@authbal
|
Bölüm Şarkıları: Seksendört - Kendime Yalan Söyledim, Nessa Barrett- Die First,
Mor ve Ötesi - Daha Mutlu Olamam
2. Bölüm: Sobe
Yalın Alazlı
Bakmak ve görmek ayrı şey derlerdi. Bugüne değin ikisi arasında bir fark olup olmadığını önemsememiştim. Dün akşam Ayda Levinler' in ela gözlerine bakıp hiçbir şey göremediğimde anladım bunu. Bana çok şey anlatmıştı ama ben kör olmuştum. İçinde bulundurduğu güç karşısında ona üstünlük kurabilmenin mümkün olmadığını kabul etmek, benim için oldukça zor ve engebeli bir deneyimdi. Daha önce hiçbir laf dalaşında kaybetmemiştim ve dünki performansım yüzümü kızartıyordu. O sarsılmaz irade beni gafil avlamış duygularımın kontrolünü kaybettirmişti. Oysa ben kontrolümü hiç kaybetmezdim.
Artık hiç değil.
Bundan hiç kimseye bahsetmemiştim ama kendi hafızamdan silemiyordum işte. Dün akşamdan beri konuşmamızı kafamda tekrar edip duruyordum. Bittiğinde tekrar oynat tuşuna basıp ilk kez izliyormuş gibi devam ediyordum. Sanki bu şekilde zamanı geri alıp sonradan, çok sonradan, bulduğum cevabı yapıştırabilecektim ona. Kaybettiğimi kabullenemiyordum çünkü ilk yenilgimdi.
Ben şimdi naneyi yememiş miydim?
Hem ne demişti o bana?
"Yüzde yirmi beşlik hissenizle benimle birlikte şirketi yönetemezsiniz. Ancak karşımdaki koltukta oturur ne dersem onu yaparsınız."
Oturduğum koltukta başımı sertçe arkaya attım çünkü sinirimi bir yerden çıkartmam gerekiyordu. O bana üstten bakan tavrı, alaycı gülümsemesi, ne yaparsam yapayım bozulmayan çelik gibi iradesi...
Beni Sinir
Etmişti.
Ve ben asla kolay kolay sinirlenmezdim.
Artık asla değil.
Ayda Levinler ilk raundu kazanmış olabilirdi ama ben durumu eşitleyecektim. Ve bu sefer gafil avlanan o olacaktı.
Odamın kapısı açıldığında bakışlarımı oraya çevirdim. Abim ve yakın dostum Dinçer içeri girdiler.
Abim, babamın kendini ve evlatlarını unuttuğu bu dünyada bana babalık yapan hayattaki en büyük dayanağımdı.
Dinçer, kimseye güvenemeyen ve acıdan nasibini almış bu ailenin tek dostuydu.
Aynı zamanda özel dedektifti. Ve birazdan bize Ayda Levinler'in tüm sırlarını fısıldayacaktı.
Abim beni başıyla selamlayıp masanın önündeki koltuklardan birine oturdu. Dinçer ayakta kalmayı tercih etti çünkü söz konusu iş olduğunda ciddi olmak en büyük prensibiydi.
Elindeki dosyanın kapağını açtığında yerimde dikleştim ve tüm dikkatimi ona verdim.
- Ayda Talia Levinler, 10 Mayıs 1996 New York doğumlu. Murat Levinler' in en büyük kızı. Lise ikinci sınıfa kadar İstanbul da ancak o yıl ani bir kararla İsviçre' ye yatılı bir özel okula gönderiliyor. Okulu araştırdım. Sorunları olan ya da disiplin suçu işleyen çocukların gönderildiği bir yer değil düşündüğünüzün aksine. Yalnızca belirli bir zeka düzeyindeki kişileri kabul ediyor hatta. Ayda Levinler' in birdenbire niye o okula gönderildiğine dair bir şey bulamadım ne yazık ki.
Bense en çok bu noktaya takılmıştım. Bir şey yapmış olmak zorundaydı. Başka türlü ailesinden koparılıp dünyanın bir ucuna gönderilmesinin mantıklı bir açıklaması yoktu.
- İki yıl sonra okulu üstün dereceyle bitirip eve geri dönüyor. Ve felaketler silsilesi tam da döndükten üç gün sonra başlıyor.
Dinçer' in üzgün çıkan ses tonu beni afallattı. Bu kızın hayatını araştırma görevini ona verirken işe tam bir profesyonel gibi yaklaşacağını biliyordum. O asla duygularıyla hareket etmezdi. Ama şimdi normalinin aksine öğrendikleri duygularını tetiklemişti sanki. Soğuk ve kaygısız adamdan eser yoktu.
- Döndükten üç gün sonra anne ve babasını kaybediyor. Kayıtlara trafik kazası diye geçmiş.
Apar topar yurt dışına gönderilen bu kız anne ve babasıyla yakın mıydı acaba? Birini kaybetmenin ne kadar büyük bir acı olduğunu, içinde üzeri asla örtülemez bir yara açtığını bildiğimden onun adına üzüldüm.
Yaram sızladı... Aldırmadım.
- Üç kız kardeşinde yasal vasisi amcaları oluyor çünkü hayatta kalan tek akrabaları o. Ancak çok uzun sürmüyor bu durum. Göz açıp kapayıncaya dek diyebiliriz yani.
Merakla kaşlarımı çattığımda bir şey geldiğini biliyordum ve öğrenmeye de hazırdım.
- Ailerinin cenazesinin olduğu gün yani ölümlerinin ertesi günü, amcaları Mithat Levinler, ölüyor.
Soru işaretleri kafamın içinde dört dönerken abim soğukkanlılığını kaybetti. Ayağa kalktı ve Dinçer'in karşısına geçti.
- Nasıl olmuş bu?
- Evinde ölü bulunmuş. Kalbinden vurulmuş. Evin çalışanı tarafından vurulduğu geçmiş kayıtlara. Tek atışta işi bitmiş zaten. Adam sonrasında polisi arayıp teslim oluyor.
Dinçer'in anlattıklarını kafamda tartarken yerine oturtamadığım çok şey vardı. Mesela bu talihsizliğe kader diyip geçesim gelmiyordu. Ya da bu kadar kolay bir ölümün o adama reva olması bana hiç mi hiç doğru hissettirmiyordu. Benim elime düşmeden, çaldığı hayatı geri vermeden ölmemeliydi o adam.
- Etrafındaki hiç kimsenin o adamı sevmemesini anlarım ama öldürmek için daha iyi bir plan yapması gerekmez mi? Bir tek bana mı saçma geliyor bu?
Abim sorduğu soruya cevap almak için bana döndü. Bakışları ona arka çıkmam için yalvarıyordu sanki. Benim aksime o yarasını da yaralı olduğunu da hiç saklamazdı. Yıllar geçtikçe en doğrusunu onun yaptığını hepimiz anlamıştık.
- Eksik parçalar olduğu kesin.
Abim içindeki karmaşayı benim de yaşadığımı duyunca rahatladı. Biraz da olsa yatışıp koltuğa geri oturdu. Alparslan Alazlı' nın hayattaki en büyük korkusu yalnız kalmaktı ve lanet olsun ki ne kadar yanında olursam olayım bunu değiştiremiyordum. Tıpkı benim yaram gibi onunkisi de kabuk bağlayamıyordu çünkü.
- Amcasının da ölümüyle beraber Levinler ailesinin tek varisi Ayda oluyor. O yıl Mayıs ayında 18 yaşına girdiği için hakları kendi elinde tabii. Büyük hissedar olarak şirketin başına geçiyor. Küçük hissedarlar da dahil herkes o yaşta birinin özellikle de bir kadının şirketin başına geçmesine karşı çıkıyorlar. O birkaç ay büyük bir kaos hakim şirkette. Ancak sonra, Ayda Levinler ipleri eline alıyor.
Dinçer'in değişen tavırlarının sebebini o an anladım. Yaptığı iş gereği görevi saydığı insanlara daima objektif olurdu. Özellikle konu biz yakın dostlarını ilgilendirdiğinden bu defa daha da soğuk olmasını bekliyordum. Ancak beklediğim gibi olmamıştı. Dinçer , Ayda Levinler'e hayran olmuştu. Hakkında her ne öğrendiyse onu etkilemişti.
- Ala- Vi Group' un yıllardır anlaşmak istediği ancak bir türlü ikna edemediği Amerikalı iş adamı Jordan Kornell. Bilin bakalım onu kim anlaşmaya ikna ediyor?
Soru, cevap gerektirmeyen bir soru olduğundan kimse cevap vermedi. Bense zaten aklımda dün akşamdan itibaren yapmaya başladığım, konusunun Ayda Levinler' in nasıl biri olduğu olan listeye yeni bir madde eklemekle meşguldüm.
Dün gece eklediğim ilk madde, zeki olduğuydu.
Az önce eklediğim ikinci madde, kurnaz olduğuydu.
Şirketteki otoritesini sağlamasının kimden ve nasıl geçtiğini bilecek kadar hem de. Yaptığı tek hamleyle hem o koltuğu hak ettiğini ispatlamış hem de kendisine karşı olanları susturmuştu.
- Kornell' le yaptığı anlaşma sonrası şirketin işleri çok büyüyor ve büyük bir hızla yurt dışına açılıyorlar. Kısa bir süre içinde de şirket üç katı bir büyüme gösteriyor. Yani hala itirazı olan kaldıysa da bu tablo karşısında yapabileceği hiçbir şey kalmıyor.
Madde üç, ticari zeka.
- O yaz sonunda Amerika' da bir şirket kuruyor Ayda ve başına geçmek için gidiyor. İlk başta bu da çok büyük bir sıkıntı yaratmış. Ortaklar oradayken Ala-Vi Group' u nasıl yönetecek diye itiraz etmişler. Ancak Ayda Hanım' ın otoritesini sarsamamışlar ve bugüne kadar da yönetim konusunda hiçbir sıkıntı yaşanmamış.
Ayda Levinler, fazla kusursuz görünüyordu ve bu rahatsız ediciydi. Uzaktan kusursuz görünen her şeyin ardında elbet sırlar bulunurdu çünkü hayat adeletini bu şekilde dağıtırdı. Onun bir açığını bulmak zorundalardı ve hayatın sağladığı adeletin kendilerinden yana olmasını umuyordu.
- Amerika'daki şirketi açar açmaz kendi projesini hayata geçiriyor. Dünyaca ünlü oteller zinciri The Majesty'i kuruyor. Baştan sona tüm planlaması da kendisine ait üstelik. Tasarımını dahi mimarlara kendi anlatıp çizdirmiş. Oteldeki her şey özel üretim. Havlusundan tutun yatak örtülerine, banyoda kullanılan bakım ürünlerine kadar. Hepsi otel için kurdurduğu fabrikalar da özel olarak üretiliyor. Bu da harika bir satış ve pazarlama politikası çünkü otelin kalitesi dünya standartlarının çok üzerinde diye adlandırılıyor. Kendi başına adeta bir imparatorluk kurmuş diyebiliriz.
Madde üçün üzerini çizdim. Ticari zeka değil, ticari bir deha.
O otellerde hiç kalmamıştım ancak namını çok duymuştum. En ince detayına kadar ilmek ilmek işlenmiş bir hamleyle iş dünyasının zirvesine oturmuş biri vardı karşılarında. Eğer düşman olmasalardı Ayda kendisinin saygısını çoktan kazanmış olurdu. Ve tam da bu noktada Dinçer' e hak verebiliyordu.
- The Majesty'i kurmak neredeyse iki yıl sürmüş ve şu anda 21 ülkede şubesi bulunuyor. Başarısı dillere destan gerçekten. Bunun dışında Ayda Levinler iş hayatında başarıya ulaşmasına rağmen dur durak bilmiyor tabii. Amerika' da şirket açtığı yıl üniversiteye de başlıyor. Kendisi Harvard işletme mezunu. Üstün dereceyle bitirmiş.
Kız tepeden tırnağa başarıydı . Hiçbir falsosu, yanlışı yoktu ve böyle işe lanet olsundu. Onunla savaş zaten çetin geçecekti ancak bu kadar güç olmasını da beklemiyordu. Belki de babası cepheyi çok önceden ona bırakmalıydı. Ellerini saçlarından geçirdi ve dağıttı. Sinirden köpürmesine ramak kalmıştı ve bu hiç iyiye alamet değildi.
- Yedi dil biliyor. Spora çok düşkün ve bir arkadaşının spor salonuna gidiyor yıllardır. Yakın bir arkadaşı yok. Lise ve üniversite zamanlarına kadar araştırdım ama hiç kimseyle bir bağ kurmamış çok garip bir şekilde.
Kız fazla dışarıya kapanıktı. Sanki yasak gibi. İnsanların onda görmesini istemediği bir şeyler vardı. Maskesini düşürmemek için kimseye de yaklaşmıyordu.
Ama ben o maskeyi düşürebilmenin bir yolunu bulacaktım.
Bulmalıydım.
- Peki ya özel hayatı? Yok mu birisi, oradan yürüyelim.
- Yok abi. Lise geçmişine kadar indim ama hiç kimse olmamış hayatında.
Al işte. Bu da başka bir gizemdi. Hayatında birilerinin hiç olmaması, olmasından daha büyük bir sorundu. Hiç mi birine ihtiyaç duymayıp sevmezdi insan? Sevgiden bu kadar yoksun durmak niyeydi?
O an bir şeyi anladım. Tam da düşündüğüm gibiydi. Ayda Levinler kusursuz değildi, sadece kusursuz görünüyordu.
Ve ben öyle olmadığını ne pahasına olursa olsun kanıtlayacaktım.
Peki kardeşleriyle arası nasıl, diye sordu abim.
- Yurt dışında olmadığı zamanlar kardeşleriyle birlikte büyüdükleri evde yaşıyor. Asrın Levinler, üniversite ikinci sınıfta psikoloji öğrencisi. Asil Levinler ise lise son sınıfta. Şirket üzerinde bir hakları yok, yıllar önce ikisi de ablalarına tüm haklarını devretmişler.
Kardeşlerinin haklarına mı çökmüştü yani?
Yoksa bu onları uzak tutmak istediği bir hayat mıydı?
Ayda Levinler çözülmesi zor bir bilmeceydi. Ama ben bilmece çözmeye bayılırdım işte onu bilmiyordu.
Dinçer'in önümüze koyduğu dosyalardan birini alıp hızlıca kurcalamaya başladım. Aradığım bilgiyi çok geçmeden bulduğumda oyuna devam etmek için çoktan hazırdım.
Oturduğum koltuktan hızla doğrulup koltuğun arkasına astığım ceketimi aldım. Kapıya doğru adımlarken de giydim.
- Nereye Yalın?
Arkamdan seslenen abime arkama dönmeden cevap verdim ve kapıyı açıp odadan çıktım.
- Bilmece çözeceğim.
🍁
Duygularımı kendi içimde yaşamak dışarıya yansıtmaktan daha kolaydı. Duygu denilen şeyin bendeki karşılığı öfke, kin, nefret ve hüzündü. Yakamdan hiç düşmeyen ellerimdi onlar. Paçalarıma sıkıca tutunmuş prangalarımdı. Düştüğüm yerden kalkmıştım ama onlara tutunmuştum. Bu bir tercih miydi yoksa intihar mıydı bilmem fakat yanlış olduğunu hep biliyordum.
Üniversitede bir profesör insanın tanımı için, makine derdi. "Kalbi kırılır kendini kapatır. Bir şeye alınır, bozulur. Yara alır canı acır çalışmaz, içine kapanır. Onu en çok kullananlar ise bazen en sevdikleridir."
Yaş aldıkça, yara aldıkça daha çok inanıyordum bir makine olduğuma. Kalbim kırıldığından beri, zincirlerimi bir başkasının eline verdiğimden beri yaşamıyordum çünkü.
Ama insanlar yaşar makineler çalışırdı değil mi?
Kapalı otoparka park ettiğim arabamdan inip yolcu koltuğuna koyduğum spor çantamı alarak arabadan indim. Şirkette yoğun bir günün ardından kendime buradayken her zaman geldiğim spor salonuna gitmek için izin vermiştim. Ruhsal olarak içimi dışıma çıkarmak spor yaparken mümkün olabiliyordu ancak.
Otoparkın içindeki asansöre bindim ve çıkacağım katı tuşladım. Üzerimi değiştirecek fırsat bulamamıştım ve buradaki odalardan birinde değiştirecektim. Burası çocukluk arkadaşıma ait olduğu için bu konuda normalden daha rahattım aksi takdirde siyah kalem eteğim ve stilettolarımla spor salonunda salınabileceğimi hiç zannetmiyordum. Yola çıkmadan önce mesaj atmıştım ve her zamanki odanın benim için ayrılacağı yanıtını almıştım. Asansör ön kapının karşısında durduğunda holden sağa dönüp bahçeye çıktım ve içeri bahçedeki arka kapıdan girdim. Molaya bahçeye çıkanlar için arka kapı gibi bir ayrıcalık vardı ve bugüne özel o ayrıcalığı bende kullanacaktım. Kapıdan girdiğimde direkt odaların bulunduğu kısma yöneldim ve her zaman kullandığım dört numaralı odaya girdim. Üzerimdekileri hızlıca çıkarıp taytımı ve sporcu braletimi giydim. Stilettolarımın yerini spor ayakkabılarım aldığında inanılmaz rahatlamıştım. Çantadan çıkardığım siyah tokayla maşalı saçlarımı tepemde topladım. Son olarak matarımı da çantadan alıp odadan çıktım ve kapıyı kilitleyip anahtarı aldım. Kolyemin klipsini açıp küçük anahtarı içinden geçirdim ve hızla içeri yöneldim.
Ringin olduğu alana geldiğimde Emre biriyle konuşuyordu ve aniden beni fark etti. Adama hızlıca bir şeyler söyleyip bana doğru gelirken gülümsedim.
- Özlettin kendini be kızım. Nerdesin ya sen?
Nazikçe sarıldığında kısaca karşılık verip geri çekildim. Ben ona kızacak vakit bulamadan yanağımdan makas bile almıştı.
- Yeni döndüm sayılır. Toparlamaya çalışıyordum işlerimi. Senden naber?
- Bir sürü şirket yönetmiyorum ama biz de boş adam değiliz yani. Yoğunuz her zamanki gibi.
Tatlı imasına göz devirdim ve ringi işaret ettim gözlerimle.
- Müsait mi?
Eliyle ringin olduğu tarafı işaret etti.
- Emrinize amade.
Mataramı eline tutuşturdum ve ringe doğru ilerledim. O koyacak bir yer bulurdu ne de olsa. Kırmızı yumuşak şeritlerden eğilip içeri girdim. Ellerim, ayaklarım kıpır kıpırdı. Biraz sonra yaşayacağı adrenalin için sabırsızlıkla bekliyordu. Yerdeki boks eldivenlerini alıp giyerken arkamda ayak sesleri işittim ve Emre' nin maç için hazır olduğunu anladım. Arkamı döndüğümdeyse gördüklerine hazır olmayan bendim.
Yalın Alazlı karşımda duruyordu.
Üzerinde siyah bir tişört, siyah eşofman vardı.
Ve ellerinde darbe yastıkları...
- Yalın Bey yakın arkadaşınmış. Sana eşlik etmek için rica edince kıramadım. Problem yok değil mi Ayda?
Benim bir dosta değil de düşmana bakarmışcasına dik bakışlarımı fark ettiğinden problem olup olmadığını sorma gereği duymuştu Emre.
Problem vardı.
Ancak bunu sesli dile getirecek değildim.
Savaştan kaçmak tabiatıma aykırıydı.
- Yok.
Tek kelime etmiştim ve yetmişti. Emre kolay gelsin diyip gitmiş Yalın ise bir nefes koyvermişti.
Olay çıkarma ihtimalime kendini hazırlamış olsa gerek tam aksini yaptığımda rahatlamıştı.
Hiç beklemediği bir anda o daha pozisyonunu dahi almadan sert bir tekmeyi gelişigüzel bir şekilde belinin aşağısında tuttuğu yastığa geçirdim. Acı inlemesini tutamadı ve yastığı refleksle vurduğum yere bastırdı. Lakin boşuna bir çabaydı.
Çok boşuna...
- Beni mi takip ediyorsun sen?
Cevabını beklemeden bir de yumruk attım ancak bunu karşılayabilmişti.
- Uzun zamandır spor salonu arıyordum da senin fikrini sormaya gelmiştim. Nasıl burası? Memnun musun sen?
Sağ tarafa yönelip onu şaşırttım ve pozisyonunu sağa göre ayarlamışken sol elindeki yastığa tüm kuvvetimle tekme attım. Bu seferki acı dolu inlemesine boğazından çıkan bir isyan da eşlik etmişti.
Hay Allah! Çok acıtmıştı galiba.
- Öyle herkesi almazlar buraya. Sonra üzülme.
Alaycı bir gülüş belirdi yüzünde. Aynı zamanda da benim hamlelerimi karşılıyordu.
Bir sağ, bir sol, bir kroşe.
- Bugün içeri girebildiğime göre...
Cümlenin sonunu getirme gereği duymadı çünkü onun nezdinde oldukça açıktı. Ama bende açık gördüm mü affetmezdim.
- Yakın arkadaşım olduğunu söylemişsin tabii alırlar.
Sinirlendi ve bunu yüzünde anbean izledim. Keşke " benim soyadımın içeri alamayacağı adam yok" da deseydim. O daha çok sinirlenirdi ben daha çok keyiflenirdim.
Ben ardı ardına hamlelerimi yaparken yüzümü anbean izleme sırası ondaydı. Onun aksine sinirini değil keyfini belli eden yüzümü.
Sağ yastığa tekme geçirecekken tamamen
bilerek dengemi şaşırdım ve tekmem yastığa değil sağ dizine geldi. Yastığı dizine kapattı ancak çok geçti. Acıyla iki büklüm eğildiği yerden kafasını bana kaldırıldı ve kıpkırmızı olmuş suratıyla karşılaştım. Bende benimkine sahte bir maske yerleştirdim.
- Hay Allah ne sakarım. Bir şeyiniz yok ya?
Dilini damağına yerleştirip sinirle gülmeye başladı. Ha gayret! Böyle böyle delirtip fabrika ayarlarını sıfırlayacak gibiydim.
Ancak fazla keyiften sarhoş olsam gerek hızla yerinden doğrulup ellerimi arkamda bir kelepçe gibi bağlayıp sırtımı kendi göğsüne yasladığında tepki vermek için çok geç kalmıştım. Onun omzunun biraz aşağısında kalan başımı yukarı kaldırdığımda göz göze geldik. Hızlı soluklarımız birbirine karışırken sanki bir düellonun içindeydik. Gözlerini ilk çeken olmayı ikimiz de kaybetmekten sayıyorduk. Yaşadığı adrenalinden ötürü kalbim, göğüs kafesimin içinde aralıksız atıyordu. Ya da aralıksız olduğunu düşünmemin sebebi tam arkamda kalan bedenin tıpkı benimki gibi hızlı atan kalp atışlarını hissetmem de olabilirdi.
Gözlerini ilk çeken ben olmayacaktım ancak onunla bu şekilde de kalmak istemiyordum. O halde ilk onun çekmesini sağlardım.
Ayağımla aniden onun ayağına, parmak uçlarını ezecek şekilde sertçe vurdum. Gözlerini benimkilerden çekip refleksle ayağına yöneldiğindeyse boşluğundan yararlanıp omzumla onu geriye doğru ittirdim. Ellerimi kurtardım ve ondan bir iki adım uzaklaştım.
Eğer kirli oynayacaksak Yalın Alazlı, en kirli ben oynardım.
- İkinci raund da benim Yalın Alazlı. Üçüncüye daha fazla hazırlansan iyi olur.
Çünkü kazanmış olmama rağmen ben de öyle yapacaktım. İkinci raund derken karşıma çıktığı iki seferi kast ettiğimi biliyordu ve yaptığım imadan hiç hoşlanmışa da benzemiyordu. Ama ben de sürekli karşıma çıkmasından hoşlanmıyordum, ne yapalım.
Ona arkamı dönüp ringden çıkarken üçüncü raundu düşünüyordum. Bu adamın benimle bir derdi vardı ve artık o derdin ne olduğunu bulmak zorundaydım.
Madem ebelemeç oynuyorduk ben de sobelerdim.
🍁
Hançer ve Yakut
Hançer silah koşumunu beline yerleştirdiğinde sağ tarafında ona arkası dönük, camdan dışarıyı izleyen Yakut'a çevirdi bakışlarını. Onu hiçbir zaman neşeli görmemişti ancak göreve çıkacakları zaman daha da karamsar olduğunu inkar edemezdi. Yaşadıklarını dosyasından okuduğu kadarıyla biliyordu ama bildiğinden çok daha fazlası olduğunun da farkındaydı. Eğer bir gün anlatırsa diye yetkisini kullanıp araştırmıyordu. Bunca yıldır bir takım halinde çalışıyorlardı ve onun hakkında emin olduğu üç şey vardı. Birincisi kindar olduğuydu. Kimi zaman öfkesine yön veren kimi zamanda öfkesini saklamasını sağlayan yegane özelliğiydi bu. İkincisi çok yönlü bir zekası olduğuydu. Akla gelebilecek her türlü senaryoyu kafasında tasarlar ve bir önlem geliştirirdi. Çoğu kez bu önlemler sayesinde hayatları kurtulmuştu. Üçüncüsü ise kendinden başka hiç kimseye güvenmediğiydi. Bu onun için bir zorunluluk değil tercihti. Benim bildiğim bu konuda bir darbe aldığıydı ancak bunun sadece "bir" ile sınırlı kalmadığı Yakut' un gece gibi zifiri siyah gözlerinde görülüyordu.
Çoktan hazır olduğumu bildiğini ama beni ona bakarken yakalamak istemediğini bildiğimden geri çekilen ben oldum. Boğazımı temizlediğimde arkasına döndü.
- Çıkabiliriz.
Başıyla onayladığında art arda odadan çıktık. Görev yerinden on dakika uzaklıktaydık. Siyah filmle camları kapatılmış arabalardan birine yöneldik ve direksyona Yakut geçti. O bu bölgeyi benden daha iyi tanıyordu nede olsa. On dakikalık yolculuk boyunca ikimizde konuşmadık. Planın üzerinden defalarca geçmiştik ve hiçbir eksik bulamamıştık. Düşünmediğimiz bir ihtimal yoktu ki kaldıysa da bunun Yakut'un gözünden kaçmayacağını biliyordum. Araba gireceğimiz evin birkaç metre gerisinde durduğunda senkronize bir şekilde arabadan indik. Biz eve girerken araba olduğu yerden alınıp kaçış rotamızdaki yere bırakılacaktı.
İzbe apartman dairesinden içeriye girmeden önce bekledik. Henüz talimat gelmemişti. Kulaklığımıza dolan ses bizi neredeyse bir dakika bekletmişti.
- Kameralar etkisiz, girin!
Apartman yedi yirmi dört kameralarla izlendiğinden böyle bir önlem almamız gerekmişti. Yakut önde ben arkasında ilerlerken yedi katlı apartmanda tek bir ses dahi yoktu. Tabi bu bize şaşırtıcı gelmiyordu çünkü bu apartmanda tek bir kiracı yaşıyordu ancak prosedürlerde dairelerin tamamı doluymuş gibi gösteriliyordu.
Beşinci kata geldiklerinde bakışlarıyla anlaştılar. Yakut eğilip kapının kilidiyle uğraşırken Hançer de yan dairenin kapısına usulca zinciri geçirdi. Yakut'un ihtimallerinden biri kadının kendi dairesiyle yan dairesi arasında bir geçiş olduğuydu ve bu ihtimale karşılık yan dairenin kapısını içeriden açılmayacak şekilde zincirliyordu. Zincirleme işini bitirdiğinde Yakut'a döndü ve aynı saniye onun da kapıyı açtığını gördü. Kapıyı ikisinin geçebileceği kadar aralayıp önden içeriye girdi Yakut. Hançer de arkasından girdiğinde kapının arasına bir kıskaç sıkıştırarak kapatırken ses çıkarması riskini almadı. İkisi de evin krokisini düşündüler. Salon kapının tam karşısındaydı ve içeriden gelen seslere bakacak olunursa kadın da salondaydı. Ancak şöyle bir sorun vardı ki kadın muhtemelen şu an iş üzerindeydi ve kendi elleriyle yaptığı kimyasal patlayıcılarla hepimizi havaya uçurabilirdi. Yakut Hançer'e işaret dilini kullanarak bir şey söyledi. Hançer kafasını salladığında bir iki adım gerileyerek salonun solunda bulunan mutfağa doğru ilerledi. Planı sorgulamadı çünkü mesaj çok netti.
"Tırmanmayı özledin mi?"
Salondaki balkon kapısı açıktı bu yüzden tırmanma işini Hançer'e paslamıştı Yakut. Açması gereken bir kilit olmadığı müddetçe sahada olmaktan yanaydı kendisi. Hançer mutfağa girip gözden kaybolduğunda yavaşça kapıya yaklaştı Yakut. Kadın önündeki masaya doğru eğilmiş yeni yaptığı bombayla ilgileniyordu. Salonda o kadar ağır bir koku vardı ki balkonu bu yüzden açmış olmalıydı.Hançer çoktan işi halledip konumunu almış olmalıydı ancak her ihtimale karşı bir dakika daha hareketsiz bekledi. Bir dakika dolduğunda koridorda sindiği duvar köşesinden çıktı ve görev start almış oldu.
- Selamınaleyküm.
Kulağına bir kahkaha sesi dolduğunda Şef'in bu girişten çok hoşlandığını anladı. Sonuçta böyle konuşmayı ekibe aşılayan oydu.
Kadın, yani Natalia Harris masadan bir hışımda ayağa fırladığında tüm paniğine rağmen elindeki taze bombayı ve tetikleyicisini bırakmamıştı. Anlaşılan patronu Karl Prior çalışanlarına Yakalanış 101 dersini iyi öğretmişti. Artık öğrendiği dersleri bize de öğretme zamanıydı.
- Sakın yaklaşma yoksa hepimizin sonunu getiririm, dedi bozuk bir Türkçeyle.
Tehdidinin karşıya geçmemesinin sebebinin de bu olduğunu düşündü Yakut.
Hançer Natalia'nın arkasında kalon balkondan salona girerken Yakut da kadının dikkatinin kendisinde kalması için konuştu.
- Hatırlat da karargahta tehditlerin üzerinde çalışalım. Sen bana istediklerimi verdikten sonra nasıl korkutucu ve tehlikeli olunur öğretebilirim sana.
Elindeki tetikleyiciyle hırsla ileriye doğru atıldı.
- Ben sana hiçbir şey vermey-
Ne yazık ki cümlesini tamamlayamadı çünkü tetikleyiciyi tuttuğu eline yediği sert bir tekmeyle yere kapaklandı. Hançer hemen bu fırsatı değerlendirdi ve yere düşen bombayı da tetikleyiciyi de aldı. Natalia ise yerden hızla doğrulup masaya koştu. Amacı masanın üzerindeki bir başka bombayı almaktı ancak odada ondan daha hızlı biri vardı.
Yakut.
Natalia'nın eli daha bombaya değemeden Yakut masaya ayağındaki tüm kuvvetle vurup hızla ileri savrulmasına neden oldu. Natalia bombayı bırak almayı dokunamamış dahi olarak duvarla masa arasına acıyla sıkışmış oldu. Kafasını duvara çok sert vurmuş olacak ki sesi bile duyulmuştu.
Hançer bu hareketten çok etkilendiğini ıslık çalarak belli ettikten sonra masanın üzerindeki her şeyi toplamak üzere işe girişti. Natalia'yı en son alırlardı. Ne de olsa bir yere gittiği yoktu.
Yakut bakışlarını masayla duvar arasında acıdan can çekişen kadının üzerinden ayırmadan elini kulaklığına götürerek konuştu.
- Görev tamamlandı.
🍁
Hayranı olduğum denizin bazen içimde yaşadığını düşünürüm. Kimi zaman dalgaları o kadar sert vurur ki kıyılarıma ta en derinlerimde bir fırtına çıkar. Güvertede kaptandan başka kimse yok çünkü kaptan kimse bilmese de bu hayatta en çok yalnızlıktan nasibini almıştır. Bu sebeple yoktur hiç onunla aynı gemiye binmeyi göze almış insanlar orada. Geminin fleması şiddetle dalgalanırken kaptan sessizce seyreder. Kurtaracak kendinden başka kimsesi yoksa fırtınanın onu çoktan alabora ettiğini kabullenmiştir.
O kaptan bendim.
Ancak henüz "alabora" olmayacaktım.
Süzdüğüm makarnayı siyah granit tezgahın üzerine bıraktım ve sosu için hazırladığım malzemelere uzandım. Kesme tahtasının üzerinde domatesleri rendeledim. Ellerimi yıkayıp ocağın üzerindeki tavada tereyağını erittim. Zeytinyağı ve un ekleyip karıştırırken telefonumdan çalan klasik müzik sekteye uğradı. Eve geldiğimden beri maillerime bakmamıştım ve gittikçe birikiyorlardı ancak yemekten sonra bakacaktım. Asrın ve Asil biraz sonra okuldan döneceklerdi ve kurt gibi aç olacaklarına emindim. Yolda Mihriban Hanım'ı aramış bugün dinlenmesini söylemiştim ve o da aylar sonra ilk kez kendi evine geçebilmişti. Benim yurtdışında olduğum zamanlar kızlarla kaldığı için ona minnettardım ve ben artık döndüğüme göre kadıncağız kendi düzenine geçebilirdi.
Sosu iyice karıştırıp içindekileri erittikten sonra salçayı ekledim. Rendelediğim domatesleri ve bir bardak sütü ilave ettikten sonra malzemelerin eriyebilmesi için hızla karıştırmaya devam ettim. Ardından birer kaşık kara biber, tuz ve naneyi de koyduktan sonra sosa son bir kez daha karıştırdım ve ocağın altını kıstım. Tezgahtaki makarnaya uzandığım esnada kapı açıldı. Kardeşlerimi görmeden önce seslerini duydum çünkü yine her zamanki gibi anlaşamadıkları bir tartışmanın ortasındaydılar.
- Ya bak son kez söylüyorum Asil! Benim dolabıma dadanmaktan vazgeç. Çabuk çıkart o üzerindeki bluzumu da makineye at. Kendi kıyafetlerinden memnun değilsen de alışverişe çık, uzak dur benim kıyafetlerimden be.
İstemsizce gülmeden edemedim. Kardeşlerimin ne büyük dertleri vardı öyle.
- Sanki üzerimde paralandı he bluzun. Ne var bir kere giydiysek ne büyüttün ya. Gel bir de ağzıma vur istersen. Ama bunlar aslında bahane dimi ben biliyorum zaten.
Ben bilmiyordum, bana da söylesindi.
Ne bahanesi, diye sordu Asrın.
- Gideyim istiyorsun bu evden. O kocaman oda da sana kalsın istiyorsun, küvetli banyo da. Zaten kozmetik eşyaların da sığmıyor banyoya benim üç tanecik eşyamı atmak için fırsat kolluyorsun. Ayrıca giysi dolabının dörtte üçü senin kıyafetlerinle dolu olduğundan onları giymenin benim de hakkım olduğunu düşünüyorum.
O kadar narin bir ses tonuyla konuşuyordu ki tanımayan biri bu kendini acındırma çabalarına hemen inanırdı.
Ben ise sadece içimden alkışlıyor dışımdan göz deviriyordum.
- Sen ruh hastasısın ya. Uğraşılmaz seninle be.
Asil tam "sensin be ruh hastası", diyordu ki sustu. Kokuyu almıştı.
Hızlıca aldığı solukları mutfaktan dahi duyabiliyordum ve bunu yaparken onu çok kez görebildiğimden kafamda canlandırıp gülmem çok uzun sürmedi.
- Oha! Ablam özel soslu makarnasından yapmış oha!
İkisi de bağırarak adeta ayakları totolarına vura vura mutfağa girdiklerinde makarnayı sosun içine eklemiş karıştırıyordum.
- Abla. Ablam. Her şeyim. Ömrümmm. Harelerinde hayat bulduğum. Sen makarna mı yaptın bize hayatımın anlamı benim?
Asil boynuma kollarını dolayarak sarıldığında kelimelerini takip etmekte zorlanmıştım. Bu kızın ergenliği ne zaman bitecekti ya?
Ben ona cevap veremeden Asrın konuştu.
- Bak bak yalakaya bak. Küçük ablasına terör estiriyordu kapının önünde, büyük ablasına da ilan-ı aşk ediyor. Sen harbi karaktersizsin ya.
Asil boynumdaki kollarını çekip hırçın ergen moduna geçtiğinde olaya el atmam gerektiğine karar verdim.
- Sizin karnınız acıkmamış anlaşılan. Kavga etmek için bolca enerjiniz var çünkü. Napalım, bu makarnayı da ben yerim artık.
İkisinin de yüzünden anında aynı ifade geçti ve birbirlerine sataşmayı kesip kol kola girdiler. Bir anda omuzları çöküverdi, bakışları mahmurlaştı. Yorgunlardı yani artık. Bitiklerdi.
Siz iflah olmazsınız dercesine kafamı salladım sağ tarafta kalan dolaba yönelip tabakları çıkardım.
- Gidin üzerinizi değiştirin bakalım.Beş dakika içerisinde masada oluyorsunuz.
İkisi de koşarak yukarı odalarına fırladılar. Elimdeki tabaklara makarna koyup mutfaktaki yemek masasına ilerledim. Önceden örtüsünü kaldırdığımdan tabakları direkt yerleştirdim. Çatal kaşıkları ve içecekleri de yerleştirdikten sonra fırının içinden makarnadan önce yapıp soğumasın diye fırının içinde bıraktığım köfteyi ve patatesi de çıkarıp büyük servis tabaklarına yerleştirdim. Kızlar merdivenlerden pata küte aşağı inerken masa da hazırdı.
Yanaklarıma birer öpücük kondurup yerlerine geçtiler. Ellerimi yıkayıp bende yerime oturduğumda anında tabaklarına gömüldüler. Onlar beğendiklerine dair mırıltılar çıkarırken yemek yapmaya karar vermeme memnun oldum. Onları mutlu görmek hayatımdaki en büyük motivasyonumdu.
Ne zaman bir konu hakkında uzun uzadıya düşünmem gerekse kendime bir iş yaratırdım.
Düşünmem gereken konu, Yalın Alazlı' ya nasıl oyunu bitirici bir hamle yapabileceğimdi. Yemek yapmak bana çok yardımcı olmuştu.
Hamlemi belirlemiş, güzergahımı çizmiştim. Yarın üçüncü ve son raundu oynayacaktık.
Ve o, nakavt olacaktı.
Beni zafer planlarımı düşünmekten alıkoyan Asil'in konuşması oldu.
- Abla, sana bir şey sorabilir miyim ?
İzin istediğine göre çekineceği bir şey soracak olmalıydı. İçini rahatlatmak adına gülümsedim.
- Sor bebeğim.
Çatalını tabağının kenarına bırakıp ağzındaki lokmanın bitmesini bekledi. Yanında oturan Asrın'a gergin bir bakış attığında cevabı merak edenin bir değil iki kişi olduğunu anlamak çok zor değildi.
- Hayatında özel biri var mı senin?
Su bardağıma uzanan elim birkaç saniyeliğine durakladı ancak kendimi çabucak toparladım. Bunu gerçekten beklemiyordum çünkü. Utandığımdan ya da bu tarz konuları konuşmaktan çekindiğimden değildi. Öyle bir kadın da değildim zaten. Sadece daha önce hiç onlarla bu konu hakkında konuşmamıştık ve bu ilk sefere hazırlıksız yakalanmıştım sanırım. Suyumdan bir yudum alıp bardağı elimde tutmaya devam ettim. Gözlerimi kısıp ikisini de göz hapsine aldığımda gerilmişlerdi. Şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırıp bana bakarlarken yüzümü ifadesiz tutmaya çalışıyordum.
- Yok.
Kelime ağzımdan çıkar çıkmaz oh çekip derin bir nefes verdiklerinde şaşkın bakma sırası bendeydi. Noluyorduk yahu? Bunlar hayırdır?
- Siz hayırdır bebeler, öyle oh çekmeler falan.
Bir an yakalanmış gibi dudaklarını ısırıp birbirlerine baktıklarında sertçe boğazımı temizledim ve bir açıklama beklediğimi ima ettim. Her zamanki gibi kuyruğunu ilk dik tutan Asrın oldu.
- Yılın çoğu zamanında seni göremiyoruz bile. Malum çok çalışıyorsun. Kalan zamanını da özel biriyle bölüşmek istemiyoruz yani ne var?
Haklı olduklarını kabul etmekle birlikte aslında gerçek nedenin bu olmadığını da biliyordum. Ben onların hem ablalarıydım hem anneleri hem de babaları. Beni başka biriyle paylaşmak demek onlar için kaybetmekle eşdeğer olabiliyordu. İlgimi ve sevgimi üçüncü bir kişiyle paylaşmaları çok ama çok büyük bir sorundu. Neyse ki büyük olasılıkla hiçbir zaman böyle bir sorunla uğraşmaları gerekmeyecekti.
- Yiyelim bakalım bu bahaneyi. Ayrıca makarnayı. Soğudu zaten lafa tuttunuz bizi ya.
Gülüşüp tekrar yemeğe odaklandıklarında nedense içimin rahatladığını hissettim. Çünkü içimden bir ses uzun zamandır bu konuyu düşündüklerini ancak bana açılacak zamanı yaratamadıklarını söylüyordu. Bu konuda da kendimi kızdım. Onlarla yeteri kadar vakit geçirememiştim son zamanlarda. Yılın yarısında yurt dışındaydım ve belirli aralıklarda görüntülü konuşabilmiş onun haricinde de telefonla konuşmuştuk. Beni sürekli yanlarında istediklerini de biliyordum ama bazı şeyler maalesef benim kontrolümde değildi.
O kadar canımı sıktı ki bu durum onlara yansıtmamak için konuyu dağıtmam gerektiğine karar verdim.
- Girişteki konuşmanızı duydum. Bir dolap için birbirinizi mi yiyorsunuz sahiden?
İkisi de aynı anda konuşmaya başladığında gerçekten kendim edip kendim bulmuştum. Çatalımı tabağıma sertçe vurduğumda anında seslerini kestiler. Anlaşılan bu konuya ben müdahale etmedikçe bu savaş bitmeyecekti.
- Yarın Hakan'a söyleyin dolabı genişletmek için ölçüsünü alsın. Ne kadar genişlemesini istiyorsanız da açık açık söyleyin ona göre. Tekrar tekrar uğraştırmayın adamı.
Bağırıp sevinçlerini belli ederlerken bende gülümseyerek onlara eşlik etmiştim. Bir anda tüm kavgalarını unutup nasıl bir tasarım istediklerine dair bir sohbete daldıklarında hayret etmiştim. Keşke benim de sorunlarım böyle hemen çözüme kavuşturulabilecek sorunlar olsaydı.
Ya da en azından biri hariç. Çünkü o yarın çözüme kavuşturulacaktı.
🍁
Saat gece yarısına gelirken kızları zorla yatmaya göndermiş bende çalışma odama çekilmiştim. Yemekten sonra mutfağı onlara toplatmışken ben salona geçip telefonumdan maillerimi okuyup cevaplamıştım. İşim bittiğinde yoğun ısrarları üzerine televizyondaki uygulamadan bir dizi izlemiştik ve gariptir ki ben de beğenmiştim. Neredeyse birinci sezonu yarılayacakken saati fark etmiş ve bir bölüm daha izlemelerine engel olmuştum. Fransız pencerenin önündeki koyu kahve ahşaptan masama yaklaştım ve koltuğuma oturdum. Odanın ışığını açmamıştım onun yerine masa lambamı yaktım. Birkaç saat önce Hale'den istediğim araştırmayı bir dosya halinde mail olarak atmıştı. Bilgisayarımı açtım ve maillerimden gizli dosyayı açıp şifreyi girdim.
Yalın Alazlı tüm sırlarıyla, avcumun içindeydi.
Yalın Çağan Alazlı, 4 Mart 1994, İstanbul doğumluydu. İki ay sonra 27 yaşına girecekti. İlkokul, ortaokul ve liseyi burada okumuş üniversite için yurtdışını tercih etmişti. Cambridge' de İşletme ve Ekonomi bölümünden mezundu. Bitirir bitirmez buraya geri dönmüş ancak hiçbir yerde çalışmamıştı. Bir ara yüksek lisans için tekrar İngiltere'ye gitmiş ancak sonrasında da bu zamana dek hiçbir yerde çalışmamıştı. Bir abisi vardı. Alparslan Alazlı. 30 yaşındaydı ve kendi yazılım şirketinin başındaydı. Kardeşinin aksine o, hemen iş dünyasına atılmıştı. İki kardeş de evli değildi ve geçmişte böyle bir girişimde de bulunmamışlardı. Babaları Akif Alazlı geçtiğimiz günlerde emekliye ayrıldığını açıklamıştı. 60.yıl kutlamasının hemen ertesi günü. Anneleri Süveyda Alazlı hayatta değildi. Beş sene önce ölmüştü. Ölüm nedeni olarak beyin kanaması yazıyordu.
Babası ve abisiyle beraber yaşıyorlardı. Evlerinin adresi bize çokta uzak değildi. Ailelerimizin tanışıklığı dedelerimizin ortak olup Ala-Vi Group'u kurmasıyla başlıyordu.
Bu kısımlara zaten vakıftım bu yüzden aşağılara indim. Ona dair daha kişisel bilgilere ulaşmak istiyordum. Aradığımı çok geçmeden buldum. Yurtdışındayken arkadaşının yeni kurduğu erkek giyim markası için modellik yapmıştı. Verdiği pozlarda gayet rahat ve profesyonel görünüyordu. Ayrıca bu işe bir yatkınlığı olduğu aşikardı çünkü arkadaşının markası çıkış yaptığı ilk kreasyonla adeta sükse yapmıştı. Bu kadar yardımı yeterli görmüş olacak ki bir daha hiç modellik yapmamıştı.
Bir başka yakın arkadaşının burada çok ünlü bir restoranı vardı ve her fırsatta oraya gidiyordu. Bu bilgiyi yakın bir zamanda kullanmaya karar verdiğimden güzergahı değiştirmeye karar verdim. Bir dakika ara verip Hale'ye güzergahla ilgili değişikliği mesaj attım. Yeniden bilgisayara döndüğümde yüzümde muzur bir gülümseme vardı.
Yarın Yalın Alazlı için zor bir gün olacaktı ve o zor günün mimarı da bizzat bendim.
🍁
Oyunu kurallarına göre oynayamıyorsan kuralları yıkman gerekir. Kimi zaman zar atarak kimi zaman taş çalarak... Hamlelerin eşit olduğu bir oyunda benim yöntemim dikkat dağıtmaktır. Beklemediği anda beklemediği yerden vurmak için rakibimin dikkatini dağıtırım. O neyin nerden geldiğini anlayana kadar ben çoktan final çizgisine gelmiş olurum.
Final çizgisi, Şah Mat demek.
Şah' ı mat etmek için önce veziri geçmek gerek.
Kendimi soyutladığım andan beni çıkaran garsonun yemeğimi önüme bırakması oldu. Teşekkür ettiğimde kibarca başını sallayıp uzaklaştı. Saatime bakıp çatal ve bıçağı elime aldım. Yalnızca birkaç dakika kalmıştı. Biraz sonra üçüncü raund başlayacaktı. Sanki uzun zamandır istediğim bir şeye kavuşacakmışım gibi heyecanlıydım. Çok tuhaftı ama içim kıpır kıpırdı. Kendisi çok dişime göre bir rakip sayılmazdı ama yine de kazanma hırsımı tetikleyebilmiş ve bu duygulara yol açmıştı.
Tabağımdaki etten bir parça daha kestiğimde tenimde bir karıncalanma hissettim ve bundan her şeyimle nefret ediyordum. Onunla ilk karşılaştığımda da aynı karıncalanmayla ürpermiştim. Gelmişti, biliyordum. O içimdeki öfkeyi uyandırıyordu ve ben o öfkeyi saklamak için yıllardır büyük bir çaba harcıyordum. Onunla derdimi ne kadar çabuk çözersem benim yararıma olacaktı. Karşımdaki sandalyeyi çekip oturduğunda önünü iliklediği ceketinin düğmesini açtı ve garsona eliyle bir işaret yaptı. Garsonun ona gelmesini beklemeyip kendi çağırarak bir nevi gövde gösterisi yapıyordu. Çünkü burası onun çöplüğüydü.Her zaman geldiği hatta müdavimi olduğu restoranttı. Bunun bir tesadüf olduğunu düşünüyordu şimdilik. Ama ben onun benim yıllardır gittiğim spor salonuna gelmesinin bir tesadüf olmadığını biliyordum mesela. Kesinlikle beni takip ediyordu. Bunun bir tesadüf olduğuna inanacak o aptal kız, ben değildim.
Bugün burada bir iş anlaşması yapacaktık iki ortak olarak. Bu büyük oranda doğruydu. Doğru olmayan kısmı anlaşmayı bir saat önce imzalamış, aniden bir işi çıkan ortağım adına özür dilemiştim. Sabah Hale aracılığıyla Yalın' ın programında değişiklik yaptırtmış, toplantı saatini değiştirtmiştim. Bir defalığa mahsus mudur bilinmez hem zar atmış hem taş çalmış hem de dikkat dağıtmıştım.
Artık bu oyunu kazanmalı ve sorundan kurtulmalıydım.
Sorun, Yalın Alazlı'ydı.
Tepeden tırnağa simsiyahtı. Siyah kumaş bir pantolon, siyah gömlek ve ceket. Siyah rugan ayakkabılarla kombinini tamamlamış, kravat takmamıştı. En üstteki düğmesi açıktı yalnızca. Kolunda pahalı bir saat vardı ve ellerini oturduğu sandalyenin kenarlarına yerleştirdiğinde belirgin damarları,elinin kemikli uzun yapısı göze çarpıyordu. Gözlerini tam karşıya benim üzerime dikmişti ve bundan rahatsız olmam için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Ancak bilmiyordu ki ben buraya zaten onunla oyun oynamaya gelmiştim ve zannettiğinin aksine avantajlı olan kendisi değildi.
- İş arkadaşlarınızı beklememek huyunuz müdür Ayda Hanım?
Genişçe gülümsediğimde gözleri tebessümümde asılı kaldı bir süre. Beni hala çözememişti ve ne zaman aksini düşünse bozguna uğruyordu. Oysa yeteri kadar yaklaşabilen biri için açık bir kitap gibiydim ben. Sadece kimsenin yaklaşıp gerçeğimi görmesine izin vermiyordum, o kadar. Garson gelip siparişini istediğinde "her zamankinden" diyerek ukala bir tavır takındı.
Az sonra o tavrından eser kalmayacaktı, bilmiyordu.
- Ortağım gecikti, eh bende el mecbur toplantıyı kendi başıma yaptım. Büyük bir iş bağladığım için de bir yemeği hak ettiğimi düşünmüştüm.
Ve evet, o bakış. Ne olduğunu idrak ettiğinde yüzüne yerleşen o sinir hali. Önce kaşlarını çatıyor sonra da dilini alt damağına yerleştirip korkutucu olduğunu zannettiği bakışlarını bana hedefliyordu. Akabinde duygularını çok açık ettiğini fark edip sakinleşmek için parmaklarını burnunun kemikli ucuna bastırıp kontrolünü sağlamaya çalışıyordu.
Ama ben deliler gibi gülmek istiyordum, bilmiyordu.
- Beni oyuna getirdin yani öyle mi? Bu ne cürret?
Sağ elinin işaret parmağıyla masaya iki kez vurdu. Bazı hareketleri fazla kendine hastı ve benim beden dilini çözmeme engel oluyordu. Kendine hakim olma konusunda da bir uzmandı ayrıca. Toparlanması çok kısa sürmüştü. Ama üzgünüm, ben buraya kazanmaya gelmiştim.
Çatalı ve bıçağı tabağın kenarına bırakıp arkama yaslandım. Keskin bakışlarına karşılık verdiğimde, eğer birbirimizi bakışlarımızla yaralayabiliyor olsaydık kimin kazanacağını merak ediyordum.
- İstediğin kadar aptalı oynamaya devam edebilirsin ancak benim hiç öyle bir niyetim yok. Bunu neden yaptığımı ikimiz de biliyoruz. Bu üçüncü raund ve eşitliği bozan da benim.
- Ne konuda aptalı oynuyormuşum ben, aydınlat beni.
Kafanın üzerinde bir ampul da yakayım ister misin canım benim?
- Beni takip ediyorsun. Muhtemelen her zaman. Spor salonunda " karşılaşmış" olmamızı yemeyeceğimi sen de en başından beri biliyorsun. Sadece o an senden hesap sormamı bekliyordun ama sormadım. Genelde veresiye yazmam ama sen yabancı değilsin diye bir istisna yaptım.
Sinirle karışık bir nefes koyverdi. Benimle baş edemiyordu ve bu onu deli ediyordu, görebiliyordum sanki beyninin içini. Benden gelecek herhangi bir atak için tetikteydi ve bu konumda olduğu için lanet okuyordu.
Muhtemelen en başta da bana.
Masaya doğru eğildim ve bakışlarımı onun kara gözlerine sabitledim. Kılını dahi kıpırdatmadan beni seyrediyordu.
- Şimdi sana olacakları söylüyorum. Bu raundla birlikte aramızdaki saçma sapan oyunu benim kazandığımı kabul edeceksin ve devam etmeyeceğiz artık buna. Daha fazla tahammülüm kalmadı çünkü.
Ne beni onayladı ne de itiraz etti. Hiçbir tepki vermedi. Kafasında seçeneklerini değerlendirdiği aşikardı. Ya teslim olup derdi her neyse bana anlatacaktı ya da rest diyip yeni planı için kollarını sıvayacaktı.
Bense ilkini tercih etmesi için tüm sınırlarını zorlayacaktım.
- Sonra da bana doğruları anlatacaksın.
Tek kaşı istemsiz midir bilinmez, havalandı. Tepki vermesi iyi bir şeydi çünkü böylelikle bir derdi olduğu konusundaki düşüncem kuvvetleniyordu.
- Benimle bir derdin olduğunu biliyorum. Böyle peşimde dolanmanın, olur olmadık yerlerde beni hazırlıksız yakalamalarının sebebini söyleyeceksin bana.
Sözüm biter bitmez hızla öne doğru atılıp konuşmaya başlayacağında müsaade etmedim. Çünkü ne söyleyeceğini biliyordum.
Baş parmağımı ona doğru sallarken konuştum.
- Şirket falan diyerek bana maval okuma. Senin o taraklarda bezin yok. Şirket yönetmek değil senin derdin. Ya da benim yönetmem de değil. O koltuğu benden almanın imkansız olduğunu ta en başından biliyorsun. Başka bir derdin var.
- Benim seninle ne derdim olabilir ki?
Beni sınıyordu. Evet tam olarak beni sınıyordu. Bir şey bilip bilmediğimi, biliyorsam da neyi ne kadar bildiğimi öğrenmek istiyordu. Test etmekti amacı. Ona göre bir yol izleyecekti. Teklifimi değerlendirdiğini gösteriyordu bu. O zaman ben de ona en doğru yolun benimki olduğunu gösterirdim.
- O halde soyadımla.
Altın vuruş. Cümlemin bir başlığı olsaydı bu olurdu. Tepkisiz kalmaya verdiği çaba heba oldu. Sanki yenilmişlik hissiyle omuzları çöktü. Başını dik tutamadı, yere eğdi. Bir elini yumruk yapıp masaya yasladı. Tanıştığımızdan beri ilk defa duygularını bu denli açık ettiğini görüyordum.
Birkaç dakika boyunca başını eğdiği yerden kaldırmadı. Ben de konuşmadım. Kafasının içinde bir savaş verdiğinin farkındaydım. Ama nedense ben, çoktan kararını verdiğini hissediyordum. Teslim olacak ve bana asıl derdini anlatacaktı. Sadece konuşmak için biraz zamana ihtiyacı vardı ancak bu durum ,derdi her neyse daha önemli daha sancılı yapıyordu ve beni içten içe tedirgin eden şeydi.
Kendine verdiği süre dolduğunda kafasını kaldırdı ve gözlerimiz çarpıştı. Gözlerine baktığımda gördüğüm şeyden çekindim.
Yara bandını tek seferde çekecekti.
- Benim derdim seninle değil evet.
Amcanla.
Yani aynı soyadı taşıdığım, yıllar önce ölmüş olan babamın kardeşiyle.
Cümlesi beynimde yankılanıyordu ancak bir karşılık bulamıyordu.
- Yıllar önce bizden çok önemli bir şey çaldı. Geri vermedi ve bizi mahvetti.
Mahvetmeyi çok seven bir adam olduğunu çok iyi biliyordum ama dile dökmedim. Cümlenin devamında gelecek şeyden, az sonra soracağım sorunun cevabından korkuyordum ama yine de geri adım atmadım.
- Ne çaldı?
Yutkundu ve sanki bu canını acıttı. Aldığı nefesler sıktı ve yetmiyormuş gibiydi. Söyleyeceği şeyi kelimelere dökmek istemiyor, gerçek olduğunu kabul etmekten nefret ediyordu.
Ve maalesef onu çok iyi anlıyordum.
Siyah gömleğinin iki düğmesini açtı ve bakışlarımızı buluştururken kızarmış gözlerini görmemden hiç çekinmedi.
Soruma cevap verdiğinde bir teslimiyeti ilan etmiş oldu.
O teslim oldu ancak ben kazanmış olmadım.
- Kız kardeşimi.
🍂
Instagram/ authbal |
0% |