Yeni Üyelik
1.
Bölüm

GİRİŞ

@aster_el

GİRİŞ

 

--------------------------------------------------------------------

Gözlerimi ince işçilikle işlenmiş mavi çizgili porselen vazodan ayırmamaya çalışıyordum. Elimdeki nem yüzünden gitgide aşağıya kayıyordu. Sol elimi göz hizama kaldırıp büyük cama doğru tuttum, camdan çarpan güneş ışıkları ellerimdeki nemi parlatıyordu. Bir elimi bırakıp kabarık bebek mavisi rengindeki kadife kumaşlı elbiseme sildim. Tekrardan cama doğru tuttum, artık parlayan ve rahatsız edici su damlacıkları yoktu. Kadife kumaş ellerimdeki teri emmeyi başarmıştı. Sol elimi vazoya yapıştırıp sağ elime de aynısı yapmak için çektim.

 

Kafamın içerisinde kırılan porselen parçalarının sesi duyulmadan hemen önce gözlerimi kapattım. “Kahretsin,” diye fısıldadım. Porselen vazoda elimin nemi kalmıştı ve her ne kadar elim kuru olsa da vazo bir kere kayganlaşmıştı. Ve avuçlarımın içinden kayıp gitmişti. Büyüklü küçüklü parçalara ayrılan porselen vazoyla salondaki bütün gözleri üzerime çekmiştim. Bazıları endişeyle bakarken, bazıları meraklı gözlerle bakıp neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Soluk kahve rengi elbise giyen iki genç hizmetli önce önümde eğilip selam verdi ardından dizlerini yere koyarak büyük parçaları üst üste koydu, küçük parçaları toplamaya çalışırken, Ellili yaşlarını çokta geçmiş olan lacivert elbiseli kadın sert ve yavaş adımlarla gelirken yüzüne ciddi bir ifade yerleştirmişti. Aramızda yeterli mesafeyi bıraktığını düşündüğünde durdu ve kafasını hafif eğdi.

 

Elbiselerin renkleri onların seviyelerini belirliyordu. Soluk kahve rengi elbise; daha yeni başladıklarını ve çömez olduklarını gösterirken koyu kahve rengi elbiseler, soluk kahve rengi elbise giyenlere göre biraz daha deneyimli olduklarını belirtiyordu. Bu elbiseleri giyen hizmetlilerin genelde görevleri yerleri silmek veya saraydaki belli başlı, onların da girip çıkabilmesine izin verilen yerleri temizlemek oluyordu. Kahve renginin ardından yeşil renk geliyordu.

 

Yeşilin de kahve rengi gibi iki farklı tonu vardı. Yeşilin bir tonunu giyen hizmetliler; Sarayda zaman geçirmiş ve çoğu işleri öğrenmiş olduklarını gösterirdi. Açık yeşil rengindeki elbiseleri giyen hizmetliler sarayın mutfağından sorumluyken, Koyu yeşil rengindeki elbiseleri giyenlerin görevleri prenslere veya prenseslere hizmet etmek oluyordu. Yeşilden sonra lacivert geliyordu, yani en üst seviye.

 

Lacivertin bir tonu yoktur ve tek kademeden oluşmaktaydı. Lacivert elbise giyenlerin çoğu kırklı yaşlarını arkada bırakmış oluyor ve sayıları neredeyse bir elin beş parmağını geçmiyordu. Bu rengi giyen hizmetliler; uzun süre burada kaldıklarını, kral ve kraliçenin güvenini kazandıklarını belli ederlerdi. Görevleri kral ve kraliçeye hizmet etmekti bunun haricinde varislere eğitim verirler, diğer hizmetlileri yönlendirebilme hakları da vardı. Hizmetlilerin çoğu lacivert elbise giymek için can atar ama seviye yükseldikçe yüzlerindeki gülümsemenin yavaş yavaş silindiğini fark etmezlerdi.

 

Karşımdaki kadın lacivert elbise giyiyordu. Ellerini karnının üzerinde birleştirmiş, onaylamayan gözlerle beni baştan aşağıya süzmüştü. Uzun zaman önce ellerinde başlayan kırışıklıklar şimdi tüm yüzünü ele geçirmişti. İşaret parmağıyla küçük burnunun üzerinde duran sivri köşeli, ince camlı gözlüğünü ittirdi. Kafasını yavaşça iki yana sallayıp ağzının içinden yine onaylamayan homurtular çıkarttı. İnce dudaklarını aralayıp yıllardır değişmeyen otoriter sesiyle konuştu. “Yıllar geçiyor ama sen hala değişmiyorsun. İlerlemen gerekirken olduğun yerde sayıyorsun,” dedi.

 

Bende aynı onun bana yaptığı gibi baştan aşağıya süzdüm. Karşımdaki kadın şuan üzerindeki elbiseyi giyebilmek için ömrünü bu dört duvar arasında geçirmiş, ruhunu kaybetmiş biriydi. Mavi gözlerimi onun cansız kahverengi gözlerine diktim. Yıllar bu kadından görünüşü hariç hiçbir şeyi alıp götürmemişti. Hala aynı ruhsuz ve huysuz kadındı. Küçüklüğümün korkulu rüyası.

 

“Huylu huyundan vazgeçmezmiş Madam Amaris bana öğrete bildiğiniz tek şey bu sanırım,” dedim. Beş parmağımı açtım ve saydıkça parmaklarımı içe kıvırdım. “Onca dans, denge ve elbise provalarından sonra sizden öğrendiğim şey sizin bana öğretmediğiniz bir şey.”

 

İncecik kalmış yay gibi kaşlarını çattı. “Ukala. Bir prenses asla bu şekilde davranamaz ve konuşamaz,” dediğin de yüzümde oluşan bilmiş ifadeyle ona baktım. Bu kadını sinir etmek hoşuma gidiyordu. En azından uykularımı kaçırdığı günlerimin intikamını alıyordum. Gözlerimi onunkilerden ayırmazken yerdeki hizmetliden çıkan kısık sesle donuk bakışlarımı Madam Amaris’ten çekip kıza doğrulttum.

 

Bir eli kucağında duruyordu ve işaret parmağı hariç diğerlerini içe kıvırmıştı. Kan çıkan yerin hemen üzerinde beyaz keskin porselen parçası duruyordu. Zavallı kız bir eliyle dudaklarını kapatmıştı. Korkak gözlerle Madam Amaris'e baktı. Yaşlı, huysuz kadın kafasını çevirip arkasında duran, koyu kahverengi elbise giyen hizmetliye arkadaşını götürmesi için işaret verdi. Hizmetli yerdeki kızın koluna girip koridorda ilerlemeye başladı. Belki de zaman bu kadından bazı şeyleri çalmıştı. Benim tanıdığım madam olsaydı şuan koridor onun tiz sesiyle inliyor olurdu. Arkamı döndüm ve gitmek için elbisenin eteklerini tutup hafif kaldırdım. Büyük bir nefesi alıp verdim. Omzumun üzerinden Madam Amaris'e baktım. Bu kadının gençlik yılları küçük bir kızı aşağılamak ile geçmişti. Her zaman Amir ve beni kıyaslardı.

 

“Herkes değişir,” dedikten sonra onun hep benden istediği şekilde omuzlarım dik, sağlam ama yavaş, bir o kadarda tüy misali havada süzülürmüşçesine yürüdüm ve koridoru döndükten sonra sırtımı gri taşlardan oluşan duvara yasladım. Bu kadını uzun zamandır görmüyordum ve şimdi bir anda karşıma çıkmıştı. Düşmemek için yeniden parmaklarımı yumuşak dokulu kumaşa kenetleyip kaldırdım. Elbisenin arkasında kuyruğu vardı kumaşı kaldırdım yerde değişik modellerde gipürleri ortaya çıkıyordu. Uzun koridorda ağır elbiseyle yürümek işkenceden farksızdı. Odamın önüne geldiğimde parmaklarıma kenetlediğim elbiseyi özgür bıraktım. Ellerimi bir kaç defa açıp kapadım. Kumaşı çok sıkı tutmuştum bu yüzden parmaklarım acıyordu.

 

Odaya girdikten sonra kendimi yatağa bırakıp kollarımı ki yana açtım. Yarın on sekiz yaşıma giriyordum. Ve bu tam bir yıl sonra Dylan ve Noemi’yi tekrar göreceğim anlamına geliyordu. Üstelik kendi ülkemde ve kendi sarayımda. Her sene düşman krallıkların birinde, balo eşliğinde kutlanan varislerin doğumu halk arasında efsanevi bir masal haline gelmişti.

 

Anlatılanlara göre yıllar önce bu toprakları ve tüm Astoria Diyarını zalim ve acıması olmayan iki hükümdar yönetiyormuş. Kasabalının hayvanlarını katlettiriyor, mücevherlerini çaldırıyormuş. Bunlarla da kalmayıp muhafızlara kasabaları yağmalattırıyormuş. Yağmaladıkları kasabalardan çocukları kaçırıyor ve onlara türlü işkenceler çektirerek acımasız muhafızlar haline getiriyorlarmış. Halk isyan dahi edemiyormuş. Kimsenin baş kaldıracak cesareti yokmuş. Hükümdarlarının başlarına musallat ettiği barbarlar yüzünden evlerinden kafalarını bile çıkartamıyormuş. Birbir yok oluyorlarmış. Her gün bir aile. Bir hane ve acılı feryatlar.

 

Bir gün bu olaylara daha fazla dayanamayan üç adam çıka gelmiş. Ailesini korumak ve onlara iyi bir gelecek sunmak için ayaklanma başlatmışlar. Önce halkın zararlarını karşılamışlar. Ardından gidenlerin yerini olabildiğince doldurmayı denemişler. Halk onlara inanıp güvenmiş. Bir umut fidanı yeşermiş insanların yüreğinde. Onlarda cesaret bulmuşlar. İnanmışlar, güvenmişler, cesaret etmişler ve güzel bir gelecek için ant içmişler.

 

Halkı, muhafızların ve barbarların haberi olmadan örgütlemişler. Buraya gelirken sadece üç kişi olan adamların artık arkasında koca bir kalabalık varmış. Halkı savaşa bilmeleri için eğitmişler. Uzun bir zamanın sonunda herkes hazır olunca savaş günü gelip çatmış.

 

Halk bu üç adamın önderliğinde sarayın surlarına dayanmış. Hükümdar ilk başta bu saldırıyı beklemediği için hazırlıksız yakalanmış ama çok geçmeden kendini toparlamış. Büyük bir katliam olmuş. İki tarafta çok fazla kayıp vermiş. Yerde yatan insan bedenlerinden adım atacak yer kalmamış. Büyük bir mücadelenin sonunda halk hükümdarlarını tahtından indirmiş. Hükümdarın yenildiğini gören barbarlar prensi de alıp sessizce savaş meydanından çekilmişler.

 

Halk hükümdarlarını düşürdükten sonra üç adamı hükümdar ilan etmiş. Astoria Diyarında o gün bir hükümdar yıkılmış, beş hükümdar yükselmiş.

 

Kral Farold, Flardoria’yı.

 

Kral Austin, Elaria’yı.

 

Kral Kyne, Sansora’yı kurmuş.

 

Eski hükümdarın soyundan gelen kişiler ise savaşta bu üç adamla birlik olduğu için kendi krallıklarının kurulmasına izin verilmiş.

 

Kral Nevan, Siranora’yı

 

Kral Milaskon, Dislanor’u kurmuş.

 

Halk neşeyle yeni hükümdarlarını kutlamaya başladığında. Gök de kan ağlamaya başlamış. Gökyüzünden yağmur değil kan yağıyormuş. Düşen kan damlaları yerdeki kan birikintilerine karışmış. Tanrıyı huzursuz eden bir şeyler varmış. İnsanlar ilk başta garipsese de sonrasında umursamamışmış. Büyük bir savaş verdiklerini ve bu savaşta kazanan taraf oldukları için kendilerini kutlamaya layık görmüşler. Cesaretleri kibre dönüşmüş. Tanrı gidenlerin arkasından yas tutmalarını isterken onlar dans etmeye başlamış. Daha büyük bir belanın başlarına geleceklerinden haberleri yokmuş. Tanrının gönderdikleri halkın tek umudu olacakmış. Ve üç kralın eşleri çocuklarını o kanlı günde diyara getirmiş. Daha çocuklarını diyara gözlerini aralamasına zamanları olsada o gün hepsi aynı anda doğmuş. Tabii çocuklarının doğduğunu bilmeyen krallar mutlulukla zaferlerini kutlarken yağmur biraz daha bastırmış. Deniz önce geri çekilmiş ardından üzerlerine akın etmiş. Altlarındaki toprak sallanmış. Gökteki yağmura bir de ateş topları eklenmiş. Volkanlar ardı ardına patlamış. İnsanlar kaçacak yer aramış ama demin üzerlerinde mutluluk çığlıkları attıkları bedenler yüzünden takılıp düşmüşler. Halkın bir kısmı tanrıya isyan ederken bir kısmı bağışlanma dileniyormuş. O gün sabaha kadar süren türlü olayların sonunda halk toparlanmış. Krallar diyarı beşe ayırmış. Her halk kendi hükümdarını seçmiş. Üç adam ailelerine mutlu bir gelecek sunmalarının gururuyla eşlerini yanlarına almışlar. Ardından saraylarını ve düzenlerini kurmuşlar. Herkes mutlu bir şekilde yaşamış ancak bir süre sonra toprak kavgaları başlamış. İlk başta dost olan üç adam birbirlerine düşman olmuşlar. Savaşlar yapmışlar. Ama aralarında ne yaşanırsa yaşansın o kanlı günü unutmamışlar. Bir antlaşma imzalamışlar.

 

Kural ise şuymuş; her yıl sırayla bir ülkede balo düzenlenecek ve vâristen başka kimse topraklara adımını atmayacakmış. Her hangi bir günde de eğer krallıktan biri diğer krallığa kaçarsa ya olduğu krallıkta ya da kendi krallığına geri döndüğünde öldürülecekmiş.

 

Kapının çalmasıyla yataktan doğruldum. Ayağa kalktığımda elbisenin eteklerini düzeltip “Gir.” dedim. İçeriye; koyu yeşil elbise giyen, altın gibi sarı saçları olan hizmetli girdi. Muhtemelen yirmi beş yaşındaydı. Şaşırmıştım doğrusu bu yaşta o seviyeye gelmek büyük başarıydı. Ya olduğundan küçük gösteriyordu ya da şans ondan yana olmuştu. Dikkatimi elinde tuttuğu şeye verdim.

 

“Dinliyorum,” dedim sakin bir sesle. O ise heyecanlı bir şekilde konuşmaya başladı. Heyecanlandığı titreyen ellerinden de belliydi. Muhtemelen yanılmıştım. Heyecanına bakılırsa bu seviyeye yeni geçmişti. Kız sözlerini bitirdikten sonra elbiseyi yatağın üzerine bıraktı ve eğilip selamladıktan sonra odadan çıktı.

 

Aceleci konuşmasından anladığım tek şey şu cümleler olmuştu; “Rahatsız ettiğim için özür dilerim prenses. Prens Amir balo elbisenizi size getirmemi istedi.” Elbiseyi zarar görmemesi için dolaba kaldırdım ve çalışma masasının önüne geçtim. Gizli bir bölüm yaptırmıştım. İçerisinde ise Dylan'ın bana vermiş olduğu, şiir defterini, gülleri ve birlikte geçirdiğimiz zamanları saklıyordum. Gizli bölmeyi açıp içinden eskimiş, rengi solmuş kutuyu çıkardım. Geçmişi hatırlamak belki güzel olabilirdi.

 

Elime ilk şiir defteri geldi. Elime aldığım defterin sayfaları parmaklarımdan hızla akıp giderken burnuma yaklaştırıp defterin kendine has olan o kokusunu içime çektim. Bütün şiirler kelime kelime zihnime döküldü. Hepsini çok uzun zaman önce ezberlemiştim. Defteri kenara bırakıp kutunun en altında kalmış olan gülleri çıkardım. Çiçek canlılığını çok uzun zaman önce yitirmişti. Pembe renkli gül siyaha dönmüş, üzerinde bir kaç yaprağı kalmıştı ama ben onu hala ilk günkü gibi görüyordum. Kalan son yapraklarıda dökülmesin diye nazikçe kutuya bıraktım. Diğer gülü kutunun içinden çıkartmadım. Kırmızı renkli gül pembe renkli gülden farklı durumda değildi. İkiside çoktan solmuştu ama zihnimde hala yemyeşillerdi.

 

--------------------------------------------------------------------

 

 

Loading...
0%