Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. Yıllar Sonra

@askilav

Doğruyu bulmak için çok geç olacaktı ve şimdi dur diyemediğim kadar kayıp gidiyordu her şey elimden.

Hala bana silah doğrultan adam başını hafifçe yana çevirip anlamaz halde baktı. "Kabul ediyorsun gerçekten?" derken öyle şaşırmış görünüyordu ki bir an bu teklifi onun sunmadığını düşünecektim. "Bu kadar çabuk mu?"

Az önceki deli cesaretimin aksine sesim bu sefer daha tereddütlü çıktı. "Evet, ediyorum."

"Eskiden evli olduğun adamı öldürmeyi?"

"Bunu benden sen istemedin mi?" Parmaklarımın eklemlerini kütletirken tek omzumu kaldırıp indirdim. "Gelip sormadın mı dün?"

"Evet, sordum." Elini yumruk yapıp üstüne öksürdü, artık silahı tutuşu pek sağlam değildi çünkü ona biraz şaşkınlık yaşatmıştım. Eminim o da kendisinden daha aceleci olmama anlam verememişti. Artık bu adamın ardında kurulmuş planları daha iyi anlıyordum, Uygar da bu kadarına cesaret etmem sanmış olmalıydı. "Ben sordum ama... Biraz uğraştıracaksın sanmıştım."

Kendimi körü körüne teslim ediyordum, eğer Belçin bunu yaptığımı duysa hakkımda şüpheye bile düşmez direkt cezamı verirdi bana. İşte tam da bu yüzden Uygar'ı bir kez olsun görebilmek için onu öldürmeyi seçmenin bile bana evla geldiğini asla öğrenmemeliydi. Alçak bir kadın olduğumu düşünecekti, az önce kabul ettiğim teklife karşın şimdi kendim de şüpheye düşmüştüm. Tehlikeli bir yabancıyla anlaşmaya girişmek etik sınırlarım içinde değildi ne olursa olsun... Şimdi güçsüzlüğüm daha çok çarpıyordu yüzüme.

Ne o Yakut? Onu öldürmeyi göze aldığını göstererek güçlü durabileceğini mi sandın?

Gözlerimin önüne düşmüş uzun perçemi kulağımın ardına sıkıştırırken alt dudağımı hafifçe dişledim, bakışlarım yere eğilmişti. Düşünceli halimin karşımdaki yabancıya bana zarar vermek konusunda büyük bir fırsat sağladığının farkındaydım da şu dalgın halime engel olmak mümkün değildi bir türlü. Çok sonra "Ne yapmam gerekli?" diye mırıldandım.

Bu sorum azmettirici yabancıyı da garip bir hale sürükledi. "Ee şey," diye geveledi kelimeleri ağzında.

"Sen mi bulacaksın onu bana?" Kollarımı gergince önümde bağladım, şu an yılları toparlıyordum... O gerçekten karşıma çıkacaktı.

Yabancı, silahını bir saniyeliğine kafasına götürüp şapkasının üstünden kaşıdı. "Biz şu an anlaştık mı seninle?"

Hala idrak edilemeyen şeyler vardı sanırım, bu beni de ürkütmeye yetmişti. "Anlaşmak istememiş miydin?"

Yine boğazını temizlemek için öksürdü, sonra boğazını koparırcasına iğrenç bir hırıltıdan sonra yere tükürdü. Karşısında yüzüm buruştuğu halde yabancı da çekingen bir hal görmedim. Kabaca ağzını sildi ve konuşmaya devam etti. "Anlaştık elbette Yakut Hanım, hiç reddeder miyim sizi?"

"Tamam ne istediğini, ne yapacağını, neler olacağını anlat o zaman. Bir planın yok mu?"

"Var, tabi ki de var." Az önce ağzını sildiği elini cebine götürdü ve oradan bir şey çıkarıp bana fırlattı, iğrendiğim için yalnızca ucundan tuttuğum şeye baktım. Tuşlu bir telefondu. "Seninle buradan iletişime geçeceğim. Ortak diye kaydettim, haberin olsun."

Sıkıntıyla göğsümü şişirdim, hiç iyi bir iş yapmamıştı şu an. "Tamam."

"Ayrıca pek sevgili kocanın nerede olduğunu da biliyorum."

Bakışlarım hızla adama kalktı. "Nerede?" diye mırıldandım, bir sinek böceği gözümün önünden uçmaya kalktığında elimi üstüne savurmuştum. "Ne yapıyor şu an?"

Yabancı adam kısık sesiyle güldü. "Zamanla ulaşabileceğin bir yerde, sabırsızlıkla seni bekliyor."

"Bu ne demek şimdi?"

Bıkkınlıkla ofladı bu sefer. "Öğrenirsin yavrum, neyse sana haber verdiğimde hazır ol almaya geleceğim."

Elini göğsüne yaslayıp saçma sapan bir selam verdikten sonra silahını beline sıkıştırmıştı, geri geri gitmeye koyuldu. "Öfkeli değilken anlaşması kolaymış, hep böyle ol tamam mı?"

Ona herhangi bir cevap veremedim, yalnızca uzaklaşmasını seyrettim.

Ben az önce birisi duysa, meslek hayatımın sona ereceği bir şey kabul etmiştim. Uygar'a gerçekten silah doğrultacağım ve onun canına kıyacağım yoktu, tek isteğim karşıma çıkmasıydı. Yine de sonuç ne olursa olsun kimse bu yaptığımı tolere edilebilir görmezdi, Uygar bir suçlu olsun ya da olmasın... Saçlarımı sıkıntıyla geri ittim. Gözlerim içine düştüğüm yangının vahametiyle kapandı.

Elimde kalan tuşlu telefonu bir köşeye fırlatamadım, aslında bunu kabul etmiş olmam hiçbir şey değiştirmezdi. Yabancı adam herhangi bir geçerliliği olacak hiçbir şey sunmamıştı bana.

İstersem şimdi vazgeçer ve onu bir daha hiç görmezdim, Belçin'den biraz daha güvenlik talep ettikten sonra da evin içine tıkılırdım. Başım yavaşça geriye döndü, kuş gürültüleri altında ve yabani ot kokusunun her yeri sardığı ormanın içinde beklerken bir silüet gibi görünen evimi seyrettim. Kuralları çiğnemek dışında da yalnızlıklar vardı hayatımda.

Ormandan çıkıp umutsuzca eve ilerledim, ben yaklaşınca güvenlik kulübesinin duvarına yaslanmış halde çay içen Muharrem doğruldu ve yanıma geldi. "Yakut Hanım, siz nereden geliyorsunuz böyle?"

Elindeki ince belli çay bardağına rağmen ceketinin önünü ilikledi hemen. Bakışlarımı yavaşça yukarı kaldırdım. "Biraz dışarı çıkacaktım ama vazgeçtim."

"Nereden döndünüz ki siz?"

"Yolda arabadan indim Muharrem, yürüdüm geldim işte."

Başını sallaya sallaya geri çekildi, halimde bir tuhaflık sezdiğinden mi bilmem peşimi bırakmadı. "Ama sanki orman tarafından geldiniz gibi?"

Bakışlarım dalgınca yerdeydi, ellerimi ceplerime gömüp ceketimin fermuar kısmıyla çenemi örttüm. "Ormana girdim çünkü."

"Bir şey mi arıyordunuz orada?"

Adımlarım duraksarken birkaç saniyeliğine gözlerimi kapattım. Bahçenin ortasındaki süs havuzunun devir daim yapan suyu kulağıma şırıl şırıl bir ses ulaştırıyordu, arkadan açılan uzun kapının uyarı sesiyle birbirine karışınca artık Muharrem'e bir cevap vereyim dedim. "Ne kadar iyisin işinde, dikkatinden hiç kaçmıyor Muharrem."

"Yok olur mu öyle şey?" Çay bardağını gizlercesine biraz daha sardı avuçları arasına, duruşu dikleşmişti ve tedirgin gözlerle bakıyordu artık. "Sadece..."

Başımla arka tarafı işaret ettim, sonra gözlerim de aynı yeri buldu. "Galiba amcamlar geldi, onlarla ilgilensen daha iyi olur gibi."

Hızla onayladı beni. "Tabi, tabi hemen."

Çay bardağını kulübenin camından içeri bırakıp dediğim yere koşturdu Muharrem. İki siyah araba art arda bahçeye girmiş, bir süre sonra da park edip durmuşlardı. Öndekinden amcamla babam indi, ardındakinden de Umay, Mete, abim ve dedem inmişti. İşten dönüyorlardı.

Ruhumda büyük bir sıkıntı hissetsem de hemen çekip gitmek istemedim, bu yüzden yüzü gülerek yanıma gelen babamı seyrettim. Hemen ardından da dedemle onun koluna girmiş olan abim yaklaşıyordu.

Babam karşıma geçince ceketimin ceplerinden ellerimi çıkarıp ona uzandım. "Bahçeye mi çıktın kızım?" dedi bana. "Dışarısı serin üşüteceksin, niye evde durmadın?"

"Biraz hava almak istedim."

"İyi geldi mi bari?" diyen amcama döndü bakışlarım, bize doğru yürürken boynuna sardığı atkısını çekiştirdi biraz. "Ama gerçi sen dağ havasını pek sevmezsin, sana metropolün pisliği lazım."

Dudaklarımın arasından ince bir soluk sızdı içeri, tartışmaya mecalim yoktu. Üzüntüden mi yoksa hasta mı olacağımdan dolayı mı bilemedim. "Evet amca," dedim yorgun bir sesle. Az önce yaptığım şeyin ağırlığını bile atamamıştım üstümden, bir de tartışmaya giresim yoktu. "Bana o lazım."

"Böyle kimsenin yüzünü görmeyeceksin, apartman dairene kapanacaksın, konu komşuyla alaka yok, aile yok, oh kendi başına ne güzel değil mi?"

"Evet çok güzel amca."

Başım ruhsuz bir duyguyla yana eğildi, yavaş yavaş bahçeyi adımlarken yaklaştığımız büyük evimizi seyrediyordum.

"Arayıp sormayacaksın da... Artık gençler böyle, ne sen gel ne de ben geleyim kafasında. Sanki bir başlarına büyüdüler."

Bir an dalgınlıkla "Haklısın, bir başıma büyüdüm," diye mırıldandım. O sırada yan tarafımda hala dedemin koluna girmiş halde yürüyen abim "Yakut," diye uyarırcasına seslendi, bitkin halimle ona döndüm. "Efendim abi?"

"Biraz dikkat edecek misin söylediklerine güzelim?" Kaşlarını imayla havaya kaldırmıştı, birkaç saniyeliğine gözleri yanımdaki babama kayınca irkilir gibi oldum ve ben de o tarafa baktım. Babam çekingen halde öne eğmişti başını, söylediklerimle onu hedef almamıştım ama belli ki canı sıkılmıştı. "Baba..." diye fısıldadığımda "Hm?" diyerek bana dönmüştü. "Efendim? Bir şey mi oldu?"

Ve her şeye rağmen bana karşı bu sıcak tavrı altında eziliyordum, hiçbir şey söyleyemeden durağan gözlerine baktım.

Babamın bir hastalığı yoktu, belki de onu doktora götürmedikleri için böyle düşünüyorduk. Babaannem eskiden beri fazla gururlu olduğu için bunu reddetmişti ve belki de hasta bir çocuğa sahip olmanın o ilk evresini ömür boyu üstünde taşıdı. Her şey çok belirsizdi. Yine de biraz daha saf bir babaya sahip olduğumun hep farkındaydım. Onunla gülebiliyor, eğlenebiliyordum evet ama gün sonunda kanatlarını gerip bizi koruyacak kişi o olmuyordu.

Bazen göstermelik şekilde sesini çıkaran abim de koruyucumuz değildi. Bu rolü bir süre ben üstlenmiş, aklım yettiğinde evde babamı ben idare etmeye çalışmıştım ancak gün gelip de sıkıldığım bu evi terk edince, gerimde onu yapayalnız bırakmış oldum.

Bu yüzden babamın yanında kendimi fazlasıyla kötü hissediyordum, onun benim gidişime karşın anlayışı beni büyük bir yükle sınıyordu.

Eve girdiğimizde onlar üstlerini çıkarmaya koyuldular, ben de çekinerek ceketimi kollarımdan sıyırırken gözlerimi hepsinden kaçırıyordum. Canım sıkkındı, utanç içindeydim, biraz öfkeliydim, yapabileceğim hiçbir şey yoktu, bu yüzden yanaklarım da huzursuz bir hisle yanmaya başladı.

Dedem sessizce kendisine yardımcı olan babama tutunarak yanımdan ilerledi. "Ah inanın belim o kadar ağrıdı ki..." diye sızlanıyordu.

"Geç dinlen baba," derken ona destek olan babama "Öyle yapacağım," demişti, daha sonra sessizce Umay gitti peşlerinden.

Amcam, abim ve Mete'nin yanında kalmıştım. Bahçede daha dikkatli konuşmam konusunda beni uyaran abim karşıma geçti, elleri beline yaslı haldeydi. Üstündeki takım elbisene uyumlu duran beyaz gömleğini seyrederken başımı kaldırmamıştım ama "Uzun zaman alışmak zor, haklısın," dediğini duydum onun. Sonra elini çeneme koyup başımı kendisine kaldırdı abim. "Ama sen de söylediklerini biraz düşün be güzelim."

Gözlerimi biraz kısalttığı belli olan sakallarında gezdirdim. Amcam yanımızda ağır ağır kabanını çıkarırken abimin pervasızca beni uyarmasına karşın daha kötü hissetmiştim.

"Kötü bir şey söylemedim ben," diye elimden geldiğince yumuşak tutmaya çalıştığım bir sesle çıkıştım ona. "Yorgundum, düşünemedim işte."

"Yakut ben seni suçlamıyorum." Hızlıca beyaz gömleğinin üstten bir düğmesini açtı. "Dikkat et diyorum sadece, ne var bunda?"

"Gitme kızın üstüne Yaman," diyerek araya karıştı Mete. Dostane tavırla abimin omzuna dokunmuştu hemen ardından. Alaylı gözleri üstümdeydi, sanki hep birden karşıma dikilince kendimi arkamdaki duvara sıkışmış gibi hissetmiştim. "Alışmak zorunda değil ki bize."

Başımı hafifçe yana eğip tek kaşımı kaldırdım Mete'ye.

Sorarcasına baktığımı anlayınca "Terk etmek senin huyundur, yakında yine çeker gidersin," dedi. "Hayır anlamadığım, kocanı nasıl hop diye bıraktın acaba? Adama yazık gerçekten, ne bilsin Yakut'un aile düşmanı olduğunu?"

"Düzgün konuş benimle." Hızlı bir adımla öne geçtiğimde abim hemen bu sert bir tavrıma engel oldu. "Senin alay konun değilim ben, söylediklerine dikkat et Mete!"

"Gerçekler acıtıyor herhalde."

"Ne gerçeğinden bahsediyorsun aptal? Özel hayatımı diline dolayamazsın sen!"

"Senin hayatın zaten o kadar özel ki..." Gözlerini devirip geri çekildi. "Neyse hadi bak işine Yakut."

Kollarım iki yanda açık kaldı, dehşet içinde bakıyordum Mete'nin ardından. Hem hayatım hakkında olur olmadık laflar edip hem de suç bendeymiş gibi kaçınmasına ne tepki vereceğimi bilemedim. Abimin beni tutmaya çalıştığı kolları arasında hızla nefeslenirken göğsüm aldığım nefeslerle titriyordu. "Aptal," diye hüzne boğulan sesimle mırıldandım. "Aptal!"

Yavaşça geri çekildim, alnımı ovalıyordum. Söylediklerinde gücüme giden bir şeyler vardı ve bir türlü kendimi savunamıyordum. Hızlıca kuru dudaklarımı yaladım, gözlerim beni seyreden abimle amcama döndü, en azından derdimi onlara anlatayım dedim. "Kimsenin düşmanı değilim ben," derken kelimeler dilimde titreyip kalmıştı. "Kimseyi bırakmadım..."

"Mete o anlamda demedi onu," diye abim de kuzenimizi savunmaya geçti.

Hızlıca üstümden ittim kollarını. "Ne diye dedi peki? Ne açıklaması var bunun? Geldiğimden beri üstüme oynamaktan başka ne yapıyorsunuz da buna masum bir anlam yükleyeceğim ben?"

Bağırışıma karşın abimin de kaşları çatıldı. "Yakut şimdi baş ağrıtma, kimsenin senin üstüne oynadığı yok."

O kadar umursamaz birisiydi ki maksadı beni korumak mı yoksa sadece ortalığı sakinleştirmek mi çözemiyordum bir türlü. Yine de hiçbir yaptığı iyiliğime dokunuyor gibi gelmemişti. Amcam yanımıza yaklaşıp abimi kolundan itti ve "Git hadi," dedi yatıştırıcı bir tonda. "Yoruldun bütün gün, git de dinlen serseri."

Kollarımı önümde bağlayıp sırtımı tekrar duvara verdim, kapana sıkışmış gibi hissediyordum. Herkesin gözünce bu kadar suçlu görünmek beni çıkışa ulaştırmıyordu. Saçlarımı kavrayıp geriye tararken abim de "Ne yaparsan yap," diyerek uzaklaştı ve bu sefer karşımdaki boşluğu amcam kapattı. Kravatını gevşetirken bakışları üstümde geziniyordu. "Gelir gelmez kaç kişiyle kavga ettin Yakut?"

Birden sorduğu şeyle kaşlarım çatıldı. "Ne diyorsun amca?"

"Gelir gelmez diyorum," derken kaşlarını bastıra bastıra havaya kaldırdı. "Kaç kişiyle tartıştın Yakut? Bak babanı da darılttın fark ettim, onun dışında kiminle oturup uslu uslu konuştun?"

Biraz düşünmeye çalıştım ama babaannem dışında bir seçenek gelmedi aklımda.

O sırada amcam da kınarcasına başını iki yana salladı. "Belki Umay diyeceğim onunla da hiç konuştuğunu sanmıyorum, tenezzül bile etmemişsindir."

"Ben-"

"Hiç açıklamak için yorma kendini, ben anlayabiliyorum Yakut." Dudağının kenarı tıpkı Mete'nin sergilediği gibi küçümsercesine havaya kalktı. "Bak sen yapamıyorsun işte, anlaşamıyorsun insanlarla. Herkes uyumlu olacak diye bir şey yok sen de uyumsuzsun biz seni böyle kabul ettik artık."

"Uyumsuz değilim," derken ince bir sesle kendimi açıklama çalıştım.

Bu sefer işaret parmağını havaya kaldırarak susturdu amcam beni. Söylediklerine keşke sinirlenebilseydim, keşke biraz olsun kızabilseydim... Ancak alıştığımdan öte bir şekilde işittiklerim beni yalnızca kırıyordu. Boğazıma oturan o yumrunun geldiğim günden beri hiç geçmediğini söylesem hata olurdu, çok daha uzun bir süredir onu zaten orada taşıyordum.

Uygar'la biraz sükûn bulan hayatım o gittikten sonra darmadağın hale gelmişti. Bir daha ne zaman düzeleceğimi bilmiyordum ama tarifi mümkün olmayan bir acı yaşıyordum. Üstelik tam da dedikleri gibi kendimi suçlayınca, bir kabahatli olduğumun farkına varınca tüm bunlar daha da çok zorlaşıyordu.

"Yapma şimdi, mutlu olacağım diye aileni terk ettin nerede mutlu oldun Yakut?"

Bir cevap veremedim, amcam ise sözlerine acımasızca devam etti.

"Olmuyor işte anla şunu, kocanı bile yanında tutamamışsın."

Başımı öfkeyle havaya diktim. "Bu konu hakkında sizin konuşmaya hakkınız yok!"

"Bak kızım biz seni tanıyoruz." Amcam o kadar bilge bir tonda konuşuyordu ki az kalsın inanacaktım tüm bunlara. "Nasıl birisi olduğunu çok iyi biliyoruz, sen gittiğin hiçbir yerde tutunamazsın." Gözlerini belertip kelimeleri heceleyerek ifade etti. "Tutunamazsın, bu kadar basit. Yarın bir gün buradan da gideceksin, ben bilmiyor muyum sanki?"

"Gitmeyeceğim!"

"Gidersin Yakut, gidersin."

Bunu sanki kendi isteğiymiş gibi ifade ediyordu, bir an durgunlaşıp şüphe içinde kaşlarımı çattım. "Niye bana böyle söylüyorsun amca? Gittiğimde keyfimden de gitmedim ki..."

"Keyfinden gitmedin? Ne yaptık biz sana? Kabir azabı mı yaşattık? Sanki herkes krallar gibi yaşıyor da bir dert sende miydi?"

Hala beni kale almaz bir tavrı vardı, böyle olunca kendimi nasıl ifade edeceğimi de bilemedim. "Benim için çok da doğru bir hayat değildi," diye fısıldarken sesim epey çekingen çıkmıştı.

"Bak bak bak..." Bunu söylerken keyifsiz bir gülüş belirdi amcamda. "Yakut Hanım için doğru değilmiş? Sana hayat mı beğendirecektik bir de?"

"Ama-"

"Bak istediğin yere defolup git," derken o kadar gizli kullandı ki sesini, başını bana eğip kulağıma doğru fısıldayınca tüylerim ürpermişti. "Umurumda bile değil, hatta hiç durma yine git ama sonradan gelip babaannenin yanında ağlayarak bir şeyler elde etmeyi sakın düşünme Yakut."

Dudağım mutsuz bir gülüşle yana doğru kıvrıldı. "Derdin hala para mı?"

"Derdimin ne olduğu seni hiç ilgilendirmez," derken gözlerini ciddiyetle üstümde gezdirmişti. "İstemiyorum, bu kadar basit. Burada olmanı istemiyorum Yakut. Annemin gözünü boyamaya kalkma sakın."

"Benim sizin hiçbir şeyinizde gözüm yok zaten."

"Öyle de olacak, hiçbir şey elde etmeyeceksin bu evden." Üstünlük kurmak ister gibi hafifçe havaya kaldırdı çenesini. "Bir daha da babaannenin yanına uğradığını görürsem bu evde barınmak bile hayal olur senin için."

"Beni sakın tehdit etme." İşaret parmağımı amcamın göğsüne bastırdım, bir adımla üstüne ilerlemiştim. "Çocuk değilim ben, bu laflarını yiyip yutmam! Sakın bir daha tehdit etmeye kalkma amca, sakın."

Gerçek silahlardan korunmak için geldiğim bu evde, beni içten içe çürüten başka şeyler vardı. Kelimelerden korkuyordum, bana hiç bakmayan gözlerden, annemin bir türlü uzanmayan ellerinden... Ve kendimden korkuyordum. Bir başkası değil de ben kendime bir şey yaparım diye çok korkuyordum.

-

Amcamla son konuşmamdan sonra yalnızca gündüzlerimi değil, gecelerimi de babaannemle geçirmiştim. Tüm gün yanında duruyor, arada bir telefonlarımı kontrol ediyordum. Bana da yemem için yemek getiriyorlardı ve biz herkesten kaçınarak bir odanın içinde zaman dolduruyorduk. Ancak ikinci günün sonunda babaannemin ağrıları tuttu, bu yüzden ilaç almış halde uyuyordu. Ben de yalnız kalırım diye kütüphane odasına çekilmiştim.

Babaannemin özenle hazırlattığı raflar çeşitli kitaplarla doluydu. Burayı hala kullanıyorlardı, oturup sohbet ettiklerini söylemişlerdi. Nedenini bilmiyordum, oysaki babaannem şimdi onlara karışmayacak kadar yorgun ve hastayken istediklerini yapabilecek kadar özgürlerdi fakat alışkanlıklarından vazgeçmiyorlardı.

Birden cebimdeki telefon titremeye başladı, ilk başta sağ cebime koyduğum tuşlu telefon olduğunu sandım ama iki gündür olduğu gibi yine ses seda yoktu yabancı adamdan. O yüzden sol cebimde bekleyen kendi telefonu çıkarttım. Gökçe arıyordu. "Efendim Gökçe?"

"Yakut... Ne yapıyorsun? Müsait olunca ararsın diye düşündüm o yüzden rahatsız etmeyecektim seni ama hiç sesin çıkmayınca mecburen aradım işte, müsaitsin değil mi?"

 

Geldiğimden beri onunla da konuşmamıştık, herkesin işi başından aşkındı ben de şu dört günlük süreçte yaşadığım şaşırtıcı olayların dışında ruhen iyi hissetmemiştim kendimi. "Müsaidim, iyiyim." İşine düştüğüm durumdan kimseye bahsedemediğim gibi ona da anlatamadım. "Sen nasılsın?"

 

"Benim bir sıkıntım yok aşkım, seni merak ediyorum sadece." Kısaca nefeslendi. "Ailen nasıl? Özellikle de babaannen?"

 

Beni yok sayıyorlar... Bana geçmişi hatırlatmak dışında hiçbir yardımı olmayan babaannemle aram ise mükemmel. Düğümlenen boğazımı ovaladım usul usul. Hızla dudaklarımı kemiriyordum ve buradaki kalabalığın kendi evimdeki yalnızlığımdan daha kötü olduğunu açıklayamıyordum bir türlü. Yüzüme bakmadıkları her an kalbim kırılıyordu. "İyiler," dedim mırıltıyla. "Yani fazla kötü karşılamadılar beni, yavaş yavaş birbirimize alışıyoruz."

 

"Onlar için de zordur, dile kolay beş sene görmemişsiniz birbirinizi."

 

"Öyle."

 

"Tabi ki seni suçladığım için söylemiyorum bunları," derken aceleyle sözlerini düzeltmeye çalıştı Gökçe. Ama anlamıştım, bir noktada evden kaçıp ailemi yok saymakla ben suçlu konumuna düşüyordum.

 

"Yok öyle düşünmedim zaten."

 

"Seni kabul ettilerse sorun yok zaten, değil mi?"

 

Etmediler, ben hala iyi bir hayatım olmasını istemenin cezasını çekiyorum. En kötüsü de haklılık payım olmasına rağmen bu cezayı benim de gitgide kabulleniyor olmam.

 

"Yok yok. Neyse Gökçe, orada durumlar nasıl? Hiç haber var mı?"

 

Belki o da duymuştur diye sormuştum bunu, belki bana Uygar'dan haber verirdi. Canımı almadan önce aklımı almak istemesini hala hazmedemiyordum, gerçekten suçuna rağmen böyle oyunlara mı girişecekti?

 

Gökçe kasvetli bir ses tonuyla "Biraz karışık," diye mırıldandı. "Mürsel'in peşinde olduğumuzu sanıyordum, her an takibini yapıyorum ve bazen işimi eve taşımak zorunda kalıyorum... Ama o çoktan ilk ziyaretini gerçekleştirmiş bile."

 

Yavaş yavaş yürüdüğüm ufak odada duraksadım birden. "Ne demek bu?"

 

"Tutak ailesinden birkaç ceset bulundu."

 

Soluklarım kesildi birden. "Gökçe," diye uyarır halde mırıldandım çünkü tam olarak şu an kendim için değil ailem için korkmaya başlamıştım. "Kim? Kimin cesedi?"

 

"Nevzat'ın eşiyle kızı."

 

Gözlerim bir hayal kırıklığıyla örtüldü, nasıl yani onları kimse koruyamamış mıydı? "Nasıl yapabilir bunu?" diye zorla konuştum. "Daha adam ülkeye giriş yapalı ne kadar oldu zaten? Elini kolunu sallaya sallaya nasıl öldürüyor insanları?"

 

"Ben de anlayabilsem... Kafayı yememe az kaldı çünkü."

 

Alnımı sıvazladım birden vuran ince ağrıyı kesmek için. Buraya gelip ailemden birisine zarar verme ihtimali zihnimde korkunç senaryolara sebep olmuştu. Kendimi artık saf dışı bırakmıştım ama bu evdeki kimseye dokunamazdı. "O Mürsel denen adam benim aileme de bir şey yapacak olursa burada nasıl duracağım Gökçe?"

 

"Sizinkilere bir şey yapacağını sanmıyorum, zaten seninle ilgili pek duyum da gelmiyor açıkçası. Ya adımlarını çok sessiz atıyor ya da seni pek önemsemiyor, şu anlık hiç emin değilim."

 

"İsabet olur, ben bu operasyonu tek başıma gerçekleştirmedim bile! Emniyetteki tüm memurları teker teker toplayacak hali yok ya. Kime göre neye göre beni seçti?"

 

"İnan basına isminin nasıl düştüğünü bile bilmiyorum ben. O zaman şu Leşlevent'i çok hırs haline getirdiğini herkes gördü ama bu çok normaldi. Birden haberlerde seni görünce şok oldum, nasıl müdahale edeceğimi şaşırdım Yakut."

 

Yorgunca iç çektim, başımı yukarı kaldırdığımda beyaz tavanı gördüm. "O kadar yoruldum ki..."

 

Gökçe bunu tek sebebe bağladı hemen. "Halledeceğiz merak etme, Mürsel'e yaklaştık sayılır, daha fazla kimseye zarar vermesine izin vermeden paket edeceğiz o pezevengi."

 

Keyifsizce güldüm, onlar düşmana yaklaşırken ben artık dostum saydığım ölüme yakın görüyordum kendimi. "Sağ ol Gökçe," diye mırıldandım ona yorgun ses tonumla. "Dikkat edeceğim."

 

Arkadan Gökçe'nin kocasının sesleri geliyordu, ne söylediğini anlayamasam da Gökçe "Yaa..." diyerek kıkırdayınca göğsüme bir ağırlık oturdu. "Aşkım tamam bi' müsaade et, Yakut'la konuşuyorum bak."

 

Saniyeler sonra tekrar bana döndüğünde "Senden hiç dikkat edeceğim gibi laflar duyar mıydık biz?" dedi şaşkınlıkla. "Hani sana kimse bir şey yapamazdı?"

 

Sözlerine karşın ufak bir gülüş belirdi bende de. "Onu mu sakladın aklında?"

 

"Yok sen dakika başı öyle dediğin için beynime kazındı."

 

Hafifçe yanağımı kaşıdım. "Yine kimsenin bana bir şey yapmasına izin vermem de işin içine başkaları girince o kadar rahat davranamıyorum."

 

"Aşkım sen mükemmel bir ajansın, ailen seninle gurur duysun onları koruduğun için bence."

 

Az önce beliren gülüşüm azalmıştı şimdi. "Tabi," derken o kadar pürüzlü çıktı sesim biraz öksürmem gerekti.

 

"Ay şimdi zil çaldı, annemler yemeğe gelecekti de kapatsam sorun olur mu?"

 

"Yok yok sorun olmaz. Size keyifli vakitler."

 

"Çok sağ ol bir tanem, dikkat et kendine tamam mı? Çok çok öpüyorum, hoşça kal!"

 

Güzel bir akşam geçireceği için epey mutluydu sesi, onu bozmak istemedim. Başımı aşağı yukarı sallarken "Ben de," demiştim canlı tutmaya çalıştığım tavrımla. "Hoşça kal."

 

Telefonu kapatıp cebime koyduktan sonra başımı geriye yatırıp boynumu ovaladım, göğsümden bir ağlama dürtüsü yükseldi ama hemen tuttum kendimi. "Bazen çok mu abartıyorsun Yakut?" derken kendi kendime konuştum. Tekrar kütüphane odasının raflarını incelerken bu kendi kendime konuşma halim bitmedi bir türlü. "Ne yani? Ailesi tarafından yok sayılan tek kişi sen misin? Eşiyle ayrılan da ilk sen değilsin. Peşinde kendisini öldürmek isteyen bir katil olan da tek sen değilsindir herhalde. Geçmiş yılları yine bir tek sen özlemiyorsun. Üzülmeyi sen mi icat ettin?"

 

Ama herkes kendi yarasının acısıyla sınandığı için yok sayamadığım kadar çok yanıyordu canım.

 

Düşüncem tekrar o yöne kayınca gözlerimi kapatıp güldüm. "Sus artık," dedim aklımdan geçenlere.

 

Biraz kafamı dağıtmak için raflara yaklaştım ve raflara göz attım. "Hala saçma sapan kişisel gelişim kitapları var."

 

Bunları görmek bile tüylerimi ürpertiyordu, yine de vakit geçirmek için raflara bakınmaya devam ettim.

 

Uygar'ın son planının arkasından ne çıkacağını bilmiyordum fakat iki gündür hiçbir haber almamıştım. Sessizlik de korkutuyordu, ne gibi bir şey düşündüğünü çözemiyordum bir türlü.

 

En sonunda gözüm rafın en kenarına sıkışmış hatta köşesi kıvrılmış kahverengi sırtlı kitaba değdi. Kenarında Kumların Kadını yazıyordu. Onu hızlanan kalbimle çabucak çekip aldım. "Bu nereden geldi böyle?"

 

Hızla kitabın ilk sayfasını araladım, yıllar öncesinde hayatıma dokunan bu kitabın şimdi karşıma çıkacağını hiç düşünmemiştim. En baş kısımda Umay Yalınkılıç yazıyordu. Demek onundu.

 

Sayfaları yavaş yavaş çevirdim, tekrar okumayacaktım ama kuzenimin altını çizdiği şeylere göz attım biraz.

 

'Hiçbir şey olmaması cehennem azabı değil mi zaten?'

 

Parmaklarım satırlarda dolaştı, başımı hafifçe omzuma yatırıp çınlayan kulağımı bastırdım. Sayfaları ilerledikçe birkaç altı çizili cümle daha çıktı karşıma.

 

'Bilinmemek, var olmamakla eş değer... Olduğu yerde çürüyen bir mücevher gibi.'

 

Birden kütüphane odasının kapısı açıldı, gelen sesle arkamı döndüm. İçeri giren Umay beni görünce şaşırmış ve sonrasında tereddütle gülümsemişti. "Yakut, ne yapıyorsun burada?"

 

"Biraz kitaplara bakıyordum." Elimdekini kaldırıp gösterdim. "Bu senin galiba?"

 

"Evet." Yanıma geldi ve açıktaki sayfaya bakmak için başını öne eğdi, böyle yapınca saçlarını hala sıkı sıkıya topladığını fark ettim. Eskiden beri babaannem pek hoşlanmadığı için kızıl saçlarını hiç açık bırakmazdı. Sonra durgunca bana baktı Umay. "Bunları da öylesine çizmiştim, bir anlamı yok, yanlış anlama."

 

Gözlerim tereddütle suratında takılı kaldı. Böyle söylüyorsa kesinlikle bir anlamı vardı yani. "Öyle mi?" diye mırıldanırken kitabı kapattım ve rafa geri koydum. "Ben de okumuştum bu kitabı, bu cümleleri ben de çizdim. Benim için hepsinin anlamı vardı."

 

"Yaşayınca, olabiliyor anlamı."

 

Çekingen halde tebessüm etti Umay, çok durgun bir hali vardı, uysaldı ve genellikle tartışma çıkarmazdı. "Sen?" derken kaşlarımı merakla havaya kaldırdım. "Sen yaşamıyor musun?"

 

"Yoo yaşıyorum." Umursamazca omuz silkti. "Keyfim yerinde, iyiyim ama o cümlelerin bir anlamı yok işte, o kadarlar."

 

"Anladım."

 

"Zaten gelinlik bakıyorum bu ara." Raftaki bir tozu parmağıyla ittikten sonra ellerini silkeledi, bedenini tamamen bana çevirmişti. "Biraz meşgulüm anlayacağın."

 

"Ciddi misin?" derken gerçek bir şaşkınlıkla havaya kalktı. "Evleniyor musun? Kiminle?"

 

Yavaşça ince dudaklarını yaladı. "Daha belli değil," dediği an yüzünü utanç kaplasa da gülüşüyle bunu saklıyordu. "Annemle babam birkaç kişi önerdiler, zamanla görüşeceğim işte."

 

"Görücü usulü mü olacak?"

 

Bir an tereddütle ifade ettiğim soruya karşın Umay da huzursuzca kaşlarını çattı. "Niye öyle söyledin? Bu kötü bir şey mi?"

 

"Yok hayır, sadece..." Ensemi sıvazladım sıkıntıyla. Gerçekten yengemle amcamın önereceği birisiyle evlenmeyi kabul edeceğini düşünmemiştim. "Görücü usulünün hala sürdüğünü bilmiyordum."

 

"Bizim için var." Umay huzursuz ifadesini yok edip güldü yine, kendisini o kadar zorluyordu ki. "Ama sıkıntı etmiyorum, muhakkak olacaktı bir gün."

 

"Evlilik kader değil ki, evlenmek zorunda değilsin Umay."

 

"Yalnız mı yaşayıp öleyim Yakut?"

 

Bir elimi rafa dayayıp kuvvetimi oraya verdim. "O anlamda demedim ama sırf yalnızlığın bitsin diye evlenecek olmana şaşırdım biraz."

 

Şimdi o altı çizili cümleler Umay'ın söylediğinin aksine daha çok anlam kazanmıştı.

 

Umay da gözleri yere eğilirken alt dudağını dişledi hafifçe, sonra yine bana baktı. Mavi gözleri parlak değildi, sönük değildi. Çok durgundu. Kısaca yutkunduğunda boğazındaki hareketliliğe şahit oldum, sanırım onu biraz zorlaşmıştım konuşurken. "Sevmek istiyorum, sevilmek istiyorum. Herkes senin kadar şanslı değil ki. Bazılarımızın kaderinde hiçbir yazmıyor, ne yapalım?"

 

"Hayır ama..." Bir süre bekledim çünkü bunu ifade edip etmemek konusunda çok çekinmiştim. "Kendi kaderini kendin yazarsın Umay, istediğini hayattan koparır alırsın."

 

Bunun ardından Umay da sözlerime kısıkça güldü. "Öyle mi? Ayrılığı da kaderine kendin bile isteye mi yazdın peki?"

 

Dudaklarım şaşkınlıkla aralık kaldı, yüzüme vuran gerçekleri daha kaç defa itekleyecektim bilmiyordum. Yapamadım, bu sefer yüz çevirip gidemedim. Dalgın halde boynumu kaşırken "Ben..." diye mırıldanmıştım epey az bir sesle.

 

"Kötülüğün için ya da seni yargıladığım için söylemiyorum." Umay kısaca iç çekti. "Pek anlamıyorum bu konulardan ama ayrılmak normal bir şey bence, eminim bunu sen de istememişsindir. Onca yaşanandan sonra her şeyi bir kenara bırakmak zor. Kısacası, kaderde bize ait ne var ki?"

 

Gözlerimi yavaş yavaş kırpıştırdım, hala Umay'ın çilli suratını seyrediyordum. Gerçekten kötü niyetle söylemiş gibi durmuyordu ama söylediklerinin bana nasıl dokunduğunu da bilmiyordu. Hiçbir sözü, hiçbir kelimesi için ona kızmadım fakat artık dışıma taşan iğrenç bir duyguyla sıvanmıştım. "Başım döndü, bir dakika," diye hızlı bir yalan söylerken rafa tutundum.

 

"Ay iyi misin Yakut?"

 

"Şey ben odama çıksam iyi olacak."

 

Yalanıma uygun olsun diye sesimi de alçalttım, neredeyse fısıldıyordum.

 

"Yardım edeyim sana dur."

 

Yavaşça odama geçtikten örtüyü hiç kaldırmadan direkt yatağa yatmıştım. "Altına gir, böyle açıkta üşüyeceksin," dedi Umay bana şefkatle.

 

"Yok, iyiyim."

 

"Pencereyi kapatayım bari."

 

Penceremi kapattıktan sonra başıma eğildi, endişeli suratını gördüğümde kendimi gülümsemeye zorladım. "İyiyim ben, sen gidebilirsin."

 

"İlaç falan ister misin?"

 

"Biraz uzansam geçer herhalde." Baş dönmesi ve halsizlik yalanım bir süre sonra gerçek olmaya başladı, kendimi konuşamayacak kadar bitkin hissetmeye başlamıştım. "Çok sağ ol, gerçekten teşekkür ederim Umay."

 

"Ne yaptım ki?" Elini uzatıp saçlarımı geri itti, sonra kısaca nefeslenmişti. "Tamam madem uzan sen, yemeğini yedin mi?"

 

Yemedim ama yine de yalan söyledim. "Yedim yedim, galiba o bulandırdı midemi."

 

"Güzel, tamam kapat o zaman gözlerini."

 

Kirpiklerimi yavaşça örttüm, telefonumu parmaklarım arasında sıkarken Umay'ın odadan çıkacağı anı sabırsızlıkla bekliyordum. Ve en sonunda kapım örtülüp içeride yalnız kalınca sıvanan duyguları paramparça etmeye başladım. Bedenimi kıvrandıran bir arzuyla ağlıyordum için için.

 

Ben kaderimi kendim yazmıştım ama çok yanlış yazmıştım.

 

En başa dönmek istiyorum, bir daha denemek istiyorum ama eminim. Kaç defa yeniden başlarsam başlayayım hayata, o yanlışı bir daha yapacaktım. Yine sevecektim onu.

 

Yüzümdeki ıslaklığı silsem de yerini yenileri aldı, bir süre sonra temizlemeyi bıraktım. Saatler boyunca ağlamıştım, saat on iki geçerken ağlamam durmuştu ama yine de yavaş yavaş iç çekiyordum. Saçlarımı geriye itip diğer tarafa döndüm. Uykum yoktu, zaten uyusam bile artık görebileceğim güzel rüyalarım da yoktu.

 

Düşünceler kıskıvrak sardı zihnimi, buna engel olmak için komodinde bekleyen kulaklığımı telefonuma taktım ve titrek parmaklarımla listemin en başında duran şarkıyı açtım, yetmedi tekrara aldım. Sezen Aksu, yine aynı tonda bir zamanlar gönlünün bambaşka yerlerde olduğunu seslendirirken ona eşlik ederek kısık sesimle mırıldanıyordum şarkıyı.

 

Ele avuca sığmazdı deli gönlüm, bir zamanlar neredeydi şimdi nerede?

 

Gözlerim yavaş yavaş kapanmaya yüz tuttu, yine de şarkı kulaklarımdan silinmedi.

 

İster güneş ol yak beni, yağmurum ol ağlat beni...

 

Aklım başka duygularım başka yerde.

 

Huzursuz bir uykunun kıskacına sıkıştım.

 

Yine de ne olursa olsun beni sabah uyandıracak şeyin derse yetişmek üzere kurduğum alarm olacağını düşünmüştüm ancak gece vakti birden kulağım bir tıkırtı seçince, farklı nefesin varlığı tenimi rahatsız etti. Ses biraz uzaktan geliyordu ama yabancıları sezmeye alışıktım.

 

Bilincim tamamen açıldı, saatin kaç olduğunu bilmediğim bir an gözlerimi açtım ve hala yan tarafımda bekleyen telefonumu uyku sersemi gibi rol yaparken yere ittirdim. Çıkan bu gürültüden sonra "Of ne oluyor ya?" diye mırıldanmam gerekti.

 

O sırada üstüme ne zaman örttüğümü bilmediğim örtüyü de kenara ittirdim, gerçekten ne zaman sarınmıştım ben bunu?

 

Uykum tamamen dağıldı, haklıydım işte bir başkası vardı odamda. Tipik rolümü yapıp telefonumu bulmak üzere yere eğildim, o sırada irice açılan gözlerimle yatağın altındaki silahıma bakıyordum. Bu silahı buraya geldiğim ilk gün ne olur ne olmaz diye koymuştum, eskiden kalma bir alışkanlığımdı. "Nerede bu telefon?" diye mahmur halde konuşurken silahımı hızlıca kavrayıp doğruldum.

 

Karşımda görmeyi beklediğim birisi yoktu. Pencerenin yanında bulunan tekli koltukta oturmuş maskeli bir adam vardı. Karanlıkta pek belli olmasa da açıkta kalan tek yer gözleriydi. "Kimsin sen?"

 

Nefeslerimi alelacele düzene sokup kendimi sakinleştirdim. Maskeli adamın üstünde simsiyah kıyafetler vardı, kolçağa yasladığı dirseğinin ucundaki elinde de parmağına geçirilmiş bir tabanca. Sanki teslim olurmuş gibi ellerini iki yana kaldırdığında parmağına geçirdiği tabanca ip gibi sallandı.

 

Sıkıca kavradığım silahın namlusu ona dönüktü. O ise hiç korkuyor gibi durmuyordu. Yataktan inip ayağa dikildim. Çıplak ayaklarım soğuğu hissederken bir adımla yabancıya yaklaştım. Suratı ince kumaşlı bir kar maskesiyle kaplıydı. Cevap vermediği için kimseye duyurmamaya çalışarak ama bu sefer daha yüksek sesle "Kimsin sen?" diye bir daha seslendim.

 

"Yakut da buradaymış..." diye mırıldandı ben yaklaşınca. Sesine dikkat kesildim hemen, sanki buraya gelmeden önce on paket sigara tüketmiş gibi feci halde hırıltılıydı. Bir de maskenin altından konuştuğu için çok boğuk çıkıyordu. "...hem de tam aradığım türden."

 

-

 

Kimsenin olmadığı ışıklı mekânda, locanın en ortasındaki koltukta otururken bacaklarını iki yana açıp hafifçe öne eğildi. Yarım eldivenleri giydiği parmaklarının açıkta olan kısımlarını birbirine sürterken ses cihazlarının çıkardığı cızırtıyı dinliyordu yalnızca.

 

Az sonra mekânın üst kata giden merdivenindeki kapı açıldı ve içeriden çıkan sarışın genç kız "Geldiğine inanamıyorum!" diye cıvıl cıvıl bir sesle bağırarak inmeye başladı. Her basamağa basışında üstündeki mini etek yukarı sıyrılıyordu ama bu pek umurunda değil gibiydi, trabzana tutunduğu kolunu az sonra karşısına geçtiği adamın boynuna sarmıştı izinsizce.

 

"Of yine şu gıcık maskeni mi taktın?" derken bozuk bir tavır edindi bu sefer. "Bu sefer tabularını yıkarsın diye düşünmüştüm?"

 

Yüzündeki maskeyi biraz daha düzeltti refleksle. "Çıkarmayacağım."

 

Kız hiç sormadan kucağına oturdu ve hatta bundan epey rahat görünüyordu. Elini adamın boynuna indirip yaramaz halde maskenin ucuyla oynadı. "Hiçbir zaman mı?" dedi kısık bir mırıltıyla. "Mesela sana karşı koyulamaz bir teklif sunduğumda bile mi?"

 

Maskeli adamın yalnızca sesinden etkilenmek bile mümkündü, bu yüzden gizlenmiş suratını da deli gibi merak ediyordu. Üstelik soğuk tavrına rağmen arsızca beline yerleşmiş el de çok hoşuna gitmişti.

 

"Hiçbir zaman çıkarmayacağım."

 

"Oyunbozansın Sarraf."

 

"Ama oyun oynamıyorum."

 

"Pekâlâ, başka bir gün oynarız o halde." Eğilip maskenin üstünden yanağına ufak bir öpücük kondurdu, bundan daha fazlasını onunla denemek istiyordu ama ilgisini çeken maskeli adamda bunun bir karşılığı yok gibiydi. Usul usul konuşuyor, hep sakin davranıyordu. Ruhu çekilmiş gibi değil de mesafesini koruyordu sanki daha çok. Bu yüzden Ada, bir gün buzları kıracağına çok emindi.

 

"Küçük kızlar oyun oynamaya fazla meraklı olmasın, sonra kazanamazlarsa üzülürler."

 

Genç kız kısık sesli bir kahkaha savurdu, bu esnada başı geriye düştüğü için omzundaki sarı tutamlar da hafifçe kımıldamıştı. Tekrar önüne döndüğünde dolgun dudaklarında dingin bir tebessüm vardı. "Kaybettiğim hiçbir oyun için üzülmem ben, yenisini oynarım."

 

"Yine kaybedersin."

 

"Ve yine oynarım," derken sesi epey gizemli çıkmıştı. "Sonuçta, benimle oynamak isteyen çok."

 

"Tamam, bunun için çağırmadım seni."

 

Ada meydan okumayla tek kaşını havaya kaldırdı ama biraz daha alaylı bir hali vardı. "Kıskandın değil mi? Çünkü genelde benimle çok çekici erkekler oynamak ister, biliyorsun."

 

"Seni bunları konuşmak için çağırmadım." Kelimeleri üstüne sertçe basarak ifade etmişti, en sonunda bu saçma konuşmaya son verebildiklerinde kızın çenesini hafifçe tuttu ve dikkatini kendisine çekti. "Söyle bakalım, yola koyuldu mu Mürsel amcan?"

 

"Neyden bahsediyorsun?"

 

"Ada... Anlıyorsun neyden bahsettiğimi. Baban Ahmet Akdeniz'in dostu Mürsel, kara listesindekileri öldürmek için yola koyuldu mu onu soruyorum?"

 

Ada Akdeniz, her hareketleriyle bir şekilde hayatlarının ortasına düşen Ahmet'in kızı, Mürsel'in ise manevi yeğeni sayılırdı. Konuşkanlığı ve babasına hissettiği nefret bir araya gelince, bilgi almak konusunda başka hiçbir seçenek bırakmıyordu geriye. Bu yüzden onun yanına gelmişti, çatışan gururu ve görev bilinci ise zamanı daha da yavaşlatıyordu.

 

"Bilmiyorum," derken Ada'nın yüzü küskün halde çatıldı. "İlgilenmiyorum onlarla, niye bana bunları soruyorsun ki?"

 

"Çünkü merak ediyorum, bakalım biraz daha ortalığı karıştıracaklar mı?"

 

Elini, maskeden açıkta kalan boyna götürüp uzun tırnaklarını hafifçe batırdı. Derdi can yakmak değildi ama babasının işleriyle ilgilenmediği için bu sorulara sinir olmuştu. "Hayır, asıl derdini söyle. Kimi merak ediyorsun Sarraf?"

 

Canlı tutmaya çalıştığı sesiyle "Yakut," diye mırıldandı. "Yakut Yalınkılıç için bir planı var mı?"

 

"Şu polis kızdan mı bahsediyorsun?" Kim olduğu hakkında pek fikri yoktu, sadece konuşulurken kulağına ilişmişti ve bu kadarını hatırlıyordu. "Ne alakan var onunla?"

 

"Bir alakam yok."

 

"Soruyorsan vardır Sarraf, niye bana o kızı sordun?"

 

Sesi gitgide tehlikeli bir boyuta bürünmüştü Ada'nın çünkü yoğun bir kıskançlık yaşıyordu.

 

"Çünkü..." diye fısıldamanın ardından devamını getirdi. "Ölmesini istemiyorum."

 

"Niye?"

 

"Ölmesini istemiyorum."

 

"Niye dedim sana?" Oturduğu bacakta biraz kayıp iyice yerleşti kucağına, gözleri sinirle kısılmıştı. "Onu mu seviyorsun yoksa? Çabuk söyle! Ona mı aşıksın?"

 

Ada'nın histerik halleri işini daha kolaylaştıracak mı yoksa zorlaştıracak mı karar veremedi bir türlü. Yine de elini belinde biraz daha kaydırırken "Kıskandın değil mi?" diye mırıldanmıştı maskenin ardından boğuk çıkan sesiyle. "Çünkü ben oynarsam-"

 

Tırnaklarını geçirdiği boyunda biraz aşağı kaydırdı, çizilip çizilmemesini önemsememişti. "Sakın tamamlama o cümleni, duymaya hazır değilim."

 

Bir süre sonra sevimli bir hale bürünen kıskançlığıyla saçlarını düzeltti Ada. Sarraf'ı babasının eşrafından tanıyordu, birkaç önemli görüşmelerde can sıkıntısıyla beklerken denk gelmişti ona. Maskeli hali, ağır yürüyüşü ve soğuk halini her zaman ilgi çekici bulduğu halde bir türlü yakınlaşma imkânı elde edememesine karşın şimdi bu ilk fırsatını çabucak çöpe atmak istemedi ama kıskançlığını da geri çekmek çok zordu. "Pekâlâ, âşık olabilirsin sorun değil... Unutursun daha sonra, sonuçta ben o Yakut denen kızdan daha güzelim."

 

"Öyle mi?"

 

Alaycı halde kulağına ulaşan soruya sertçe cevap verdi. "Öyle! Farkına varırsın bir süre sonra Sarraf."

 

"Gözüm başkasını görürken nasıl farkına varacağım?"

 

"Gidip o kızı illa kendi ellerimle öldürmeli miyim?"

 

"Belki de onu yaşatmalısın."

 

Fazla bilgiç gelen bu öneriye karşın kollarını önünde bağlayıp huysuzca kaşlarını çatmıştı, daha sonra geriye yaslanıp otoriter halini artıran adamla nefesinin kesildiğini hissetti. O gerçekten göz boyuyordu. Bu yüzden sesi istediği kadar güçlü çıkmamıştı Ada'nın. "Niyeymiş?"

 

"Çünkü ölüm daha çok yaşatır, yaşam daha çok öldürür."

 

"Bu ne saçma bir aforizma böyle?"

 

"Biraz düşün Ada, anlarsın."

 

Gözlerini yere eğip bacağını dalgınca sallamaya başladı. "Bilmiyorum," dediğinde bu yaptığına karşın kendisini rahatsız hissetmedi çünkü babasının neyi kazanıp kazanmadığı pek de umurunda değildi. O zaten kötü bir adamdı. "Mürsel amcadan bir şey duymadım, o kadının konusu döndü ama öldürme bahsi geçmedi."

 

"Ayrıntısı varmış gibi hissediyorum?"

 

"İllaki vardır ama gerçekten bir bilgim yok." Hala düşünceler içinde ayağını salladığı esnada duraksadı ve yavaşça Sarraf'a döndü. "İstersen olabilir de."

 

"Ne şekilde?"

 

Dudaklarını yavaşça iki yana kıvırdı Ada, ufak suratında bu yaptığı tehlikeli olmaktan öte daha farklı bir görünüme sebep olmuştu ama farkında değildi. "Pazarlık yaparız."

 

Tekrar üstüne bastırdı sorunun. "Ne şekilde?"

 

"Ben bir şeyler öğrenirim ve sen de öğrendiklerim karşısında bir geceni..."

 

Devamını tahmin ettiği cümleyle gerilen ellerini yavaşça Ada'nın üzerinden çekti. "Sana kendimi mi satmamı istiyorsun?"

 

"Önünde engel olan bir şey mi var yoksa?"

 

Önünde engel olan bir şey vardı elbette, gururu vardı. Sıkıntıyla yutkunurken bundan dolayı güçlük çekmişti. "Bana ne sunacağına bağlı."

 

"Çok güzel şeyler."

 

Bunları ifade ederken çıkan arsız tona karşın kaşları çatıldı maskenin altında. "Ada, ben ciddiyim."

 

"Sana da şaka yapmaya gelmiyor." Asık bir suratla geri çekildi genç kız. "Peki, çok değerli Zümrüt Yalçınkaya'nla ilgili bir şeyler öğrenirim."

 

"Yakut Yalınkılıç."

 

"Aman her neyse, çok da umurumdaydı sanki. Hem Elmas daha pahalı, hediyem olsun kıza."

 

"Öğreneceklerini bir an önce bana iletmeni sabırsızlıkla bekliyorum Ada." Onu bacağından yavaşça kaldırdı ve karşısına geçti. Genç kızın da mavi gözleri yukarı kaymıştı.

 

Diliyle ıslattığı dudaklarını aralayıp "Bakacağız," dedi mırıltıyla, sonrasında keyifsizce gülmüştü. Elini onun göğsüne koyup yavaşça kaydırırken buradan gitmesini hiç istememişti. "Umarım dediğin gibidir Sarraf, umarım yaşam daha çok öldürüyordur."

 

-

 

O geceden sonra bir gün kulübede kimse yokken içeri bırakılan notla, aradıkları şeye ulaştıklarını biliyordu. Masada duran kare şekilli pembe not kağıdında inci gibi bir yazıyla, onları tereddüde düşürecek şeyler yazılmıştı.

 

'Babam, Mürsel amcanın o kızı öldürmek için hiçbir şey yapmadığına dair Kuran'a el bastı! Bense biraz soruşturunca bizim buralardan bir katil kiralandığını öğrendim. Katili kimliği belirsiz birisi tutmuş, ismi elimde değil ama zamanı belli. Aptal adam gerçek bir cellat kadar dilsiz değil demek ki... Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan gece saat dört. Al Yakut senin olsun Sarraf ama sonra söz verdiğin üzere bana gel!'

 

"Eğer Mürsel değilse," diye mırıldanan Reha oldu, oturduğu masada biraz daha geriye kaydı. "Kim niye Yakut için kiralık katil tutmak ister?"

 

"Bilebilsem, ne döndüğünü bir anlayabilsem..." Uygar çenesini parmakları arasına sıkıştırırken kısaca iç çekti. "Sevtap evin çevresini gözetliyor, tek bir güvenlik önlemi alınmamış. Hani Mürsel şerefsizinden korumak için yollamışlardı Yakut'u oraya?"

 

"Başka bir şekilde yapıyorlardır belki de bunu, görmediğimiz şekilde."

 

"Bunu öğreneceğiz." Düşünceler içinde bulanan zihninden dolayı öne eğilip başını avuçları arasına aldı Uygar, aynı şeyi hırs içinde tekrar etmişti. "Öğreneceğiz... Mürsel'e bir kişiyi daha kurban vermeyeceğim."

 

Yıllar önce Ahmet Akdeniz'in mekânında çıkan yangında ölen abisinin aslında bir duman zehirlenmesiyle can vermediğini çok iyi biliyordu. Saçlarını karıştırırken "Bana gerçekleri söyleyecek," dedi sert bir sesle. "O iki kurşun yarasının hesabını verecek şerefsiz puşt."

 

Kendi gözleriyle gördüğü o iki kurşun izinden hiçbir raporda bahsedilmemişti, bu yüzden abisinin canına kastedenin bir yangın olduğunu sanıyordu herkes. Ancak Uygar emindi, o iki kurşunun müsebbibi Mürsel'di. Yoğun bakımda ziyarete girdiğinde son sözlerini dile getiren abisinin yalan söylediğine inanmıyordu. Sadece otopsi raporunu değiştiren, adaleti yanıltan kişinin kim olduğunu çözememişti bir türlü.

 

"Artık bunun için bir şansın var," diye mırıldandı Reha, kolunu diğer omzuna doğru gererken gözlerini arkadaşının düşünceli ve öfkeli suratında gezdirdi. "Baş düşmanın ülkeye döndü, hem de eski karını öldürmek için."

 

Hayat ne garipti ki intikam için beklediği adam gerçekten de tam olarak bu sebeple geri dönmüştü. Kara listesinde Yakut da vardı. Uygar dilini usulca dudaklarında gezdirirken "Siktirsin," dedi huysuzca. "Yapamaz onu, yapmayacak, izin vermeyeceğim."

 

Sırtını arkaya verdi, sandalyesine yaslandığı an kollarını önünde bağlamıştı. Bunu yapınca kulağında birden kendi kuralı çınladı. Birisini dinlerken kollarını önünde bağlamamalısın... Ve sonra Yakut'la tanıştıkları ilk gün düştü aklına.

 

Saçlarına taktığını unuttuğu kalemini aceleyle arayan o genç kızı düşündü, dokunulmasından hoşlanmadığı siyah saçlarını ve hırsla karışık bir tereddüdü barındıran koyu gözlerini... Şimdi nasıl olduklarını merak ediyordu?

 

İki yıl önce son kez dokunduğu kadar yumuşak mıydı saçları? Ve gözleri, hala aynı mı bakıyordu kendisine?

 

Uygar sıkıntıyla alnını ovalarken Reha'nın "Bir planın var mı?" sorusunu dinledi.

 

"Var," derken nefes nefese çıkmıştı sesi. "Şu kiralık katile bir merhaba diyeceğim."

 

"O zaman Yakut'un evinin önüne barikat olacağız diyorsun?"

 

"Siz olursunuz."

 

Reha'nın hayretle homurdandığını duydu bu sözlerinden sonra. "Sen ne yapacaksın kardeşim?"

 

"Ben içeride olacağım." Parmaklarını birbirine geçirip onların hareketini seyretti, her şey gitgide daha can alıcı bir hale gelmeye başlıyordu. Demek ki kaderde Yakut'u bir daha görmek de vardı ama bu kez geçen yılların aksine daha farklı olacaktı. İki yabancı gibi, bir zamanlar birbirlerini deli gibi sevmemişler gibi. "O sırada siz çevreyi kolaçan edeceksiniz, dedikleri gibi Yakut'u koruyorlar mı yoksa amaçları başka mı anlamamız lazım."

 

"Hangi içeride olacaksın?"

 

Geç kaldığım bir yerde. "Yakut'un tamamen karşısına çıkacağım."

 

Masaya uzanıp açıkta bekleyen paketten bir sigara çıkardı. Bu esnada "Çok içiyorsun," diye kendisini uyaran Reha'yı çakmak sesiyle susturmuştu Uygar. Yanan sigaradan derin bir nefes çektikten sonra başını çevirip dumanı arka tarafa üfledi. Artık kendisine söz geçiremeyecek olan Reha ise yarıda kalan konu hakkında konuşmaya devam etmişti. "Onca yeminden sonra niyetin gerçekten Yakut'la karşılaşmak yani?"

 

"İşimi yapıyorum Reha." Uygar sert bakışlarını masada oturan arkadaşına çevirdi en sonunda. "İşim bu. Yakut da benim hizmet ettiğim devletin bir mensubu, kim olsa aynı şeyi yapardım."

 

"Ama yine de o kadar ileri gitmene gerek yok Uygar."

 

"Karışma sen."

 

Reha oturduğu masadan inip arkadaşının yanına ilerledi, onu omzundan kavradığında bile düşünceli bakışları kendisine dönmemişti. "Uygar benim derdim sensin, bak boşu boşuna dağıtma kendini."

 

"Neyin uyarısı bu şimdi?" derken hayretle kollarını iki yana açtı Uygar. "Gelip bu konudan bana bahseden zaten sizsiniz, beni bu işe siz bulaştırdınız."

 

"Bu kadar ileri gitmek isteyeceğini düşünmemiştim, uzaktan da halledebilirdik."

 

"Edemeyiz!" Reha'nın karşısına dikilerek ayağa kalktı. Yüzünde olanları kabullenemediğini belli eden bir ifade vardı. "Eğer başka şekilde olsun istiyorsanız bana en başından haber vermeyecektiniz onunla ilgili!"

 

"Şimdi geri çekilemiyor musun?"

 

"Çekilemiyorum!" Kollarını iki yana açıp öfkeyle bağırdı Uygar, sesini kısık tutmaya çalışıyordu ama fazla becerememişti. Geç kalmış bir intikamın bambaşka bir sebepten şekillenmesini kabul edemiyordu bir türlü. "Çekilemiyorum amına koyayım, oldu mu? Gidip ne halde olduğunu görmek istiyorum ve bunun için elimde yalnızca bir bahane var! O da ne biliyor musun Reha?" Göğsü hızla inip kalkarken yorgunca mırıldandı artık. "Abimin katilinin onu da öldürmek istemesi!"

 

Tam o sırada kulübenin kapısı hızlıca çalmaya başladı, başı o tarafa döndüğünde elindeki sigarayı da masadaki küllüğe fırlamıştı. Reha da çabucak asma kata çıkmaya koyuldu.

 

Uygar yüzüne maskesini geçirip her ihtimale karşın silahını alırken temkinli adımlarla kulübenin kapısına ilerledi. Kapıya yaslanıp oradan gelen sesleri dinledi bir süre, tahta kapının ardında bir rüzgâr uğultusu ve uğultuya karışan ince kedi sesleri vardı. Minik fısıltıların ise kime ait olduğunu anlamak çok zor değildi. Zaten fazla geçmeden Gencay'ın seslendiğini duydu Uygar. "Abi biziz biz! Dilan'la ben!"

 

Yavaşça kapıyı araladı Uygar, dışarısı henüz karanlık değildi ama çok yakında güneşin batacağını belli edercesine kızıllaşmıştı gökyüzü. Kucağında küçük kız kardeşini taşıyan Gencay'a sonra da iki yavru kediyi göğsüne yaslamış masumca bekleyen Dilan'a baktı daha sonra.

 

"Bu haliniz ne?" demişti az önce söndürdüğü sigaradan dolayı tarazlanan sesiyle.

 

İki yıla yakın zamandır bu ufak göl kulübesindeydi, yeraltı dünyasının içine girmek için kurduğu bağlantılar, edindiği dostluklar ve tüm işlerini kulübeden hallediyordu. Bu yüzden onları içeri almanın doğru olmadığını bilse de geri çekildi. "Geçin içeri çabuk."

 

"Selamın aleyküm abi." Gencay, kız kardeşini yere bıraktıktan sonra minik ellerine uzanmıştı. "Hadi bırak yere de gezsin kediler."

 

Küçük kız huysuzca başını iki yana salladı. "Hayır!" derken kelimeleri kendi bebeksi tonunda ifade etmişti. "Hayır!"

 

Harfleri değiştiren Dilan'a maskenin altından usulca gülümsedi Uygar, iki yandan toplanan bukleli saçları dağılmış olsa da hala fazlasıyla sevimliydi. Yakut'la kalabalık bir aile olma hayalleri yarıda kaldığı için boğazı düğümlendiğinde ise onunla, yakın zamanda tekrar karşılaşacaklarını hatırlamıştı ama bu sefer hayalleri olmayacaktı.

 

"Kızım sen onları Sarraf abine getirmedin mi?"

 

Uygar yavaşça yanlarına yaklaştı, ellerini gergince bellerine koydu. Bu duruma nasıl bir tepki vereceğini bilmiyordu, daha önce hiç kedi beslememişti çünkü. "Oğlum siz bana kedi mi getirdiniz?"

 

"Evet, hem de iki tane." Genç çocuk güldükten sonra ifadesi çekinir bir hale bürünmüştü. "Abi ya... Biz bunları bulduğumuzda anneleri yoktu biliyor musun? Bizim eve de götüremeyiz malum babam keser bizi. Dedim zaten Sarraf abi tek başına yaşıyor, o bakar. Bakarsın değil mi? Ezilip gitmesinler dışarıda. Hem sana da yoldaşlık ederler, bana yenge bulana kadar yalnız kalmamış olursun."

 

Elini ensesine atıp sıkıntıyla sıvazladı, o andan sonra itiraz edecek bir nokta bulamamıştı. "Gencay," dedi uyarıcı bir tonda. Hemen sonra ikisini de ürkütmek istemediği için "Tamam," demişti usulca. "Bakarım."

 

Gözleri hala Dilan'ın sıkıca küçük kucağına yasladığı iki yavru kedide geziniyordu. Çıkardıkları ince sesler gerçekten bir bebek mırıltısı gibiydi.

 

"Allah razı olsun abim! Zaten insanın içi dayanmaz bunlara? Baksana." Gencay yere eğilip küçük kızın kucağından kedileri almaya çalıştı. "Dilan bırak güzelim, hadi yere bırak."

 

En sonunda birisi alacalı diğeri siyah olan kedi zemine ayak bastıklarında yavaşça gezmeye başladılar. Siyah olan fazlasıyla yaramaz ve hareketliyken alacalı olan daha çekingen hareket ediyordu.

 

"Ee adlarını ne koyacaksın peki?" dedi Gencay merak içinde.

 

"Ne bileyim?" Uygar hala kedilerin peşinden koşan küçük Dilan'ı belinden kavrayıp kucağına aldı. "Sen koy bir şeyler, aklıma gelmedi şimdi."

 

İnce sesiyle kıkırdayan Dilan ellerini açıp kapatarak yerdeki kedilere uzanmaya çalıştı. Uygar'ın maskenin açıkta bıraktığı yeşil gözleri onun hareketlerinde gezinirken bir yandan da Gencay'ı dinliyordu.

 

"Yok olmaz asla koymam," diye karşı çıkmıştı genç çocuk buna.

 

"Gencay izin veriyorum, koy işte."

 

Gencay koyu saçlarını geriye iterken kaşlarını havaya kaldırıp itiraz etti yine. "Abi valla koymam diyorum, senin kedilerin olacaklar sonuçta."

 

"Oğlum sen benim sabrımla mı oynuyorsun?"

 

Siyah kedi tüm hırçınlığıyla bacaklarına yapışmıştı, Uygar yere eğilip onun tüylerini okşarken hala kucağında tuttuğu minik Dilan'a da yardımcı oldu ve küçük parmaklarını kediye değdirdi.

 

O sırada cebinde titreyen telefonu çıkaran Gencay bir süre bakındıktan sonra "Agalar çağırıyor," diyerek eğildiği yerden kalkmıştı. Kardeşine yönelip "Biz gidelim abi," dedi aceleyle. Onu kucağına alırken Uygar'a baktı son kez. "Ama kediler burada kalsın."

 

Küçük yavru kedilerden uzaklaşmak istemeyen Dilan bir süre sızlanmış sonra küskünce abisinin göğsüne yaslanmıştı. Uygar onun yanağına parmağının ucuyla hafifçe dokundu. "Üzülme, güzel bakacağım kedilere." Sonrasında Gencay'a baktı bir daha. "Sen de Dilan'ı etrafta fazla dolandırma."

 

"Yok abi, biraz gezdirir eve dönerim yine."

 

"Dikkat edin."

 

"Tamamdır abi, görüşürüz."

 

Onlar çıktıktan sonra kapıyı kapatıp geri dönen Uygar, az kalsın ayağının altında ezilecek ufak bir şey fark ettiğinde "Siktir!" diye mırıldandı ve aceleyle geri çekildi. Ufak, hırçın ve yaramaz siyah kedi yine ayağına dolanmıştı. Yere eğilip onu avucu arasına kaldırdı hemen. "Ne kadar yaramaz bir şeysin," derken masasının arkasına ilerledi. Hala bir köşede usluca bekleyen alacalı kediyi ise asma kattan inen Reha almıştı.

 

"Bu ne oğlum? Nasıl bakacaksın sen bunlara?"

 

"Ne bileyim?" Uygar sandalyesine oturdu ve siyah kediyi de masaya bıraktı, ufak haline rağmen kağıtların üzerinde dolaşan yavruyu seyrediyordu sadece. "Bırakamam şu an."

 

"Tatlılar ama."

 

Elini uzatıp siyah kedinin tüylerine dokundu, hırçın hallerine karşın istemsizce dudağının kenarı kıvrılmıştı. "Aynen."

 

"Adları ne olacak peki?"

 

Kısaca nefeslendi Uygar, isim bulma konusunda kendisi pek iyi değildi ve Yakut da daha önceleri bu konu açıldığında ne kadar hevesli olduğunu göstermişti. Tekrar ansızın hatıralara bulanınca sıkıntıyla ofladı. "Bilmiyorum Reha, isim koymayı nereden bileyim ben?"

 

"Bunun adını ben koyayım o zaman." Reha avuçları arasında minicik kalan kedinin yeşil gözlerine baktı yakından. "Safir olsun bu, sana uyumlu olur. Hem ikinizin de gözleri yeşil."

 

"İyiymiş." Fazla sıkı tutmadığı için elinden kaçan siyah kedi kenarda kalan plaklarına ilerleyip yaramazca Sezen Aksu'nun plağının üstüne çıktı. "Siyah kedi isimsiz kalsa?" derken düşünmek istemediğini belli ediyordu sesi çünkü aklı bambaşka şeylerle doluydu. Cuma gecesini düşünüyordu, neler olacağını düşünüyordu. Nasıl karşılaşacaklarını.

 

"Uzatma Uygar, koy bir şey işte."

 

Elini sertçe yanağına koyup bir süre yavru kedinin ardından bakındı. "Tamam Hata olsun onun adı da," derken sadece Sezen Aksu'dan dinlediği son şarkı aklında kaldığı için söylemişti bunu. Ve az kalsın masadan düşecek olan yaramaz kediyi aceleyle yakalayıp kendine çekti.

 

Reha kısık bir kahkaha attı. "Ufacık kediye sevilmediğini bu kadar çok hissettirmeseydin kardeşim."

 

"Kötü mü göründü?" Siyah kediyi göğsüne yatırarak sırtını sandalyeye yasladı ve Reha'ya baktı Uygar. "Aklıma ilk o geldi işte, fazla sorgulama. Yakıştı hem."

 

Zaten o her zaman hatalarını da çok severdi.

 

-

 

Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan gece, saat dörde yaklaşırken karanlığın çöktüğü ormanın kuytu bir köşesine gizlenmiş arabanın içindelerdi. Bacaklarına yasladığı bilgisayar ekipmanını düzelttikten sonra sırtını geriye verdi Reha. "Kamera sistemine sızmadan önce," derken gözleri dikkatle ekranda gezinmişti. "Tek sorun kulübedeki güvenlik."

 

"Muharrem işinde iyidir," dedi Uygar eskiden kalma hatırladıklarına dayanarak. "Göz kulak kesildiyse uğraştırır. Onunla ayrı ilgilenmek lazım."

 

"Ben ilgilenirim," dedi camdan dışarısını gözetleyen Sevtap. "Kendimi biraz perişan göstersem yardım eder herhalde?"

 

"Eder ama bunun için çabuk olman lazım, vaktimiz azalıyor."

 

Sevtap "Peki," diye mırıldandıktan sonra dar arabada ayaklandı. Üstündeki ceketi sıyırıp altta kalan kazağını çekiştirerek hırpalanmış bir görünüm elde ederken başındaki şapkayı da koltuğuna bırakmıştı. Sarı saçlarını açıp kulağındaki kulaklığı gizledi. "Oldu mu?"

 

Reha hiç o tarafa bakmadan "Oldu," dedi.

 

Onun bu tavrına gözlerini deviren Sevtap "Gidiyorum, haber bekleyin," dedikten sonra kapıyı yavaşça araladı. Arkada kalan Uygar kolunu kaldırıp saatini kontrol etti, dakikalar azaldıkça içeride durması da zorlaşmaya başlamıştı. Kapı kapanmadan önce "Dikkat et," diye seslendi Sevtap'a.

 

Sevtap sarı saçlarını karıştırırken Uygar'ın maskeli suratına baktı. "Ederim, sen de çok dikkat et."

 

Arabanın önünden ayrıldıktan sonra orman sınırını geçmiş ve ürkmüş gibi görünmek için kollarını kendisine sarmıştı. Biraz daha ilerledikçe güvenlik kulübesi daha rahat görünmeye başladı, zaten etrafta kulübenin içindeki güvenlikten başka kimse yoktu. Adımlarını biraz daha hızlandırıp oraya yaklaştı, sanki peşinde onu kovalayan birisi varmış gibi çabucak cama yapıştığında yumruklarını da oraya vurmuştu Sevtap. "Yardım eder misiniz?"

 

Eğer içeri girerse, kameraların kapandığı fark edilmeden güvenliği devreden çıkartacaktı ancak gördüğü pek de beklediği bir şey değildi. Az önce Uygar'ın işinde iyi, uğraştırır diye bahsettiği güvenliğin şu an rahatsız edici bir pozisyonda uyuyor olması şaşırtıcıydı. Camın ardından biraz daha bakındı. Güvenlik kameraları az sonra kapandığında kimse şahit olmayacaktı buna. Sevtap tedirgin halde saçının üstünden gizlice kulaklığına dokundu, her ihtimale karşın rolünü bozmamaya çalışmıştı. "Dinleyin," dedi kısık ama duyulur bir sesle. "Güvenlik uyanık değil."

 

Kulaklığına gelen sesle hemen kaşları çatıldı Uygar'ın. "Orada kal," derken kendisi de zamanın erken olup olmamasını umursamadan arabadan inmeye koyuldu. "Ben yerimi alıyorum Reha," dedi sabırsızca. "Sen de başkana durumu haber verdikten sonra kontrole geç."

 

"Tamam ama." Sıkıntı içinde yüzünü buruşturdu Reha. "Oğlum Yakut tanımayacak mı seni?"

 

"Tanımaz," derken sesi istemsizce sert çıkmıştı, bu konu hiç de hesap edilecek kadar karmaşık değildi. Sevilmeyenin hatıralarda yeri yoksa, o halde eski bir ses ya da koku da kimseye tanıdık gelemezdi. Az önce sert çıkan sesini düzeltmek için kısaca öksürdü, öksürüğü dışarıdaki baykuş uğultusuna karışmıştı ve aynı şeyi bir daha tekrarladı. "Tanımaz, endişe etme."

 

Maskesini son kez düzeltti ve Reha'nın bir şey demesine fırsat bırakmadan arabanın kapısını örttü, ileriye giden her adımında damarlarında belirsiz bir ağrı baş gösteriyordu, göğüs kafesinin altına hoyratça sıkışup kalmış kalbi de onu rahat bırakacak gibi değildi.

 

Parmaklarındaki yarım eldivenlerinş çekiştirdi ve ormanın içine karıştı, dikkat çekmemek için karanlığa gizlenerek arka bahçeye ilerledi. Yakut'un odasının o kısımda olduğunu biliyordj. Bakışlarını çevrede gezdirip son kontrollerinş yaptı, Sevtap'ın dediği gibi hiç korunaklı değildi burası. Aksine, hedef halinde bırakılmıştı.

 

Uygar atik bir hareketle yüksek bahçe duvarını tırmandıktan sonra arkasına atladı, verdiği her nefes maskesine sıkışıyordu. Az sonra karşılacaklardı; sanki bir zamanlar dakikasına dayanamadıkları ayrılığın iki senesini devirmemiş gibi, çok yakından ama aslında çok uzak olarak tekrar karşılaşacaklardı.

 

Onun aynı kalıp kalmadığından emin olamadığı siyah saçlarıyla, koyu gözleriyle ve bazen hatırına düşen beyaz teniyle... Yakut'la.

 

Ama sonra aklına ürpertici bir gerçek düştü: O benim hayalini kuracağım kadın değil... çünkü benim değil.

 

İkinci kata uzanan duvara, duvarın üstündeki boruya baktı. Ellerini çırptıktan sonra çıkıntılara tutunarak yukarı yükselmeye başladı, gitgide taşlaşan kalbinde sanki usul usul bir şeyler çözülüyordu.

 

Elini attığı her çıkıntıda dişlerini sıkıca birbirine bastırdı, mesafe azaldıkça duygular da artmaya başlamıştı. İyi ya da kötü. Ama bir şekilde artıyordu. Gözlerinin önü ise eski yaşanmışlıklarla doluydu. Göğsüme uzanan karım, bana şarkılar söyleyen karım, utandığı için yanakları kızaran ama gün sonunda yine bende soluklanan karım... "Bitti," diye fısıldadı kendisine çabucak. "Onlar da bitti."

 

Artık tamamen camın önündeydi, cebindeki tornavidayı çıkarıp camın kenarına sıkıştırdı. Sessiz olmaya çalışarak camı açarken önündeki perdenin ardından Yakut'un olduğunu bilmek işleri hiç kolaylaştırmıyordu. Eski karısının aile evine bir hırsız gibi girip onun peşindeki katili yakalayacaktı ve en büyük sorun tam olarak Yakut'la karşılaşmaktı.

 

Yaşanan her şey olağan ama seninle yaşadığım ne varsa tüm hepsi olağanın dışındaydı, bu yüzden şimdi karmakarışık bir adamım... diye geçirdi içinden. Ama o da bitecek. Son kez konuşursak birbirimizle, birbirimizi yine anlamayacağız ama en azından tamamen bitirmek için bir şansımız olmuş olacak. Sonra sen yoluna Yakut, ben yoluma.

 

Camı küçük bir tıkırtıyla açtıktan sonra bacaklarını içeri kaydırdı ve ayakkabılarını sessizce yere bastı.

 

İçeride tanıdık bir koku vardı, onun kokusu. Bu yüzden yanlış topraklara ayak basmış gibi hissetmişti Uygar.

 

Sessiz kalmaya çalışarak pencereyi ardından örttü, bu esnada başını çevirip yatakta kendisine sırt dönerek uyumuş olan Yakut'u kontrol etmişti. Yorganın altında bile değildi, açıkta uyuyordu. Ellerini gevşek bir yumruk haline getirip tereddütlü adımlarla oraya ilerlerken bileğini kaldırıp saatini kontrol etti. Onu görmeye az vakit ayırdığı için içinde bir yer suçlamalara başlamıştı çoktan.

 

Yatağın diğer tarafına geçip yavaşça yere eğildi ve gözlerini, iki yıl sonra ilk kez gördüğü eski karısının yüzünde gezdirdi. Siyah saç tutamları aşağı dökülmüş olsa da çehresi hala açıktaydı. Çökük gözaltlarını ve bilhassa da tıkanık burnundan dolayı aralık kalmış dudaklarını seyrederken dalıp gitmekten korktu Uygar.

 

Daha sonrasında yatağa düşmüş kulaklığı fark etti, oradan yüksek bir müzik sesi sızıyordu. Merak içinde kulaklığı alıp kulağına yerleştirdi. Bu hatıraları daha da güçlendirmişti.

 

Ayrıldıkları gün dinledikleri şarkıyı dinliyordu yine birbirlerini ilk kez buldukları gün.

 

Ele avuca sığmazdı deli gönlüm...

 

Bir zamanlar neredeydi, şimdi nerede?

 

Gözleri yine ansızın Yakut'un uykuya bulanmış yüzüne daldı ve bu esnada güçlükle yutkundu. Bir zamanlar sıkıca birbirlerine bağladıkları yüreklerindeki ateş niye sönmeye yüz tutmuştu? Aynı yerde tutuşan nefret ateşi niye sevgiye yaklaşmak için bu kadar hınçlıydı?

 

Uygar, onun tişörtünden açıkta kalan kollarındaki ürpertiyi karanlığa rağmen görebiliyordu. Kulaklığı çıkardıktan sonra etrafına bakındı, her tarafta Yakut'tan bir iz taşıyan odanın dikkatini dağıtmasına izin vermeden tekli koltuğun üstündeki dağınık battaniyeyi aldı. Onu düzgünce açtıktan sonra yavaşça Yakut'un üstüne bırakmıştı.

 

Şu ana dek uyanması gerekirdi, bu derin uyku Uygar'ı daha da endişelendirmişti işte.

 

Benden önce o katil gelseydi, seni bu sessiz uykunda hiç karşı koyamadan mı öldürecekti?

 

Battaniyeyi örterken biraz fazla eğilmişti Yakut'un üstüne, gözlerini karanlığa karışan siyah saçlarda gezdirdi. Açıkta kalan elini de havalandırıp oraya yöneltti fakat parmak uçları ona en yakın noktada tereddüde bulanmış ve bu dokunuştan hızlıca vazgeçmişti. Bu yüzden gözlerini kapatıp Uygar, eski karısının tanıdık kokusunu yapmaması gereken şekilde içine çekti.

 

Kulağındaki diğer kulaklıkta Reha'nın sesi belirdi tam o an. "Hazır ol Uygar, adam patikada göründü."

 

Uygar Yakut'un üstünden çekilip geriye döndü, adımlarını sertçe yere basarak tam cam kenarında kalan tekli koltuğa geçti. Silahını hazır edip orada beklerken geriye yatırdığı boynuyla hala uyuklayan Yakut'u seyrediyordu. Az sonra kapalı gözleri açılınca kendisini görecekti ve bu üstünde bir gerginliğe sebep olmuştu. Artık o kadar da sevmiyordu Yakut'un kendisine bakmasını, gözlerini üstüne değdirmesini. Buna rağmen gelmişti.

 

Ayağının ucunu tıkırtıyla yere vurdu, Yakut'ta ufak bir kıpırdanma olmuştu şimdi. Yatakta uzanan bedenini başka bir pozisyona sokmadan hareketlendi ve o sırada çarptığı koluyla telefonun yere savrulmasına sebep olmuştu. "Of ne oluyor ya?" diye mahmur sesiyle mırıldandığını duydu hatta.

 

Onun bu tavrını çok iyi biliyordu, kısık sesiyle güldü Uygar. Maskenin ardında sıkışan kıvrık dudaklarını hareket ettirip sessizce konuşmuştu hemen ardından. "Hiç değişmeyen taktikler..."

 

"Nerede bu telefon?"

 

Ve saniyeler sonra tahmin ettiği gibi yatağın altına saklanmış silah, artık odadaki yabancının farkında olan Yakut'un elleri arasındaydı. Uzandığı yerde doğrulmuş, tabancayı kim olduğunu bilmediği maskeli adamın yüzüne uzatmıştı. "Kimsin sen?" diye kısık tutmaya çalıştığı sesiyle seslendi.

 

Uygar ise yalnızca ellerini havaya kaldırdı, parmağının ucundaki silahı sallanırken bu kendisi için değil ama belli ki Yakut için tedirgin edici bir görüntüydü, bu yüzden ayağa kalkmış ve birkaç adımla kendisine yaklaşmıştı.

 

Onun sesini daha net duymaktan mütevellit yaşadığı duraksamayla hiçbir cevap veremedi Uygar, yalnızca Yakut'un pencereden yansıyan sokak lambasıyla aydınlanan yüzünü seyretti.

 

Hala aynı çehre, aynı ifade... Sen misin benim sevgilim?

 

Sen miydin?

 

Sessizliğin arasına bir soru daha karıştı. "Kimsin dedim sana?"

 

"İşte Yakut da buradaymış," diye mırıldandı Uygar, maskenin altından sızan boğuk ve hırıltılı sesiyle. Kendisini tanıyıp tanımayacağına dair şüphesi ya da endişe yoktu. "Hem de tam aradığım türden."

 

Kimliğini, kendisini değerli taşlara adamış bir Sarraf olarak seçmesinin sebebi de buydu zaten. Onu arıyordu, Yakut'u.

 

O andan sonra başını biraz daha yukarı kaldırdı Uygar, Yakut'un bir dehşeti yaşayan suratına daha uzun baktı. Biliyordum, diye geçirdi içinden. Hayatın seni tekrar karşıma çıkartacağını biliyordum ve seni ilk görüşümde kalbime vurulan darbe kadar hazırlıksızmış seni her görüşüm.

 

Loading...
0%