Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. BÖLÜM ~KARŞILAMA~

@aster_el

-1. Bölüm -

 

KARŞILAMA

 

--------------------------------------------------------------------

 

Astoria Diyarı bir suikastçının yaptıklarıyla çalkalanıyordu. Ellerimi masanın iki yanına yerleşirmiş önümdeki haritaya bakıyordum. Son bir kaç yılımı bu suikastçıyı bulmaya adamıştım ama elimde hala hiçbir şey yoktu. İşini çok iyi yapıyor ve arkasında yaptığı işten başka bir şey bırakmıyordu. Tırnaklarımı avucuma bastırdım. İllaki bir iz olmalıydı herkes arkasında bir iz bırakırdı.

 

Bir kaç yıl önce babamdan duyduğum sözleri kendime amaç edinmiştim. Suikastçı sadece Flardoria değil tüm ülkelerde kaosa neden oluyordu. Ağır bir yükü üstlenmiştim ama benden başka birinin de böyle bir şeyi yapabileceğini sanmıyordum. Kendimi övmeyi sevmezdim ama diyarda konuşulan üç büyük olaydan biriydim. Birincisi namı değer suikastçımızken ikincisi Flardoria’nın koyu kızıl saçlı prensesiydi. Üçüncüsü ise yıllardır yerini koruyan hiç eskimeyen büyük savaştı. Diğer krallıklarda olanlar hakkında fazla bilgi alamadığım için her ülkeye birer casus göndermiştim. Her ne kadar kurallara uymadığımı bilsem de suikastçının gidişi herkesi mutlu edecekti. Suikastçının son durağı ise burası olmuştu. O benim krallığımdaydı ama ben onu bulamıyordum. Şakaklarımı ovalamaya başladım. En çok korktuğum ise bu geceki baloda bir sorun çıkarmasıydı. Sandalyemi geriye doğru ittikten sonra ayaklandım. Haritayı elimde rulo haline getirdikten sonra yatağımın başındaki küçük dolabın çekmecesine koydum. Açıkta bırakamazdım çünkü babamdan başka kimse bu olayla ilgilendiğimi bilmiyordu. Aramızda hiç sır olmayan abimin bile çevirdiğim dolaplardan haberi yoktu. Kendi kendimi her zamanki gibi neyse diyerek geçiştirdim. Şimdi bunları düşünmemeliydim. Tek derdimin her prenses gibi güzel görünmek olması gerekiyordu. Kusursuz bir balo beni bekliyordu. Aynanın karşısına geçip koyu kızıl saçlarımı taramaya başladım. Mavi gözlerimin etrafı adeta çökmüş, dolgun kırmızı dudaklarımın ince beyaz bir çizgiden farkı kalmamıştı. Biraz daha aynaya bakmaya devam edersem karşılamaya gitmekten vazgeçeceğimi bildiğim için gözlerimi yansımamdan uzaklaştırıp dolaba yönelttim. Sayamayacağımdan çok kabarık elbiselerle doluydu. Limana giderken hangi renkte elbise giyilirdi ki?

 

Gözlerimle elbiseleri tararken sıkılıp işimi şansa bırakmaya karar verdim. Elimi gezdirdiğim rastgele bir elbiseyi tutup çıkarttım. Turuncu ve sarı renginin ön planda olduğu düz, sönük elbise hizmetlilerin elbisesiyle neredeyse aynı türdeydi. Bel kısmını kalın bir kuşak dolamışlardı. Alt kısmına uzunlu kısalı tül parçaları sarkıtılmış elbise, ayak bileklerimde bitiyordu. Elbiseyi askısından çıkartmadan yatağın üzerine olduğu gibi bıraktım. Onu buraya kim koymuştu?

 

Tekrar dolaba döndüğümde dik duran omuzlarım düştü. Bana sade ve şık bir elbise lazımdı. Hem kabarık olmalı hem içerisinde rahatlıkla hareket etmeliydim. Ve prensese yakışır bir elbise olmalıydı. Ama böyle bir elbisenin koca diyarda olmadığını biliyordum. Ellerimi dolaba sokup hızlıca elbiseleri karıştırmaya başladım. Fazla zamanım kalmamıştı. Parlak gri renkte olan elbisede durdum. Ne çok süslü nede çok sadeydi. Kumaşı incecik olduğu için elim üzerinden kayıp gidiyordu. Karşılama için mükemmel bir kıyafet gibi görünüyordu. Üzerimi hızlıca değiştirdim. Elbiseye uygun gri topuklu ayakkabıyı giydim ve aynadan kendime göz attım. O kadar kötü gözükmüyordum.

 

Odamdan dışarı çıktığımda koridorun sonunda abim Amir'i gördüm. Kızıl saçlarını her zamanki gibi özenle şekillendirmişti. Üzerinde beyaz, altın işlemeli takımı vardı. Açık mavi gözleri cansızdı. Ben merdivenlere doğru ağır adımlarla ilerlerken o sanki yürümemiş de uçmuş gibi yanımda belirdi. Sessiz, sakin ve ruhsuzdu. O inerken hemen arkasından takip ediyordum. Kaşlarım istemsizce çatıldı. Üst basamakta olduğum için boylarımız eşitlenmişti. Elimi omuzuna koydum ve hafif sıktım. “Neyin var senin?” dedim.

 

Gözünün yanıyla elime baktı. Hafifçe ittirerek elimi çektim. O bana ortak alanlarda ona dokunmamam gerektiği gibi şeyleri gevelemeden önce “Kimse yok” dedim. Etrafa kısa bir süre göz attıktan sonra ilerlemeye başladı. Bugün gerçekten ruh gibiydi daha şimdiden aramıza beş basamak vardı. Ondan geride olduğum için basamakları ikişer üçer inmeye başladım. Aramızda bir basamak kaldığında ayağım elbiseme dolandı tam aşağıya yuvarlanacağım sırada kolunu uzattı ama ben o anki korkuyla tahta tırabzanlara yapışmıştım bile. “Lanet olası elbiseler” diye fısıldadım. Onaylamayan gözlerle baktıktan sonra inmeye devam etti. Elimi havada silkeleyerek onu takip ettim. Tutunacağım diye hızlı hareket edip kendimi kasmıştım. “Böyle düşüncesizce davranamazsın Vıolet.” dedi sesi soğuktu. Dönüp arkama baktım bir an babamın konuştuğunu düşünmüştüm çünkü onun sesi hep soğuk ve otoriter çıkardı. Ama kimse yoktu o ses Amir’e aitti. Merdivenleri bitirip koridorda ilerlemeye başladığında elbisenin eteklerini biraz daha havaya kaldırıp ses çıkarmadan yanına varana dek koştum. Sıcak bir sesle tekrar sordum. “Hey, neyin var?” Olduğu yerde durdu. O durunca bende durdum. Arkasına dönmeye tenezzül etmeden sinirli bir sesle “Şu lanet günde mutlu olup kuşlar gibi cıvıldamandan nefret ediyorum, Vıolet.” İsmimi diğer kelimelere göre daha çok bastırarak söylemişti. Hızlıca ilerleyip koridorun sonunda kalan ana merdivenden inmek için köşeyi döndü ve görüş alanımdan çıktı. Benimle nasıl böyle konuşurdu? Böyle günlerde ondan nefret ediyordum. Bazılarının lanet olarak gördüğü günü o, lanet olarak göremezdi. İçinde yaşadığı saray, üzerinde durduğu toprak, bulunduğu mevki... Her şeyi o lanet güne borçluydu. Yavaş adımlarla koridoru tamamladım. Hızlı gitmeyi yani beklemeyi seçen oydu bende kararına saygı duyup onu bekletiyordum. Ana merdivenlere geldiğimde büyük ihtişamlı kapı gözlerimin önüne serildi. Merdivenleri bitirmeden hemen önce yüzümdeki tüm samimiyeti silip attım ve yerine onlarınki gibi sahte, bir ciddiyet ortaya koydum. Sahtesini koydum çünkü gerçeğine alışkın değillerdi. Yüzümden hiç silip atamadığım bir gülümsemem vardı. Kızarken gülerdim, ağlarken gülerdim, dövüşürken gülerdim.

 

Onlar bir evin içerisini göremezlerdi dışarıdan görüp anladıkları neyse onu söylerlerdi. Bir yansıma gibi...

 

Bazı düşman krallıklarda benim için; ölümle dans eden deli prenses veya kaçık diyorlardı. Müttefikimiz olan krallıklarda ise; Savaşçı prenses, korkusuz prenses veya ölümle dans eden olarak adlandırılıyordum. Ölümle dans eden lakabını daha çok kullanıyorlardı ama bazılarında deli vardı bazılarında yoktu. Bunlar çokça duyduğum lakaplardı hatta bazı yerlerde cadı olarak nitelendirip hakkımda uydurma hikayeler ortaya atıyorlardı. Koyu kızıl saçlarıma kan kırmızısı diyorlardı. O gün yapılan katliamı, masumların akan kanını görüyorlardı. Onca kan akıtılarak kazanılmış krallıkların prenseslerinin adını ağızlarına almazlarken ben bir saç telimin rengi yüzünden bile ne kadar ağır ithamlara maruz kalıyordum. Muhafızlar kapıyı araladığında soğuk hava dalgası tenimle buluşup saçlarımı omuzumdan geriye savurdu. Geçmişim yüzünden suçlanıyordum, içinde hiç bulunmadığım geçmiş...

 

Arkamdan adım sesleri geliyordu ve ben bu sesin sahibini tanıyordum. Yanımdan neredeyse hiç ayrılmadığı için onları ezberlemiştim. Gelen kişisel danışmanım aynı zamanda da muhafızım Katara’dan başkası değildi. Hemen arkamda sağ tarafımdaydı. Saraya ait olan at arabasının önünde durduğumda koyu yeşil elbise giyen hizmetli kapıyı açtı. Ben arabaya adımımı atarken Katara da kendi atına doğru ilerledi. Amir kapıdan tarafta oturduğu için bende karşı tarafta camın olduğu kısma oturdum. Yüzüne baktığımda dedikleri yine kulaklarımda yankıladı. Kuş gibi cıvıldamakmış. Acaba hangi kuşun cıvıldadığını duydu da ona benzetti. Normalde konuşmamaya kararlıydım ama çıkışmadan da duramayacaktım. Sevgili abim laflarına dikkat etmeyi öğrenmeliydi.

 

“Gözlerini diyara araladığın zamanı -şu lanet gün- olarak mı adlandırıyorsun cidden?” sesimin sert ve soğuk çıkmaması için çabalamıştım lakin sadece birini önleyebilmiştim. Ne yazık ki sesim onun sesi gibi çıkmıştı. Umursamazca gözlerini gözlerime dikti. “Amir sen de bu günün bir parçasıyken nasıl böyle davranırsın aklım almıyor.” Sesim gittikçe yükseliyor, bahsettiğimiz konu yüzünden soğukluğunu kaybediyordu. “Beni hiç mi tanımadım Vıolet?” dedi ve devam etti. “Sence ben kendi krallığımın kurulduğu günden nefret eder miyim,” o da gittikçe buzlarını kırıyordu. “Ben koydukları kuraldan nefret ediyorum.” Tamda halkın sevgili prensinden beklenecek hareketti. O düşmanını kendi topraklarında istemiyordu. Bu ihtimale hiç o kadar şans vermemiştim. Dylan her ne kadar bu düşünce için mükemmel olsa da Noemi bu tezimi çürütüyordu çünkü abim onunla anlaşıyordu. Ama Dylan’dan o kadar nefret ediyordu ki elinde olsa onu bir kaşık suda boğardı. Ben abim gibi değildim daha çok babam gibiydim. Bir zamanlar diğer iki ülkenin krallarıyla birleşip koca krallığı yıkmışlardı ve sonra düşman olmuşlardı. Önce dost sonra ezeri düşman. O iki varis benim dostumdu sanırım daha düşmanım oldukları kısma gelmemiştik. Alnımı cama doğru yaslayıp sıktığım bedenimi gevşettim. “Dylan’la sorunun ne anlamıyorum?” Çok geçmeden sorumu yanıtladı. “Düşmanım olması yeterli bir sebep değil mi?” sözlerinden sonra kafamı camdan ayırıp ona baktığımda onun zaten beni izlediğini gördüm. -Yapma- diyordu. Kelimelerle değil gözleriyle anlatıyordu. Zaten öyle olmaz mıydı? Dilimizin gerçekleri kabul etmemek için söylemezken kalp, her şeyi gözlere yansıtmıyor muydu?

 

Araba yavaşladığında limana yaklaştığımızı anladım. Olduğum yerde rahatsızca kıpırdandım. Amir kıpırdandığımı fark ettiğinde at arabası da durmuştu. Gözlerimi sonuna kadar açtım ve büyük bir heyecanla “Hadi inelim” Dedim. Mutlu olmamam için bir sebep göremiyordum. Ağzım kulaklarıma varırken Amir gözlerini devirdi. “Aman be” dedikten sonra yüzümdeki bütün mimikleri silip attım. Ben inmesini beklerken o yüzüme bakmayı tercih etmişti. Onların istediği sıfatla tepkisiz bir şekilde bakarken içimde sevinç çığlıkları atıyordum. “Of tamam işte, gülmüyorum. Çık dışarı.” Tek kaşı havalandı. “İçinden nasıl güldüğünü biliyorum Vıolet beni herkes gibi kandıramazsın,” İçimdeki çocuğu bir abim biliyordu, neye sevineceğimi neye üzüleceğimi her şeyi biliyordu. Herkesi kandırsam onu kandıramıyordum çünkü o herkes değildi. “Ve küçük prenses bana bir daha emir verirsen o zaman ki tepkim şimdikine benzemez haberin olsun. Şimdi çık dışarı.” Tek kaşımı onun ki gibi kaldırıp bana dediklerini ona hatırlattım. “Bir daha emir verirsen o zaman ki tepkim buna benzemez abicim.” Daha bir dakika önce ona emir vermememi söylemişken şimdi o bana emir veriyordu. Dudaklarını aralamıştı ama cevabını duymak istemediğim için kapıyı açıp dışarı çıktım. İçerdeki kasvetli havanın aksine dışarısı ılımlıydı. Denizde oluşan küçük dalgaların sesi kulaklarımı doldururken sıcak bir hava dalgası tenimi okşadı. Tam anlamıyla huzur vericiydi. Biri benden huzuru tanımlamamı istese onu direkt buraya getirirdim. Gözlerimi kapatıp yosun kokusunu içime çektim. Gözlerimi araladığımda Amir’i hemen yanımda dikilirken buldum. Yanımda belirmesiyle bir an afallamıştım. Gözlerimi açıp kapamam bir saniyeden uzun sürmemişti ama o arabadan inmiş, yanıma gelmişti ve benim ruhum bile duymamıştı. Bugün algılarımda bir sorun vardı sanırım. Tabii olurdu, sevdiğim adamı görecektim mutluluktan bayılmadığıma şükretmeliydim aslında. Algılarımın her daim açık, her daim hazırlıklı olmam gerektiğini söyleyen sesler zihnimde yankılanmaya başlamadan önce önlerine bir bariyer çekip sözlerine sağır oldum. Şuan kime ne olmuş kim neredeymiş diye düşünmek istemiyor anı yaşamak istiyordum.

 

Sesleri susturmanın verdiği mutluluk yüzümde tatmin olmuş bir tebessüm bıraktı. İki geminin limana yanaşma sesleri kasabadaki tüm sesleri susturdu. Herkes sustu ama saygıdan değil istemedikleri için sustu. Cıvıl cıvıl olan Ferna Kasabası sanki bir anda terkedilmişti. Gözlerimi etrafta öylece duran halktan alıp heyecanla limana baktım. Gemiler karşılıklı olarak durmuşlardı. Gemiden aşağıya atlayan adamlar prens ve prensesin inmesi için tahtayı gemi ve limanın arasına sabitledi. Noemi ve Dylan görüş açıma girmişlerdi. İkisi de ne yapacağını çok iyi biliyor ve ona göre hareket ediyorlardı. Noemi inmek için zarif bir şekilde aşağıda duran adama elini uzatırken Dylan oyalanmak yerine hızlı bir şekilde aşağıya inmişti. Gözlerimiz kesiştiğinde ağzımın kulaklarıma varmasına engel olamadım. Gülümsemem aynı şekilde ona da bulaşmıştı. Üzerindeki siyah takımı ve yüzündeki gülümsemesiyle ne kadar çekici olduğunu bir kere daha hatırladım. Bu adamı sevmemek elde değildi ki. Aramızda bir kaç adımlık mesafe kala durdu ve ellerini arkadan bel hizasında bağladı. Selam vermek için dördümüzün de olması gerekiyordu. Geniş omuzluydu ve bana göre uzundu. Noemi’yi görmek için hafif kenara kaydım. Ama manzaram hala aynıydı; yapılı bir vücut. Görüş açımda Dylan’dan başkası yoktu. Ben kayınca o da kaymıştı. İçinde yıldızların parıl parıl parladığından emin olduğum gökyüzü mavisi gözlerimi onun okyanustan bir parça olan gözlerine çevirdim. Bir insanın gözleri nasıl bu kadar güzel olabilirdi? Titreyen göz bebeklerimle yüzünün her ayrıntısını incelerken dudağının bir tarafı yukarı kıvrıldı. Bakışlarımı yukarı çevirdiğimde yüzündeki çapkın ifadeyle tek gözünü kırptı. Tamam dedim kendi kendime sakin olmalıydım. Sakın sırıtma Vıolet. Dudaklarında en ufak bir kıvrım bile olmasın. Amir burada ve bütün halk sizi izliyor sakın gülme bu sana gerçekten pahalıya patlar kızım. Sadece boş gözlerle bak. Gözlerinde güneş açsın ve gecenin hâkimiyeti son bulsun. Yıldızlarını karanlıkta boğma boğarsan parlarlar, aydınlığınla boğ sönsünler. Uzun kirpiklerimi kırpıştırıp yanımıza gelen Noemi’ye odaklanmaya çalıştım. Bunu yapmazsam aptal aptal sırıtacağımı biliyordum. Bana göz kırpmıştı. Görüntü zihnimde yeniden oynadı. Bir el görüntüye uzandı. Bu bendim. Yani kafamdaki minyatür halim diyebilirdik. Bazı zamanlarda yardımı dokunmuyor değildi ama sadece yaşanmış anılarda hüküm sürüyordu. Üzerinde beyaz gömlek, altında deri pantolon vardı. Gömleğini sıkıştırmak için kalın bir kemer kullanmıştı. Ellerini hesap sorar gibi iki yanına koydu ve kaşlarını çattı. Hatırlamamamı istiyordu. En azından şu anlık. Tam bir deli saçmasıydı. Bir an geçmişi hatırlıyordum. Etraf karanlık sadece beyaz bir perde var ve görüntü belirdiğinde minyatür Vıolet beliriyordu. Sesi de yoktu sadece görüntüsü vardı. Kime anlatsam inanırdı ki. Hem kime anlatacağımı bırak ne diyecektim? “Şey benim aklımda bir tane daha ben var küçük bir şey böyle. Bana kızıp gidiyor. Bazen de mısır eşliğinde oturup izliyor.” mu diyecektim? Bazen ben bile kendime inanamıyordum sanırım delirmiştim. Neyse deyip zihnimdeki düşünceleri ve gözümdeki görüntüleri sildim. Deliysem deliydim sonuç olarak onlara bir zararı yoktu. Âna odaklanmalıydım. Noemi de Dylan’ın hemen yanında durunca dördümüzde aynı anda eğilip birbirimizi selamladık. Üzerinde açık yeşil kabarık bir elbise vardı. Son derece süslüydü ve çok ağır olduğuna da kalıbımı basardım. Ama kız resmen havada süzülüyordu. Ben olsam onun aksine sürünürdüm. Ben de bir sıkıntı vardı sanırım. Prenseslik her ne kadar yetenek işi olsa da kanında da olması gerekiyordu. Acaba doğduğumda beni başka biriyle falan mı değiştirmişlerdi? Şu yaşa kadar prenses ol sonra başkasının çocuğu olduğunu öğren. Ne ironi olurdu ama.

 

Amir at arabasına doğru ilerleyince diğerlerimizde onu takip ettik. Amir kenarda durup elini Noemi’ye uzattı. Noemi zarif elini abimin eline düşen bir tüy misali bıraktı. Diğer eliyle elbisesinin eteğini kaldırıp cam kenarına geçti. Amir’in eli hala havadaydı. Elimi tutmak için kaldırmıştım ki Dylan arkamdan çıkıp Amir’in yanına geçti. Aynı onun gibi elini tutmam için açtı. Elim havada ben ayrı havadaydım. Ne yapıyordu bunlar ya? Neden hep bir seçim yapmak zorunda kalıyordum ben? Elim önce Amir’in eline gitti. Sonra vazgeçip Dylan’ın eline. Neden bağırıp kaçamıyordum ki? Gözlerimi havada kalan ellerden çekip Amir’e baktım. Öyle bir bakıyordu ki. Elini tutmamı bekliyordu. Tutmazsam kesin beni öldürürdü. İstemeden gözlerimi kaçırdım ve Dylan’a baktım. Onun gözleri şefkatle bakıyordu. Yüzündeki sıcacık yumuşak gülümsemesiyle davetkarca açtığı elini tutmamı bekliyordu. Gözlerimi kırpıştırıp derin bir nefes aldım. Yine kendi yolumu yaratmak zorundaydım yoksa ölüm fermanıma imzalarını atacaklardı. İkisininde elin es geçip ellerimi eteğe kilitledim ve ayağımı kaldırdım. En azından öyle sandım. İnce kumaş parmağımın arasından kaydı ve etek ayağımın altına indi. Eteğe basmamla arabanın basamağıyla burun buruna gelmem bir oldu. Düşmenin korkusuyla hızla nefes alıp verirken belimdeki sıcaklığı çok sonra fark ettim. Düşmüştüm. Evet, resmen düşmüştüm. Hemde Dylan’ın önünde. Biri beni tutmuştu. Hemde tüm halkın içinde. Düşmek mi daha iyiydi yoksa birinin beni o kalabalığın ortasında düşmemem için tutması mı? Çığlık atıp kaçma fikrini bir kere daha değerlendirdim ya da ölüm fermanımı. Neden böyle şeyler hep benim başıma gelirdi ki? Rezilliğin vücut bulmuş haliydim ben. Oturup çocuk gibi ağlamak istiyordum. Lanet olası elbiseler. “Yeriniz rahat sanırım prenses.” Diye yükseldi arkamdan Dylan’ın sesi. O sırada beynimden vurulmuş kadar oldum. Amir bana herkesin içinde dokunmazdı ki. O..o zaman. Beni tutan Dylan’mıydı. Kafamı yavaşça arkaya döndürdüm. Yüzümü kaplayan saçlarımın arasından Dylan’ın sırıtışını seçebildim. Kafamı önüme çevirdim. Belimi kavrayan el Dylan’a mı aitti? Evet ona aitti. Yüzüm utançtan kızarırken Dylan’ın ellerinden kurtulup doğruldum. Ona doğru döndüm. Yüzüm her ne kadar utançtan kızarmış olsada kaşlarımı çattım. “Neden tuttun?” dedim sinirli bir sesle. Takılmıştım ve düşmeliydim ama o tutmuştu hemde herkesin önünde. Bunun ne kadar büyük bir olay olduğunun farkında değil miydi bu adam? Ona inanamazken kendime de inanamıyordum ki. Çocuk gelmiş düşme diye tutmuş ne güzel teşekkür etmem gerekirken ben kızıyordum. Benim içimde yaşadığım şaşkınlığı o yüzüne yansıtmıştı. Benim ince kaşlarım hala çatıkken o şaka yapıp yapmadığımı sorgular bir haldeydi. Dudakları aralandı ama sonra geri kapandı. Ne diyecekse demekten vazgeçmişti. Haklıydı ben olsam bende demezdim çünkü karşısında nankör olan birinden başkası yoktu ne diyebilirdi ki. Ölsem bile kuyruğumu dik tutacaktım. Eteği tuttuğum gibi savurarak arabaya bindim. Bir rezilliğe daha hazır olmadığım için bu sefer emin olmuştum tuttuğumdan. Yerime, Noemi’nin karşısına cam kenarına oturdum. Gözlerimi eteğimdeki ellerime çevirdim. Şu arabaya Dylan’ın elleri eşliğinde binebilirdim ama ben düşmüştüm yetmemiş tuttuğu için kızmış üste çıkmaya çalışmıştım. Ellerimi saklamak istercesine iki yana bıraktım. Karşımda oturan kıza baktım. Noemi gülüşünü eliyle kapatmıştı. Gülümsemesi gözlerine kadar ulaşmıştı. Çok güzel alay konusu olmuştum. Birde bunun hakkında konuşurlardı. Onların lakaplarına birde ben ekliyorum; Yürümeyi bilmeyen prenses. Ben kesinlikle insan değildim. İnsanlar alışırdı ama ben alışamıyordum. Özellikle şu lanet olası elbiselerin içerisinde yürümeye. Ben farklıydım. Bir prenses bir muhafız gibi dövüşemezdi. Bir prenses bir suikastçıyı aramazdı. Ama bilin ki bunları kim yapıyordu. Tabii ki ben. Herkesten iyi dövüşüyor, ezeri bir suikastçıyı arıyor, resmen belayı kendime çekiyordum.

 

Ben nasıl mı öğrenmiştim dövüşmeyi? Üstelik bize sadece kendimizi savunmayı öğrettikleri halde. Küçüklüğümden beri belayı çeken biri olduğum için öğrenmemem elde değildi aslında. Ben bıraksam onlar bırakmamıştı bu yüzden sevgili dostum, muhafızım, sırdaşım Vincent bana çoğu şeyi öğretmişti.

 

Dişlerimi sıkıp dudaklarımın arasında ses çıkarmadan “gülme” dedim. Dudak okuya bildiğini biliyordum. Bunu da -kendimizi savunma- dersinde öğrenmiştik. Ne savunmaydı ama. Dumanla haber yollama falanda beklemiştim ben ama tanrıya şükür o kadar abartmamışlardı. Elini indirdiğinde bir birine bastırmış olduğu dudakları ortaya çıktı. Kahkaha atmamak için kendini zor tutuyordu. Ben de gülerdim ama o kadar rezil olduktan sonra hiç içimden gelmiyordu. Sevimsizce dudaklarımı kıvırıp ona karşılık verdim ardından cama döndüm. Amir ve Dylan da binmişlerdi arabaya ve benim bakacak yüzüm yoktu ikisine de. Birine utançtan, birine de ölmek için daha çok genç olduğumu düşündüğüm için bakmıyordum.

 

At arabasından ben hariç herkes inmişti. Kısa bir yolculuk olmuştu ve bu süre zarfı boyunca kimse tek kelime etmemişti. Ellerimi eteğe kilitleyip tekrar düşmemek için sıkı sıkı tuttum. Arabadan aşağıya indiğimde üçününde saraya doğru ilerlediğini gördüm. İnsan bir beklerdi be. Sanki ne kadar durmuştum arabanın içinde iki dakika bekleseler kök salarlardı zaten. Büyük adımlarımla onlara yetişmeye çalıştım. Muhafızların önünde koşamazdım zira bir düşmeyi daha kaldıracak değildim bu sefer gerçekten kaçardım.

 

Sarayın içine girdiğimizde onlar yine benden öndeydiler. Her ne kadar büyük adımlar atsam da boyumun kısalığı benim için koca bir olumsuzluktu. Aslında o kadar kısa biri de değildim ama Amir’e ve Dylan’a yanında cüce gibi bir şeydim. İkisi hem uzun hemde yapılıydı. Yüzlerine gelecek olursak saymıyordum bile. İkiside keskin yüz hatlarına sahiplerdi. Tanrım bütün prenslere dağıtacağı çekiciliği bunlara vermişti. Bir abim biri de sevdiğim adam diye demiyorum ama diğer prensleri toplasan kesinlikle bu ikisi kadar edemezdi. Ben onları överken onlar ihtişamlı taht odasının devasa kapılarını aralamışlardı. İçeriye adımladıklarında yetişmek için hafif koştum. Zira sevgili annem Kraliçe Jennifer karşılamadaki olayın üzerine birde geç geldiğimi görürse beni mahvederdi. Ben tam varmıştım ki kapının iki kanadı arka taraftan yüzüme kapandı. Derin, dertli bir nefesi dışarı bıraktım. Hadi ama. Cidden mi? Bu gün gerçekten yaşanıyor muydu? Sinirle iki yanıma baktım. Burada ki muhafızlar nereye kaybolmuştu? Muhafızları geçtim tek bir hizmetli bile katta dolaşmıyordu. Ne yani bunlar taht odasını bu şekilde mi koruyorlardı hemde ortalıkta bir suikastçı dolanırken? Bir saldırı olsa ne olurdu, hesabını kim verirdi? Burayla ilgilenmeyi aklımın bir kenarına not ettikten sonra ellerimi iki kanada yerleştirip setçe ittirdim. Kapı büyük bir gıcırdamayla açılırken içerideki bütün gözler haliyle bana dönmüştü. Babam babalık rolünden çıkmış Kral Farold maskesini takmıştı. Ve tahtında Flardoria kralına yakışır bir şekilde oturuyordu. Hemen yanında Jennifer vardı. Adeta bir tavus kuşu misali kralın tahtının bir kademe altında olan kraliçe tahtında oturmuş üstten kibirli bakışlar atıyordu etrafa. Kraliçe tahtının bir alt basamağımda ki tahtlar ise sahiplerini bekliyordu. Benim tahtım kralın tarafındayken Amir’inki kraliçenin tarafındaydı. Tahtlar boştu çünkü hepimize eşit davranılıyordu. Kimse kendi krallığında bile olsa diğerlerine üstünlük taslayamıyordu. Bu yüzden bizim yerlerimizde yeller uçuyordu. Varisler, tahtların biraz ilerisinde durmuştu. Onların yanına doğru ilerlerken gözlerim ister istemez tahtların arkasındaki resimde oyalandı. Devasa boyutta renkli camlarla yapılmış olan kral ve kraliçenin resmi her gelen kişiyi büyülüyordu. Ben bile defalarca görmüş olmama rağmen gözlerim ister istemez oraya kayıyordu. Bir gerçek zihnimin limanlarına yanaştı. Amir veya ben. Bir gün orada birimizin resmi yer alacaktı. Bu düşünceyle tüylerim diken diken olurken onların yanına varmıştım. Amir’in yanında yerimi alır almaz eteğimi kaldırıp dizlerimi hafif büktüm ve selamımı vermiş oldum. Gözlerimi yerden kaldırmadım. Taht odası ölüm sessizliğine bürünmüştü. Gözlerimi sıktım hatta o kadar çok sıktım ki göz kapaklarım karıncalanmaya başlamıştı. Jennifer uyarıcı bir tonda boğazını temizledi. Benden bir açıklama bekliyorlardı. Hızlıca bahaneleri zihnimde evirip çevirirken bu sefer babam uyarıcı bir tonda boğazını temizledi ve gür sesi büyük odada yankılandı. Kafamı kaldırıp gözlerimi sonuna kadar açıp babama baktım. Şaşkınlık suratımdaki yerini almıştı. Açıklama yapmak zorunda kalmayacaktım anneme. Babamın kral maskesi geldiğimdeki gibi sapa sağlam orada duruyor en ufak bir duyguyu belli etmiyordu. Babamın beni annemden ilk kurtarışı değildi ama bunu varislerin önünde yapmasını açıkçası hiç beklemiyordum. Bunun için ona minnet ediyordum çünkü annemin sorguları hiçbir zaman kolay olmamıştı. Karşısındaki bir barbar veya kızı hiç fark etmeksizin, karşısındaki kişinin cevaplarından tatmin olana kadar çeşitli işkenceler uyguluyordu. İşte bu yüzden düşmemi sorun etmiştim. Veya Dylan’ın beni tutması. Karşısındaki doğruları da söylese o istediği cevapları alana kadar durmuyordu. Gözlerimi hızlıca açıp kapadım ve şaşkınlığımı üzerimden silip attım. Gözlerimi öylece karşıya diktim. Cansız ve ifadesiz bir şekilde. Babam ellerini tahtının kenarlarına koymuş rahat bir tavır sergilerken annem de benim gibi bozguna uğramıştı. Üzgünüm annecim eşsiz işkencelerini bir daha ki sefere saklamalısın. Tabii o sefer olursa.

 

“Varislerim,” diye konuşmasına giriş yaptı babam. Ellerini iki yana hafif açtı. “Ülkeme hoş geldiniz. Sizden ricam balo zamanına kadar odalarınızdan çıkmamanız. Bir tatsızlığın çıkmasını istemeyiz öyle değil mi?” Bu bir rica değil emirdi. Diğeri sözü ise bir uyarıydı. Her sene başka krallıkta yapılan o sözde rica konuşmasıydı. Babam devam etti. “Giysileriniz çoktan gemiden indirilip odalarınıza bırakıldı. Ama taçlarınız için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Umarım buradayken başlarına kötü bir şey gelmez. Unutmayın onlar sizin hayat güvenceniz ve onlardan siz sorumlusunuz.” Hayatımızı bir taca bağlamaları ne garipti. Onlar varsa biz vardık, onlar yoksa biz yoktuk. Tacın varsa yaşardın, tacın yoksa ölürdün. Tacın olmadan dışarı bile çıkamazdın. Kısacası taçsız olmak bir hiç olmaktı. Altı yaşımızdayken sorumlulukları bize verilmişti. Her bir taç sahibinin kişilik özelliklerine göre değerli taşlarla kopyası olamayacak bir şekilde tasarlatılmıştı. Soyluların taçlarını yanından ayırdığını pek görmemiştim ne de olsa onları çalmak isteyen çok kişi vardı. Bu kuralın babam tarafından konulduğunu sanmıştım ama yanılmıştım. Astoria Diyarı var olalı belli bu kuralda vardı. Ve her krallık için geçerliydi.

 

Sadece bir kaç yıldır bu kural biraz gevşetilmişti çünkü suikastçı gibi bir sorunumuz vardı. Eğer taçları çalarsa yerimize o geçerdi. Biz bir hiç olurduk ve bütün yetkilerimiz ona geçerdi. Genelde kimse tacını kafasından çıkarmazdı çıkarsa bile bir metre uzağından ayırmazdı. Ben hariç. Bu konuda ilk ve tek olabilirdim. Genelde dışarı çıkarken veya kasabaya inmem gerekirse babamla almış olduğum bir karar üzerine onu babama bırakıyordum. Belanın başımdan eksik olmadığını söylemiştim. Babam son sözünü söyledi. “Çıkabilirsiniz.” Eteğimi geldiğimdeki gibi kaldırıp dizlerimi hafif büktüm. Selamımı verdikten sonra hızlı adımlarla odanın çıkışına ilerledim. Varisler hemen arkamdan beni takip ediyordu. Yaklaştığımızda muhafızlar kapıyı araladı. Odadan çıktığımda ilk ne yapacağımı bilemedim. Burada onları beklemeli miydim yoksa odama mı çıkmalıydım? Tabii ki odama çıkmalıydım daha neler bir kere emir vardı. Adımlarım bir an aksasa da bozuntuya vermedim ve merdivenleri tırmanmaya başladım. Ana merdiven bittiğinde odamın önüne çıkan merdivene yöneldim.

 

Odamın önüne geldiğimde Katara kapımı açtı. İçeriye girmeden önce kapının iki yanında nöbet tutan muhafızlara göz ucuyla bakım. Katara iyi bir fırça atmış olmalıydı. Adamların yüzleri bembeyaz kalmıştı. Dudağımın kenarı istemsizce yukarıya doğru kıvrıldı. Odaya girdikten sonra Katara hemen ardımdan gelip kapıyı kapattı. Odanın tam ortasında dururken Katara “Prenses size vermem gereken bir şey var,” dedi. Ardından tek dizini yere koydu ve zırhının iç kısmından tacımı çıkartıp elleriyle kutsal bir şeyi kaldırır gibi yukarıya kaldırdı. Tacımı görünce ona doğru yaklaştım. Tacı elime almadan önce parmağımı keskin altın yüzeyinde gezdirdim. Kırmızı mücevherlerle donatılmıştı. Diğerlerinin ki gibi büyük değildi ama kendine göre bir cazibesi vardı. Keskin ve tehlikeli duruyordu. Parmağımı uç kısımlarına getirdiğimde hafif bastırdım ve çıkan kan damlasını mücevherlerin üzerine sürdüm. Mücevher olduğu gibi duruyordu. Tacım hala benimdi. Ellerimin arasına alıp kafamdaki yerine yerleştirdim. Herkesin tacında o kişiye özel olan bir değer vardı. Taçlarımızda bizden birer parça bulunuyordu. Tabii bunları tacı yapan kişi dışında kimse bilmiyordu. Diğerlerinin aksine tacımda benim kanım vardı. Kanım aktığında parlarsa benim, mücevher eriyip yok olursa taklit olurdu. Aslında benim olup olmadığını test etmeme gerek yoktu. Limana gitmem gerektiği için tacı babama vermiştim oda Katara’ ya bana vermesini söylemiş olmalıydı. Katara’ ya her ne kadar tacımı taşıtacak kadar güveniyor olsam da insan emin olmak istiyordu. Tacımı kaybedemezdim. Yaşamaktan vazgeçmediğim sürece benimle kalacaktı. Aynanın karşısına geçip tacımı düzelttim. Katara da bu sırada ayağa kalkmış zırhını düzeltiyordu. Aynada ki yansımamdan ona bakarken oda bana bakıyordu. Gerçekten ürkütücü bir güzelliği vardı. Kömür karası düz saçlar, dolgun kırmızı dudaklar, kalın kaşlar ve okka gibi bir burun. Tabii kaşındaki derin kesiği de unutmamak gerekirdi. Çünkü unutulacak gibi değildi. Gözlerim kaşındaki derin izde dolandığında derin bir nefes verip omuzlarını düşürdü. İnsanlar yarasından utandığını sanırdı ama o aksine gururlanıyordu. Her bir iz her farklı bir hikaye demekti onun için. Onun hikayesi ise benimle tanışmadan önce başlamıştı. Ailesi barbarlar tarafından kaçırılmıştı ve oda bir başına kalmıştı. Benimle karşılaşıncaya kadar da tavernalarda çalışmıştı. Hayatın ne kadar kötü olduğunu henüz çok küçükken öğrenmişti. Tavernada gerçekleşen türlü türlü olaya göğüs germişti. Bir günün bitişinde tanışmıştık Katara’yla. Tam olarak neyden kaçtığımı hatırlamıyorum ama beni kurtardığını hatırlıyordum. Daha sonrası ise zihnimde kesik kesikti. Çok yakın dost olmuştuk. Daha sonrasında hayatı değişmişti. Babam onunda isteğiyle muhafızlarla eğitilmesini emretmişti. Onunla beraber dolaşıyor, oyun oynuyor, kılıç talimleri yapıyorduk eskiden. Büyüdüğümüzde ise benim muhafızım olmaya hak kazanmıştı ve o gün bugündür hiç ayrılmıyorduk. Mavilerimi onun koyu kahvelerine diktim. Kafasını hafif omzuna yatırdı. “Baloda hiç bir sorun çıkmayacak değil mi?” diye sabahtan beri beni yiyip bitiren soruyu sonunda sorabilmiştim. Soruma cevap vermeden önce yatağımın önündeki koltuğa oturdu ve kafasını arkaya atıp boynunu esnetmeye başladı. “Sence,” dedi. Onun neredeyse her muhafızı teker teker kontrol ettiğini biliyordum ama ortada bir suikastçı vardı. Tam karşısına geçtim ve ellerimi belime koydum. O da kafasını kaldırıp bana baktı ardından sıralamaya başladı. “Her muhafızı denetledim, balo salonunun her köşesine baktım ve zaten gelecek davetlilerde sıkı bir aramadan geçirilip kesici eşyaları alınacak.” O saydıkça bende kafamı onaylar bir şekilde sallıyordum. Devam etti. “Sadece muhafızların silahları olacak ve korkmana gerek yok ben zaten orada olacağım. Biraz rahatlar mısın lütfen.” Elim çenemdeyken yanaklarımın içini ısırıyordum. Odanın içinde bir ileri bir geri gitmeye başladığım. Eğlenen bir sesle “Kaç tilki dolanıyor yine kafanda. Onları bağlamamanı gerektirecek bir durum yok ortada.” Odanın içinde kısa bir kıkırtı sesi yükseldi ama hemen ardından öne doğru eğilip keskin bir sesle “Vıolet,” dedi. İsmimi söylemesiyle durdum. Camdan yansıyan ışıklar yüzüme çarpıyordu. “Aklından ne geçiyor?” Ciğerlerimdeki bütün havayı boşalttım. Kafamı iki yana sallarken ona doğru döndüm. “İçimde kötü bir his var. Bir şey olacak. O burada ve bu geceyi olay çıkartmadan sonlandırmayacak.” Bahsettiğim konuyu hemen anlamıştı. “Suikastçıdan bahsediyorsun,” dedi. Kafamı salladım. “Maalesef ki evet.” Koltuktan kalkıp karşıma geçti. Kısa bir an gözlerimin içine baktıktan sonra kollarını bedenime doladı. Destek olurcasına sırtımı sıvazladı. Kulağıma doğru “Elimden geleni yapacağım, söz veriyorum. Anlıyorum kimse zarar görmesin istiyorsun ama bu senin görevin değil. Bir kereliğine herkesi düşünmeyi bırak olur mu? Bu gece senin gecen eğlenmene bak ve bir geceliğine suikastçıyı düşünmeyi bırak.” Dudaklarım da sıcak bir gülümseme can bulurken kollarımı aynı onun gibi sıkıca doladım. “Çalışacağım.” dedim kısaca. Söz vermiyorum ama herkesi düşünmemeye çalışacağım Katara. Geri çekildi ama elleri hala omuzlarımdaydı. “Seslendiğinde duyabileceğim kadar yakınında olacağım.” O bir dosttan çok abla gibiydi. İyi ki ona sahiptim. Gülümsemem biraz daha artarken elini tekrar zırhının içine soktu. Merakla ne çıkaracağını beklerken mavi bir kutu göründü. Bana hediye mi almıştı? Bir iki adım geriledi ve hediyeyi uzattı. Ben ona parlayan gözlerle bakarken o kafasını çevirdi. Duygusallaşmamak için yapmıştı bunu. Elindeki kutuyu salladı. “Al hadi,” dedi. Kutuyu görmezden gelip kolunu sıkıca kavradım sonra kendime çektim. “Teşekkür ederim Katara,” dedim. “Senin varlığın bile benim için büyük bir hediye.” Kulağıma fısıldadı. “İyi ki doğdun minik tilkim.”

 

Benim bırakma gibi bir niyetimin olmadığını anlayınca kendini ittirdi. Arkasını dönüp kutuyu camın önündeki çalışma masasının üzerine bıraktı ardından kapıya yöneldi. Eli kapının kulpuna gitti an “Katara” dedim. Bana döndüğünde “Emredin prensesim,” dedi. Onu daha fazla tutmak istemediğim için “Taht odasının önündeki muhafızları göremedim.” dedim anlayacağını bilerek. Kafasını olumlu anlamda salladı ve “Emriniz olur prensesim,” dedi ve odadan çıktı. O çıktıktan sonra topuklarımın üzerinde dönüp büyük bir heyecanla masanın üzerindeki kutuya ilerledim. Acaba ne almıştı? Kutuyu elime aldığımda kapı çalındı. Gözlerim kutuyla kapı arasında mekik dokumaya başladı. Sanırım hediyemi açmayı sonraya bırakmalıydım. Sert bir sesle “Gir” dedim. Kapı açıldı ve içeriye kapımın önünde duran muhafızlardan biri girdi. Selam verdikten sonra konuşmaya başladı. “Efendim sizi hazırlamak için gelmişler.” Hazırlamak mı? Neydim ben bebek falan mı? Tam geri göndermesini söyleyeceğim sırada muhafız ekledi. “Kraliçe göndermiş.” Annem mi göndermişti? Off

 

“Tamam, içeri al,” dedim bıkkın bir sesle. Muhafız tekrar selam verdi ve “Emredersiniz efendim” deyip odadan çıktı. Elimdeki kutuyu aldığım yere bırakıp aynanın önündeki yumuşak koltuğuma oturdum. Bir süre sonra odaya koyu yeşil elbise giyen iki hizmetli girdi. İkiside odaya her gelen gibi selamlarını verdiler ve arkama geçtiler. Bir kız aynanın önünden saç fırçasını alıp saçlarımı taramaya başladı. Diğeri ise “Nasıl bir şey istiyorsunuz efendim?” dedi. Kısaca “Dağınık topuz” dedim.

 

Kızlar saçımı bitirdiğinde biri geri çekildi. Diğer ise “Elbiseniz ne renk efendim?” dedi. “Koyu kırmızı.”dedim. Kız kafasını salladıktan sonra kafama bir de kırmızı mücevherler sıkıştırdı. Ayağa kalkıp elimi saçımın arkasına götürdüm. Sadece dağınık topuz istemiştim ama sanki kafamda kırk kilo ağırlık vardı. Bir de yetmemizmiş gibi mücevher sıkıştırmıştı. Saç diplerim acıyordu. Elimi hala saçıma götürürken gözlerim yansımamdan arkadaki kızlara kaydı. Ellerini önlerinde birleştirmişlerdi ve yüzleri yere dönüktü. Selam verme gibi işlerle uğraşmak istemediğim için “Çıkın,” dedim. Kızlar hızlıca çıktı ve arkalarından kapı kapandı. Saçımı yaparlarken çıkartmadığım tacımı çıkarttım ve tekrar aynı şekilde taktım. Gardıroba doğru ilerleyip kapakları araladım. Balo elbisem oradan resmen bana göz kırpıyordu. Zarar gelmesin diye onu tek bir bölüme asmıştım. Elbiseyi askısından çıkarttım. Elbise kızlara dediğim gibi koyu kırmızıydı. Kalın askıları kollarımdan aşağıya sarkıyordu. Sağ tarafında ise derin bir yırtmacı vardı. Göğüs kısmı ise arkadan bağlamalıydı. Belimden aşağısı kat kat iniyordu. Belimin tamamını çevreleyen çiçek şeklindeki elmaslar katların uç kısımlarından devam ediyordu. Her bir katta çiçek şeklinde siyah gipürler vardı. Üzerimdekileri hızlıca çıkartıp elbiseyi giydim. Belimdeki ipleri sıkılaştırmadan önce topuklu ayakkabılarımı da çıkarttım. Onlarda elbise için özel yapılmıştı. Aynı renk, aynı gipür, aynı elmas. Ayakkabımı hızlıca giydim. Asıl sorun şimdikindeydi. Belimdeki ipler! Öncelikle iki taraftan da ipleri avucuma doladım. Daha sonra nefesimi tutup hızlıca ipleri çektim. Nefesimi bırakmadan önce ipleri bağladım ve nefesimi bıraktım. Elimi yumruk yapıp karnıma vurdum. İnce olan belim iyice incelmişti ve taş gibi olmuştum. Birisi vursa hissetmezdim. Sanırım biraz fazla sıkmıştım. Umarım bu elbisenin içerisindeyken bir rezillik daha yaşamazdım. Aslında yırtmaçta biraz bunun yüzünden vardı. Aynadan kendimi tepeden tırnağa süzdüm. Çok güzel olmuştum. Masanın üzerinde duran herhangi kokulardan birini aldım. Boynuma ve bileklerime sürdükten sonra geri yerine koydum. Hızlıca camın önüne ilerledim. Saçımın yapılması çok uzun sürmüştü. Sabah beyaz güneş ışıkları yüzüme çarparken şimdi turuncu güneş ışıkları yüzüme çarpıyordu. Aşağıya baktığımda gelen misafirlerin Katara’nın da dediği gibi tek tek arandığını gördüm. Zaman gelmişti. Eteğimi kaldırıp kapıya doğru ilerledim. Kapının iki kanadını da açıp dışarı çıktım. Koridorda ilerlemeye başladığımda arkamdan kapının kapanma sesi yankılandı. Kendi katımın merdivenine değil de Amir’le ortak kullandığımız merdivene doğru ilerledim. Abimin kapısının önüne geldiğimde muhafızlar sorma gereği duymadan kapıyı iki yana araladı. İçeri girdiğimde kapı kapanana kadar sesimi çıkartmadım. Kapı kapandığında kısaca odaya göz attım. Amir burada değildi. Büyük ihtimalle banyo tarafındaydı. Yatağının üzerine oturup onun çıkmasını bekledim. Kısa bir süre sonra üzerini düzeltirken kapıyı açtı. Üzerinde sabah giydiği takıma benzer bir takım vardı. Tek fark bu daha gösterişliydi. Geldiğimi duymuş olmalıydı ki hiç şaşırmamıştı. Aynanın karşısına geçip masanın üzerinden aldığı tacını taktı. Onunkinde de benimkine benzer kırmızı mücevherler vardı ve altındı. Demiştim ya kişilik özelliklerine göre yapıldılar diye. Onunki daha yuvarlaktı ve keskin değildi. Taçlarımız benzerlerdi ama aynı zamanda da çok farklılardı. Yanıma doğru gelirken kol düğmelerini takıyordu. Karşımda durduğunda ayağa kalktım. Düz bir sesle “Çıkalım,” dedi. Anlaşılan hala aynı ruh halindeydi. Oysaki konuşuruz diye gelmiştim ama pensimiz pek ala konuşmak istemediğini belli etmişti. Sinirle gözlerinin içine baktıktan sonra yanından geçip kapıya doğru ilerledim. Kapının kulpunu indireceğim an o benden hızlı davranıp kulpu indirdi. “Gözüm üzerinde küçük hanım.” Dedikten sonra kapıyı araladı ve eliyle geçmemi işaret etti. Ana merdivenden inerken bu sefer ben öndeydim oda hemen arkamdaydı. Dylan ve Noemi’ye vaktin geldiğini Katara ve Alex haber edecekti. Babam özellikle en güvendiği muhafızlarını görevlendirmişti. Alex ’de abimin muhafızıydı. Katara gözümde nasılsa Alex de öyleydi. İkisi arasında bir seçim yapamaz veya derecelendiremezdim. Merdiveneler bittiğinde solumuzda kalan koridora döndük. Koridorun sonunda Noemi ve Dylan bizi bekliyordu. Dylan’da abim gibi sabahki takımına benzer siyah bir takımı giymişti. Siyah saçlarını geriye taramış mavi gözlerini ortaya çıkartmıştı. Kafasındaki taç ise adeta ben buradayım diye bağırıyordu. Mavi ve siyah mücevherler sıralı bir şekilde ilerliyordu. Gri tacın uçları ise benimkine benzer sivrilikteydi. Noemi’ye baktım. Koyu yeşil kabarık bir elbise giymişti. Kollarından elbiseyle aynı renkte tüller iniyordu. Elbisenin etrafındaki siyah taşlar göz alıcı duruyordu ve Noemi’yi parlatıyordu. Saçlarını yukarıdan aşağıya tek bir örgüde birleştirmiş uçlarını ise kıvırmıştı. Kahverengi saçlarının üzerindeki yeşil tacı bir kraliçenin tacını aratmayacak kadar gösterişliydi. Altından çok mücevher vardı ve uç kısımları bir gül fidanının dikenlerini andırıyordu. Yanlarına geldiğimizde bizi sıcak bir selamla karşıladılar. Ben de onları sıcak bir tebessümle selamladım ama Amir için aynı şeyi söyleyemeyecektim.

 

--------------------------------------------------------------------

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%