimseye zarar veremezsin, bunun farkında olman lazımdı," derken parmağını aheste bir tavırla havada sallayarak beni gösterdi.

"Zaten farkındayım," dedim devam eden mahcubiyetimle.

"O zaman ekip arkadaşına bunu yaşatmanın sebebi ne olabilir Yakut? Hem de gözlerimin önünde?"

"Bir daha yaşanmayacak, gerçekten!"

"Zaten bir daha yaşanmayacak." Göbeğinde birleştirdiği ellerini açıp grileşmeye yüz tutmuş saçlarına koydu. "Bir dahası olursa buraya ait olup olmadığın konusunda epey tartışırız çünkü."

"Ben-"

"Dosyalarınızı, raporlarınız görüyorum Yakut. Başarısız olduğunu iddia edemem... Gerçekten başarılı birisin, akademinin başından beri ortalamanın üstünde performans sergilediğini açık açık söyleyeyim sana."

"Ama?" diyerek devam etmesini bekledim, kaşlarım umutsuzca çatılmıştı.

"Kolektif bir yapının içine olduğunu bilmen lazım, ha diyorsan ki biliyorum dersteki gibi Uygar beni kışkırttı diye, o zaman alınganlığını biraz azalt; yoksa emeğine gölge düşüreceksin, bunu istemem." Cenk hoca kaşlarını uyarırcasına havaya kaldırdığında alnı kırışmıştı. Bu nedense bana babaannemi hatırlattı, onun buruşuk yüzünü... Telaşa kapıldım.

"Emeğimi berbat etmeyeceğim." Ellerimi sıkıca birbirine doladım. "Epey yol katettim hocam, bunun yarıda kalmasına izin vermem."

"Lütfen." Kaşlarını imayla havaya kaldırıp yavaşça başını salladı. "İşinde iyisin, işinde iyi olduğun kadar hayatında da öyle ol. İletişim kur, konuşmazsan anlaşamazsın bunu çoktan öğrenmen lazımdı."

Çaresizce yutkundum, başım öne eğildiğinde bu mahcupluk batağından nasıl çıkacağımın planını yapıyordu. "Haklısınız."

"E anlaştığımıza sevindim o zaman," derken Cenk Hocanın yüzünde babacan bir gülümseme belirdi. "Bıraktığın yerden çok daha iyi kalkabilirsin, biraz yürü bakalım nasıl gideceksin?"

Sözlerine ben de hafifçe güldüm, bakalım yürüyebilecek miyim? "Çıkayım mı?"

Cenk Hoca dehşet içinde gözlerini irileştirdi. "Kesinlikle çık, çok işim var çok!"

Ayaklandım. "Size kolaylıklar dilerim," derken sesim epey kısık çıkmıştı.

"En çok ben sana dilerim, seninkisi daha zor."

Tamam, buna da güldüm çünkü verebilecek başka bir tepki bulamamıştım. Odadan ayrıldıktan sonra gözlerim bilişim odasından ayrılan Gökçe'ye değdi. Kucağında bir bilgisayar taşıyordu, dikkati orada olsa da hemen sonra bana döndü. Aramızdaki mesafeyi kapatmak için koşturmaya başladığında ben de yavaş yavaş ona ilerledim. "Nasıl geçti?"

Hoca en azından anlayışlı davranmıştı, bu yüzden "Beklediğimden iyi," diye cevapladım Gökçe'yi, durumdan onun da haberi vardı.

"Ah çok sevindim... Ecel terleri döktüm burada ya!"

Derin derin nefeslenirken elimi göğsüme yasladım, bakışlarım Gökçe'nin kısa kaküllerinde ve turkuaz gözlerinde dolaştı. İstemsizce tebessüm ettim, burada bir tek onunla konuşabiliyordum. Haliyle bu da onu mükemmel birisi yapıyordu.

"Yanımda olduğun için teşekkür ederim."

Bilgisayarında birkaç tuşa bastıktan sonra bakışlarını tekrar bana çevirdi. "Böyle durumlarda teşekkür mü ediliyordu?"

Dudaklarım şapşalca iki yana kıvrıldı, koridorda yürürken elimi eteğime sürüp düzelttim. Dün lavaboda tek başıma ağladıktan sonra içim biraz daha rahatlamıştı, hala kötü bir his arada bir yoklasa da en azından kısa sürüyordu.

"Edilir," dedim az önce sorduğu soruya.

Bakışları tekrar bilgisayarındaydı. "Böyle durumda arkadaşlar genelde birbirine teşekkür etmezler."

"Öyle mi? Güzel bir şey aslında, niye sana teşekkür etmeyeyim?"

"Sen başkalarına yine et tabi... Ama bana etme, hoşlanmıyorum pek." Suratını buruşturdu. "Tatsız."

Kollarımı önüme bağladığımda istemsizce gülmüştüm, hatta seslice güldüm... Uzun zaman sonra. "Peki, sildim o zaman bu kelimeyi aramızdan."

"İyi yaptın iyi." Bilgisayar ekranındaki bakışlarını yavaşça bana çevirdi. "Ben de kongreleri takip ediyorum, birkaçına katılsam iyi olur, sen de ister misin? Dilekçe gönderelim."

"Tabi." Bu iyi bir fikirdi, hasarlı kişiliğim yüzünden çok eksiğim vardı ve başka yerlerden tamamlayarak eksikliğimi gidermem gerekiyordu. "Olur gönderelim."

"Harika..." diye dalgınca mırıldandı, aynı zamanda bilgisayarı kullanmaya devam ediyordu. Gözleri kısılmış, dikkati yine benden uzaklaşmıştı ama her şeye rağmen konuşmaya devam etmesi onu biraz komik gösteriyordu. "Biz var ya bu gidişle seninle çifte düğün de yaparız."

Birden böyle söyleyince şaşırdım. "Bu nereden çıktı şimdi?"

Çapkınca göz kırptı. "Korelasyon gücüm işte, nasıl hoşuna gitti mi?"

Kollarımı önümde bağladım, böyle yapınca aklımda artık sadece Uygar'ın sesi yankılanıyordu... Onu zihnimden çıkarma ihtiyacıyla başımı iki yana salladım, karşıdan bir gölgenin yaklaştığı seçiliyordu ama bina biraz loş olduğu için kim olduğu pek belli değildi. "Bu korelasyon sıfır mı yoksa eksiye mi yaklaşıyor şu an?" diye mırıldandım.

"Onu bilmiyorum da," derken Gökçe'nin sesi epey gizemli geldi, bakışlarını bilgisayardan kaldırıp tamamen ileri çevirdi. "Senin pozitif korelasyon şu an tam olarak buraya yaklaşıyor."

"Ne?"

Dalgın bakışlarım birden karşımda dikilen Uygar'a değdi, üstünde dünün aksine temiz ve özenli bir kumaş pantolon ve boynuna gevşekçe bağladığı siyah kravatıyla beyaz gömleği vardı. Çarpmaya son anda engel olmak için kolumu kavradığında ne olduğunu şaşırmış gibiydim. Bundan dolayı Uygar'dan "Sakin..." diye bir uyarı işittim.

Dünkü dövüşün hezimeti ve utancı henüz üstümden gitmemişti, istemsizce Uygar'ın bileğine tutunduktan sonra kendimi çabucak geri çektim. Bu sefer ondan kaçtığım için değil, ona zarar vermekten korktuğum için geri çekilmiştim. Burnunda herhangi bir sargı yoktu ama dün nasıl kanadığına şahitlik ettiğim için bir tereddüt büyüdü aramızda.

Gökçe başını öne eğip kaldırarak hızlı bir selam verdi. "Merhaba Uygar."

"Merhaba Gökçe."

"Nasılsın diye sormuyorum, sen muhakkak ki her zaman iyisindir... Ya da şey." Bakışları bu sefer bana kaydı. "Ayarlarsın kendini Yakut'a göre." Dudaklarını gülmemek için birbirine bastırdı. "Pozitif korelasyon," derken boğuk kelimelerinin arasında gerçekten kahkaha atmamak için zor duran bir hali vardı.

"Gökçe..." Başımı yana eğip ona sızlanır gibi bir bakış attım ama beni hiç kale almadı. En sonunda kıkırtıya boğuldu, ekranı örtüp karnına yasladığı bilgisayarı kaldırdı ve yüzüne kapattı ve çok geçmeden "Neyse benim bilgi işlem dairesinde bir ton işim var, hemen gitmem lazım," diyerek yanımızdan uzaklaştı.

Onun gidişinin ardından çekinerek Uygar'a döndüm, kollarım yine istemsizce önümde birleşti; bu esnada dikkatimi Uygar'ın kucağında tuttuğu saksı çekti, içinde ufak mavi bir çiçek vardı. "Çarpıştık herhalde," diye mırıldandım. "Kusura bakma, özür dilerim, bilerek olmadı."

Ben de yanından ayrılmak için ufak bir bahane uydurmak istediğimde Uygar kolumdan çabucak tutarak gitmeme engel oldu, beni eski yerime geri getirdi. "Bu koridor bir tane daha görmezden gelişi kaldıramaz."

Kaşları çatıktı, onu ilk kez bu kadar ciddi görüyordum. Muhtemelen dünden dolayı bana kızgındı, bu sayede suçluluk hissim biraz daha arttı. "Yapabileceğim bir şey yok," diye fısıldadım.

Uygar karşımda iç çekti, vahim bir durum seyreder gibi alt dudağını ısırdığında halim daha da mahzunlaştı. Ellerimi arkamda bağlayıp uzun çizmelerimi seyrettim, hatta kendi kendime bacaklarımı hareket ettirip onları dizlerimle çarptırdım... O an Uygar'ın karşısındayken ondan kaçmak için her şeyi yaptım.

Ama muhakkak beni yakalayacaktı.

"Peki ben ne yapayım seninle?" diye mırıldandığında, eğik başımı kaldırmadan gözlerimi ona çevirdim. Alnına düşen birkaç kumral tutamı geriye ittirdi ve o da başını eğip suratımı daha rahat görmeye çalıştı.

Önümde birleştirdiğim kollarımı gizlice sıktım. "Bence hiçbir şey," dememin ardından Uygar hafifçe güldü ve buna karşı ilk tepkisini, kucağındaki çiçek saksısını bana uzatarak gösterdi. "Bunlar senin."

Bir yumru gibi duran mavi çiçekler, normalde pek fazla çiçek sevmememe rağmen o an gözüme güzel geldi. "Bunlar ne?" diye tuhaf bir soru sordum, daha önceleri babaannemin siyah sümbülleri dışında hiç çiçeğim olmamıştı ki onların da odayı saran kokusundan nefret ederdim.

Uygar pürüzsüz sesiyle cevapladı. "Mavi ortancalar, birisinden özür dilemek istediğinde verirsin."

Kaşlarım hayretle havalandı, saksıyı göğsüme iyice bastırdım ama bu sefer şefkatle ve merhametle. "Benden özür dilemek mi istiyorsun?" Şaşkın bir gülüşle tekrar çiçeklere baktım, sonra da Uygar'a uzattım. "Asıl benim sana vermem lazımdı."

Bu hareketime Uygar yine güldü, ona uzattığım saksıyı değil ellerimi kavradı. "Dün biliyorum, üstüne geldim, seni o şekilde sıkıştırmamalıydım."

Aptallık bu ya. "Nereye?" diye sorasım tuttu.

Beni bedeniyle duvar arasına sıkıştırdığı zaman, daha önce hissetmediğim kadar sıcak hissetmiştim kendimi. Bir kuralım vardı, bu sırt duvardan başka hiçbir şeye yaslanamaz yoksa yara alır... Fakat sırtım niye onun göğsüne değince bir yer bulmuş gibi hissetim ki ben?

Hafifçe öksürdüm ve saksıyı tutan ellerimi onun teninin altından çektim. "Devam et sen, dinliyorum."

Uygar ise boynundaki kravatla oynamaya başladı, onu usul usul çekiştirdi. "Sana iyi hissettirmedim, bunun için özür dilemem lazım," derken sesinde değişik bir kızgınlık vardı, bakışlarındaki sertlik bana döndüğünde geri çekildiği için kızgınlığını kendisine karşı yaşadığını anladım. "O an gerçekten farkına varmadan seni sınıra getirdim," dedi mırıltıyla. "Haliyle sen de benden hıncını çıkardın."

"Canını yaktım," dedim, sesimden kabahatim fazlasıyla belli oluyordu. "Asıl benim özür dilemem lazım."

Birbirimize bakarken Uygar ellerini rahatça beline koydu, gözleri yüzümü seyrederken yine kısıldı. "Sen de kendini mi affettirmek istiyorsun?"

"Yoo..." Dudaklarımı içe kıvırdım. "İlla affetmek zorunda değilsin, küs de kalabiliriz."

"Ben sana niye küs kalayım? Arkadaşlar küser birbirine."

O an bir adım atmam gerekti. "Tamam arkadaş olalım," dedim masum masum. "Sen dememiş miydin iletişim kurmak zorundayız diye?"

O ise kısık gözlerinin üstündeki kaşlarını tuhaf bir tavırla çattı. "Dedim..." Bir süre bekledi. "Ama sağ ol, benim zaten yeterince arkadaşım var."

Çiçekleri sıkıca sarıp kavradım, Uygar'ın bu sözlerine karşın yüzüm seyrek bir hüzünle düştü ama yine de ona karşı sadece kızgınlığımı belli ettim. "Doğru, akademideki herkesi kafalamışsın hepsiyle arkadaşsın, benimle niye olmuyorsun, benim diğerlerinden ne eksiğimi gördün?"

"Eksiğin yok, arkadaş olmak için diğerlerden fazlan var."

Bana bir özür mahiyetinde verdiği mavi ortancaları kaldırıp koluna vuracak gibi yaptım, sonra bunun bir hata olduğunu hatırlayıp çabucak geri çekildim, Uygar da yanlışımı fark edip güldü. "Aptal," diye mırın kırın konuşurken alt dudağımı gülmemek için ısırmak zorunda kalmıştım, geriye yamuk birkaç adım attığımda Uygar da hemen beni takip edip üstüme geldi. "Aptalsın sen."

"Teşekkür ederim Yakut," dedi, artık başını omzuna yatırmış yarı kızgın yarı güler halime o şekilde bakıyordu.

Kaşlarımı farkındalıkla havaya kaldırdım. "Yine rol çalıyorsun, teşekkürü de ben etmeliydim," derken bakışlarım mavi çiçeklerime düştü. "Çiçekler için teşekkür ederim, güzeller... biraz güzeller."

Uygar başını hafifçe öne eğip kaldırdı, bir şeyi kabul eder gibiydi. "Sonuçta," dedikten sonra gözleri beni buldu. "...geçemeyecekleri bazı sınırlar var."

"Ne sınırı?" diye tekrarlayan bir aptallıkla sordum, sanırım onu itham ettiğim kadar ben de vardım.

Uygar gülüşü esnasında burun kemerini tuttu, gözlerini de kapatmıştı. Aynı sersem tebessümümü zapt etmeye çalışırken ben de bakışlarımı koridorda gezindim, ya bedenimle ya da gözlerimle, ondan kaçmak için çare arayan bir çaresiz vardı içimde.

Tam o sırada akademi binasının içinde yoğun bir gürültü belirdi, ne olduğunu anlayamadığım için arkamı dönüp kontrol ettim, bizden başka kimsenin olmadığını henüz fark ediyordum. "Ne oldu, ne gürültüsü bu?"

Bir hareketlilik başladı, bu durum da Uygar birden gerildi. İkimiz de etrafa bakınırken yan taraftaki kütüphanenin kapısı açıldı ve içeriden tabletine bakan Kerim abi, peşinden de onu takip eden Reha çıktı; ikisinde de endişeli bir ifade vardı.

"Neler oluyor?" diye sordu Uygar hemen yanlarına yaklaşıp.

Kerim abinin bakışları bize çevrilmedi bile, yanına ilerleyip bu sefer ben seslendim. "Kerim abi bu hareketlilik ne?"

Onun yerine arkadan Reha çıktı, hatta kütüphanenin içinde de dışarı taşan bir gürültü başlamıştı. "Patlama," dedi Reha birden, devamını getirmeyişiyle huzursuzlanmıştım.

Uygar Reha'nın kolunu tuttu ve onu yanına çekti. "Kardeşim ne patlaması? Devamını getir şunun."

Reha, nefesleri arasında gergin bakışlarını ikimiz arasında dolaştırdı. "Bombalı saldırı haberi geldi, ağır yaralılar var deniyor."

*

 

instagram: askilawt

Bölüm : 15.08.2024 23:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...