Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9. Kayıp Gerçekler

@askilav

İçimde gitgide büyüyen bir şüphe varken, eğer bu şüpheyi doğrulayabilirsem rahat edeceğimi sanıyordum ancak bu duygu, tam da şimdi bütünüyle doğrulanıp gerçeğe dönüştü ama bir türlü aradığım rahatlığı bulamadım. Belli, başımda sandığımdan daha büyük bir bela vardı ve yakamı bir türlü bırakmayacaktı.

Kendimi kötülüklerden korusam da aptal hatalara kapılsam da hiçbir şeyin elimde olarak gerçekleşmediğini acı şekilde tecrübe ettim ve anladım.

Gözlerim, karşımdaki maskeli yabancıyı daha net görme ihtiyacıyla kısıldı. İğrenç bir uyku uyumuştum, hem de bu uykuya hatıraları düşlediğim için ağlayarak dalmıştım… Uyandığım vakit ise karşımda beklenmedik, maskeli bir yabancı vardı. Zaten bir süredir çevremde olan kişilerin kim olduğunu hiç bilmiyordum.

Tanıdığım kimse kalmamıştı etrafımda. Bir gün eski kocamın katili olmamı istiyordu birisi benden, ertesi gece odama kendini maskeyle gizleyen bir adam giriyordu.

Tereddüt içinde yutkunduktan sonra az önce söylediklerine karşın “Aradığın türden?” diye mırıldandım, bu esnada tek kaşım tehlikeyle havalandı. “Seni Leşlevent’in babası-”

Mürsel’den bahsedecektim fakat maskeli yabancı sözümü tamamlamama izin vermeden yine boğuk ve hırıltılı sesiyle güldü. “Leş ne?”

Karanlıktan dolayı hiçbir şey tam olarak görünmüyordu, sadece üstündeki kıyafetlerin ve yüzünü gizleyen maskenin bu karanlığa uyumla eşlik ettiğini söyleyebilirdim. Gülüşü ciddiyeti dağıtmasın diye hafifçe öksürmem gerekti. “Şehlevent,” dedim üstüne basa basa.

Mürsel’in uğruna ortalığı karıştırdığı oğluydu.

“Ne olmuş ona?”

“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?” Silahım elimde titreyecek gibi olduğunda sıkıca kavramaya devam ettim. Adam, patron gibi çöktüğü koltuğumda öylesine rahattı ki! “Mürsel’in adamı mısın? Beni yok etmen için o mu yolladı seni?”

“Sanmıyorum,” diye mırıldandı silahlı elini yüzüne götürüp maskenin üstünden kaşırken. Bu rahat halleri hala dehşet içinde tutuyordu beni. Kaşlarım biraz daha çatıldı ve onun “Tek çalışıyorum,” deyişini dinledim. Elini geri çektiğinde silahı yine parmağında sallanmış, hatta bir süre sonra onu oyun oynar gibi çevirmeye başlamıştı. Bu pervasızlığına karşın kendi tabancımı sıkıca kavradım.

“Yani? Beni ne için öldüreceksin? Kimsin sen?”

Bu sefer başını geriye attı ve biraz gerindi. Gözlerimi hızlıca üzerinde gezdirdim, mahmur halime rağmen olabildiğince dikkatli davranmaya çalışıyordum ama şu hüngür hüngür ağlama isteği yüreğimden bir türlü sökülmüyordu. Artık hayatım Rus ruletinin kendisi olmuştu, geçen günlerimin birisinde son nefesimin kurşunu saklıydı ve ben şansa geçiriyordum zamanımı.

“Seni öldürmeye gelmedim.”

“Öldürmeye gelmedin demek?” Göğsüm hızla inip kalkmaya başladı, kirpiklerimi hızlıca hareket ettirirken “Öldürmüyorsan bile saçma sapan anlaşmalar da yapmam seninle,” diye kendimi açıklamaya çalıştım. “Hiçbir şey teklif etmeye kalkma, hiçbir şey!”

“Ne?” Başını hafifçe yana yatırdı, söylediğimi anlamamış gibi baktı. “Başkalarıyla anlaşıyor musun yoksa?”

“Konumuz bu değil, niye buradasın onu açıkla.” Elimden geldiğince kısık bir sesle sormuştum çünkü kimseyi uyandırıp korkutmak istemiyordum. Zaten evdekiler için yeterince berbat ve vefasız bir insandım. Çıplak ayaklarımı parkeye daha sert basıp silahımı sıkıca kavramaya devam ettim. “Benimle derdiniz ne sizin?”

Kaşları çatılmıştı, karanlıkta seçilmeyen gözlerini keskin bir ifade kaplarken çaresizce yutkunmak zorunda kaldım. “Başkalarının da mı seninle derdi var?”

“Dert mi dinlemeye geldin buraya?” derken istemsizce yükseldi sesim, dudaklarımı ısırıp kendimi susturmaya çalıştım. “Sen soruma cevap ver, odamda ne işin var?”

“Az sonra anlayacaksın ne işim olduğunu.”

“Şimdi-”

Fakat maskeli sözümü kesti. “Uzaklaş.”

Elini kaldırıp silahıyla işaret ederek bu söylediğini tasdiklemişti bir de.

Gardımı korurken farkında olmadan geri gittim. “Asıl ilk önce sen o maskeni çıkar.”

“Hayır.” Eliyle bir daha işaret etti. “Uzaklaş diyorum sana, duvarın kenarına geç.”

“Bunu niye yapayım?”

“Çünkü…” Başını yan tarafa çevirdi, perdesi dağınık halde duran pencereme baktığında her şeye rağmen dikkatimi maskeli yabancının üstünden ayırmadım. “Az sonra odana benden başka birisi daha girecek.” Hemen ardından yalnızca gözlerinin göründüğü yüzünü bir daha bana döndürdü, bakışlarının altında bir esarete düştüğümü hissederken kendimi yıkılmamak için zor tutuyordum. “Seni öldürmek için,” dediğinde alt dudağımı titrekçe içe yuvarladım, kalbimi tam o an nahoş bir sızı sardı.

“Bunu,” diye güçlükle sordum. “Bunu nereden biliyorsun?”

“Asıl sorman gereken şey bunu neden senin bilmediğin… Sen niye bilmiyorsun Yakut?”

Bakışlarımı, telefonumu bulma ihtiyacıyla iki yanda gezdirdim. O sırada gözlerim komodinimde duran tuşlu telefona değmişti, başımdaki diğer belayı hatırladım hızlıca. Gerçekten bu kadar açık hedef olmam, sadece bir hafta içinde bu kadar kişiyle karşılaşmam tesadüf müydü? Yoksa sistematik bir kötülüğe mi maruz kalıyordum? Tuşlu telefona bakmayı kesip aceleyle yere eğildim ve maskeli yabancı geldiği zaman fırlattığımı hatırladığım asıl telefonumu aldım. Belçin’i aramam lazımdı, beni bu ateş çemberinden artık çıkarması gerekiyordu çünkü.

Titrek parmaklarımla ekranı açıp rehbere girecekken odada yalnızca maskeli adamın hırıltılı solukları vardı fakat çok kısa bir süre sonra bu nefes seslerine başka bir tıkırtı karıştı. Aniden irkilip sırtımı tamamen duvara yasladım, telefon hareketsiz elimde beklerken tetiğimi indirdim yavaşça. “Ortağın mı geliyor yoksa?” deyip gözlerimi sertçe maskeliye çevirdim. “Bu sefer hangi oyunun içine soktunuz acaba beni?”

Sesim bu hiç tanımadığım adamı azarlar gibi çıkmıştı, o ise aldırmadı. “Ateş mi edeceksin?”

“Muhakkak,” diye gergin halime rağmen alayla mırıldandım. “Hak ettiğiniz o kadar bariz ki…”

“İstersen bunu senin için ben yapayım,” diyen mırıltısını işittim maskelinin, ceketinin cebinden çıkardığı bir susturucuyu yavaşça çevirerek silahının ucuna taktığı an öne eğik bakışlarını bana kaldırmıştı. “İşimiz sessizce bitsin.”

“İşimiz diyerek beni hiçbir şeyine ortak edemezsin şerefsiz herif!”

Başını hafifçe omzuna yatırıp yine güldü, penceremde farklı bir yabancı varken böylesine rahat davranıyor olmasına karşın yükselen gerginliğim uçurumdan aşağı itilmiş gibi söndü birden.

“Her zaman böyle saldırgan ve hırçın mısındır?”

“Yüzünü göstermekten bile korkan eli silahlı bir adama merhamet edecek değilim herhalde.”

Fısır fısır konuştuklarımız esnasında penceremde ince bir gürültü belirdi, anlamıştım bir lazer sesiydi o. Bakışlarımı yavaşça oraya kaydırdım ve perdenin ardındaki silüeti takip ettim. Penceremi kesiyordu.

“İçeri girecek…” diye sızlanırken hangisine yetişeceğimi şaşırmıştım, bu yüzden maskeliyi uyarmam gerekti. “Sakın kıpırdama, anladın mı beni? Yanlış hiçbir hareket yapma… Birinizin canı yanacak, aklın varsa o sen olmazsın.”

Çok geçmeden penceremin bir kısmı kesildi ve geleceğini az önce öğrendiğim yabancı bir el içeri uzandı, kulpu indirip pencereyi tamamen açarken silahımı bir maskelide bir de bu sürpriz yumurtadan çıkar gibi odama dalan adamda gezdiriyordum. Yine de eğer maskeli olanın niyeti beni öldürmek olsaydı bunu yalnızken de yapabilirdi düşüncesi ağır basınca namlumu tamamen diğerine çevirdim.

Karmaşa çok gecikmedi.

İçeri bana sırtı dönük halde giren yabancı beni değil de ilk önce koltukta oturan maskeliyi görünce silahını doğrultmuş fakat o kadar da hızlı davranamamıştı. En sonunda alnına sessiz bir kurşun yapıştı, geriye doğru yalpaladı ve iri bedeniyle yere düştü, başı tam ayağımın ucunda kalmıştı.

Bayılmamak için alnımı tuttum, gözlerim acıyor ve alnımda kesif bir ağrı geziniyorken bu metanetimi korumam da iyiydi. Yine de tehlike henüz benim için bitmiş sayılmazdı. Yerde uzanan cesede yaklaşıp “Allah’ım,” diye sızlandım, gözleri açık kalmış ceset eğer uyanmasaydım benim katilim olacaktı ve bundan habersizdim.

Bakışlarım bana yaklaşan maskeli yabancıya kaydı bu sefer, koltuktan ayaklanmıştı ve o da benim gibi cesedin başında dikiliyordu. Ayağını uzatıp ölü adamın koluna değdirdi ve hafifçe ittirdi, hiçbir karşılık alamayınca “Ölmüş,” dedi. “Bak, şimdi seni kendime ortak ettim işte. Suç ortağım oldun.”

Elimi hınçla yüzüne uzatmak, o aptal maskesini söküp almak istedim teninden fakat bu hareketimi çabuk bertaraf edip bileğimi kavradı. “Böyle mi teşekkür ediyorsun sen?”

“Sana niye teşekkür edeyim?” derken fısıltım boğazımı yırtacak gibi oldu, bileğimi hızla kendime çektim. “Teşekkür edilecek bir yüzün mü var?”

“Sanki yüzünü gördüğün herkese kolaylıkla güveniyormuş gibi konuşuyorsun.”

Söylediğinin ardından ansızın duraksadım. “Bu ne demek?”

“Beni görmek için uğraşmadan önce git zaten görebildiklerinin yüzüne sor Yakut, niye bir katil bu eve elini kolunu sallayarak giriyor?”

İkimiz de nefes nefese halimizle birbirimize bakıyorduk. Havada olan kolumu indirirken “Bundan çok daha fazlasını biliyor gibisin,” diye mırıldandım, bu esnada yavaşça pencereye yaklaşmıştım. Perdenin ardından usulca dışarısını kolaçan ederken o ise “Az önce oradan bir kiralık katil girdi,” diye kısık sesiyle uyardı ardımdan. “Ölmeyi kafana koymadıysan kenara çekil.”

Dediğini yapıp pencereden uzaklaştım ancak bu gecelik uykumun sona erdiğini, artık benim için güneşin uzun bir süre doğmayacağını da biliyordum. Pencerem kesikti, odamda bir ceset vardı ve en kötüsü, hala yaşayan bir yabancıyla karşı karşıyaydım.

Maskeli bu sefer sanki bir misafirmiş ve artık evden ayrılıyormuş gibi arkasını döndü ve gitmeye koyuldu. Kapıyı açmadan evvel peşine takılıp onu yakalamak istedim. “Öylece çekip gidemezsin, bekle!”

Söylediklerimden sonra arkasına döndü, az kalsın çarpışacak olduğumuz için parkeye sağlam bir adım basıp durakladım. O ise maskeden dolayı fazla dikkat çeken gözlerini baştan aşağı üstümde gezdirdi, en sonunda ayaklarımda takılı kalmıştı. “Peşimden mi geleceksin?”

Gözlerimi şaşkınlıkla birkaç defa kırpıştırdım. “Çayıra salar gibi serbest bırakacak halim yok herhalde peşinden geleceğim, dalga mı geçiyorsun sen benimle?”

“Tamam gel.” Silah tuttuğu elini kaldırıp ayaklarımı işaret etti. “Ama böyle gelme.”

“Nasıl?”

Şaşkınca kendime baktım, üstümde çok önceden aldığım kırmızı pijamalarım vardı. Bir an karşısında böyle durduğum için utandım ama fazla önemseyecek değildim, onun suratını gizleyen maskesi pijamamdan daha büyük bir sorundu çünkü. O ise eğilip şifonyerimin kenarında bekleyen eski panduflarımı önüme fırlattı yavaşça. “Bunları giy, öyle gel.”

“Hala dalga mı geçiyorsun?”

“Az önce hayatını kurtardım, bence benim de biraz eğlenmeye hakkım var.” Kaşlarını hızlı bir hareketle kaldırıp indirirken önümdeki pandufları işaret etmişti yine. “Giy hadi.”

Öylece durup suratına baktım, o da kıpırdamadan baktı. Sanki bakışlarımızla bir savaş içindeyken gözleri yine aşağı kaymıştı. Sonra “Pijamaların,” diye mırıldandı henüz farkına varıyormuş gibi. Maskeden dolayı boğuk çıkan pürüzlü sesinde dalgın bir ton vardı.

“Ne olmuş pijamalarıma?” diye sordum, bence kesinlikle dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu.

Ancak kırmızı pijamalarıma bakmayı kestikten sonra daha farklı bir şey söylemişti. “Bu terliklerinle yakışır, kırmızı ikisi de.”

“Sen…”

“Kırmızı en sevdiğin renk mi?”

“Nefret ederim kırmızıdan!” Sözünü dinlemiş olmak için değil sadece durum onu gerektirdiği için panduflarımı hızlıca giydim, böylelikle çıplak ayaklarım yerden kesilmiş oldu. “Senin istediklerin oldu, soruların cevaplandı. Şimdi sıra bende. Bu olacakları nereden biliyordun?”

Beni duyuyor gibi değildi, açtığı kapıdan adım adım çıkarken “Gel buraya,” diye mırıldandım. “Nereye gidiyorsun?”

Bir elinde silahını apaçık sallayarak koridorda yürürken şanslıydı ki evde gece uyanan kimse olmazdı. Ama az öne odamda birisini öldürmemiş gibi rahat davranmasını da kabullenecek değildim. “Dur artık!”

Duvara yaklaşıp oradaki fotoğraflara bakmaya başladı, usul usul adımlıyor bu esnada uzun uzadıya çerçeveler arasında kalan aile fotoğraflarını inceliyordu. “Sen beni duyuyor musun?” diye kısık tutmaya çalıştığım sesimle mırıldandım, herkes derin uykusunda olsa bile birisi yakalayacak diye ödüm kopuyordu. Kaşlarımı hüzünle çatıp arkasından onu seyrettim ben de.

En sonunda merdivenlere geldik, orada daha büyük tablolar vardı. Onları incelerken uslu durmayıp silahının ucuyla dokunduğunda sallanan tabloya karşın aceleyle aşağı koşturdum. “Düşüreceksin!” diye sızlanırken aynı zamanda tabloyu sabit durması için hafifçe kavramıştım.

“Bunların hiçbirisinde sen yoksun.”

Başını saniyelik bir geri çevirmeden sonra tekrar önüne döndü, hala fütursuzca evin içinde dolaşıyordu. Tablo sabit kalınca tekrar hızla peşinden koşturmaya başladım, saçlarımın iki yana dağılması biraz daha bozuyordu sinirimi. Onları toparlayıp omzuma aldım ve o halde ilerledim arkasından. “Biraz daha sözümü dinlemezsen tabloların en güzelini senin o kafana sabitleyeceğim, göreceksin! Dur çabuk…”

Başını yatırdı, söylediklerime güldüğünü belli eden sesini az da olsa işitmiştim. Bu esnada, birkaç saat sonra kahvaltı için hizmetlilerin ineceği mutfağa daldı ve içeride dolaşmaya başladı. Hem ses yapmamak için hem de bu maskelinin sandığımdan daha fazlasını bildiğini düşündüğüm için ona ateş edemiyordum, şimdilik aksi bir harekette bulunacak gibi görünmüyordu.

Ancak birden dolaptan çıkardığı paketli sandviçi açmaya başlamasını da beklemediğim için saçlarımın dibini kavrayıp dehşetle “Ne yapıyorsun?” diye sızlandım.

“Açsın.”

“Onu nereden çıkardın?”

“Karnın guruldadı.”

“Aptal, onu ben bile duymadım!”

Paketi tamamen açtıktan sonra çıkardığı ekmeği bana uzattı kibarca. “Demek ki kulakların yeterince delik değil, hem kendinden hem etrafından bihabersin.” Sandviçi almadığım için ısrarla sallamıştı. “Ne halde olduğunu da göremiyorsun pek.”

Acır gibi söylemişti bunları, gitgide ıssızlaşan sesine karşın yenik düşüp sandviçi kavradım ama yemedim. “Ne haldeymişim ben?”

“Niye bu evde duruyorsun?”

Çaresizlik içinde yutkundum, bakışlarım bir cevap arar gibi aşağı eğildi. Çünkü gidebilecek başka bir yer bilmiyordum ve ayrıca amirim beni güvende tutmak için buraya yollamıştı, çekip gidersem hem onun sözünü çiğnemiş olacaktım hem de uyumsuz olduğumu iddia eden ailemin eline bir koz daha geçecekti. “Sana ne,” diye mırıldandıktan sonra her ihtimale karşın silahımı sıkıca tutmaya devam etmiştim. “Sen kimsin ki hayatım hakkında bilgi vereyim sana?”

“Hayatın hakkında daha senden daha çok şey bildiğimi,” derken başını omzuna doğru yatırmıştı, yaptığı şeyle ağrılar giren başımı ovalayıp sersemleyen bedenimi dik tutmaya çalıştım. “…az önce kendi gözlerine gördün, görmeni istedim çünkü.”

“Sana kimsin diye sordum!”

“Peki, artık tanışalım o zaman.” Ada tezgâhın arkasından çıktı ve karşıma geçti. Tokalaşmak için sağ elini uzattığında parmakları arasında, az önce odamdaki katili öldürmesine yarayan silahı duruyordu. Hatasını fark etmiş gibi “Pardon…” diye mırıldandı ve sonra tabancayı diğer eline aldı. Artık daha düzgün bir şey yapıyormuş gibi tekrar tokalaşmak için uzandığında “Sarraf,” demişti yalnızca.

Bu ne demekti şimdi? En başta ‘aradığım türden Yakut’ derken isminin de bu sözüne eşlik eder gibi Sarraf çıkacağını düşünmemiştim, büyük ihtimalle uyduruyordu şu an.

“Hadi ya?” Tek kaşımı usulca havaya kaldırdım, antredeki gece lambasının mutfağı aydınlatmaya yetmediği ışığından dolayı sadece gözaltlarının yorgunluğu çıkmıştı ortaya. Ben de zaten onu incelemeyecek kadar bitkin hissediyordum kendimi. “Gerçek bir ismin yok mu?”

“Bu sana yeterli gelmedi mi?”

Sandviçi tezgâha bırakıp hala tokalaşmak için uzattığı elini önümden ittim. “Gelmedi, bir de yüzünü görelim bakalım tanıyacak mıyım?”

Maskesine uzanmak istedim ama yine engel oldu, hatta bedenimi kendine çekip hızlıca kulağıma doğru eğildiğinde gardımı toparlayıp silahımı hınçla karnına bastırdım. Bu onun için bir sorun teşkil etmiyormuş gibi kendi tabancasını hiç kullanmadı ve hatta kulağımın dibinde sessizce beklemeye devam etti.

Konuşsa diyemiyordum çünkü konuşunca da anlaşamayacaktık. Ancak birden “Uzaklaş buradan,” dediğinde karnına bastırdığım silahımı tutan elimde bir titreme belirdi. “Burada seni kimse korumuyor görmüyor musun?”

Söylediği şeyle beraber başım öne eğildi, bildiğim şeyler vardı elbet… Ama hiçbirisi, beni asıl gerçeğe ulaştırmıyordu. Uygar niye peşimde bambaşka bir katil varken benimle uğraşmak istiyor, neden yıllar sonra kendisini bu şekilde nahoş yollarla hatırlatıyor, niye korunaklı olduğunu düşündüğüm evime bir gecede iki kişi sızabiliyor; hiçbirisi kesin cevaplara sahip değildi.

Hatta öyle kuşanmıştı ki etrafım, ben bile kendimi koruyamıyordum. “Sen neden korudun peki?” diye incecik bir sesle sordum. Yabancı bir şefkat sarılmıştı boynuma ve ben yine aptallık ederim de hiç tanımadığım bu adama inanma gafletine kapılırım sandım fakat sonra içimden bir ses dur diye seslendi.

“Bu sorunun senin için bir cevabı yok.”

Hızlıca kaşlarım çatıldı, silahın namlusunu ondan uzaklaştırmadan geriye gittim. “Açık konuşacağım, artık belirsizliğe tahammülüm kalmadı anladın mı?” Biraz daha zorlarsam lütfen bana biraz acı diye yalvaracaktım adama, öyle güçsüz çıkmıştı sesim. “Teşekkür ederim kurtardın hayatımı… Ama ikimiz de öyle kayda değer bir şey kazanmış sayılmayız.”

“Bu ne demek şimdi?”

Başımı imayla yana yatırdım. “Bu sorunun senin için bir cevabı yok maalesef.” Söyleyeceklerimi toparlama ihtiyacıyla bir süre bekledim. “Şimdi… Bu işi biraz ciddiyete bindirelim, evden dışarı tek bir adım dahi atmayacaksın.”

“Sebep?”

Söylediklerimi dikkate alır gibi konuşmamıştı, sesi biraz alaycı ulaşmıştı kulağıma. Telefonumu yukarıda unuttuğum aklıma gelince alt dudağımı dişledim, şimdi bu adamı nasıl oyalayacaktım? O gitmeden Belçin’i aramam gerekiyordu, artık gelip üstüme bıraktıkları bu patlaması muhtemel bombayı almalarını istiyordum, ben baş edemiyordum bir türlü… Belki beni güçsüz görecekti ama umurumda değildi, en azından yapamadığım zaman yapamadığımı söyleyebilecek kadar aklım başımdaydı.

“Birisinin özel mülküne izinsizce girip, kiralık katil bilse olsa başkasının canına kıymanı ödüllendirecek değilim herhalde?”

Silaha rağmen yine pervasızca yanımdan geçmeye kalkıştı, hiç korkusu yok muydu bu adamın? Yüzümü koyu bir dehşet kapladığında “Dur, yoksa vurmak zorunda kalacağım!” diye elimden geldiğince sessiz tuttuğum sesiyle uyardım onu.

İlerledi ve evimizin koca dış kapısına geldi, kulpu indirip dışarı çıkmaya koyulduğunda hızlıca arkasından gittim ama çoktan bahçeye yönelmişti. Aptal… Korumalar görebilirdi, bir tek ben yaşamıyordum ki bu evde! Ancak kimse onu fark etmedi, bana bu evden uzaklaşmama dair söyledikleri aklımı kurcalarken hiçbir korumanın, yaşadıklarımın farkında olmamasına karşın kafam biraz daha karışmıştı.

“Allah’ım, çok mu şey istiyorum? Sadece biraz sabır ve huzur ya biraz!” Onun gözünü korkutmaya yetmeyen silahı indirip evin merdivenlerinden birkaç adım indim, bu esnada Sarraf da geriye dönüp maskeli yüzünü bana çevirdi. “Dursana be adam!”

Yüksek çıkan sesimden sonra elimi hemen dudaklarıma örttüm, bu halim Sarraf’ı biraz yavaşlatmıştı. “Dinliyorum Yakut.”

İsmim mırıltısında farklı bir can kazandı sanki, boğazım tarifsiz bir hisle düğümlendiğinde omuzlarımı güçsüzce düşürdüm. Gecenin rüzgârı saçlarımı savuruyor, bahçenin ortasındaki süz havuzunun suyu devir daim ettiğini belirten ince gürültüsü nefes seslerimize karışıyordu. “Kimsin…” diye gitgide azalan bir sesle sordum. “Niye bu evde kalmamalıyım? Lütfen bir şey söyle.”

Gözlerimi kapatıp tam o an yok olmayı diledim hayattan. Bu kaçıncı dileğimdi unutmuştum, hani kırk kere söyleyince gerçek oluyordu bazı şeyler?

“Niye kurtardın beni?” diye bir daha dayanamayarak sordum. “Herkesin derdi beni öldürmekken sen niye yaşatmak istedin?”

Tuttuğu silahını, sanki can güvenliğimiz önemli değilmiş elinde bir tur çevirdi sonra kaldırıp tabancayı seyretti. En sonunda bakışları bana kalktığında “Bu alemde Sarraf’ın işi değerli taşlarla,” diye sebep sundu bana. “Yakut’la.”

Keyifsiz halime çaresiz bir gülüş karıştı, uzun zaman sonra mutsuz da olsam güldüm. “Sarraf mısın kuyumcu musun neysen artık.” Gülüşüm esnasında ağlamamak için alt dudağımı dişledim. “Komik birisine benziyorsun ama benim gerçekten hiç gülesim yok, biraz daha ciddi davranamaz mısın?”

Kollarını arkasında bağlayıp ağırlığını bir bacağına verdi, hala bahçemizin ortasındaydı ve hala evde kırmızı alarmlar çalmaya başlamamıştı. Bu esnada Sarraf’ın “Sana söyleyebileceğim bu kadar,” dediğini işittim, pürüzlü sesinde çaresiz bir tını vardı ve anlaşılıyordu. “Edebileceğim yardım bu. Bu kadarına gücüm yetiyor.”

“Tamam ama,” derken boğazıma takılan şeyden dolayı sözlerim yarıda kesildi ve yutkundum. “Öylece çekip gitmene nasıl müsaade edebilirim şimdi?”

“Kalmamın da bir faydası olmayacak.” Bir yabancıya göre fazla umutsuz sözlerinden sonra arkasını dönmeye koyuldu, son şansımı kaybediyor gibi hissediyordum bu yüzden arkasından adımlamaya koyuldum. “Bekle,” diye kısık sesimle seslenirken çaresiz bir çırpınış sergiledim Sarraf’a. “Bekle, aklımı yerinden oynatacağım artık ne olur bekle!”

Durdu.

Ama arkasını dönmedi, artık maskenin açıkta bıraktığı gözlerini de göremiyordum. “Sen kendini tek mi sanıyorsun? Senden başkaları da var karşımda, senden başkalarıyla da mücadele ediyorum ben! Yine de aralarında bana yardımı dokunan tek kişi sensin!” Göğsümü derince şişirip nefeslendim, orman kokusunun ulaştığı bu geniş bahçede daralmıştım birden. “Bu yüzden amacını bilmek zorundayım!”

Tekrar bana çevirdi yüzünü bedeniyle beraber. “Başkaları?” diye sorarken epey sert çıkmıştı sesi, demek can güvenliğim konusunda fazla özenliydi.

“Tabi ki de başkaları… Hadi ben seni tanımıyorum da sen benim kim olduğumu biliyor olmalısın.”

Başını bir kez öne eğip kaldırdı Sarraf. “Yakut,” dedikten sonra soyadımı da eklemişti. “Yalınkılıç.”

Bunu zorlanarak söylemesine karşın kaşlarım çatılırken “Öyle,” dedim. “Başımın belada olduğunun da farkındasın, başkaları olmayacak mıydı yani? Emin ol sandığından daha fazla tehlikedeyim ve beni kurtarmaya gücü yetenin nasıl sadece sen olabileceğini sorguluyorum.”

Yarım eldivenli ellerinde sıkı bir yumruk belirdi, gözlerimle tepkilerini kontrol ettim, sadece yeri seyrediyordu ve sonra karanlığa karışan bakışları beni buldu. “Bence sen yarına kadar halini biraz daha düşün, konuşman gereken kişilerle konuş.”

Konuşman gereken derken kelimelere epey bastırmıştı. Evet, Belçin’le acilen konuşmam gerekiyordu. Yine de Sarraf’a kulak kesilmeye devam ettim. “Sonra da beni bul.”

“Oradan bakınca ayağına gelecek kadar aptala mı benziyorum?”

Birkaç adım geri gitti, sanırım artık ayrılma vakti gelmişti. “Keşke buradan bakınca nasıl göründüğünü anlatabileceğim bir yol olsaydı.”

“Konuş işte, kelimelerin mi bitti?”

“Benimle sohbet etmeyi bu kadar çok mu istiyorsun?”

“Öyle bir şey mi söyledim ben?” diye hızla çıkıştım, nereden çevirmişti lafı oraya?

Yine rüzgârın uğultusuna eşlik etti ufak gülüşü, tehlikeli bir tavra sahip değildi aksine onunla sakinleşiyor gibiydim. “Benimle konuşmayı çok isteyeceğini biliyorum.”

“Tamam, peki eğer çok istersem nasıl bulacağım seni?”

“Ne iş yaptığımı biliyorsun,” dediği an sözlerini kesip “Ne iş yapıyorsun?” diye sordum.

Hafifçe omuz silkti ve “Değerli taşlar Yakut,” dedi kısa bir açıklamayla. Çok az bilgi vermesi kendini korumak istediğinden kaynaklanıyordu farkındaydım, zaten söylediği bana yetmişti. Onun mücevherat işinin daha illegal tarafında olduğunu anlamıştım. Adının Sarraf olması da o kadar anlamsız görünmedi gözüme.

“Peki.”

Kabullenişimin ardından tekrar geri geri gitmeye koyuldu, peşinden ilerlemek istesem de durdum ne de olsa Muharrem kulübesindeydi, ona yakalanacaktı. Tamamen uzaklaşmadan son sözlerini söyledi bana. “Hoşça kal Yakut.”

Arkasını döndüğünde birkaç adımla peşinden ilerlemek istesem de durdum. Ne de olsa Muharrem kulübesindeydi, ona yakalanacaktı. Gidişini izledim, gerçekten de gecenin bir vakti odama girip peşimdeki katili öldürdükten sonra bir de rahatça buradan ayrılmaya koyuluyordu.

Otomatik bahçe kapısının yanındaki demir kapıyı tuttu ve kendine çekti, Muharrem’den bir tepki bekledim ama her şeye rağmen Sarraf bir misafirlikten ayrılır gibi rahatça çıktı evden.

Hızlıca oraya koşturdum, kulübeye dayandığımda Muharrem’i masasına yaslanmış halde bulmuştum. Kapıyı açıp içeri girdim, bunca gürültüye bile başını kaldırmayınca her yanımı derin bir endişe sarmıştı. Kolunu uzun uzun dürttüm. “Muharrem, uyan!”

Bir türlü uyanmadı, daha sert sarsmaya başladım. “Uyansana Muharrem!”

Fazla geçmeden kaşları çatıldı ve yüzü buruştu. Sanki uykudan uyanıyor gibi değildi, zaten yattığı pozisyon da hiç rahat görünmemişti gözüme. Elini direkt boynuna atıp ovalamaya başladı. Onu hiç görmediğim kadar sersem davranıyordu, tamam zaten bazen sersemdi ama işine de önem verirdi. “Off! Ahh! Boynum…”

“İyi misin?”

Uzandığı masadan doğrulduğunda boynunu ovalamaya devam etti, canı yanıyor gibiydi. O zaman zaten ya Sarraf’ın ya da diğer yabancının Muharrem’i bayılttığını anlamak zor olmadı benim için. “Yakut Hanım…” Gözlerini açabildiği kadar açıp bana baktı. “Sizin ne işiniz var burada? Bir sorun mu var?”

Canı yanarken bu önemli değilmiş gibi beni soruyordu bir de. Yerinden kalkacağı an omzundan tutup onu engelledim. “Bir sorun yok, asıl sen iyi misin?”

“Biraz ağrı var boynumda, galiba yanlış pozisyonda uyuyakaldım.”

Ne olduğundan habersizdi ve kendince böyle yorumluyordu olanları. Başımı çaresizce iki yana salladım. “Biraz dikkat et Muharrem.”

“Ederim normalde, biliyorsunuz.”

Bu sohbet üzerine vakit kaybetmek istemiyordum, bu yüzden “Tamam tamam,” diye aceleyle mırıldandım. “Sen şu kamera kayıtlarını bana açabilir misin acaba?”

Güvenliklerle korunduğuna inandığım evime ve odama tam bir hafta içinde üç yabancı kişi gelmişti ve bir şeyler öğrenmem lazımdı. Boştaki diğer sandalyeyi çekip oturdum, üstümdeki pijamalarla gecenin bir vakti kamera kayıtlarını sormam Muharrem’e garip görünmüş olmalı ki kaşlarını kaldırdı ve şaşkınca bana baktı. “Yahut Hanım, bu saatte ne yapacaksınız kamera kayıtlarını?”

“Öyle benim hobimdir bu,” derken bozuntuya vermedim. “Sorun olur mu senin için?”

Kinayeye vurduğum sözlerime ilk başta kaşlarını çattı ve yüzünü kastı, sonrasında beni idare eder gibi “Yok, aslında hoş görünüyor,” diye içine kaçan bir sesle mırıldanmıştı. “Ben de size eşlik edeyim hatta.”

“Lütfen.”

Gözlerimi devirip önüme döndüm, dirseğimi masaya verip Muharrem’im sabırsızca görüntüleri açmasını beklerken dudağımı dişlemekten en sonunda kanatmıştım.

Muharrem klavyede birkaç tuşa bastıktan sonra “Allah Allah,” diye hayretle konuştu. “Açılmadı, niye ki?”

Parmaklarımı gergince kütleterek sandalyede geriye yaslandım, bu esnada o hala kendi kendine sızlanıyordu. “Bir aksilik var, kesin benden dolayı oldu. Kesin, kesin ben uyurken bir şey olduğu için soruyorsunuz görüntüleri! Allah kahretsin ya! Uyumamam lazımdı, Allah benim belamı versin!”

“Sakin ol, seninle ilgili bir şey değil.”

“Benimle ilgili işte, işimi daha düzgün yapmalıydım Yakut Hanım!”

Gelen giden kimse Muharrem’i bayıltmayı unutmadığı gibi bunu da halledecekti tabi. Yavaşça sandalyeden kalktım. “Dert etme Muharrem, sen yeterince yardımcı oldun.”

“Mahvedecekler beni…” Ellerinin ayasını alnına yaslayıp öne eğildi, sonrasında dehşet içinde bana dönmüştü. “İçeride ters bir şey olmadı değil mi?”

Evin içinde bir cesedin beklediğini ona söyleyemedim çünkü gerçekten endişelenmiş görünüyordu. Omzuna birkaç defa vurup sakinleştirmeye çalıştım. “Hiçbir terslik yok, sen dön işine.”

“Ben…”

Yumuşak panduflarımı sert zemine basarak kulübeden ayrıldım, sonra da aceleyle odama döndüm.

Lazerle kesilmiş perdeden içeri giren hava perdemi usul usul dalgalandırıyordu. Yerde de hala cansız bir beden yatıyordu. Yatağımdaki telefonu alıp Belçin’i aramaya koyuldum, bu sefer aramızda sert bir tartışma geçecek gibiydi.

Bir süre sonra ciddi sesi ulaştı kulağıma, uykudan uyanmasına rağmen mi böyleydi yoksa zaten uyanık mıydı hiç anlayamadım. “Efendim Yakut?”

“Belçin.” Cansız bedene yaklaşıp yanına eğildim, açık duran mavi gözleri gitgide ürkütücü bir hal alıyordu, alnından vurulmasından dolayı burnuna doğru süzülen kan, cesedi sanki bir ayine kurban gitmiş gibi gösterirken yüzümü buruşturup geri çekildim. Tek pişmanlığım onun canını almamamdı çünkü Sarraf işime karışmıştı. Üstelik beni koruması gereken istihbarat bile buna yetişemezken onun her şeyi öğrenip beni korumaya gelmesi daha da düğüm atıyordu düşüncelerime. “Buraya gelsen iyi olur.”

“Bir şey mi oldu yoksa?”

“Olmamasını bekleyemiyorum artık.” Kalçamı yere koyup parkeye oturdum, iki yana açtığım ayaklarımdaki panduflara bakarken gülesim gelmişti. Onları giymem için Sarraf ısrar etmişti çünkü… Ama yine de gülemedim. “Neden biliyor musun? Çünkü sen Mürsel beni öldürmesin diye bu eve gönderdiğin halde evime birisi daha geldi.”

Sarraf’ı kendime sakladım bu kararımdan pişman olmamak için dualar ederken.

“Kim geldi?” diye titrek bir sesle sordu Belçin, telefona karışan soluklarından onun da endişelendiği belli oluyordu.

“Bir kiralık katil. Beni öldürmek için geldi, belli ki Mürsel’in işi.” Dizlerime yaslanıp umutsuzca mırıldandım. “Ama hiç gelmemesi gerekirdi. Değil benim odama, bahçeye bile adım atamamalıydı Belçin.”

“Sen iyi misin peki?” dedi korkarak.

“İyiyim… Hallettim.”

“Tamam, biz hemen geleceğiz bekle.”

“Bekliyorum.”

Arama bittikten birkaç saat sonra evdekiler uyanmaya başlamıştı, hizmetliler oradan oraya koşturarak kahvaltı masası hazırlamaya koyulurken ben de ortalıkta dolanıyordum çünkü Belçinler gelecekti. Ayrıca daha dinç görünebilmek için acilen bir kahve içmem lazımdı.

Mutfağa geçip etrafa bakındım, o sırada hizmetlilerden Berfin yavaşça yanıma yaklaştı. Kahverengi, düz saçlarını arkadan sıkıca toplamıştı ve merakla bana bakıyordu. “Yakut Hanım, bir şey mi arıyorsunuz?”

“Kahve yapacaktım kendime.” Tam o esnada esnemem geldiği için hızlıca dudaklarımı örttüm. “Aslında yardımcı olursan iyi olur, nerede bu kahveler?”

“Çok yorgun görünüyorsunuz? Gece hiç uyumadınız mı?”

Bakışlarım yavaşça Berfin’e döndü, o kadar belli olduğunu bilmiyordum. Dudaklarımı içe doğru yuvarlayıp sessizce bekledikten sonra “Yarım yamalak,” diye geçiştirdim onu. “Neyse, neredeydi kahve?”

“İsterseniz siz odanıza çıkın, ben size getiririm.”

“Yok zahmet etme hiç.” Tam o sırada gözlerim, mutfağın önünden geçip de içeri bakmayan Mete’ye değdi, demek ki herkes uyanmaya başlamıştı. Odama uğrama ihtimalleri olmasa da yine de işimi şansa bırakmak istemedim, kimsenin odamdaki cesetle karşılaşmasını istemiyordum. Fikrimi çabuk değiştirmem göze batacak olsa da bu sefer başka şekilde karşılık verdim Berfin’e. “Ya da tamam, sen yap kahveyi ama buraya bırak, yukarı getirme.”

Bana bakmadan başını aşağı yukarı sallayan Berfin’den sonra hızlıca odama geçtim. Ceset hala olduğu yerdeydi, perdem geceden beri rüzgarla dalgalanıp duruyordu. Bir süre durup ona baktım, sonra sıkıntıyla nefeslendim.

Kapıyı ardımdan örttükten sonra yatağımın üstündeki ufak örtüyü cesedin üstüne örttüm, rüzgâr havalandırıyordu ama yine de bir süre idare eder gibi duruyordu. Hemen ardından dolaba yerleştirdiğim kıyafetlerimden çıkardım, artık üzerimi değiştirmem gerekliydi.

Normalde odamda giyiniyordum ama ölü bir adam dahi olsa bir adamın karşısında soyunmak istemediğim için banyoya geçtim, üstümü değiştirdikten sonra aynada yüzüme bakınıp bitkinliğimi ölçtüm. Berfin’in fark edeceği kadar vardı suratım, derbeder görünüyordum.

Gece ağlayarak uykuya dalmamdan dolayı gözlerim şişmişti, uyunmamış uykudan dolayı da beyazlarım kanlıydı. Siyah dalgaları saçlarım tüm gece koşturmaktan epey dağınık duruyorlardı, onları banyodaki tarağımla tarayıp düzene soktum. Sonrasında tekrar odama geçmek için kapıyı araladım fakat ben daha çıkamadan büyük bir gürültü duyuldu içeride.

Aceleyle odama geçtim. Berfin elindeki tepsiyi düşürmüş, ağzı son derece açık şekilde yerdeki ölüye bakıyordu, rüzgârdan dolayı ölünün üstü açılmıştı yine. Sonra Berfin’in gözleri daha da irileşti ve koca bir çığlık attı. Ona kahveyi aşağıda bırakmasını söylediğim halde odama gelmesi sinirlerimi bozarken hemen yanına yaklaştım. “Berfin sakin ol!”

Kolunu tutsam da mavi gözleri bize dönen ölüden dolayı Berfin’i sakinleştirmek hiç mümkün olmadı. Hala çığlık atmaya devam ediyordu. “Berfin sus lütfen, sakin ol! Herkesi başımıza mı toplayacaksın?”

Belçin gelmeden ortalık karışmamalıydı, telaş içinde ne yapacağımı bilemeyip onu odamdan çıkarmak istedim ama bu gürültüye karşın kapımın önü dolmuştu bile. Abim en önde durmuş içeriyi kontrol ediyordu. “Ne oluyor burada?”

“Bir şey yok!”

Benim Berfin’i zapt etmekte zorlandığımı gördüğünde yanımıza geldi ve onu hafifçe kolundan tuttu. “Ağlama, tamam… Bakma o tarafa.”

Bir dehşet yaşayan Berfin’i sakinleştirmeye çalışırken cesedi seyreden abimin bakışları bana da uğradı. Kaşlarıyla işaret edip “Bu ne?” diye sormuştu sessizce oynattığı dudaklarıyla.

Başım ağrıyordu, kahvem yere dökülmüştü ve herkes bize bakıyordu. “Bir şey yok, ölü işte korkmayın.”

Merakla içeri girmeye çalışan yengemi gördüğümde hızlıca oraya koşturdum. “Nereye giriyorsun? Adım bile atma yenge, sakın!”

“Ay bu ne Allah aşkına? Bu gözler daha neler görecek böyle?” Ağlamaklı bir ifadesi vardı. Ellerini yüzüne sürerken “Allah cezanı versin Yakut,” dedi bana. “İçim kalktı ya!”

“Tamam bakma o tarafa!”

Hala inatla odamın ortasındaki cesedi seyrediyordu. “Hasbinallah!” diye sızlandıktan sonra en sonunda yengemin kolunu sıktım. “Yenge niye bakıp duruyorsun?”

Birkaç defa öğürdükten sonra geri çekildi neyse ki. “Mete oğlum tut beni kusacağım.”

“Anne üstüme kusma ne olur…”

Bu öğürtü seslerine karşın kollarımı önümde bağlayıp sırtımı pervaza yasladım ve içeri bakmak isteyenleri biraz da olsa engellemeye çalıştım, aslında abimle Berfin’in de çıkması gerekiyordu ama babam “Kızım sen iyi misin yavrum?” diye arkadan uzanınca onlara bir şey diyememiştim, yalnızca babamın endişeli gözlerine bakıyordum.

Bana kalmadan amcam konuştu hemen. “Kızın iyi Turgut! Kızın o kadar iyi ki neredeyse bizim canımıza kastedecek!”

“Ben bir şey yapmadım…” dedim kendimi savunma çabasıyla.

“Birisini öldürmüşsün, daha ne?”

Ben yapmamıştım, Sarraf yapmıştı ama bir gece içinde iki yabancının onlara ağır geleceğini bilerek yalnızca sustum. “Tamam artık gidin, burada beklemenizin gereği yok,” diye mırın kırın konuştuktan sonra geriye dönüp abime çıkması için kaşlarımla işaret verdim.

İkisi de odadan ayrıldığında kapımın önü hala doluydu, iki kolumu açıp pervazı tuttum. “Biliyorum biraz kötü görünüyor ama az sonra hallolacak her şey.”

Amcam yine “Ne kadar normal bir şey gibi söylüyorsun bunu!” diye bağırdı, gözlerinde şaşkın bir korku ifadesi vardı. Hiçbir şeyin beni tehdit ettiği kadar masum olmadığının farkına varmıştı sanırım. “Delirteceksin sen bizi, gerçekten delirteceksin…”

“Sakin ol amca,” derken elimle arka tarafı işaret ettim, gözleri tereddütle oraya kaydı. “Bak ölüye ayıp ediyorsun.”

“Ne diyorsun sen be?”

“Farkındaysan odamda bir cenaze var.”

Güçlükle yutkunduğu an boğazındaki hareketliliği kolaylıkla fark etmiştim, elini göğsüne koyup orayı hafifçe ovaladı. “Nefes al amca,” diye onu çabucak uyardım. “Cenaze sen değilsin.”

Yüzünü buruşturdu ve bir adım geri çekildi, bu esnada babama çarpmıştı. “Yürü Turgut, yürü. Senin kızın aklını kaybetmiş belli.”

“Abi sen ne diyorsun?” diye korkuyla mırıldanan babamı duyunca yanaklarımın içini ısırmaya başlamıştım, fazla ilerlemeden bana baktı ve “Yakut?” diye sordu. Onun daha fazla burada kalmasını istemediğim için sessizliği üstlendim ve uzaklaşmalarını seyrettim. Bakışlarım en sonunda hala kapımın önünde bekleyen anneme ve Umay’a döndü, ikisi de sessizdi. “Siz de beklemeyin,” dedikten sonra içeri girmeye koyuldum, bu esnada Umay’ın seslenişini duymuştum. “Yakut sen iyi misin gerçekten? Bak gerçekten soruyorum? Bu… Bu sana bir şey yaptı mı?”

“Hayır, yapmadı.”

“Çok ürkütücü duruyor,” diyen annemdi, başımı geriye çevirip ona baktım. Merak içinde beni ve cesedi seyrederken aramıza çektiği duvarın ardına gizlenmiş ufak bir merhamet gördüm annemde ama o apaçık göstermediği müddet beni sevsin diye kendimi acındıracak değildim, bu yüzden “Bir şey olmaz, üstünü düzgünce örteceğim şimdi,” diyerek önüme döndüm.

Hala cam gibi parlayan mavi gözleri açıktaydı. “Nasıl bu kadar soğukkanlı kalabiliyorsun?”

Umay’ın sorusundan sonra kısa bir iç çektim. “Alıştım bir şekilde.”

Örtüyü tekrar adamın üstüne örttükten sonra geri çekildim, o sırada dedemin bastonunun sesi geldi. “Neler oluyor?” diye sormuştu telaşlı bir merakla. “Aşağıda kıyamet kopuyor ya.”

Fark etmesin diye cesedin önüne gerinip ellerimi belime koydum. “Bir şey yok, amcamın mızmızlanmaları işte,” dedim mırın kırın, bu esnada kapıda bekleyen Umay bu sözlerime hafifçe tebessüm etmişti, söylediğime alınmış gibi durmuyordu. Hatta “Evet dedecim, babamın aksilikleri işte,” diyerek bana destek oldu.

“Kutan ne yaptı da evi bastılar, ben anlamadım.”

Kaşlarım hayretle çatıldı. “Ne demek evi bastılar?”

“Birileri içeri girmeye çalışıyordu ama Kutan müsaade etmedi, olay yeri inceleme falan diye duydum-”

Belçin gelmişti! Ellerimi saçlarıma daldırıp sıkıca kavradım. “Amca ya…”

Koşarak merdivenleri inerken gürültü çabuk ulaşmıştı kulağıma. “Evimize habersizce giremezsiniz!” diyordu amcam. “Kim olduğunuzu bile bilmiyorum!”

“Beyefendi, içeride bir ceset bulunuyor!” diyen Fatih’ti, demek o da gelmişti.

Yanlarına varıp amcamı kolundan geri çektim. “Amca ne yapıyorsun sen?” Utanç içindeydim çünkü amcam hem istihbarata hem de kolluk kuvvetlerine kafa tutuyordu, beni rezil etmek için her şeyi yapardı gerçekten. “Benim haberim vardı geleceklerinden.”

Amcam en azından biraz kenara kaydığında olay yeri inceleme ve diğer görevliler buldukları açıktan içeri girerken en önde duran Belçin “Şükür,” diye mırıldanıp yanıma geldi. Direkt kollarıma atılmıştı. “Ah Yakut, ne kadar endişelendim biliyor musun?” Geri çekildi ve şefkatle yanaklarımı sardı, onun platin renkli küt saçlarına bakarken tedirgin halde tebessüm ettim. “Merak etme, iyiyim.”

Burada konuşamazdık, Belçin’den biraz uzaklaştıktan sonra “Misafir odasına geçelim,” dedim hızlı bir kararla, bakışlarım tekrar amcama değdi. “Haberin olsun, içerideyiz.”

Fatih’i de alıp bu konuyu konuşmak üzere onları misafir odamıza götürdüm, kapıyı sıkıca örttükten sonra ellerimi pantolonumun arka ceplerine sokarak yanlarına ilerlemiştim. Fatih de kolumu tutup beklenmedik bir anda beni kendisine çekti ve elini saçlarımın üstünden enseme bastırdı. Bu tavrıyla gerilirken “Şükürler olsun iyisin,” mırıltısını işittim.

“Sağ ol.” Yavaşça uzaklaştım ondan, bakışlarım ikisinde gezindi ağır ağır. “Ama benim de konuşmak istediğim bu zaten.”

Eğer gece o maskeli yabancı, yani Sarraf bana yardım etmeseydi şimdi sonsuz uykumu uyuyor olacaktım. Boğazımı sıkıntıyla ovalarken bir elimi de belime koydum, bana gerçekleri söyleyebileceğinden bahsetmişti ama güvenmek ne kadar akıl işi henüz emin değildim. “Belçin neden başıma geliyor bunlar?”

Pudra rengi ceketinin kollarını düzeltti ve odanın içinde volta atmaya başladı. “Gerçekten hiçbir şeye yetişmek mümkün değil Yakut, elimiz kolumuz öyle bağlandı ki.”

“Ama buraya zaten korunaklı olmak için gelmiştim, buna rağmen bir hafta içinde başım beladan kurtulmadı.” Ellerimi sertçe yüzüme çarptım, Fatih yaklaşıp bu hareketime engel olmak istedi. “Yapma şunu.”

“Hiçbir şey bu kadar basit olamaz! Olmamalı!” Beni durdurmaya çalışan Fatih’in koluna tutunup Belçin’e yaklaşmaya çalıştım. “Konuştuklarımızı unuttun mu? Şehlevent’ten sonra yurt dışına operasyon düzenleyip Mürsel’in ipini kesecektik, ondan da kurtulacaktık! Hatta istihbarat bize tam teminat vermişti bu konuda… Ama daha büyük patrona ulaşamadan sırf oğlunun organize çetesini çökerttiğim için başıma gelenlere bak! Bu kadar gülünç duruma düşebilir miydim gerçekten?”

“Gülünç durumda falan değilsin Yakut!”

“Değil miyim? Bir korkak gibi bu eve sığınıp her gün acaba kim gelip benimle uğraşacak diye bekliyorum resmen!”

“Bu korkaklık değil, temkinli davranmak! Görev ahlakı bunu gerektirir, en iyi sen biliyorsun!”

“Biliyorum…” İçime kaçan mırıltıdan sonra Fatih daha fazla bana dokunmasın diye geri çekildim. “Ama yetmiyor.”

Bizim bilemediğimizi bir yabancı nasıl bilebiliyor?

Fazla düşünmek acılı bir ölümdü, bu ölümü yaşıyor ve içten içe çürüyüşüme bir dur diyemiyordum. Burnumu çekip nefeslendikten sonra “Ne yapacağımı bilmiyorum,” diye mırıldandım. “Gelen gidenden haberimiz bile yok, erken fark edip tedbirimi almasam şimdiye bir ölüydüm.”

Belçin kolumu sıkıp “Şşt,” diyerek teselli vermeye çalıştı. “Öyle söyleme, kimse sana bir şey yapamaz.”

Evet, bir zamanlar ben de öyle düşünüyordum ta ki vazgeçene kadar. “Nereye kadar sabredeceğim peki?” Üstelik daha açıklayamadığım bir kişi daha vardı, bu işleri daha da çıkılmaz hale getiriyordu. “Burada başıma silah dayanmadığı zaman güvenle yaşadığımı mı düşünüyorsunuz? Çünkü beni asıl içimdeki bu şüphe öldürecek.”

“Tamam!” Fatih kollarımı tutup bir elini yanağıma sürdü. “Tamam… Sakin ol, bir fikrim var.”

“Ne?”

Saçlarımı geriye doğru okşamaya koyulunca kendimi savunmasız hissetmiştim, onlar saçlarımı en çok Uygar’ın sevdiğini bilirdi ve bu gerçekten hiç hoş değildi. Üstüne bir de “Benimle gel,” deyince daha da tatsızlaştı durum.

“Saçmalıyorsun,” derken keyifsiz bir gülüşle geri çekildim.

Belçin de kızgın bir ifadeyle Fatih’i geri çekmeye koyuldu. “Kesinlikle saçmalıyorsun Fatih, bunun ikinizi birden tehlikeye atmaktan başka ne faydası var? Ağzından çıkanı kulağın duysun biraz!”

Fatih göğsünü şişirerek nefeslendi, mavi gözleri sıklıkla üstümde dolanırken “Ben korurum seni,” dedi engel olamadığı bir istekle.

“Fatih!”

Kollarımı önümde bağlayıp ayağımın ucunu gerginlikle yere sürtmeye başladım, buna cevap bile veremezdim. Bana tatmin edici hiçbir şey sağlamadıkları müddet artık bir çocuk gibi sözlerini dinlemeyecektim.

“Ne? Bir çare üretmeye çalışıyorum!”

“Çareyi aklınla üretiyor gibi değilsin pek.” Belçin’in imalı sözlerinden sonra başımı kaldırıp ikisine baktım, gözleriyle anlaşıyor gibi uzun uzun birbirlerini seyrettikten sonra Belçin kısaca nefeslenip bana döndü. “Tamam, ben tüm bunları not ettim Yakut. Bu katil meselesini de teşkilatta ivedilikle konuşacağız ve halledeceğiz.”

“Ben ne yapacağım?”

“Dersin yok mu? Derslerine katıl.”

“Onu sormuyorum, genel olarak ne yapacağım?” Halimi görüyordu, yorulduğumun farkındaydı ama bir çare üretemiyordu. Bu yüzden yüzünü buruşturup gözlerini kapattı. Üstüne gitmekle ben de bir çözüm yoluna ulaşamayacaktım bu yüzden kendimi geri çekip “Tamam,” diye mırıldandım. “Bir şey demedim, bakarım başımın çaresine.”

“Yakut, elimden gelen bir şey olsa…”

Gözlerimi yavaş yavaş kırptım, benim yüzümden herkes zor duruma düşüyordu. Bunun farkındalığıyla boğazıma bir yumru oturunca nefes almak güç hale gelmeye başlamıştı. Kendimi tebessüm etmeye zorladım. “Biliyorum, elinden geleni yapıyorsun ama benimkisi de doğal bir telaş işte, kusuruma bakma Belçin.”

“Olur mu öyle şey?” Yanıma yaklaştı ve tekrar sarıldı, sırtımı sıvazlarken “Ben de yaşadım bunları ama merak etme, hepsi zamanla çözülüyor,” demişti.

Belçin’i meslek hayatımız dışında asla tanımazdım, bize özel yaşamından hiç bahsetmezdi bunu biraz ketum birisi olmasına da yorabilirdik. Evliydi ama eşinin ismini bilmiyordum, bir kızı vardı ama onu da tanımıyordum. Yine de sesindeki tını fazla tanıdıktı, sanki bana beni anlatmıştı.

Ben anlayabilecek miydim peki? Yüreğimdeki ateşle, benimle oyuncak gibi oynayan belirsiz kötülüklerle baş ettiğim her an bir şeyleri anlayabilmeye muktedir olabilecek miydim?

Zaten düştüğüm hatayı da açıklayamamıştım Belçin’e. Gözlerine bakarken ondan bir şeyler sakladığım gerçeği tüylerimi ürpertmişti, apaçık suç işliyordum… Ve hayatım mahvolacaktı, çok tanıdık bir şekilde mahvolacaktı.

Misafir odasında biraz daha kaldıktan sonra olay yeri incelemeyle konuşmak için ayrıldıklarında ben de alelacele dersimi öğleden sonraya erteledim, o sırada ceset götürüldü ama çevredeki kontrolü hala devam ediyordu. Gezinen tek tük korumaların ifadeleri alındı, ben de bahçede dolanarak olanları takip ettim.

Hemen sonrasında Belçin uzun uzadıya konuşmalar yaptı telefonda, bazen bakışlarımız kesişiyor ve birbirimize gülümsüyorduk, yine de amirimin bile bilemediği, öngöremediği şeyleri basit bir yabancının biliyor olmasına karşı tereddüde düşüyordum. Sarraf beni bul demişti ama sonrasında pişman olacağım bir şey yapmak istemiyordum artık.

İncelemelerini yaptıktan sonra eldivenlerini çıkararak Fatih geldi yanıma. Mavi gözleri yüzümü arşınlarken “Gece uyumadın mı?” diye sormuştu.

“Biraz işte, az uyudum.”

“Adamı tam alnının çatından vurmuşsun,” dediği an yüzünde ufak bir gülüş belirdi. “Aferin, o halinle güzel karşılık vermişsin.”

Kollarımı önümde bağlayıp arkadan güneş vurduğu için yüzü karanlıkta kalan Fatih’e gözlerimi kısarak baktım. “Yaptım bir şeyler işte…”

“Akademinin ilk zamanları hatırlıyor musun?” Eldivenleri yuvarladıktan sonra elinde tutmaya devam etmişti, yüzünde bugüne yakışmayan ufak bir tebessüm vardı. “Çok iddialıydın, herkes bir gün egonun fena patlayacağını düşünürdü.”

“Sen düşünüyordun öyle.”

Aslında komik olsun diye söylemesem de Fatih’in gülüşü daha da arttı. “Bir bildiğim yokmuş demek ki, sen beni haksız çıkardın… Baksana, gecenin kör vakti odanda tam on ikiden avlamışsın adamı.”

Sanki gerçekleri bilir gibi sürekli yüzüme çarptığı şeyle gerginleştim, parmaklarımı kütletirken Fatih de sıkıntımı fark etmiş gibi ellerime dikkat kesildi sonra bakışları yüzüme kaydı yavaşça, gülüşü solmaya yüz tutmuştu. “Bir sorun mu var?”

“Sürekli hatırlatman canımı sıkıyor biraz, ondan dolayı gerildim.”

“Neyi hatırlatmam?” Ağırlığını bir bacağına verdi, yuvarladığı eldiveni elinde tutmaktan vazgeçip cebine sıkıştırmıştı. “Geçmişi mi?”

“Geçmişten mi bahsediyorduk Fatih?”

“İstediğin her şeyden bahsedebiliriz Yakut, gelecekten de olur.”

Yüzüme sabit, hareketsiz bir gülümseme oturdu kaldı. Fatih’in mavi gözlerini seyrederken içten içe geleceğe dair çok da bir umudumun kalmadığını itiraf edemedim ona. Niye diye soracaktı, nedenini haliyle merak edecekti. Ölmeyeceğimi söyleyecekti, beni koruyacaklarının teminatını verecekti, hatta canım sıkılana kadar konuşmaya devam edecekti. Yine de ne yaparsa yapsın içimden söküp atamayacağı bir umutsuzluk yaşıyordum artık, bu yüzden çaresizce tebessüm etmeye devam ettim. “Bence şu an herkes tehlikedeyken biz hiçbir şeyden bahsetmeyelim,” diye mırıldandıktan sonra bir adım geri çekildim.

Telefon görüşmesini bitiren Belçin de bize doğru gelmeye başladı. Güneşin altında rengi daha da açılan saçlarını karıştırdıktan sonra aramıza geçmişti. “Bizim artık gitmemiz lazım Yakut, acil bir toplantıya yetişmemiz gerek.”

İtiraz edemedim, ellerimi kazağımın cebine sıkıştırdım yavaşça. “Tamam.”

O da kolumu tuttu ve yavaşça sıvazladı. “Gerektiğinde seni arayacağım.”

“Peki,” diye fısıldadım. “Yine beklerim, hep bekledim zaten.”

“Aferin,” derken ince dudaklarını birbirine bastırıp şefkatle gülümsemişti Belçin. Tam o an annemin kucağına yatıp bana her şeyin iyi olacağını söylemesini istedim, bu şekilde daha iyi olabilirdim. Belki de her şeyin kötü olmasının sebebi, bir kez olsun annemin kucağına yatamamamdı. “Şimdi eve gir, derslerini anlat… Sonra biraz kitap oku, kafan dağılır belki?”

“Denerim.”

“Dene canım.”

Fatih de ona karşılık vermediğim halde eğildi ve sarıldı, hatta izinsizce yanağımı öpmüştü. “Hoşça kal, çok dikkatli ol.”

Onların gidişini seyrettikten sonra öğleden sonraki dersime hazırlanmak için odama geçmek istedim, halim darmadumandı kendimi hazırlamadan derse girersem muhtemelen berbat bir eğitmen gibi davranırdım, bu yüzden kimseye görünmeden odama ilerledim.

Bana sadece beş dakika gibi gelen sürede dersi bitirmiştim, aslında uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen çabucak ilerlemişti vakit. Boş kalınca ise saat yine duraksadı, hatta bilgisayarımın ekranına açtığım ayrıntılı dijital saat bile gözlerimin önünde yavaşlamıştı.

Başımı masaya yaslayıp ekrana bakmaya devam ettim, bir saniyenin geçmesi neredeyse bir dakika sürüyordu ve dakikalar asla ilerlemiyordu. Yüzümü kollarımın içine gömüp beni yerimde kıvrandıran düşünceleri yok saymaya çalıştım ama bizden daha fazla gerçeğe sahip Sarraf’ı ve onun maskenin ardına gizlenmiş suratını aklımdan bir türlü atamadım.

Gün akşama varmak üzereydi, kırıldığı için soğuğu içeri çeken penceremden dışarıdaki uğultu daha kolay duyuluyordu. Gözlerimi kapatıp evi terk etmemek için kendimi sakinleştirmeye çalıştım ama hayır, olmadı… İçimde harlı bir ateşle yanan o yangını bir türlü söndüremedim.

Bilgisayarın ekranını kapattıktan sonra tedirginlikle odamdan ayrıldım, aşağıdan çatal kaşık sesleri geliyordu büyük ihtimalle yemektelerdi. Sessizce yukarı çıkıp bir süredir ağrılarından dolayı göremediğim babaannemin kapısına dayandım. Kulpu indirip kapıyı araladığımda onu cama dönük halde, karanlık gökyüzünü izlerken bulmuştum.

Başını bana hiç çevirmedi, acaba yanına gelmediğim için darılmış mıydı?

“Babaanne…”

“Hmm?”

“Gelebilir miyim?”

“Kapıyı çalmadın zaten.”

Yine aynı şeyi hatırlatmıştı bana, yüzümü sıkıntıyla buruşturup “Haklısın,” dedim. “Unutmuşum.”

“Beni de mi unuttun?”

“Hayır, ne alakası var?” Aşağıda olanlardan haberi yoktu, burada yattığı ve hiç dışarı çıkmadığı için olanları duymamıştı. “Unutmadım seni.”

“Neredesin sen o zaman?” Onu küçük bir çocuk gibi gösteren ince bedenini çevirip bana baktı. “Sabahtır yoksun?”

“Çok işim vardı.” Yanına yaklaşıp yatağın kenarına oturdum, gitgide arkadaş gibi olmamız evde içimi açan tek şeydi. “Vaktim olmadı, zaten sen de hastaydın o yüzden gelme imkânı bulamadım.”

“Bir terslik yok, değil mi?”

“Yok.” Gözlerimi kaçırdım, içimden tamamlamıştım sözlerimin eksik kısmını… Ama az sonra olabilir babaanne. “Şey, senden bir şey isteyebilir miyim?”

“Söyle bakalım.”

Yorganın kenarıyla oynarken biraz geveledim durdum, sonrasında açık açık ifade ettim istediğim şeyi. “Özden teyzenin numarasını biliyor musun?”

Özden teyzem dedemin kuzeniydi ve o da bu mücevherat işiyle ilgileniyordu ama daha çok ender parçalara ilgisi olduğundan illegal tarafla da masum bir bağı olduğunu biliyordum. Eli kolu uzundu, bir kez Sarraf’ı sormaktan zarar gelmezdi.

“Ne yapacaksın o kadını?” diye huysuzlandı babaannem, pek sevmezlerdi birbirlerini.

Öne doğru eğilip “Lazım oldu işte, bir şey soracağım,” dedim hemen. “Lütfen, varsa söyler misin? Çok önemli babaanne.”

Bana benzeyen koyu gözleri üstümde gezindi, Özden teyzenin ismini duyunca soğuk bir duvarın örüldüğü gözleri beni seyrederken şeffaf bir hale bürünmüştü, en sonunda usul usul kirpiklerini kırptı. “Telefonum komodindeydi, onu al bakayım.”

Dediği gibi çabucak komodindeki telefona uzandım, açmak istediğimde karşıma bir yüz kilidi çıkmıştı. “Yüz kilidi var bunun.”

“Okut yüzüme.”

Ekranı çevirip babaannemin yüzüne tuttum, gözlerini irice açmış komik bir ifadeyle telefona bakıyordu. “Okudu mu?” diye sordu sonra.

“Olmadı galiba.”

Yataktan kalkıp yanına eğildim, ekranı ayarlarken babaannem hala iri gözleriyle bakmaya devam ediyordu. “Babaanne normal baksana, niye açıyorsun gözlerini?”

“Anlasın diye öyle bakmıştım.” Yüzünü eski haline çevirince kilit çizgilerini bir daha ayarlayıp ekranı babaanneme tuttum, en sonunda telefon açılabilmişti. Kısa bir nefes verdikten sonra “Rehbere giriyorum,” diye mırıldanıp haber verdim. Hızlıca aşağı kayıp Özden teyzeyi buldum, dudaklarımı ısırırken gözlerim sabırsız halde beni bekleyen babaanneme kaydı. “Koridorda konuşup geleceğim.”

“Burada konuş.”

“Koridorda konuşsam daha iyi.”

Odadan ayrılıp koridorun kuytu bir köşesine geçtim, sırtımı duvara verip yere çömeldiğim an arama sesi kulağıma ilişmişti. Birkaç çalıştan sonra “Efendim?” diye bezgin bir ses duydum. “Niye arıyorsun beni?”

“Özden teyze, benim.”

“Ah, İkinci Yakut! Sen misin?”

Bana bu lakapla seslenince yüzümü tuhaf bir gülümseme aldı, görmese bile başımı aşağı yukarı salladım. “Evet, müsait miydin?”

“Müsaidim canım, dinliyorum… Sadece arama huysuz babaannenin numarasından gelince şaşırdım işte.”

“Anladım.” Parmaklarımı kütletirken gözlerimi yerdeki halıda gezdirdim, koyu gri halıda kaybolan desenleri seyrettim. “Şey… Aslında sana bir şey sormak istiyordum ben.”

“Söyle canım.”

“Acaba Sarraf diye birini tanıma ihtimalin var mı? Bu alemden?”

Öyle demişti değil mi? Bu alemde Sarraf’ın işi değerli taşlarla…

“Sarraf mı?” Birkaç saniye sessizce bekledi Özden teyze, tanımadığını düşünüp umutsuzluğa kapılacaktım ki fazla geçmeden “Ay duymuştum sanırım,” diye mırıldandı. “Ama bir sormam lazım canım, şu an tam emin değilim. Sen ne yapacaksın ki?”

“Bu şu an anlatamayacağım bir mesele, sadece bana onu nasıl bulabileceğimi söylersen benim için çok iyi olur.”

“Tamam, kapat da ben bizimkilere sorayım hemen.”

“Bekliyorum…” Aramayı kapattıktan sonra telefonu çeneme yaslayıp zorlu bir bekleyişe giriştim, başımı geriye yasladığımda bacaklarımı da ileri uzatmıştım. Bu esnada odasında yalnız kalan babaannem koridorda olduğumu bildiği için “Yakut!” diye seslendi ince sesiyle. “Yakut, işin bitmedi mi hala?”

Dudaklarım iki yana kıvrıldı, gözlerimi kapatıp kendi kendime güldüm. “Babaanne ya… Beş dakika bensiz duramadın mı?”

Ama içeri girmedim tekrar, elimde telefonla Özden teyzenin geri aramasını bekledim. Neyse ki on beş dakika sonrasında telefon yüksek bir sesle çalmaya başladı, hemen yeşil ikonu kaydırıp aramayı açtım. “Efendim?”

“Yakut, canım benim tam adresini bulamadım ya.”

“Ya…”

“Ama atacağım adreste sorarsan onu muhakkak bulabilirsin.”

Göğsümü şişirip sıkıntıyla nefeslendim. “Öyle mi diyorsun?”

“Yani kuzum, şimdilik bu kadar yardımcı olabiliyorum.”

“Peki, sen o adresi sana söyleyeceğim numaraya iletebilir misin?”

“Dinliyorum bebeğim.”

Ona kendi numaramı verdikten sonra teşekkür ettim ve telefonu kapattım, hala bana seslenen babaannemin odasına geri döndüğümde onu doğrulmaya çalışırken bulmuştum. “Ne oldu? Ne konuştunuz?”

Evden çıkmam gerekliydi ve bunu babaanneme nasıl ileteceğimi bilmiyordum, hemen şimdi gitmek istiyordum. Bir dakika bile bu evde nefes almak, etrafı güvenlikle çevrili olduğu iddia edilen ama delik deşik edilmiş bu yerde durmak istemiyordum. Belki ciddi bir soruşturma geçirecektim, başım daha büyük belaya girecekti ama göze aldığım şey belliydi, gitmek.

O kadar cezbediyordu ki bu beni, sadece birkaç dakika bile sürse ruhum huzura kavuşacakmış gibi hissediyordum. Üstelik cevap aradığım sorularımı da beraberinde götürürsem en azından belirsizliği azaltma şansım vardı. O maskeli yabancı Sarraf, gözlerinde bana verdiğinden daha fazla gerçek saklıyordu ve ne olursa olsun hepsini söyleyecekti bana.

“Bir şey sordum,” diye mırıldandım hala bekleyen babaanneme.

“Ne sordun?”

“İhtiyacım olan bir şeyi.”

Babaannem gözlerimin içine bakıyordu, duymaktan korkar gibi “Neye ihtiyacın var?” diye sordu. “Ne lazımsa ben vereyim.”

Telefonunu tekrar babaannemin kenarındaki komodine bıraktım, geri çekildiğimde ellerimi arkamda birleştirip dimdik durmuştum. “Babaanne…” Kısaca nefeslendim sözlerimin arasında. “Benim biraz evden ayrılmam lazım.”

“Ne?” derken dehşet içinde çıkmıştı sesi, sonrasında titrek şekilde ifade etti kelimelerini. “Nereye ayrılman lazım? Daha yeni geldin ama! Hem çıkamazsın ki… Çıkma diye geldin ya buraya!”

“İşim var.”

“Yalan söyleme bana.” Yüzü buruştu, gerçekten ağlayacak gibiydi. Elini tutup sakinleştirmeye çalıştım, inanması güçtü ama bir zamanlar ölmesini deli gibi istediğim babaannemi teselli ediyordum şu an. O da ölesiye nefret ettiği torununun varlığından kopmak istemiyordu. “Geri geleceğim,” diye açıklamaya çalıştım. “Temelli gitmiyorum, hemen geleceğim.”

“Yakut…”

“Cidden hemen geleceğim.” İncecik kalmış kolunu sıvazlarken söylediklerimden o kadar emin olamadım, bu aralar yapmam dediğim ne varsa yapıyordum sonuçta.

Ortada bana dair bir şey kalmış mıydı acaba? Gizli kapaklı işler yapıyor, kendi kurallarımı ihlal ediyordum. Sözlerime kendim bile güvenemiyordum. “Geleceğim babaanne,” diye mırıldandım. Zaten bu saatten sonra beni ondan başka kabullenecek kimsem kalmayacaktı çevremde, eğer her şeyi elimi yüzüme bulaştırırsam Belçin de sırt dönecekti ve hatta çok iletişimim olmasa bile iş arkadaşlarım da… Yine de bu riski almak istedim çünkü bu gece sadece bir önceki gecenin meçhullerini değil, benimle bir oyuna girişen Uygar’ı da aramaya koyulacaktım.

“Sana inanabilir miyim?”

“Niye korkuyorsun bu kadar?”

“Yalnız kalmak istemiyorum,” derken ıslak gözlerini kapattı. “Yalnız kalmaktan korkuyorum.”

Eğilip omzuna alnımı yasladım, ben de korkuyorum babaanne. İlaçla karışık kokusu burnuma değdi birden, derince nefeslendim. Teni çok yumuşaktı ama gereğinden de fazla yumuşaktı, artık bedeninin eriyeceği kadar fazla yaşlıydı babaannem. Canını acıtmaktan korkarak geri çekildim. “Kalmayacaksın,” diye telkin etmeye çalıştım onu çünkü karşısında kendisi gibi yalnız kalmaktan korkan birisi daha vardı, ben vardım. “Hemen işimi halledip geleceğim, tamam mı?”

Nereden bulduğunu bilmediğim bir peçeteyle burnunu sildi. “Tamam,” derken epey boğuk çıkmıştı sesi. “Çabuk gel, bekleyeceğim.”

“Elimden geldiğince hızlı olacağım.” Saçlarımı kulağımın ardına sıkıştırırken başka bir meramımı dile getirdim ona. “Peki, arabalardan bir tanesini ödünç alabilir miyim?”

Babaannemin gözleri yavaşça bana kaydı. “Muharrem’e söylerim.”

Bu söylediğiyle beraber hafifçe gülmüştüm. “Tamam, çok teşekkür ederim babaanne.”

“Yarın şeker hapımı atmayacağım, tansiyon hapımı da atmayacağım; sen gelene kadar kullanmayacağım ilaçlarımı.”

Geri geri giderken duraksadım birden. “Neden?”

“Çünkü eğer çok uzun süre gelmezsen birisi beni öldürür.” Kaşlarını hüzünle çattı. “Haberin olsun.”

Başımı kabullenircesine aşağı yukarı salladım, “Sen yine de ihmal etme kullan ilaçlarını,” diye mırıldanırken son kez odadaki nahoş kekik kokusunu içime çekip arkaya uzattığım elimle kapıyı araladım. “Hoşça kal.”

“Kendine dikkat et kızım.”

Sözlerin ağırlığıyla ayrıldım oradan, tekrar odama gidip hazırlandım. Üzerime siyah bir pantolon, siyah bir kazak ve siyah kabanımı geçirirken gözlerim komodinimdeki tuşlu telefonda geziniyor aklımı ise çekmecedeki fotoğraf karıştırıyordu. Saçlarımı gevşek bir örgü yaptıktan sonra geriye bıraktım ve komodine yaklaştım, her ihtimale karşın o telefonu da cebime attım fakat çekmeceyi açınca karşıma çıkan Uygar’ın fotoğrafı zorladı biraz… Yeşil gözlerindeki sert bakışları seyrettim çünkü ona dair bir şeyler de öğrenmek istiyordum.

Her şey bir yumak haline geldiğinde oturup düzelmesini seyretmek ve el atıp düzeltmek gibi seçenekler bazen yeterli gelmiyordu çünkü ikisi de iyi bir seçenek değildi. Bekleyerek kaybettiğim şey aklımdı, belaya bulaşarak ise büyük ihtimalle başka şeyler kaybedecektim fakat yine de o an göze aldım bunu. “Mahvolacaksın Yakut,” diye fısıldadım kendime.

Uygar’ın fotoğrafını da cebime attıktan sonra eğildiğim yerden kalkıp odamdan ayrıldım, kimseye yakalanmadan evden çıktığımda yine akşamın rüzgârı suratıma değip geçti. Ellerimi cebime sokup benim için bir arabayı hazırlamış halde bekleyen Muharrem’e yaklaştım, hızlıca anahtarı bana uzattı. “Buyurun Yakut Hanım,” derken garipseyen gözleri üstümde geziniyordu. “Yakut Hanım’ın, yani babaannenizin ilettiği gibi araba istemişsiniz sanırım.”

“Evet lazım oldu da.”

“Gerekiyorsa eşlik edeyim size.”

Dudağımın kenarı usulca kıvrıldı. “Sağ ol… Ama bu yalnız bir yolculuk olacak.”

“Peki, dikkatli olun o halde.”

Kibarca açtığı koltuğa oturup “Teşekkürler Muharrem,” diye seslendim.

Benim için otomatik kapıyı araladılar, demir yavaş yavaş kenara kayarken arabayı çalıştırdım ve açılan yerden geçmeye koyuldum. Telefonumda geniş bir alanı kapsayan adresle, peşimdeki tehlikeyle ve aklımdaki boz bulanık düşüncelerle karanlık yola daldığımda her şeyin iyi olması için ümit bile edemedim çünkü bazen yitmek kaçınılmaz bir durumdu.

 

Loading...
0%