Meydanın ortasındaki şaman parçalanmış hayvan
leşlerinin etrafında dönüyor: Kendince bir şeyler
mırıldanıyor, bazen suratı bir dehşet ifadesi alıyor
bazen de mutluluktan kahkahalara boğuluyor.
Hayvan kellerindeki gözler hâlâ canlıymış gibi
etrafa bakınıyordu. Çevredekiler ürkmüş bakışlarla
şamanı izliyor. Ondan mı, yoksa hayvan leşlerinden
mi ürktükleri belli değildi. Şaman yedi başlı
hayvanın önüne oturmuş, hem onu parçalıyor hem
de akan kanlara bakıp, başını göğe kaldırıp
haykırıyordu. Bu yedi başlı beygirimsi yaratığı
avlayan avcı gururla meydanın ortasında
dolanıyordu. Ona ateşin oğlu olarak sesleniyorlardı.
Bu lâkap ona gözlerinden dolayı verilmişti.
Baktığında insanın içini yakan bakışları vardı; insanı
korkudan titretebiliyordu.
Ayı postundan yapılmış kürkünün altında insan
yavrusu olduğu belli bile olmuyordu. Meydanda
karnı yarılmış bir şekilde yatan ayıdan daha iri durmaktaydı. Eğildi, yere oturmak istedi ve elini
yere vurduğunda birden büyük bir toz bulutu havaya
yükseldi. Şaman, kan gölünün içine elini batırıp
çıkardı. Gökyüzü iyiden iyiye kararmış, ay ve
yıldızlar meydana çıkmış, ayin de bitmek üzereydi.
Şaman bütün halka seslendi ve dedi ki:
—Bu gökyüzündeki son yıldız yani son kahraman da
kaydığı zaman Aşkabat bolluk ve berekete
boğulacak, bütün çocuklarımız mutlu olacaklar.
Belki biz o günleri göremeyeceğiz ama Aşkabat'a
sadece bizim öz be öz kanımızdan gelen çocuklar
hükmedecek.
Bu sırada elini de yanındaki adamın sırtına
vuruyor, kahramanın onu soyundan geleceğini
söylüyordu. Ayinin sonu olarak bütün hayvan
cesetleri yakılan kocaman ateşin ortasına atıldı ve
ruhlarının gökyüzüne yükselmesini izlemeye
başladılar...
“İşte” dedi babası elindeki deri parçalarını yere
bırakırken…—Senin adın bu yüzden Son Yıldız… Atalarımızın
yıllar yıllar önce yaptığı ayine göre gökyüzündeki
yıldızların azalması gelecek olan son kahramanın
habercisi sayılmaktadır.
Babası haklımı bilmiyordu ama gökyüzündeki
yıldızlar çok çok azdı. Bir iki acaba gerçekten
olabilir miydi? Onlar da böyle ayinler yapılırdı. Ama
işin garip olan yanı, gökyüzündeki yıldızların
tükenecek olmasıydı. Babasına sormak için yöneldi
ama babası onu birden susturdu ve şöyle dedi:”Yarın
buraya bir şaman gelecek herkes avlayabildiği en
büyük hayvanı avlayıp kaderine baktıracak onun için
uyumalısın. Yarın sorularını ona yöneltirsin.”
—Tamam, dedi Soyi. Gecenin soğuk olmasına rağmen
çimlerin üzerine uzandı ve uykuya daldı. O gece rüyasında
ne gördüğünü hatırlamaya çalışıyor ama çok zorlanıyordu.
O geceden sonra yapılan ayini de hatırlayamadı.
Şimdi babası ona adının anlamını anlatalı tam altı yıl
olmuştu. O zaman dokuz yaşındaydı. Babasıyla bunları
konuştuktan bir yıl sonra onu kaybetmişti. Etrafındakiler
ona babasının çok çalışmaktan öldüğünü söylüyorlardı. Şu
an babasını ona anlattığı ayini daha iyi anlamaktaydı. Belleğinde o günü, babasını kaybettiği zamanı
canlandırmaya çalıştı: Sabah güneş henüz doğmamıştı.
Babasının cesedi yatağında kaskatı yatmaktaydı.
Öldüğünü anlaması uzun sürmedi. Bütün köy halkına
haber veren de kendisiydi.
Ölüyü bizzat kendi elleriyle toprağa gömen Soyi'nin
gözlerinde bir damla yaş yoktu; çünkü ayine göre o
Aşkabat'ın kahramanı olacaktı. Soyi’ye göre kahramanlar
daima yalnız olurlardı. Annesi hakkında hiçbir şey
bilmemesine rağmen babasını ölüme zorla sürüklediğinin
farkındaydı. Babası olması gerekenden fazla çalıştığı için
ölmüştü.
Bunları düşünmeye dalmışken, etraftan gelen seslerle
derin bir uykudan uyanırmış gibi kendine geldi: “Soyi,
artık gitme vakti.’ Kalktı, toparlandı. Üstü başı toprak
içinde kalmıştı ve adı da Soyi, Son Yıldız demek o ayini
hatırlatması yüzünden yasaklanmıştı, o yüzden de insanlar
onu böyle çağırmak zorundaydılar.
Elindeki aletleri sırtındaki çantaya koydu. Hava
soğumuştu, sırtına attığı ayı postu ayindeki adamınkinin
aynısıydı. Ona bu kürk atalarından armağan kalmıştı.
Soyi, kürkü sırtına atarken dedi ki kendi kendine:“ Ocanavarı avlayan benim atamdı ve ben onun soyundan
gelen şanslı kişiyim.” Kürkün içinde atalarının hiçbiri gibi
kocaman ve iri durmuyordu. Bu kürkü giyen en küçük kişi
benim diye düşündü. Evet, onlar kadar yapılı ve iri değildi
ama onlar kadar güçlüydü ve bakışları daha fazla etkiliydi.
Soyi sinirlendiği zaman, onunla göz göze gelmek çölün
ortasında bir aslanla göz göze gelmekten ürkütücüydü.
Yolda yürürken toprak yoldan toz dumanlar çıkarıyor,
sanki bir devin yürüyüşü gibi etrafı sarsıyordu. Bugün
yine sinirli ve asabi davranıyordu, bir de zihnindeki ses
onu sürekli rahatsız etmekteydi.
Evin içindeki sıcak bir hava ve bundan ötürü oluşan
kokuyu alınca dışarı çıkıp uzandı. Hava kararana kadar
uyuyan Soyi gökyüzünde ay belirince gözlerini açtı. Etrafa
bakıp insanları aramaya başladı, ses soluk yoktu bütün
insanlar diye düşündü bütün insanlar yine evlerindeler.
Tavuk gibi yine erkenden kümeslerine giriyorlar. Evinin
önündeki çam ağacının dibine uzanıp yeniden uykuya
daldı.
Bıraksalar bir yıl kesintisiz uyuyabilecek bir insandı ama
kalkması gerektiğini bildiği için sabahları çok erken
kalkıyordu. Sabah güneş doğmadan uyanmış, dışarıçıkmıştı. Etrafa da gezinirken yerde bulduğu taşları
avuçlarının içine alarak onlarla oynamaya başladı, bir taşın
üstüne oturdu elindeki küçük taşlara ilgi ile bakıyordu.
Küçüklükten gelen bir meraktı onunkisi. Üç küçük taşa
uzun uzun baktı. Taşlar, sanki bir siyah göz bebeği gibi ışıl
ışıl parlamaktaydı. Taşları, avucunun içinde öyle sert
sıkmaya başladı ki taşlardan yükselen seslerle dişlerini
sıkınca çıkan ses aynıydı. Avucunu bir den açtı eli acımıştı
ve taşlarında bir tarafı tıraşlanmış. Söylendi, biraz kızarak
sitemle.“O ışıl ışıl göz bebekleri gibi paralayan taşlar
taşlar… Şimdi kör gözler gibi anlamsız ve çirkin
duruyor”. Büyük bir hırsla: “Kör gözler!” diye bağırdı ve
taşları yere fırlattı. Ayaklarıyla üzerine bastı, taşlar
toprağa gömülene kadar zorladı. Bir iki dakika sessizce
taşların önünde bekledi ve yürümeye devam etti.