Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7. Anını Kollayan Silah

@askilav

O günden beri dinmek bilmeyen bir acı oturdu içime. Okulun çok yakınında gerçekleşen patlamadan dolayı hayatını kaybeden insanları düşündükçe nasıl bir ihanet sarmalının içinde olduğumu anladım. Görüntüler bize ulaşmıştı, basına yansıyanların yanında yalnızca bizim şahit olduğumuz fotoğraflar da vardı.

Baygın yatan bedenler, kalbimi ortadan ikiye ayıran kan lekeleri ve geriye kalan acı… Ailelere yetişmek mümkün değildi. Çünkü bizim sayıca gördüğümüz dört kayıptan yalnızca birisi onların hayatının durmasına yetiyordu.

Buz kesen yanaklarıma ellerimi bastırıp istihbarat binasının içinde yürümeye devam ettim. Patlamadan hemen sonra toplantı yapılacağını, patlamayı üstlenenlere karşı bir operasyona geçileceğini iletmişler ve bunun için akademiden personel alımı yapmışlardı. Alınanlar arasında ben de vardım. Şu dönemde en ufak desteğe ihtiyaç olduğu belliydi.

Az sonra toplantı salonuna girdiğimde yaşananlara ve yaşanacaklara dair bizi bilgilendireceklerdi. İlerlerken gömlek tarzındaki elbisemin kollarını çekiştirip kendimi biraz daha tertipli göstermeye çalıştım. Derin derin nefeslendim, kendimi sakinleştirdim.

Geniş toplantı salonuna girdiğimde masanın yarısının dolduğunu görmüştüm, etrafa kayan gözlerimi dikkatle insanların üstlerinde gezdirince çoğunu tanıdığımı fark ettim. Siması yabancı gelenler büyük ihtimalle teşkilatta çok önceden bulunuyorlardı, onun dışında akademide gördüklerim genel olarak tanıdıktı.

Büyük masada sessizce boş bir yere oturdum. Erken gelmeye çalışmıştım ama buna rağmen benden çok daha önce gelenler vardı. Gökçe’yi göremedim, gözüme Sevtap çarptı o da önüne bırakılan dosyada yazılanları okuyordu dikkatle. Sarıya yakın tondaki saçlarını yine sıkıca tepesinde toplamıştı, yanındaki Reha’yı kolundan dürttükten sonra dosyada yazan bir şeyi gösterdi ona.

Gözlerimi onlardan alıp masaya çevirdim, içeride sessiz bir uğultu ve epey gergin bir hava vardı. Dakikalar sonra salonun kapısı ince bir gürültüyle açıldı, içeri ilk önce Gökçe girdi ve hemen ardından Uygar takip etti onu. Gökçe çok hızlı ilerleyip bir koltuğa oturduğu için gözlerim Uygar’da kaldı, üstündeki siyah ceketinin kollarına dokunurken ilk başta durum kontrolü yapar gibi sert gözlerini içeride gezdirmiş ve sonrasında ağır adımlarla ilerlemeye başlamıştı.

Bu hali akademiden çok daha farklıydı, eğer hiç tanımadan görsem onun burada yetkili birisi olduğunu düşünebilirdim. Fazla keskin duran ifadesi de eskisi gibi tanıdık değildi mesela.

Tam karşımda kalan boş koltuğu çekip oturdu ama masa büyük olduğu için arada uzun bir mesafe vardı, bu yüzden pek yakın değildik.

Ceketinin önünü açıp dirseğini sandalyesine yasladı ve düşünceler içinde beklemeye başladı. Aklını karıştıran, onu böyle uzun uzun daldıran şeyi merak ettim bu yüzden gözlerimi çekemedim üstümden. O uzak durmam gereken birisi, aynı zamanda öğrenilecek uzun bir yol gibiydi. Yine de tam o an Uygar’ı izleyemeyeceğimi bildiğimden dosyalarıma odaklanmaya çalıştım.

Sayıca tamamlandıktan sonra zaten başkan yardımcıları geldi, bir tek istihbarat başkanı yoktu ona da başkası vekillik edecekti. Sırtımı geriye yaslayıp masanın en başına ilerleyen bordo kravatlı adamı takip ettiğim esnada birden yanımdaki sandalye çekildi ve oraya da beyaz saçlı bir kadın oturdu.

Kısa bir bakış atıp “Merhaba,” demişti bana.

Başımı öne eğdim ve aynı onun gibi karşıladım kadını. “Merhaba.”

Kim olduğunu tam olarak bilmiyordum fakat dik duruşundan, soğuk suratından olsa gerek saygımı korumaya çalıştım. Kadının koltuğu dolduran bir hali vardı, beyaza yakın platin saçlarının küt kesimi ilgimi çekmiş olsa bile şimdi zamanı olmadığından dolayı gözlerimi başka yöne çevirdim.

Dakikalar içinde toplantı salonunun atmosferi değişti, başkan yardımcısı “Çok üzgünüm,” diye başladığı konuşmada yaşananlara dair bilgilendirmelerde bulundu. Bazen başını öne eğip kürsüye bıraktığı kağıtlardan okuma yapıyor bazen de yaşlı sesiyle kendi düşüncelerini katıyordu. En sonunda patlamanın ardında bir pavyon çalgıcısı olduğunu söylemişti.

“Bir pavyon şantörü ve patlama arasında bağlantı kuramıyorsanız eğer,” derken dev ekrana yine yaşlı olduğu belli olan başka bir adamın görüntüsünü yansıttılar. “Bu mekân Ahmet Akdeniz’in finanse ettiği bir paravan. Adını geçirmiyor fakat bize apaçık gözdağı veriyor.”

Ahmet Akdeniz’i tanıyordum. İsmi yer altında dünyasında geçen bilindik bir adamdı ama çoğunlukla korunuyordu. Birkaç ihtar dışında devlete karşı geldiğini de hiç duymamıştım zaten.

Şimdi böyle acımasızca karşı karşıya kalmayı seçmesi ilk başta kafamı çok karıştırdı. Belki de birisinin maşasıydı, emin değildim. Başkan yardımcısı su içmek için kısa bir ara verdiğinde hemen yanımda oturan platin saçlı kadın bedenini belli belirsiz bana çevirdi, bunu refleks olarak yaptığını sanmıştım ama gözleri beni bulunca dikkatim ona yöneldi.

“Akademiden misin?” derken sesi çok kısıktı.

Başımı aşağı yukarı salladım. “Evet, istihbarat akademisindenim efendim.”

Çok inceler bakışlara sahipt, saçının kenarıyla oynuyordu ve aynı zamanda gözleri aşağıdan yukarı üstümde geziniyordu. “Anladım…” Bir süre bekledi, sonrasında “Adım Belçin Öncel,” diyerek kendisini tanıttı.

Bu ismi daha önce duymuştum, istihbarat müdürlerindendi o. Duruşumu istemsizce toparladım, hareketim Belçin Öncel’in de hafifçe gülmesine sebep olmuştu. Tabi bu gülüş o kadar keyifli değildi, biraz kibir biraz soğukluk barındırıyordu.

“Sizinle tanıştığıma memnun oldum Belçin Hanım,” dedim, başımı da saygıyla bir kez öne eğip kaldırmıştım.

“Ben de…” Tek kaşını havaya kaldırırcasına baktı, cümlesini tamamlamak için bir cevap bekliyordu.

Ellerimi gergince yumruk haline getirdim. “Ben Yakut Yalınkılıç.”

İnce dudakları hala bir gülümsemeyle kıvrık haldeydi. “Ben de memnun oldum Yakut, yakında daha çok tanışırız zaten.”

Bir süre gözlerinin içine baktım Belçin Hanım’ın. Saha operasyonu için bir ekip kurulacağından söz edilmişti, acaba buna yönelik bir şeyden mi bahsediyordu?

“Tabi,” dedim mırıltıyla, öyle tedirgin halim vardı ki eğilip bükülen bedenim karşısında kırılacaktı neredeyse.

Belçin Hanım önüne döndükten sonra başkan yardımcısı bir süre daha bilgilendirmelerde bulunmaya devam etti ve sözlerini tahminlerime yakın şekilde bitirdi. “Operasyona dair tüm her şeyi Belçin Öncel’in inisiyatifine devrettiğimi sizlere bildiriyorum arkadaşlar, kendisi uygun gördüğü ekiple devam edecek. Yolunuz açık olsun.”

Sandalyemin iki yanına tutunup Belçin Hanım’a gizli bir bakış attım, kısık gözleri her an ava hazırlanır gibi yavaşça masanın çevresinde oturan bizlerde gezindi. Tüm dirayetimi koruyarak ayaklanırken hemen karşımda kalan Uygar da koltuğunu geriye ittirerek yavaşça kalktı. Yüzü hala aynı gerginliğindeydi, bakışları bana hiç dönmemişti ve gözlerinin sonrasında Belçin Hanım’ı seyrettiğini gördüm. Salondan ayrılmak için dönene kadar kısılmış gözlerine sıkışan yeşil hareleri hemen yanımdaki kadında gezindi.

Toplantı salonundan çıktığımızda birkaç kişi bekleme koltuklarına geçmiş konuşmaya başlamıştı. Tam ortada dikilip Gökçe’nin salondan ayrılmasını beklerken göz göze geldiğim birkaç kişiye selamına karşılık verdim, bu sırada içeriden çıkan Uygar da rüzgâr gibi geçip gitti önümden, koridoru adımlarken aklını dolduran şeye dair merakım daha da artıyordu.

Az sonra Gökçe de yanıma geldi. “Neler olacak hiç bilmiyorum,” diye sıkıntıyla mırıldanmıştı. “Şimdiden değişik değişik konuşmaya başlayanlar var.”

“Kim başladı? Neye başladı?”

Binanın parlak duvarlı uzun koridorunu ilerlerken Gökçe aramızı biraz daha kapattı, başını bana doğru eğmişti. Kısa kaküllerini zapt etmek için elini alnına kapattığında gizliden gizliye yüzünü saklıyordu yanımızdan geçenlerden. “Bu Ahmet Akdeniz var ya kimin dostuymuş?”

“Kimin?”

Gözlerini imayla hareket ettirdi. “Sen yakından tanırsın… Mürsel İzgi’nin.”

“Gerçekten mi?” Şaşkınlıkla açıldı gözlerim, kollarımı önümde bağlayıp düşünceler içinde etrafı seyretmeye başladım.

“Hı hı,” dedi Gökçe hemen. “Ve aynı zamanda Uygar’ın abisinin şehit polis olduğunu biliyor muydun?”

Hayretim biraz daha arttı o an… Ama daha acıyla arttı. Hışımla Gökçe’ye çevirdim koridorda gezinen bakışlarımı. “Ne?”

“Maalesef öyleymiş.” Bana biraz daha yaklaştı, bu sefer daha kısık sesle mırıldandı. “Ahmet Akdeniz’in paravan pavyonlarından birisine yaptıkları baskında yangın çıkmış, orada şehit olmuş. Bu yüzden operasyon için herkesten daha hazır diyorlar Uygar için.”

Ben ona dışarıdan baktığım zaman böyle bir acıyla sınandığını düşünmemiştim hiç. Gülen yüzü, gerektiğinde ciddileşen ifadesi, bazen bir serseriyi andıran davranışları Uygar’ı gözümde hep farklı bir konuma yerleştirmişti. Az önce yapılan toplantıya katılırken bu yüzden ciddiliğinin ardında tuhaf bir gerginlik vardı demek ki.

Ürperen tenimi yatıştırmak için kollarımı sıvazladım yavaşça, gözlerim dalgınlaşmıştı. Tüm bunlara verecek bir cevap bulamadığım için sessizliği bürünmüştüm, Gökçe ise başka konulara atlayarak operasyon konusunda fikirlerini ve analizlerini belirtmeye devam etti. Ona karşılık veriyordum, başka kelimeleri dillendirmek kolaydı… Ancak aklım iki parçaya bölünmüştü. Diğeri ise yalnızca taze gerçekleri düşünüyordu. Bana Uygar’ı daha şeffaf gösterecek olan gerçekleri.

-

Belçin Öncel’in ekibi için yola koyulması fazla uzun sürmedi, yalnızca bir gün arayla iletilen çağrıyla tekrardan alelacele istihbarat binasına gittim, artık buraya daha sık gelmeye başlamıştım. Akademi de vardı, oradaki eğitim henüz tamamlanmamıştı ama çok yakında bitecek gibi görünüyordu.

Düne nazaran daha ufak toplantı odasına geldiğimde yuvarlak masanın etrafında oturan birkaç kişiyle karşılaştım. Bu sefer fazla kalabalık değildik, daha az kişiydik. Fatih, Sevtap, Reha ve tanımadığım birisi vardı masada. Kapıyı ardımdan örttüğümde “Hadi canım,” diye mırıldandı Sevtap. Yüzünde şaşkın bir ifade vardı, mavi gözleri sinirden dolayı kısılmıştı. “Sen?”

İstemsizce “Asıl hadi canım sen?” diyerek çıkıştım ona. Şu an gösterilecek tavır mıydı bu?

Hemen gözlerini devirdi, saçlarını kavrayıp geri iterken dirseklerini masaya yasladığı için öne eğilmişti. “Uygar niye gelmedi?” diye mırıldandığında benim de kaşlarım çatıldı. Gelmeyecek miydi? “Dakiktir o, şimdiye kadar gelmesi lazımdı.”

“Biraz profesyonel ol.” Bunu Fatih söylemişti son derece soğuk bir sesle. “Ama eğer olamıyorsan da çık git Sevtap.”

Sevtap başını yavaşça Fatih’e çevirdi. “Senden fikir istemedim Fatih!” derken epey üstüne bastırarak imayla sarf etmişti kelimeleri.

“O sesini kıssan iyi edersin.”

Bir gerilim çıkacak gibi olduğunda aralarındaki boş sandalyeyi çekip oturdum, ikisi de ansızın yaptığıma şaşırmıştı. Rahatça hareket ederken gözlerimi tam karşıda kalan ekranda gezdiriyordum. Patlamayla ilgili haberler tekrar tekrar veriliyordu ve her seferinde bunu seyrederek kendimde bazı duyguları harekete geçiriyordum.

İntikam duygusu hırsıma karışıyordu. Yaralı düşmüş bedenler belki şimdi ekranda değildi ama hepsini görmüştüm. Aklımdan çıkarmak ise epey zordu, bazen kulaklarım patlama kayıtlarında duyulan çığlıklarla yankılanıyordu. Kendi ailemi anımsıyordum, ansızın kaçmamdan dolayı şimdi hepsi benim için tanınmaz kişilerdi.

Sabah uyanıp yüzlerine baktığım, çoğunlukla sohbet ettiğim, azarını işittiğim, tokadını yediğim kişiler birer yabancıdan ibaretti.

Ve bazen çok çabuk koptuğumuzu düşünerek kendime üzülüyordum, aileyi silmek gerçekten beni sadece birkaç dakika üzebilecek kadar kolay mıydı?

Düşüncelerden sıyırıp kendime toplantı salonunda olduğumu hatırlattım hızlıca. Reha kısık bir sesle “Belçin Hanım geldiğinde bu konuyu dile getirme,” diyerek Sevtap’ı uyarmıştı. “Uygar sana konusunu açmaman gerektiğini defalarca söyledi.”

“Anlam veremiyorum sadece.” Sevtap fazla sızlanır gibiydi, yine at kuyruğu olan saçlarını eliyle düzeltirken “Burada olmak onun da hakkıydı,” dedi fısıltıya yakın bir sesle. “Hatta onun canını dişine takacağını biliyorlardı.”

“Tamam ama yeri, zamanı değil bunun.”

“Nasıl değil?”

Kendi aralarında fısıldayarak konuştukları şeyler aslında rahatça duyuluyordu, biz de dinliyorduk. Fatih de alnını kaşıdığı esnada gizleme gereği duymadığı gülüşüyle karıştı araya. Sarı saçları yine düzeltilmeye çalışılmış gibi fakat özensizdi, mavi gömleğinin altına giydiği beyaz tişörtünde bir kalem lekesi gördüğümde dikkatimi toparlamaya çalıştım. Fatih’in beyaz tişörtündeki kalem lekesi beni hiç ilgilendirmiyordu.

“Kazanamadığı şeyler de var,” dedi gülüşünün arasında kısık bir mırıltıyla.

Sorgularcasına seyrettim bu sefer onu, Fatih de bunun farkındaydı ama dönüp de bana bakmadı.

O sırada masaya eliyle ritmik halde vurup dikkati üstüne çekti ismini bilmediğim kişi, sanırım onu daha önce Gökçe’nin yanında görmüştüm, diğer eğitim grubundandı. Arkasına yaslanarak rahatça oturmuştu koltuğuna. Kumral saçlarını eliyle geriye tararken dolgun dudaklarını aralayıp konuşacağını belli etti. “Kişisel hırslarını karıştıracak araya belli, o yüzden Uygar’ı ekibe almamaları çok doğal.”

“Saçmalıyorsun Direncan, o böyle bir şey yapmaz.” Yine ilk savunan Sevtap oldu. “Neyi neyden ayıracağını bilir Uygar.”

Onu neden bu kadar savunuyordu anlamamıştım, kalbim yanlışlıkla hızlanmaya başladığında kaşlarım da şüpheyle çatıldı. Umarım yanlış anlayacağım bir durum yoktu ortada… Ya da ne olursa olsun hiç yanlış anlamamalıydım? Doğrusu buydu.

Adının Direncan olduğunu öğrendiğim kişi teslim olur gibi ellerini önünde kaldırdı, gülerken “Tamam öfkeli anne,” demişti alayla. “Bir şey demedim, fikir belirttim sadece.”

“Düzgün konuş geri zekalı herif, ne annesinden bahsediyorsun?” Sevtap durulacak gibi değildi, elini masaya vurup sonrasında hesap sorar gibi havada salladığında Reha onu belinden tutup rahatça geri çekti. Sanki bu çıkışmalarına alışkın gibiydi, gerçi Sevtap’ın naif görüntüsüne de pek yakışmıyordu bu tavırları. Ben de biraz serttim ama o bu halini apaçık sergiliyordu.

“Sevtap…” diye mırıldandı Reha çocuk yatıştırır gibi, sonra onun sarı saçlarını arkasından kabaca okşadı. “Bu çıkışmanın yeri ve zamanı değil şu an.”

Reha’nın uyarısından sonra Sevtap öfkeyle “Her şeyi adabına göre yapmak zorunda mıyım oğlum ben?” diye mırıldanmıştı, Diren’le birbirine hala düşmanca baktıklarını fark ettiğimde yorgunca nefeslendim. Bizi kim bir araya getirmişti bilmiyorum ama kavgaya müsait bir hal vardı üstümüzde, hiç hoş olmamıştı bu durum.

Aradan geçen birkaç dakika sonrasında odanın kapısı tekrar açıldı ve bu sefer Belçin Öncel girdi içeri. Ardında da takım elbiseli iri yarı bir adam vardı, sanırım asistanıydı.

“Merhaba arkadaşlar,” derken füme rengi ceketinin kollarını düzeltti ve az önce ilgisiz olan bakışları hızlıca ciddiyete bürünüp bize döndü. “Niye sizi buraya çağırdığımı biliyorsunuzdur. İki gün önce gerçekleşen patlamanın sorumlusu ve sorumlu olduklarını reddedenleri konuşmamız lazım. Şu şantörden başlayalım ilk önce.”

Kendi kendine konuşurken onun için sandalye çeken yardımcısına hiç bakmadan yerine oturdu. Daha sonra “Yaşar,” diye seslenerek elini geri uzatmıştı. Asistanı olduğunu düşündüğüm Yaşar, Belçin Hanım’ın avcu arasına bir dosya bıraktığında o da dosyayı bizim önümüze sürdü hemen. Kapağı araladı ve alt alta dizilmiş yazıları okumamıza müsaade etti, bu esnada açıklamaya koyulmuştu.

Belçin Hanım gelmeden önce konuşulan her şey aramızdan kayboldu, yalnızca gerçekleştirilecek operasyona vermiştik dikkatimizi. Elimden geldiğince tüm ayrıntıları yakalamaya çalışıyordum.

En sonunda Belçin Hanım anlatacaklarını bitirdiğinde kısa platin saçlarını hafifçe geri itti. “Anlaşılmayan bir şey?”

“Tamamız,” diyerek cevapladı Direncan bunu. Yine masada kısa bir ritim tuttuktan sonra rahatça geriye yaslanmıştı ama gözlerinde düşünceli bir ifade görüyordum.

“Harika, sormak istediğiniz başka bir şey var mı peki?”

“Yok,” dedi Fatih hemen. Solumda kalan Sevtap huysuzca nefeslendi. “Var,” dedi sertçe. “Ben bir konu hakkında konuşmak istiyorum Belçin Hanım.”

“Dinliyorum seni.”

Üstündeki siyah deri ceketini gergince düzeltirken bir süre bekledi, sonrasında “Ekipte Uygar Özkurt’un da bulunmasına dair size isteğimi bildirmek istemiştim aslında,” diye çekingen bir tonda mırıldanmıştı. Sözlerinin ardından ciddiyetini belirtmek ister gibi boğazını temizledi, ben de sadece onu seyrettim. Gerçekten Uygar için canla başla uğraşıyordu, belki de sadece arkadaş değillerdi.

“İsteğini reddediyorum Sevtap,” diye hiç düşünmeden cevapladı Belçin Hanım. Dosyalarını toplarken aynı zamanda kendi kendine gülümsüyordu. Sonrasında bakışları bize kalkmıştı. “Sadece abisi Ahmet Akdeniz’le alakalı başka bir elim olayda şehit oldu diye onu kolaylıkla ekibe dahil edemem.”

“Haksızlık ediyorsunuz…” Masaya ellerini koyduğunda Sevtap’ın tavrına karşın onu sakinleştirmek Reha’ya düşmüştü. Alttan alta dirseğini tutup sıktığını gördüm göz ucuyla. “Uygar bu zamana kadar akademide kendisini kanıtlamış birisi zaten, sadece abisi için değil genel olarak bizimle burada, ekipte olmayı bekliyordu. Operasyona fazlasıyla katkıda bulunabilir.”

“Aracı olarak seni mi kullanıyor isteklerini iletmek konusunda?”

“Belçin Hanım, yanlış anlıyorsunuz.”

“Peki şu durumda bir doğru var mı sence Sevtap?”

Art arda sorduğu imalı sorulara karşın ben de gerilmiştim, parmaklarımı kütletirken sessizlikte ellerimin sesi vardı sadece. Kendimi durdurup çabucak toparladım ve birisi bir şey söylesin diye bekledim. Çok geçmeden Belçin Hanım “Uygar biraz daha iyi olursa belki şansını başka zaman dener,” demişti. Masadan toparladığı çantasını eline alırken her an gidecek gibiydi.

“Belçin Hanım…”

“Efendim Sevtap?”

“Ben onun da burada olması konusunda size gerçekten ısrar ediyorum, eminim Uygar kimseyi pişmanlığa uğratmayacak.”

“Profesyonel davranamaz,” diye yine araya karıştı Direncan. Yaslandığı yerde sandalyesini geriye öne sallarken umursamazca omuz silkti. “Operasyonu riske atacak durumda mıyız sanıyorsun? İnsanlar yarın tekrar bir patlama olur mu diye korkuyor, sokaklar bile sessizliğe büründü.”

“Diren’e katılıyorum, ben de Uygar’ın profesyonel davranabileceğini düşünmüyorum Sevtap.” Dosyalarını koyduğu çantayı arkasında sessizce bekleyen Yaşar’a uzattıktan sonra önündeki sandalyeye tutundu Belçin Hanım. Gözlerimi üstünde gezdirirken biraz kendi kendime düşündüm. Ben Uygar’ın burada olmasını ister miydim?

Eğer abisi için bir intikam istiyorsa bu hırslarına farklı bir yön verebilirdi ve açıkçası, durum bu açıdan göz korkutuyordu. Ama bir yandan Sevtap’ın dediği gibi Uygar kendisini yeterince kanıtlamıştı, bu zamana dek bir yanlışını görmemiştim. Akademide herkes onu başarılı bulurdu ve çok iyi işler başaracağı konusunda kimsenin şüphesi yoktu.

Sağ tarafımda kalan Fatih “Uygar her zaman duygularına yenik düşer,” diye bir fikir attı ortaya. Ona bakmaya başladım bu sefer. Her zaman derken… Onu ne zamandan beri tanıyordu ki? Fatih ve Uygar’ın hiçbir zaman tam olarak yan yana geldiğini görmemiştim, bu şekilde fazla keskin bir yorumda bulunacak kadar yakın değildi onlar. “Operasyonu baltalama riskini göze alamayız.”

“Oğlum niye baltalasın?” derken Reha da huzursuzca kaşlarını çattı, uzun bir süredir sessizliğini korusa da artık karşılık verme mecburiyetinde kalmış gibiydi. Masada öne eğilip Fatih’le sert bir göz teması kurdu. “En başından başarılı olmayı en çok Uygar istedi zaten.”

“Fazla istemek de zehirli kardeşim.”

Kısa bir iç çekişin ardından “Pekâlâ,” diye mırıldandı Belçin Hanım. Tutunduğu sandalyeden geri çekilip kollarını önünde bağlamıştı, sadece bize bakıyordu. Biz de ne diyeceğini bekleyerek ona bakıyorduk. “Adil oylama yapalım o halde, ben ekibimde demokrasiye de önem veririm.”

Sessizlik sürünce Belçin Hanım konuşmaya devam etmişti. “Neyin doğru olduğuna çoğunluk karar versin, ben de fikirlerinize liderlik edeyim… Uygar’ın ekipte olmasını doğru bulan?”

Sevtap hiç tereddütsüz elini yukarı kaldırdı, Reha ise ona nazaran daha ağır gerçekleştirmişti bunu. Parmaklarımı kütletirken kabul edip etmemek arasında gidiyordum. İhtimaller… İhtimaller beni tereddüde sürüklüyordu. Deneyip yanılma şansım da yoktu ki. Acilen bir karar vermeliydim ama mevzu Uygar olunca bu çok zordu.

Gözlerim istemsizce yere eğildi, onu ne kadar tanıyıp tanımadığımı düşündüm. Gerçekleşecek yanlışlar için de doğrular için de fazla yabancıydı bana. Gerçekten dedikleri gibi hırsına ve acısına yenik düşer miydi? Yoksa bu hırs onu daha azimli birisi haline mi getirirdi bilememiştim.

Herhangi bir tepki vermediğim esnada Sevtap’ın bana çevrildiğini hissettiğim için başımı yavaşça ona çevirdim, düşmanca bakışları aniden suratıma çaprtı. Sanırım bu çekimserliğimi, Uygar’la olan inatlaşmamıza yormuş olmalıydı.

Hemen sonrasında Belçin Hanım “Uygar’ın ekipte yer almasını doğru bulmayan?” diye sorduğunda Fatih ve Diren fikirlerini belirterek ellerini havaya kaldırdılar.

Ben yine çekimser kaldım.

“İkiye iki.” Bakışlarımı yukarı kaldırdığımda Belçin Hanımın hoşuna gitmemiş gibi baktığını gördü, kahverengi gözleri üstümde geziniyordu. “Hiçbir fikrin yok mu Yakut? Uygar’ı ekibe dahil etmeli miyiz etmemeli miyiz?”

“Ben-”

“Kendisinin ikna edilmesi lazım.”

“Hayır, ne alakası var?” diye çıkıştım Sevtap’a. Uygar’ı kimse gibi tam olarak tanımıyordum, en doğru kararı vermek istiyordum. Belki de Belçin Hanım haklıydı, o burada duyguları ve hırsını görevimize bulaştıracaktı. Bu ihtimal yabana atılamayacak kadar güçlüydü. “Sadece düşünüyorum,” derken kendimi sakinleştirmeye çalıştım, böyle agresif davranırsam beni de ekip için uygunsuz görebilirlerdi.

“O kadar uzun vaktimiz yok,” derken kolunu sandalyemin sırtına koyup biraz yaklaştı Fatih. Rahatsızca başımı ona döndürdüm, mavi gömleğinin yakasını umursamazca düzelttiği an beyaz tişörtündeki kalem lekesini de örtmüş oldu ama bunun farkında değil gibiydi. Tıpkı fikirlerini bana yöneltirken ne yaptığının farkında olmadığı gibi. “Hem dediğim gibi, Uygar bunları kaldırabilecek kadar dirayetli değil.”

Sevtap başını arkamdan eğip gizlice fısıldadı Fatih’e. “Bi’ bok bilmiyorsun sen.”

“E ayıp ediyorsun ama,” derken Fatih ise yalnızca gülmüştü.

Bir bunaltı hissiyle öne eğildim, yüzümü sıvazlarken “Emin değilim,” dedim sıkılgan bir mırıltıyla. “Çok da doğru gelmiyor açıkçası.”

“Allah’ım, benim sabrımın tüketim tarihi dolmak üzere!” derken çıldırır gibi konuştu Sevtap. Sonra sanki beni iki tarafa çekmek isteyen melek ve şeytan gibi Fatih’in ardından o da kulağıma eğildi. “Asıl meseleye duygularınızı ve hırslarınızı karıştıran sizsiniz, sırf onunla kavga ettin diye burada olmamasını istemek adil mi Yakut?”

“Onunla kavga etmedim,” diye çabucak savunmaya geçtim. Önüme gelen perçemi geriye iterken tamamen Sevtap’a dönmüştüm. “Uygar gayet de arkadaşım benim!”

Buna şu an ben karar vermiş olsam da eminim ki Uygar rahatsız olmazdı durumdan. En başından beri ‘iletişim kurmalısın’ diye tutturan kendisiydi, ben de aramıza mantıklı bir bağ eklemiştim işte. Arkadaşlığımızdan şikâyet etmemeliydi.

Sevtap’a döndüğüm için arkamda kalan Fatih “Arkadaş mı?” diye alayla mırıldandı. “Her arkadaşının burnunu kırıp ortalığı kana buluyor musun sen?”

Bu hiç de komik olmayan söz hoşuma gitmediğinde yavaşça Fatih’e baktım. Başını yana eğmiş aptal bir ifadeyle saçını karıştırıyordu. Sakin kal, diye geçirdim içimden. En son bir tartışmaya karıştığında aldığın uyarıyı düşün… Yine de susamadım. “Fatih ben senin alay konun değilim. Görev için toplandığımız bir yerde saçma sapan mevzular açıp açmamayı ve konuşman gereken şeyleri önceden düşün, öyle ifade et, tamam mı? Çünkü Uygar’ı duygularına yenik düşmekle suçladığın kadar varsın, neyi ne zaman konuşman gerektiğini bilmediğini düşünüyorum. Ayrıca niye bu kadar kesin yaklaştığınızı da anlayamadım ben.”

“Kesin çünkü gerçekler bunlar,” diye o da rahatsız bir surat ifadesiyle sarf etti sözlerini. Sanırım tüm alaylarına karşın sessiz kalacağımı düşünmüştü. İlk başta kalacaktım, eğer sabrımı sınama noktasına gelmeseydi.

“Ben sizin gördüğünüz gerçekleri görmedim,” dedim kabullenemez bir halde. Kuru dudaklarımı hızlıca yalayıp tekrardan Belçin Hanım’a döndüm. Parmaklarımı kütletirken “Tamam o zaman-” diyecektim ama o sözlerimi kesti. Ceketinin düğmeleriyle oynuyordu. “Acele karar veriyorsun.”

Şimdi şaşkınlık belirmişti üstümde. Odada yoğun bir sessizlik belirdi, yalnızca sesi kapatılmış ufak televizyondan bir cızırtı duyuluyordu. “Ben mi?” diye mırıldandım cızırtının arasında kaybolan kısık sesimle.

“Çok acele karar veriyorsun, sana iki günlük zaman tanıyabilirim zaten operasyon için başkanlıktan bazı izinler bekliyorum.” Belçin Hanım gri kaşlarını havaya kaldırdı. “Biraz düşünmeye ne dersin?”

Bunu hiç beklememiştim. Sanki havada kapar gibi hızlıca “Tamam,” dediğimde Sevtap hoşnutsuz bir tavırla elini alnına yapıştırdı. Ona bakmadığım için sadece sesini duymuştum.

“Güzel, bu süreçte sizler de akademideki son işlemlerinizi tamamlayın, artık tamamen görevinize odaklanacaksınız.” Yavaş yavaş kapıya yürüyen Belçin Hanım ve peşinden onu takip eden Yaşar salondan ayrıldıklarında bana bırakılan dosyayı alıp ayaklandım hemen. Sanırım büyük bir sorumluluğum vardı artık

Ben kalkarken Sevtap ise çabucak kolumu tutmuştu. “Yakut bekle…”

“İkna edilme isteğim yok,” dedim onun beni bir yana çekmesine izin vermeyip. Elini de direkt bileğimden ittirdim zaten. “Hiç uğraşma yani.”

Yanımıza gelen Diren toplantının en başında sergilediği rahat tavrı bir kenara bıraktı, ela gözlerini ciddiyetle üstüme diktiğinde onu pek umursamak istemedim ama söyledikleri kulağıma takılmıştı bir şekilde. “Ben bir şey konuşmayacağım,” dedi omuz silkerek. “Sen de kimseyi dinleme,” derken Sevtap’a ters bir bakış atmıştı sanırım beni ikan etme girişiminde bulunmasın diye. “Git sadece düşün.”

“Git düşün,” derken Fatih de Diren’e destek çıktı, sonrasında söyledikleri ise hiç hoşuma gitmemişti. “Eğer ekipte patlamaya hazır bir bomba istiyorsan Belçin Hanım’a kabul ettiğini söylersin Yakut.”

“Tamam yeterli,” diye yorgunca çıkıştım en sonunda, ellerimi üstüme gelmesinden diye önümde kaldırdığımda birkaç adımla geri çekildim. “Ne yapmam gerektiğini biliyorum, en doğrusuna karar veririm… Bu şekilde konuşup işi çıkılmaz hale getirmeyin, Uygar olursa olur olmazsa olmaz. Yolun sonu değil ya.”

Kimseden daha fazla bir şey duymak istemediğim için aceleyle odadan ayrıldım, uzun koridoru hızlı adımlarla giderken aklımda üç aya yakın zaman önce tanıdığım Uygar’ın düştüğü durum vardı… Demek bir gün onu istenmeyen kişi konumunda da görecektim, demek Uygar başarısına rağmen işkillendirecekti birilerini.

Bu tanıma olayını benim için daha zor hale getiriyordu işte. Uygar’ın kim olduğunu biliyor muyum yoksa hiçbir zaman öğrenemeyecek miyim? Her şey bu soruda saklıydı.

-

Belçin Hanım’ın bana verdiği iki günlük zaman dolmak üzereydi. Hem operasyon açısından faydası olsun hem de düşünme maratonunda iyi gelsin diye akademinin arşiv odasına tıkılmıştım, eski dosyaları karıştırıyordum.

Dosyalardaki tozlar ilk önce hapşırmama sebep oldu, sonra kısıkça öksürdüm. Yan tarafımda duran Kerim abi bundan rahatsız olmadı ama yine de bakışları bana çevrildi. “Onları veri tabanına aktardılar Yakut, bilişim odasını kullansana.”

“Yok,” dedim mırıltıyla. Okuduğum dosyayı kapattıktan sonra rafa geri bıraktım, yeni bir şey alırken Kerim abiyi cevaplamaya devam etmiştim. “Orası biraz kalabalık oluyor.”

“Orası kalabalık diye burada kendine eziyet çektireceksin yani?”

Alnımı sabırsızca rafa yasladım. “Kerim abi rahatım böyle.”

“Bilmiyorum, her an bayılacak gibi görünüyorsun.”

“O benim genel halim.”

Keyifsizce güldüm, kimseyi huzursuz etmemek adına aynı ifadeyle Kerim abiye döndüğümde o da mecburen tebessüm etti.

“Aklını karıştıran bir şey mi var?”

Yine çok babacan davranıyordu, bu kadar anlayışlı olmasına karşın kısaca nefeslendim. Ona sorabilir miydim acaba? Bu fazla zor bir görev değildi ama tamamen bana bağlandığı için artık çok daha önemliydi.

“Her zaman akılları karıştıran bir şey vardır, evrenin sırları henüz çözülmedi.” O sırlardan birisi de bendeydi: Birisini tam olarak tanımak, ona güvenmek mümkün mü?

“Neymiş o? Duyalım bakalım.”

Dudaklarımı yalarken kendimi gülmemek için zor tuttum. Az sonra içimdeki karmaşayı dillendirdiğimde muhtemelen Kerim abi de komik bulacaktı durumu. “Birisini nasıl tanırsın?” derken sesim içime kaçmış gibiydi.

Kerim abi dosyanın kapağını sakince örttü, sonra yavaşça bana döndü. “Dalga mı geçiyorsun Yakut?”

“Yok, ciddiyim.”

“Ama ustasından öğrenmemiz lazım bunu.”

Söylediğini ciddiye alıp “Kimden?” diye sordum.

Elinde kapalı dosyayı kafama vurdu acıtmadan. “Senden bahsediyorum salak kız, hani atıp tutuyordun Revan hocaya ben herkesi kolaylıkla tanırım diye. Şimdi ne değişti? Hangi tükürdüğünü yaladın?”

Gözlerimi kaçırıp sessizce düşündüm, evet o gün böyle bir iddiada bulunmuştum ve ağzımın payının bu kadar çabuk verileceğini düşünmemiştim. İş şimdi daha ciddiydi. Bir suç örgütüne operasyon yapılacak olduğunda konu masum olan herkesi kapsıyordu, duygularına yenik düşmesi muhtemel bir adamı ekibe dahil etme kararı bana bırakıldığı için şimdi de insanların hayatına yön verecekmiş gibi hissediyordum. “Tamam o gün söyledim ama unutmuş olabilirim, şimdi tekrar konuşamaz mıyız bu konuyu?”

“Ne konuşacağız? Kimi tanıman lazım? Niye tanıman lazım? Açıkla hemen.”

“Yani genelde şöyledir değil mi?” Tek kaşımı merakla havaya kaldırdım. “Bir yakınının canı yanarsa, o can yakan suçluyu intikam maksadıyla öldürürsün?”

“Fazla film izlemişsin sanki?” Kerim abisinin de benim gibi tek kaşını kaldırarak sorduğu soruya karşın alt dudağımı dişledim bir kabahatli gibi.

“Nereden anladın?”

Hızlı kabullenişimden sonra ufak bir kahkaha attı Kerim abi. “Cidden şu mevzuya bir çözüm bulabilmek için film mi izledin Yakut?”

“Evet ama hepsini bitiremedim, birkaç tane daha izlemem gereken film var.”

Kerim abi başını hoşnutsuz halde iki yana salladı. “Yakut bir şey öğrenmek istiyorsan onun içinde bulun güzel kardeşim, film izlemek seni sadece sinefil yapar davranış uzmanı değil.”

“FBI’ın davranış uzmanlığı birimi hakkında da film izledim ama.”

Bu söylediğimin ardından Kerim abinin tavrı daha da komik bir hal aldı, gözlerini kapatıp burun kemerini sıkmaya başlamıştı. Bir tepki versin diye bekledim, sadece çözüm üretmeye ve sorularıma cevap bulmaya çalışıyordum. Gayet makul sebeplerim vardı, bana bırakılan bu kararı bir sonuca ulaştırmalıydım ve bunun için her şeyi yapmaya hazırdım.

Kerim abi ise saniyeler sonra beni omzundan tutup geriye çevirdi ve arşivin kapısını işaret etti. “Tam şu kapıdan çık git tamam mı? Git ve kimi tanımak istiyorsan onunla konuş.”

“Öyle tanınmıyor kimse.”

“Uzaktan da bir halt beceremezsin.” Omzumu sıktı, bu canımı yakmamıştı ama bir an irkildim, sonra Kerim abinin “Hadi iyiliğim olsun bak, spor salonuna uğra,” demesiyle donup kaldım.

“Ne yapacağım orada?” diye sorduğumda Kerim abi tek gözünü kırptı usulca, aynı zamanda gülümsüyordu. “Ben bilmem, git hadi.”

“Peki…”

Kısa bir an iç çekip el mecbur kapıya yöneldim. Saçımı geriye atıp altından ensemi ovarken yüzüm sıkıntılı bir hale bürünmüştü. Zamanın her bir parçası kıymetliyken şu uyuşuk attığım adımlar bile ne kadar yanlış gittiğimi haykırıyordu suratıma.

Bu yüzden Kerim abiyi dinleyerek bir üst kata çıktım, uzun koridoru ilerlerken kalbim gümbürdüyordu.

Doğrusunu yapacaksın Yakut, en doğrusunu yapacaksın… Sen adil ve makul bir kadınsın.

Spor salonunun iki taraflı geniş kapısının önünde durdum, kısaca nefeslendikten sonra birkaç sesin geldiği salona girdim. İlk başta kimse görünmedi gözüme, ses vardı fakat sanki içerisi boş gibiydi. Ardından gözlerim geniş salonun sol tarafındaki köşede duran iki kişiye değdi.

Arkası dönük kişi biraz öne eğilmiş halde, önünde oturan kişiyle konuşuyordu fısır fısır. Eğer özel bir şey varsa rahatsız etmek istemedim fakat sonrasında bana sırtı dönük kişi “Kes lan sesini,” diye öfkeyle mırıldanıp bir yumruk savurunca durum göz ardı edilemeyecek duruma gelmişti benim için.

Hızlıca oraya yaklaştım. “Ne oluyor burada?” diye sertçe sordum. Kesinlikle köşeye çekilip kavga etmek için uygun bir yer değildi burası, onlar da uygun kişiler değillerdi.

Sadece sırtını gördüğüm kişi doğrulup bana döndüğünde Fatih’in suratıyla karşılaştım, orada olup yumruk sallayışını görmemi pek umursuyor gibi değildi. Gömleğinin yakasını düzelttikten sonra burnunun ucuna dokunup “Yakut,” dedi neredeyse fısıltıya yakın bir tonda.

Gözlerim yere çevrildi, duvara yaslanarak oturmuş kişi Uygar’dı. Suratında dağılmış bir hal görünce kaşlarım daha çatıldı. “Bu hal ne?” diye istemsizce sızlandım. Elimi kaldırıp işaret ettiğim çehresinde kanayan yerler vardı, umursamaz halde başını geriye yaslamış olsa da kapalı gözlerinden yorgun olduğu belli oluyordu. Bana hiç cevap vermedi, yanına eğilecek olduğumda Fatih dirseğimden yakalayıp beni geri çekmek istemişti. “Kendi haline bırak, pek iyi hissetmiyor.”

“Sana mı sordum Fatih?” derken keskin bakışlarım üstüne döndü.

“Konuşacak halde değil.”

“Sen de gereğinden fazla konuşuyorsun.” Kuru dudaklarımı yaladıktan sonra kolumu kendime çektim. “Niye yumruk attın ona?”

Bir an buna cevap vermekte güçlük çekti, mavi gözleri etrafta gezindikten sonra üstümde durmuştu uzun uzun. Sessizliği fazla uzun sürdüğü için Uygar’a eğilmek istedim, bu esnada Fatih kulağıma eğilip fısıldadı. “Sana söyledim, o duygularına yenik düşüyor işte… O yüzden bu halde.”

Dizimi yere koyup kolunu tuttuğumda Uygar gözlerini araladı, onu hiç görmediğim kadar ıssız duruyordu bu haliyle. Yine de gücünü toparlayıp sırtını duvardan çektikten sonra eliyle alnını sıvazlayıp “İyiyim,” dedi.

Nasıl söyleyebildi, anlamadım. Dudağının kenarındaki ufak yaradan ince ince kan sızıyordu. “Aptal mısın Uygar? Niye kavga ediyorsunuz burada? Birisi sizi görse ne olacaktı?”

“Bir şey olmazdı.”

Dizlerimi tamamen yere yaslayıp geriye döndüm, Fatih de sanki hiçbir şey olmamış gibi rahatça dikiliyordu başımda. Hiçbir duygunun belli olmadığı gözleri üstümüzde dolaşırken nasıl bu kadar sakin kalabildiklerini anlayamadım. İçinde durmaksızın yanan bir ateşle hayatını sürdüren tek ben miydim? “Derdiniz ne sizin? Niye kavga ettiniz?”

“Uygar’ın sinirleri bozuk,” derken elini boş ver dercesine salladı Fatih.

Arkamdan “Evet öyle,” diye mırıldanan Uygar’ı duyunca ise Fatih’in yüzü sinirle kasıldı.

“Ne yaptığını ne söylediğini fark edemiyor pek, onunla konuşmaya çalıştım ama…”

Uygar, onun sözlerini tamamlamasına izin vermeden rahatça araya karıştı. “Onu konuşturmadım.”

Hışımla geriye döndüm, şu an gerçekten duygularına hâkim olamayan kişi Uygar değil de Fatih gibiydi. Onun her söylediğini onayladığında Fatih’in sinirle kasılan bedenini daha şimdi yakından seyretmiştim. Belki de olay anlattıkları kadar gerçek değildi çünkü buradaki tek histerik kişi Fatih olarak görünüyordu. Hatta “Uygar’ı yalnız bırakalım,” dediği an sesi öfkeden dolayı bir hırlamaya dönüşecek sandım. Ne kadar garip tonda ifade etmişti öyle?

Artık durumun tuhaflığı benim için artarken Fatih’e dönüp incelercesine ona baktım. Bu esnada o da yere eğilip beni kolumdan tutmak istedi. “Gidelim de arkadaşımız biraz sakince düşünme fırsatı bulsun, bizim yanımızda rahat edemez şimdi.”

Hiç güven vermedi bana. “Sen git,” dedikten sonra ayaklanıp bir adım geri çekildim, tam o sırada Uygar da atik şekilde ayağa kalktı. Yaralarına rağmen yüzünü sıvazlarken bu umursamazlığı beni deli edecekti neredeyse. “Benim burada işim var.”

“Ne işin var?”

“Sana hesap vermek dışında başka işlerim de var Fatih!” diye sabırsızca çıkıştım en sonunda. Gözlerim irice açılmıştı. Birden yükselmeme karşın Fatih de hoşnutsuz halde geri çekildi.

“Tamam bir şey demedim, hepimizin iyiliği için konuşmuştum sadece.”

Bıkkınca “Teşekkürler,” derken ne Fatih’e ne de Uygar’a baktım, yalnızca sinirlerim bozuk halde karşıdaki duvarın zeminle birleşen köşesini seyrediyordum. Sessizce beklediğimiz an “Gidiyorum o halde,” deyip geri geri ilerlemeye başladı Fatih. Sonra uyarıyla “Uygar…” diye seslenmişti. “Sahip çık kendine kardeşim.”

“Eyvallah.”

Ayağımın ucunu yavaş yavaş yere vuruyordum. Sessiz bekleyişimi doldurmak için bir oyalanmaydı bu. O esnada Fatih salondan ayrıldı, derdimi daha da perçinleyen Uygar’la bir başıma kaldım. Oysa kısa bir zaman önce onunla bir yerde yalnız kalmak hatta kalabalık içinde yakın durmak bile benim için dehşet bir durumdu. Şimdi onu tanımak maksadıyla yalnızlığı paylaşmaya ihtiyacım vardı.

Bakışlarım yavaşça Uygar’ın yaralı suratına döndü, fazla kötü değildi ama yine de hoşlanmamıştım bu halinden. Yeşil gözleri az önce benim yaptığım gibi dalgın halde yeri seyrediyordu. Acaba hala dünyada mıydı? Yoksa kendi dünyasında mıydı?

İster istemez yutkundum, böyle hissedersem ona acıyor gibi olacaktım fakat kalbimin dayanamadığı bir nokta vardı.

İnsancıl yanım, diye geçirdim içimden. Merhamet böyle bir şey, herkese karşı harekete geçer. Uygar’a özel hiçbir durum yok.

“Bu halin ne?” diye bir daha sordum bekleyişle geçen dakikaların ardından. İlk sorduğumda buna cevap vermemişti, Fatih de çok inandırıcı gelmemişti zaten.

Bir adımla Uygar’a yaklaştım ama tam olarak kapanmadı aramızdaki mesafe, orası benim için güvenli alandı.

“Ne varmış halimde?” Birkaç bandajın sarılı olduğunu ellerini yüzüne götürüp yaralarına hafifçe dokundu, hepsi çok tazeydi ve dokununca acımıştı. O belli etmediğini sansa da ben en ufak mimiğinden yakalamıştım bunu.

Bir dakika… Yoksa onu tanıyor muydum?

“Bunları ben yapmadım,” dedim geçen günkü dövüşümüze atıfta bulunarak.

Uygar’ın dudaklarını aralayıp yorgunca bıraktığı sıcak nefes tenime değdi belli belirsiz… “Suçlamadım seni.”

Sesi ilk tanıştığımızdaki gibi o dingin halini biraz terk etmişti, daha farklı geliyordu. “Ne oldu o zaman?” diye sorduktan sonra hafifçe öksürdüm.

Uygar ellerine doladığı bandajları yavaş yavaş çıkarırken gözlerini yere eğmişti. Dudakları iki yana kıvrıldı ve bu kesinlikle onu mutlu gibi göstermeye yardımcı olmadı benim için. İfadesinde daha çok bir örtü ya da bir maske var gibiydi, altta kalan kötü duyguları gizliyordu. “Endişelendin mi benim için?”

“Endişelenmedim,” dedim itiraz ederek, sonra söylediklerimi düzeltmem gerekmişti. “Yani biraz endişelendim, sonuçta insani bir duygu bu.”

“Allah Allah?”

Bir hayal kadar ufak olan şapşal tebessümü ve imayla mırıldandığı şeye karşın ben daha sert bir tavırla karşılık vermiştim. “Ne Allah Allah?” Daha sonrasında kolundan tutup onu soyunma odasına ilerletmeye başladım, bu hali dayanılacak gibi değildi. Soyunma odasında ilk yardım kutusu olduğunu bildiğim için de oraya gitmek istemiştim. “Sen gel bakayım benimle.”

Bileğinden çekip götürürken ya ben çok güçlüydüm ve onu rahatlıkla peşimden sürükleyebiliyordum ya da bir ihtimal Uygar kendisini bana bırakmıştı ve onu götürmeme izin veriyordu. Her halükârda itirazına maruz kalmadan soyunma odasına girdik, kapıyı ardımdan örttüğümde Uygar’ın bedenini hafifçe ittirdim. “Otur şuraya.”

Yüzünde masum bir ifadeyle, soyunma odasının duvarına monte edilmiş banka oturdu. İlk yardım kutusundan birkaç malzeme alırken kendi kendime söyleniyordum. “Böyle talihsiz mi olmak zorunda her şey? Normalde uslusun, şimdi de olamaz mıydın? Aptal, aptal…”

Başımı sessizce geriye çevirip Uygar’ı kontrol ettim. Söylediklerimi duyup duymadığına dair bir merakla yapmıştım bunu. Ama o kafasını arkasındaki duvara yaslamış halde sessizce beklerken pek beni duymuş gibi durmuyordu.

“Niye kavga ettiniz?” diye bir daha sorduğumda başını yana yatırıp yorgun yeşil gözlerini bana çevirdi. Kumral saçları normal halinden biraz daha dağınıktı, parmaklarımı onlara daldırıp düzeltme ihtiyacı birden bastırdığında dudaklarımı dişlemiştim hızlıca. Hayır, öyle bir şey yapmak istemiyorum.

“Kimseyle kavga etmedim.”

“Hmm…” Malzemeleri alıp bankın tam ortasına oturmuş Uygar’ın biraz açıkta bıraktığı kısma koydum. Kendim de oturmak için “Biraz kaysana,” diye mırıldandıktan hemen sonra “O zaman niye dayak yedin?” dedim meraklı bir halde.

Elinden geldiğince oturakta bana yer açtı ama cidden küçük bir alandı, dip dibe olacağımız riskine rağmen oraya yerleştiğimde tam anlamda bacaklarımız birbirine yapışık haldeydi. Yüzüyle ilgilenmek için biraz yükseldiğimde mesafe daha da azalır gibi oldu. Artık Uygar’ın gözaltlarındaki çöküklüğe daha yakından şahittim, gerçekten bu kadar yıpratmış mıydı kendisini? Dedikleri kadar duygularının esiri miydi o?

Parmaklarımı usulca çenesine sardım, temiz bir surata sahipti ve yeni tıraş ettiği belli olan sakalları gıdıklarcasına tenime batmıştı. Başını biraz kaldırıp dudağının kenarındaki yarayla ilgilenirken Uygar’ın yeşil hareleri bende dolaştı uzun uzun. “Dayak yedim çünkü kimseye zarar vermeyeceğime söz verdim.”

İşte bu söyledikleri de düşünmeme sebep oldu.

Fatih az önce, sürekli olarak Uygar’ın histerik davranışlarda bulunduğunu ima etmişti ama eğer öyle olsaydı asıl buradan yaralı halde çıkan Fatih olurdu. Onda kan ve yara izine dair hiçbir şey görmemiştim. Üstüne üstlük içeri girerken ‘kes sesini’ diye bağıran da oydu. Fikirlerim gitgide daha çelişkili bir hal alıyordu.

İstemsizce yutkunmuştum. “Fatih’i mi kızdırdın peki?”

“Bana niye kızsın?”

“Bilmem, ona ne söylediysen artık…”

“Beni bu hale getirmesi için ona ne söyleyebilirim Yakut?”

“Bilmiyorum Uygar!” diye çıkıştım en sonunda. “Bilmiyorum, bilmediğim için soruyorum ya!”

“Öğrenmek zorunda değilsin,” dedi, hala o kadar rahat davranıyordu ki... Zaten hep böyleydi, sinirleri alınmış gibi. Bense karşısında bir parça baruttum.

“Sana ne, istediğimi öğrenirim,” diye saçma sapan bir bahane sundum dayanamayıp.

Bu Uygar’ın hafifçe gülmesine sebep oldu. “Laciverti çok severdim, bir süredir en sevdiğim renk siyah,” dedi sonra kulaklarımı okşayıp geçen sesiyle. Yine beni koridorda kendisinden kaçıracak o karşı koyulması güç adama bürünmüştü. Gözlerimi kapatıp kendime birkaç saniye tanıdım. Hayır, ondan zerre etkilenmiyorum… Hayır.

“Bu nereden çıktı şimdi?”

“İstediğimi öğrenirim dedin, sana bir şeyler öğretiyorum lazım olur sonra.” Malzemenin paketini açarken elim ayağıma dolaştığı için Uygar parmaklarını uzatıp hafif dokunuşlarla yardımcı oldu bana. Kaçmak istedim fakat çok yardımseverdi ya buna da müsaade etmedi. “Yaparım ben,” diye fısıldadığımda ise hiç umursamadan başka şeyler anlatmaya devam etmişti.

“2 Nisan doğum günüm.”

“Beni hiç ilgilendirmiyor,” derken yine fısıltıya yakın çıktı sesim, belki de aslında başka bir şey söylemek istiyordum.

Uygar sırtını biraz daha yasladı duvara, biraz daha benden yana eğildi, daha çok anlattı. “Küçükken badminton oynamaya bayılırdım.”

Kaşlarımın garipsercesine çatılmasına rağmen dudaklarımda da ufak bir gülüş belirdi. Bu sefer olumsuz bir şey söyleyemedim onun için, Uygar’ı küçüklük haliyle badminton oynarken düşünmek nedense komik geldi. “Ama anneannemlerin evinin bahçesine oynamak zor oluyordu, orası çok rüzgârlı çünkü.”

“Hmm…” diye mırıldandım sanki umurumda değilmiş gibi. Dudaklarımı ısırmaya başlamıştım, acaba başka bir şey anlatacak mıydı?

Tekrar yaralarıyla ilgilenmeye devam ettim, kanlar temizlenmişti ve ilk anki kadar felaket durmuyordu suratı. Bu esnada Uygar da ‘öğreneyim diye’ kendinden bahsetmeye devam etti. “En sevdiğim şarkı, Ayna’dan Gelincik.”

Birden pamuğu sertçe dudağının kenarındaki yaraya bastırdım, bundan dolayı hafifçe sızlandı Uygar. Aceleyle geri çekildim. “Bu cezayı sen istedin ama!” derken sağlıklı bir bahane üretmeye çalışmıştım. Gözlerimin içine baba baka öyle imayla konuşmasa pamuğu hiç bastırasım gelmezdi. Kendi hatasıydı, benim değil.

Saçlarımın ön kısmını geriye yatırırken pamuğu çöpe attım, o kadar hızlı davranıyordum ki yine elim ayağıma dolaşmıştı. Hatırla Yakut, amacını hatırla. Çok kısa zamanın kaldı, onun nasıl birisi olduğuna karar vermen lazım.

“Biliyor musun?” Dar oturakta sıkışan bedenlerimiz arasındaki mesafeyi azaltmaya gerek duymadan elini benden tarafa yasladı. “Senden gelecek her türlü cezayı kabul edebilirim Yakut.”

Böyle dediğinde hareket eden ellerim duraksamıştı, bakışlarımı yavaşça Uygar’a çevirdim. Öylece bekliyor, sanki yüzündeki yaralar hiçbir sorun teşkil etmiyormuş gibi bana bakıyordu. Bense dünyadan çok uzakta, bambaşka bir yerdeydim. Kalbimin ritminde ince bir değişiklik oldu, nefes alabiliyor ama bunu yaparken biraz zorluk çekiyordum.

Parmaklarımı gergince kütletirken malzemelerden biraz daha aldım, kaşının kenarı henüz bitmemişti. Uygar’ın söylediklerini göz ardı etmek için sessiz kaldım, defalarca yutkundum. “Dayak yemiş bir adama göre fazla konuşkansın.”

Bu söylediğimi yok sayıp biraz daha eğdi kafasını, niye bu mesafe hızla azalıyordu? Alt dudağımı içe kıvırıp yoğun bir dikkatle yaralarına odaklanmaya çalıştığım an hareketlenen ademelmasından yutkunduğunu fark ettim Uygar’ın. Can yakan bambaşka bir şey vardı artık bizim için… Dudaklarımız arasında tehlikeli bir mesafe kalmıştı, soluklarımız birbirine karışıyordu. “Her arkadaşınla bu kadar yakın mısın?” diye sordu o an kısık bir mırıltıyla.

Dediklerine odaklanmak zor olsa da gözlerimi birkaç saniye kırpıştırıp alaycı bir gülüşle “Evet,” dedim. Sanki çok normal bir şeyden bahsediyordum.

Cevabım Uygar’ın duraksamasına, sonra kaşlarının hafiften çatılmasına sebep olmuştu. Herhangi bir yanıt veremediğinde bu haline daha çok güldüm. “Ne oldu? Hoşunuza gitmedi mi Uygar Bey?”

“Nasıl gitsin şimdi bu hoşuma?” diye boğuk bir sesle mırıldandı. Çatık kaşlarının altındaki gözleri kıpır kıpırdı.

“O zaman bir daha öyle sorular sorma.” Pamuğu dalgın dalgın biraz daha gezdirdim yüzümde, sanırım ben de oyalanıyordum yoksa şimdiye biterdi bu pansuman. “Hem arkadaş olsak ne olur ki? En başında sürekli iletişim halinde olmamız gerektiğini söyleyen sendin, bak kabul ettim işte. Artık daha rahat konuşabiliriz çünkü arkadaşız.”

“Sen herkese böyle mi söylüyorsun?”

“Kime ne söylüyormuşum?”

“Uygar benim arkadaşım diyormuşsun,” diye ağır ağır konuştu, bu hiç hoşuna gitmemişti sanırım. Nasıl öğrendiğini bilmesem de kızgınlığına karşı güldüm. “Evet, hatta eğer rahatsız olmazsan kankam diyeceğim senin için.”

Siniri benim için daha komik bir hal almaya başlamıştı, dudaklarımı birbirine bastırıp bu tebessüme engel olmaya çalıştım ama “Olamam seninle arkadaş,” diye homurdanan Uygar o kadar keyif veriyordu ki bir süre sonra kıkırtıya dönüştü gülümsemem.

“Niyeymiş o?”

Uygar’ın gözleri, gözlerimde gezindikten sonra yavaşça aşağı kaydı. Zaman onunla yavaşladı, elimin gitgide duraksadığını hissettim, boğazıma takılan bir şey yutkunmamı ve hatta nefes almamı bile zorlaştırır hale geldi.

Lütfen gözlerime bak Uygar, öbür türlüsünün bir işkence olduğunu sana anlatamayacak kadar güç durumdayım çünkü…

Ve o işkencesini daha da artırmak ister gibi “Çünkü ben, fena halde öpmek istediğim bir kadınla arkadaş kalamam,” dediğindeyse ellerim tamamen durmuştu.

Ne tepki vereceğimi bırak, nasıl düşüneceğimi bile unuttum o an. Hayatında sevgiye dair bir şeyleri nadiren duymuş birisinin gerçeklere inanması her zaman daha zordu. Kaos gibi ailelerin arasında olmak dingin sözcükleri daha duyulmaz kılardı… İnanmaktan öte söylenenleri zaten duyamazdın.

Güzellikler, biz daha onlara dokunmaya tenezzül edemeden hayatımızdan çekip giderdi.

Ama şimdi öyle olmadı, güzel bir şey adım adım geldi ve sıcaklığını tenime yayarcasına kalbime değdi.

Gözlerimiz birbirine bakarken kör kalmış gibi daha da yakınlaştık, bir zaman önce yüzüne bağıra bağıra gebermesini söylediğim adamla şimdi bu kadar yakın kalınca tüm sözlerim ve yeminlerim boğazıma dizildi birer birer.

Yalancısın Yakut, inanılacak hiçbir şeyin kalmamış senin… Ama bu yakınlıktan kaçmak da çözüm değil ki.

En sonunda “Ne dediğinin farkında değilsin,” diye pürüzlü sesimle mırıldandım. Hala yeşil harelerine kilitliydi bakışlarım, onu görmekle tam kalbimden büyük bir yıkım yaşamıştım.

“Ne dediğimin farkındayım, senin de bilmeni istedim.” Bir süre bekledi sözlerinin arasında. “Yalancı bir adam değilim ben.”

Kaşlarım küskün bir tavırla çatıldı. “Sandığın kadar efendi bir adam da değilsin.” Eğer öyle olsaydın beni utancımla yüzleştirir miydin hiç?

“Emin ol, buna sebep sensin.”

“Ne yaptım ki?”

“Neler yapmadın ki?” diye dalgınca mırıldandı Uygar.

“Bir yumruktan dolayı kimse kimseyi öpmek istemez.”

O bu sözlerime gülmüştü, ben ise içimde koca bir dehşet yaşıyordum. Şakaya vurmuş olsam bile rahatlığım benim için şaşkınlık vericiydi. Az önce gerçekten beni öpmek istediğini söylemesini hayal mi etmiştim acaba? Yok, hayal etmek daha aptalca olurdu ve suç bana kalırdı. Söyleyerek tüm kabahati Uygar üstleniyordu en azından.

“Yumruğa varana kadar haberinin olmadığı çok şey yaşandı benim için.”

Hafifçe omzuna vurdum Uygar’ın, bu onu daha çok güldürdü. Niye keyif alıyordu durduk yere? Moralinin bozuk olduğunu sanmıştım, Uygar ise ruh halini gayet iyi yönetiyor gibi duruyordu. “Nerede ne yaşanmış olabilir Allah aşkına? Kaçtım ya ben senden…”

“Ama ben de yakaladım seni gelincik,” derken o kadar yakınımdaydı ki onun nefesiyle aralanan dudaklarımı sabit tutmak çok zor olmaya başlamıştı, içten içe titriyordum.

Derin derin nefeslenip gözlerimi dikkatimi düzeltmek için hızlıca kırpıştırdım. “Gelincikler zehirlesin seni… Sus da biraz yaralarını düşün aptal.”

Uygar elimi tutup yüzüne yönelmeme engel oldu. “Onların önemi yok, gerçekten canımı acıtmıyorlar.”

Anlamsız birkaç saniye geçirdim sükûnet içinde. Canını yakmıyorsa gözlerindeki acı nereden geliyordu? Tek kaşımı usulca havaya kaldırdım. “Nasıl acıtmıyor?”

“Önemsemiyorum.”

“Ama ya bir gün çok acıtacak bir şey olursa?”

“Acıtmaz,” diye ısrar etti.

Bileğimi tutuşundan kurtarıp ufak yara bandını kaşına yapıştırdım. Üstüne eğildiğim an Uygar da beni tutmak maksadıyla elini belime koydu, yukarı sıyrılan tişörtümden dolayı açıkta kalan tenime değmişti parmakları. İlk an ürperdim ama yine de bunu yok sayıp yara bandını dikkatle suratına yapıştırdım. “Büyük konuşuyorsun ve bir gün bu laflarını yiyeceğin konusunda endişe duyuyorum.”

Geri çekildiğimde hafifçe Uygar’ın omuzlarına tutunmuştum. Farkındaydım, söylediklerimle yaptıklarım arasında bir uyum yoktu ama bu o an engel olabildiğim bir durum değildi. Uygar beni belimden kavrayıp biraz daha çekiştirdi. Sanki karşı karşıya kaldığımız her an bizi birbirine çeken bir akıma kapılmış gibi hareket ediyorduk. Yoksa insan biraz daha uzak dururdu birbirinden değil mi?

“Her şeye tamam,” dedi Uygar parmakları belimde usulca gezinirken, böylelikle nefeslerim biraz daha sıklaştı. “Ama ben asıl ruhta bırakılan yaradan korkarım.”

Bunu dememeliydin.

“O yaranın en kötüsü olduğuna eminim,” diye devam etti. “Ve hiçbir zaman bu konuda büyük konuşmam mesela.”

Kendimi düşündüm bir an. Uygar kadar duygularına bağlı bir kadın değildim. Özlemek şimdilik yok saydığım bir histi, düşüncelerime ailem ara sıra uğruyor, âşık olmaktan hızla kaçıyordum. Bir gün kıskıvrak yakalanacağıma dair korkularım olsa da şimdilik iyiydi her şey… Omuzlarına tutunduğum, ona yaklaştığım ve beni sıcak teniyle saran Uygar dışında iyiydi her şey.

“Bence tam manasıyla acı veren bir şey yoktur hayatta,” dedim mırıltıyla.

“Kesinlikle vardır.”

Alttan alta abisiyle ilgili olan acısından bahsediyordu. “Peki varsa bile hiç geçmiyor mu? Azalmıyor mu?”

Uygar dudağının kenarını kıvırıp ufak bir tebessümle karşıladı bu sorumu ilk önce. “Yerini değiştiriyor,” dediğinde kaşlarım çatılmıştı biraz.

“O ne demek?” Bunu sorarken bakışlarım boynunda belli olan zincire değdi, tüm cesaretimle elimi uzatıp zinciri kavradım ve daha önce üstünde ne yazdığını okuma şansı bulamadığım künyeyi oradan çıkardım. Buna müsaade eden Uygar “Kalbe düşen acı akla da sıçrar,” dedi açıkça. Künyede yazan isim abisine aitti demek. Nezih Özkurt. “Onu bir silaha çevirirsin.”

Künyeyi parmaklarım arasında tutarken “Nasıl bir silah bu?” diye bir soru daha sordum.

“Anını kollayan bir silah.” Uygar’ın çok yakınımda duran gözlerinin nasıl dalgınlaştığına şahit oldum o an. Dudaklarını araladı ama bir süre konuşmadı, bana da şaşkın bir sessizlik bırakmıştı. Eğer aklında zamanını bekleyen bir silah taşıyorsa, buna belki hak verirdim… Acı muhakkak farklı şekillere bürünecekti çünkü insan aslında hiçbir şeyini kaybetmiyordu. Bizde var olan aynı ya da farklı, her türlü bizimle kalıyordu. Yine de o beklenen zamanın nasıl bir tehlikeye dönüşeceği muammaydı.

Hafifçe öksürdüm. “Ne yapacaksın yani?”

“Ne konuda?”

Künyeyi boynuna bırakıp yüzünü kontrol ettim, ufak yara bantları kavgaya bulaştığını belli etse de en azından artık daha derli topluydu. “İşte akademi bitiyor ya, ondan sonrasını soruyorum.”

Uygar birkaç saniye cevap vermedi buna. Sonra “Ankara’ya döneceğim,” dedi boğuklaşan sesiyle.

Bakışlarım çabucak gözlerini buldu. “Ne? Neden döneceksin?”

Telaşıma çare olsun diye elini biraz daha belime sardı. “Oradan çağırdılar,” derken kendisinin de memnun olmadığını görmüştüm. “Biliyorsun burada eğitimden başka işim kalmadı.” Son patlamayla ilgili ekibe katılamamak onu gerçekten üzmüştü sanırım. Abisi ile ilgili bir şansı kaçırdığı için apaçık mutsuzdu. “Kendime güvendiğim kadar iyi olamadım bu sefer.”

Biraz uzaklaşmak isteyerek kendimi geri çektim, buna ne anlam yükleyeceğimi bilmiyordum. Dakikalar önce bambaşka şeylerden bahsederken şimdi gideceğini ifade etmesini nasıl karşılamalıydım?

“Tek amacın mıydı bu?” derken künyeyi işaret ettim, abisinden bahsettiğimi anlamıştı.

“Tek değildi.” Güçlükle yutkundu Uygar. “Ama burada olmam için büyük bir sebepti.”

“Peki şimdi senin için bitti mi her şey?”

“Bitmiş sayılmaz, Ankara’da ana binada benim için seçilen yolda ilerleyeceğim. Tamam ilk başta çok istedim ve olmadı ama… Hayattan vazgeçecek değilim, ben görevimi her yerde yerine getiririm.”

Söyledikleri o kadar da korkutucu değildi. Onu ilk gördüğümde bir intikam şansına erişemediği için yıkıldığını sanmıştım. Sözlerinin olgunluğuyla biraz daha karıştı aklım ancak hiçbir cevap veremedim çünkü gitmesinin mi yoksa kalmasının mı daha iyi olduğunu öğrenmek hala zordu.

Uzun perçemlerinden birkaç tutam tokama sıkışmadığı için önüme düşmüştü, onlara dokunmadım ve gözlerimin önünde öylece beklemeye devam ettiler. Fakat sessizliğimiz esnasında Uygar elini uzatmaya koyuldu, saçıma dokunacaktı ki engel oldum “Saçlarıma dokunma,” diye refleksif bir itirazla.

“Gidecek olmam seni üzdü mü?”

“Hayır, çok mutlu oldum.”

Asık suratıma bakıp güldü Uygar. Eğer ona istediği şeyi sunma kararsızlığını yaşadığım için bu hale düştüğümü bilse ne düşünürdü acaba?

“Yine de bizim için yarım bir şeyler bıraktım,” derken çaresiz gülüşü devam ediyordu. Abisi için bir şey yapamayacak olmasına içten içe kırılmıştı işte. Herkesin şüphesiz başarılı bulduğu Uygar, ilk kez bir şeyde çok iyi görülmemişti. Ve bunu saklamayı hem başarıyor hem de duygularını apaçık sergiliyordu. “O yarım kalanı seninle tamamlayacağız,” diye mırıldandığında aceleyle oturduğum yerden kalktım. Buna şaşırmıştı, çatılan kaşlarından belliydi.

“Benimle hiçbir şey tamamlayamazsın,” diye mırın kırın konuştum, duymuş olması mucize olurdu.

“Yakut-” derken peşimden gelmek istedi ama spor salonundan aceleyle ayrıldım. O andan sonra ilk hedefim Belçin Öncel’i ziyaret etmek olmuştu çünkü kararsızlık sürse bile ben bir şeyi seçebilmiştim en sonunda.

Babaannemin kucağında uzanmaktan vazgeçip biraz doğruldum, sırımı yatak başlığına yaslamıştım. O ise yaşlı olduğu için benim kadar atik değildi, hemen kalkamadı. Biraz yardımcı olup geriye yaslanmasını sağladım.

Aradan saatler geçmişti ve uzun uzadıya konuşmuştuk. Gerçekleri en yalın haliyle anlatamayacağım için babaannem hatıraların yalan hallerini dinlemiş, bazen beni güldürecek yorumlarda bulunmuştu.

Beş yıl önce Uygar’ın başka bir yere gitmesine müsaade etmemiştim. Canı yanan bir adama intikam alması için büyük bir fırsat sunmuştum.

Düşününce, eğer o gün daha farklı düşünüp Uygar’ın Ankara’ya dönmesine izin verseydim belki de birbirimizi unutacağımız ihtimaliyle karşılaşıyordum. Acıya dönüşmemiş ufak anları hatırlayacak ve bir zamanlar şöyle birisini tanımıştım, acaba şimdi ne yapıyor diyecektik.

Diyememiştik.

Uygar’ı hiç bilmiyorum ama ben onu bambaşka bir yere yerleştirmiştim hayatımda. Şimdi üzen de buydu. Hak etmeyen birisine gereğinden fazlasını vermiştim.

“Tamam bu kadar yeter,” diye mırıldanırken dizlerimdeki ellerimi çekip ıslak yüzümü sildim. Yine hem gülmüş hem de bol bol ağlamıştım. “Çok konuştum, artık susmam lazım.”

Çünkü bundan sonrası biraz daha aşılan sınırlardan ibaretti, o zaman Uygar’ın sadece kelimelerde can bulan arzularını bana nasıl yaşattığını hatırlayacak ve daha zor duruma düşecektim. Dudaklarımda bile düşünmemek için kaçtığım hayallerin sızısı vardı, anımsıyordum… Kahretsin ki yıllar geçse bile bana eskiyi yaşatıyordu dokunuşları.

Bir süre sessiz kalan babaannem elini uzatıp saçlarımı okşadı. “Kendini tutamadın, o kadar güzel bahsettin ki ondan.”

“Ne dedim sanki?” derken keyifsizce güldüm. Yorganın kenarıyla oynarken dudaklarımdaki gülümseme silinmedi ve öylece yerinde kaldı.

Babaannem gizli bir şeyden bahseder gibi üstüme eğildi biraz. “Sana seni,” dedikten sonra sesini daha da alçalttı. “Öpmek istediğini söylemiş ya…”

Şaşkınlıkla ona döndüm. “Orayı anlattım mı ben?”

Yalnızca içimden geçirdiğimi sanmıştım!

“Kızım ne anlattığından haberin yok mu senin?” derken ufacık güldü o da.

Ellerimi utanç içinde yüzüme örttüm hızlıca, o kısmı atlamamış mıydım gerçekten? “Farkında değildim ki!” diye sızlandığım esnada başımı kendisine çekip saçlarımdan öptü babaannem.

Keşke bu kadar farklı davranmasaydı, artık kim olduğuna dair şüphe ediyordum. Yaşlı Yakut böyle bir durumda asla bu kadar sakin kalmazdı fakat şimdi kendisi dile getiriyordu. Yıllar öncesi olsa kafamda hiçbir saç teli bırakmazdı herhalde, mahvederdi beni.

Bir süre öylece yan yana kaldık, odaya kimse uğramamıştı. Sanki dünyanın dışına itilmiş gibi yapayalnızdık. O hiç sevgi göstermediği çocuklarının düşmanıydı, bense onları terk ederek kendini aileden koparmış birisi olduğum için pek sevilmiyordum.

Artık gitmem gerektiğini bildiğim için kalkmaya koyuldum. Babaannem “Gidiyor musun?” diye sordu fısıltıyla.

“Saat geç oldu, odama dönsem iyi olacak.”

Bir zamanlar ışıkları erkenden söndüren kendisiydi, saat on birden sonra evin hiçbir yerinde tıkırtı duymak istemezdi. Şimdi gidişimle afallamış gibi davranmasına geldiğimden beri bir kez daha şaşırdım ama bir şey diyemeyeceğinden olsa gerek “Peki,” dedi babaannem.

“İyi geceler.”

“İyi geceler kızım.”

Bir misafirlikten ayrılır gibi usulca odama geçtim, içeri girip ışığımı yaktığımda gözüme hemen yatağa bıraktığım fotoğraf çarptı. Bir zamanlar her zerresini bildiğim ve tanıdığım adamın şimdiki hali, benden onu öldürmemi isteyecekleri kadar farklıydı demek ki.

Yatağıma yaklaştım ve fotoğrafı elime aldım. Baktıkça canım yanıyor, öfkem durmaksızın kabarıyordu. Hatta öyle ki içimdeki ses bile senden isteneni yap diye haykırıyordu bana. Sana kimse engel olacak değil, battığın yerde kalırsın zaten bir daha hiç çıkamayacaksın.

“Saçmalıyorsun,” diye mırıldandım kendime. Telefonumu alıp Belçin aramış mı diye kontrol ettim ama hiçbir arama yoktu. Yavaşça yatağa oturup boş boş parkeyi seyretmeye başladım. Yalnız kalınca her zaman olduğu gibi yoğun bir ıssızlık kaplıyordu içimi.

Allah’ım onca sene geçti, herkes her şeyi unuttu da ben niye unutamadım? Güçlü birisi olduğumu sanırdım, peki niye hala tenimde onun gölgesi var? Benimle olmak isteyen, beni isteyen bir adamın düşü niye bu kadar gerçek?

Halbuki o artık benim Uygar’ım bile değildi, ondan ölesiye nefret ediyordum. Keşke geri gelse, onu hala çok seviyorum.

Başımı hızla iki yana salladım. “Hayır aptallaşma Yakut, yok öyle bir şey.”

Elimden gelse gözümü kırpmadan öldürebileceğim bir adamı nasıl sevebilirim ki?

-

Ertesi gün pazartesiydi ve ben akademi için ilk uzaktan dersime başlayacaktım. Bilgisayarımı masama güzelce yerleştirip üstüme formal bir kıyafet geçirdim. Sandalyeme oturduğumda kulaklıklarım da takmam için bekliyorlardı. Onları kulağıma geçirdim, ekran paylaşımı yaptığım görüşmede yirmi beş kişi vardı.

Kısa bir selamlaşma ve tanışma faslından sonra saat sekizde derse giriş yaptım. İki yıldır her gece benim için çok zor geçiyordu, tanımsız bir buhranla hayatıma devam ederken acılarımı silip her şey normalmiş gibi hayatıma dönmeye alışmıştım. Yine kendimi odaklamam fazla uzun sürmeden dersimi işledim.

Fakat duraklama verdiğimiz zamanlarda canım sıkılıyordu. Zaten kimse kahvaltıya çağırmaya da gelmemişti, gerçekten dedikleri gibi beni yok sayıyorlardı. Buna canım sıkılmasın istesem bile bazen güceniyordum işte.

“Her neyse.”

Ders esnasında sıkça mola verdiğim için biraz geç bitmişti, diğer derse kadar aradaki bir saatlik boşluğu kendim için neredeyse yarım saate indirmiştim. O yarım saatlik arada Belçin aradı mı yine telefonumu kontrol ettim ama herhangi bir cevap yoktu. Yine el mecbur dersime girdim, onu bitirdiğimde saat iki olmuştu artık.

Büyük bir umutsuzlukla sandalyemden kalktım. O sırada masadaki telefonum titremeye başladı, hemen alıp arayana baktım.

Belçin’di.

Hızlıca aramayı cevapladım. “Alo?”

“Yakut? Nasılsın?”

“Ben iyiyim Belçin, dünden beri aramanı bekliyordum sadece.”

“Anladım,” derken cızırtıya sebep olabilecek bir nefes verdi. “Kusura bakma, durumlar biraz karışıktı da.”

“Neler oldu? Öğrenebildin mi bir şeyler? Niye gelmiş o adam? Niye benden Uygar’ı öldürmemi istemiş?”

Kısa bir bekleyişin ardından “Bak…” diye mırıldandı. “Uygar’ın tekrar geri dönmüş olma ihtimali var.”

Volta attığım odada duraksadım birden, bu ne demekti şimdi? “Nasıl dönmüş olma ihtimali?”

“Anladığın şekilde işte Yakut, dışarıda olabilir ve açıkçası seninle uğraşmak için böyle bir şeye başvurduğunu düşünüyorum.”

“Ne yani? Uygar’ın planı mı bu?” derken kaşlarım anlamsızca çatıldı. Gerçekten derdi benimle oynamak mıydı? Aptal… Onu öldürüp öldürmeyeceğimi mi merak ediyordu?

“Ne olursa olsun o adamla bir daha iletişime geçme,” dediğinde Belçin’in uyarı dolu sesiyle sıkışan boğazımı ovaladım. “Karşısına çıkma, sadece evinde dur. Derdin başından aşkın zaten.”

Peşimde bir de oğlunun intikamını canımla ödetmek isteyen bir mafya vardı değil mi? Onu neredeyse unutacaktım. Daha kaç kişi takılacaktı ardıma? Artık çevremde beni sevebilir diye düşündüğüm kimse yok gibiydi sanki, olanın da derdi ya aklım ya da canımdı.

“Tamam,” desem bile gözlerim o yabancı adamın dün geldiği bahçe duvarına kaydı. Bomboştu ama tekrar geleceğini söylemişti bana.

“Kesin tamam mıyız?”

“Tamamız.”

Belçin yine sıkıntıyla nefeslendi, halime üzüldüğü belliydi. “Biliyorum zor durumdasın, etrafın aç kurtlarla çevrili ama eminim ki bunları atlatacağız Yakut. Sadece amirin olarak değil, bir abla gibi de koruyacağım ben seni.”

Hafifçe tebessüm ettim, sanırım uzun zaman sonra duyduğum en merhametli sözlerdi bunlar. “Teşekkür ederim Belçin.”

“Rica ederim, kendine iyi bak tamam mı?”

“Tabi.”

Aramayı kapattık.

Artık içimde bir ruh kalmamış gibiydi, komodinime ters çevirip bıraktığım fotoğrafın beyaz kısmını seyrettim uzun uzun. “Oynayacak mısın benimle?” diye fısıldadığımda sesim çok titrek çıkmıştı.

Karşımda dikilmek yerine böyle oyunlar oynuyor olması canımı daha çok yakıyordu. Dudaklarımın içini hırsla ısırırken kollarımı kendime doladım. “Seni tanımaya çalışmakla çok büyük hata etmişim Uygar, çok.”

Odada durmak ruhumu sıkmaya başladığı için aşağı indim, zaten dünden beri hiçbir şey yememiştim. Mutfağa uğramam gerekiyordu. Telefonu elime vura vura aşağı indim.

Demek Uygar benimle oynamak istiyordu, buna gücüm yetmez mi sanmıştı?

Yapardım, onunla istediği gibi savaşırdım çünkü benim onu tanıyamadığım kadar o da henüz beni tanımamıştı. Hala içimde ilk günkü hıncımı taşıyordum. Uygar’ın dediği gibi temel bir içgüdüydü benimkisi. Saldırma dürtüsü.

Herkes işte olduğu için ev sessizdi, bir tek annem ve yengem kalmış olmalıydı. Mutfakta iştahsızca bir şeyler atıştırdıktan sonra hole çıktığımda onlarla karşılaştım. Üstlerine kaban giyerken dışarı çıkıyor gibi görünüyorlardı, ikisi de bana kısaca baktıktan sonra tekrar konuşarak önlerine döndüler.

Yengemi anlıyordum, en son ona biraz bağırmıştım ve beni yok sayabilirdi ancak anneme hiç anlam veremiyordum. Benimle anlaşmak istemiyordu, evden kaçtığım için bana darılan en yakınım oydu.

Amcam, yengem, kuzenlerim ve hatta abim bile umurumda değildi. Keşke annem yapmasaydı böyle, yıllarca beni sevgisinden mahrum etmesine rağmen onun varlığına ihtiyaç duymuştum. Şimdi bu muhtaçlığımın bitmesine mi kırgındı? Ya da gerçekten kırgın mıydı acaba? Kendimi buna inandırmıştım ama aslında gerçekten seven kırılırdı, duyguları bitmiş birisi değil.

Sırtımı holün duvarına yorgunca yasladım. “Nereye gidiyorsunuz?”

“Dışarı.”

Tek kelimeyle cevaplayan anneme baktım uzun uzun, kabanının önünü kapatırken benimle ilgili değil gibiydi.

“Nereye dışarı?”

“Alışverişe Yakut, yoksa sen de mi gelmek istiyorsun?” diyen yengeme döndüm bu sefer.

İlk başta bu soruyu reddedecektim fakat sonra o yabancı adamın bana yaklaşamayacağına dair Belçin’in söylediklerini hatırladım. Kesinlikle bana yaklaşmalıydı, bana Uygar’ı öldürüp öldürmeyeceğimi bir daha sormalıydı.

Evden tek başıma çıkmak da mantıklı gelmiyordu çünkü muhtemelen çevrede benim için bekleyen bir koruma varsa buna engel olacaktı. Kısa mesafe gideceğimi söylesem belki bana eşlik etmek de isteyebilirdi. Her türlü dışarıda yalnız kalmam imkânsız göründü gözüme.

Ama bir şans annemle yengemin yanına sığınarak evden ayrılmayı kafama koydum. Çok ufak bir planım vardı ve denemeye değerdi. “Geleceğim,” dedim aceleyle. “Hazır sayılırım zaten, sizi bekletmem.”

“İyi ceketini giy gel madem.”

Maruz kaldığım hoşnutsuz tavırlar içimdeki yangını daha da körüklüyordu. Bir yerden canım yanınca bunu bambaşka bir şekilde içimden atmam gerektiğini hissediyordum. Bu yüzden o an Belçin’in beni koruma uğraşına rağmen bu deliliği yaptım.

Çabucak ceketimi giyip annemle yengemin peşinden ilerlemeye başladım. İkisi de kendi arasında konuşuyordu ve ben yokmuşum gibi davranıyorlardı. Annemin bu hali beni daha da kamçıladı. Böyle acemi davranmak yalnızca eski Yakut’un yapacağı bir şeydi, kimse beni istemiyor diye acımı çıkarma ihtiyacı duymakla koskoca bir hata silsilesine kapıldığımı bilsem bile vazgeçemedim bu yoldan.

İçeri park edilmiş bir arabaya bindik, ilk başta aptalsın sakın yapma bunu diye haykıran mantıklı yanım bile bir süre sonra sustu.

Tedirginliğime rağmen araba hiç durmadı, kimse bana hiçbir yere gidemezsin demedi. Çok fazla uzaklaşmaya kalmadan kendim şoföre “Durur musunuz?” diye seslendim. “Ben… Vazgeçtim, gelmeyeceğim.”

“Ne?”

Şimdi annem de yengem de bana şaşkınlıkla bakıyordu.

“Arabayı durdurur musunuz? İnmek istiyorum, eve döneceğim.”

“Bu nereden çıktı? Az önce gelmek istiyordun!”

“Vazgeçtim diyorum ya yenge.” Çevreme bakındım, tam olarak o yabancının içine karıştığı ormanın sınırındaydık. “Size iyi alışverişler.”

“Ay sen insanı sabrını sınaya sınaya öldürürsün Yakut,” diyen yengeme bakmadan annemle göz göze geldim. “Bırak dönsün,” dedi annem sert bakışlarının altından. “Rahat edemeyecektim zaten.”

Kısık tonda söylediği cümle kulağıma yerleştiğinde duran arabanın kapısını çabucak açtım. Küsmeyeceğim, buna darılmayacağım.

Zorlukla yutkunduktan sonra ikisine de bakmadan arabadan indim. Ellerimi ceketimin cebine sokup hızlı hızlı ilerlerken ilk başta eve gidiyor gibi görünmüştüm ancak ardımda bıraktığım araba bir motor sesiyle tekrar hareket edince yönümü ormana çevirdim.

“Rahat edemeyecekmiş, etme!” dedim sinirli bir mırıltıyla. “Ben de etmemiştim, hiçbir zaman etmedim! O yüzden evden kaçtım, suçluysam suçluyum umurumda bile değil… En güzel hayatım sizden uzakta durduğum yıllardı! Ölmeyecek olsam döner miydim ben hiç eve? Bir dakikalığına bile dönmezdim!”

Dişlerimi sımsıkı birbirine bastırdım, ayağımın altında çatırdayan dalların sesi iyi hissettiriyordu. İyiliği o kuru dallardan beklemem de büyük acizlikti ya… Neyse.

Kendi kendime söylene söylene ormanda dolaşırken etrafı kontrol ettim, tam odamın baktığı noktadaydım ve o yabancı adam buradan gelmiş olmalıydı. “Bir Mürsel öldürmek istesin, bir Uygar’ın canı sıkılsın benimle aptalca oyunlara girişmek istesin, yetmedi annem uğraşsın bir de! Sık kafana Yakut ya, ne bekliyorsun ki? Sık kafana, bitir her şeyi!”

Öfkeli homurdanmalarla saçlarımın ön kısmı kavradığım an, havaya kalkmış kolumda yabancı bir dokunuş hissettim.

Dikkatim tek bir yerde toplandı. Atik davranıp bana dokunan kişiyi üstümden iterken tek eksiğim bir silahımın olmamasıydı çünkü dün bana tehlikeli tekliflerde bulunan o yabancı adam bu sefer tabancısını yüzüme doğrultmayı eksik etmemişti.

Yine aynı sarı-lacivert hırkası vardı üstünde, görünüşünün perişanlığına tezat olarak havaya kaldırdığı silahıyla ise yabana atılamayacak kadar belalı duruyordu. Birkaç adım geri gidip sıkıntıyla nefeslendim. “Sakin ol, konuşmak için buradayım sadece,” derken sırtım en son ağaca değdi.

“Ben de konuşmak için buradayım.” Silahını daha sıkı kavradı adam, başındaki şapka ve ormanın karanlığı yüzünü gölgelediği için onu yalnızca sesinden ve kıyafetlerinden tanıyabiliyordum. “Ama ben böyle konuşurum genelde, seni rahatsız etmez değil mi?”

Eder geri zekalı, hazırlıksız gelme aptallığına düştüm çünkü… Kafamı duvarlara vurmak isterken az önce kafana sık diye kendine bağıran ben değilmişim gibi davranıyordum. “Tetiğe basmadıktan sonra sıkıntı olmaz.”

“Dua et de elim kaymasın.”

Alaylı sözlerine karşın titrek bir tonda “Umarım,” dedim adama. “Sana lazımım çünkü, dün niye geldiğini unuttun mu?”

Başını hafifçe havaya kaldırınca aydınlık, suratını buldu. “Haa, evet. Seninle bir anlaşma yapacaktık biz.”

Sessim kaldığımda, yabancı adam birkaç adımla bana yaklaştı. Silahı hala indirmemişti. Bu salaklığa karşın ölürsem kendime kızmazdım, yalnızca ceketimi alarak dışarı çıkmak aptallıktan başka bir şey değildi. Bu adamın güvenilir olacağını mı sanmıştım gerçekten? Of şu kafam sert bir duvar bulsa da çarpsa keşke kendisini…

“Dün asla tetikçin olmam demiştin? Ne değişti?” derken tepemizden geçen kuşların gürültüsüne karıştı sesi. Bir rüzgâr esti ve o esinti sessizliğimizi gölgeledi. En azından düşünmek için birkaç saniye ayırdım kendime ama o da yetmeyecekti.

Çünkü bugün dünden daha aptaldım… Sıkıntıyla nefeslendim. Söyleyeceğim şeyin bir geri dönüşü olup olmaması bile umurumda değildi. “Çıkarlarımızın örtüştüğüne karar verdim,” dedim gayet sarsılmaz bir sesle.

“Yani?” diye mırıldandı yabancı adam, kelimeyi epey uzatmıştı.

Dilimi ağır ağır kuru dudaklarımda dolaştırdım. “Dediğin gibi Uygar Özkurt’u öldürebilirim, karşılığında da hiçbir şey istemiyorum.”

Acaba Uygar da yanında Yakut Özkurt olarak bulunmuş deli divane aşık kadının bir gün ağzından böyle bir şey çıkacağını düşünür müydü hiç?

Kesinlikle düşünmeliydi çünkü bana zaten kendisi söylemişti. Kalbe düşen acı akla da sıçrar, onu bir silaha çevirirsin. Anını kollayan bir silaha.

Loading...
0%